17 Şubat 2018 Cumartesi

ŞEKER






ŞEKER

         Kömür karası suların yıllar yılı indiği yorgun-emektar ayaklarını dinlendirmek üzere rastgele uzattı. Sonrasında ayakları üst üste gelecek şekilde, yemek yiyeceği masanın altındaki boşluğa dizlerini özenle yerleştirdi. Uzun ve boğumlu parmaklarını birbirine geçirip, tek bulutun olmadığı gök mavisi gözlerini tatlı bir edayla kırpıştırıp etrafına bakındı. Bir başına ve memleketinde çokça esen kuzey rüzgârları gibi alabildiğine yorgundu. Ütülü siyah kumaş bir pantolonun sarmaladığı uzun bacaklarını biraz daha ileri doğru uzatsa, ayakları masanın dışına taşacaktı. Dizlerine doğru apansız harekete geçen kan ile birlikte, ürperti halinde bütün bedeninde huzur veren bir rahatlama hissetti. Gülümsedi.
         Her halinden gerçek bir beyefendi olduğu belli olan adam, adının Fred olduğunu söyledi. Bir hayli ilerlemiş olan yaşı rakamlara döküldüğü zaman, hatırı sayılır bir büyüklükteydi. Bugüne değin zamana art arda bir hayli çentik attığından, düz saçları kar beyazıydı. Çehresi biçimli ve güzel olduğu gibi, aynı zamanda insanın içine huzur veriyordu. Tam bir şekerdi.
         Yavaş adımlarla restorandan içeri tatlı bir gülümseme ile süzüle gelmişti. Beyninin buhuru hala gençliğindeki gibi sönmek nedir bilmeden ak saçlarının arasından tütmeye devam ediyordu. Bulduğu en yakın boş masaya el yordamı ile yerleşmesinin ardından, gözlerini hafifçe belertip kendisine yardımcı olacak garsonu arandı. İçerisi kalabalık, fonda caz müziği ve yoğun uğultu halinde hararetle konuşan şen şakrak yemek yiyen, kadeh kaldıran, kahkahalar atan, hoş sohbet insanların sesleri birbirine karışıyordu. İnsan olabilmek müthiş güzeldi.
         Çok geçmeden derin gamzeli, yirmili yaşlardaki genç garson kızla göz göze gelmiş ve şu an oturduğu iki kişilik masaya yönlendirilmiş, hal hatır sorulmuştu. Belli ki mekânın saygın ve devamlı gelen “şeker” müşterilerindendi. Şekerdi o.
         Ceketinin cebinden yuvarlak camlı gözlüklerini çıkarıp taktı. Masanın kenarına usulca iliştirilen menüyü dikkatle gözden geçirdi. Çok geçmeden; garson kızla karşılıklı, sırayla bakışmalar halinde siparişini verdi. Hafiften titreyen elleri ile kremalı, tabakta minik turuncu bir gölet görünümündeki kabak çorbasını içmeye başladı. İki kaşık aldıktan sonra masada küçük cam vazodaki kırmızı laleleri incitmeden okşadı. Laleler onu çok eskilere zoraki götürdü. Laleler güzeldi.
         Kız kardeşi Betty ile hayatta kalmalarını aslında bu lale soğanlarına borçluydular. İnişli çıkışlı kıvrımlı yer kabuğunda birbirinden güzel sayısız çiçek hayat bulmasına rağmen, lalelerin onun hayatındaki önemi bir başkaydı. Bütün çiçekler güzeldi.
         Çorbasını içmesinin hemen ardından gamzeli garson, göz hapsinde tuttuğu Fred Beyin masasından boş çorba tabağını aldı. Fred Bey bir baş eğimle teşekkür etti. Daha sonra garson kızı yanına çağırdı.
         “Çok güzeldi. Bayıldım çorbaya. Aşçıya komplimanlarımı iletir misin, lütfen? Teşekkür ederim.”
         “Biz teşekkür ederiz efendim.” Çorba çok enfesti.
         Dönüp içindeki yola baktığında her defasında bu denli ince uzun olmasına şaşmadan edemiyordu. Babası Hugo İkinci Dünya Savaşında Hitler’e karşı yeraltı örgütünün bir neferi olarak direnişin en ön saflarında yer alan bir kahramandı. Uzun yıllar kavga arkadaşları ile verdiği mücadelenin ardından, hain bir pusuda hayatını kaybetti. Onu ve kız kardeşi Betty’i annesi bin bir zorluk ve tehlike içinde büyüttü. Kış aylarında yorganların altında yaprak gibi titreyip birbirlerine sarılmakla geçirdiler. Giyecekleri paramparçaydı. Savaş dolayısı ile her şeyde olduğu gibi yiyecek sıkıntısı da çok büyüktü. Savaşın getirdiği kıtlık diz boyuydu.  Çocuklar ve yaşlı hastalar açlıktan kırılıyorlardı. Fred Bey o zamanlar dokuz, kız kardeşi Betty ise altı yaşındaydı. Annesi Hanna bulduğu lale soğanlarını getirip çocuklarına yediriyor, böylelikle onların açlıktan kırılmalarının önüne geçiyordu. Lale soğanlarının tadı önceleri garip gelse de, açlık her şeyin yenilebilir kılıyordu. Doyasıya doymak harikaydı.
         Çok beğendiği kabak çorbasının ardından sipariş verdiği, küçük bir salatanın da yer aldığı, orta derecede pişmiş bifteği de masasındaydı. Normal bir insanın en fazla on lokmada yiyeceği bifteği en az elli parçacığa bölüp ağzına götürdü. Lokmasını her defasında uzun uzun çiğnedi. Belki de; kuşun uçmadığı, kervanın geçmediği, inlerin ve de cinlerin top oynadığı da diyebileceğimiz bir dağ başında da olsa, Fred Bey yemeğini aynı kibarlıkla yiyecekti. Medeni olmanın getirisi buydu, zaman ve mekânın ehemmiyeti hiç olmuyordu. Medeniyet canavar değildi.
         Büyük ve onurlu bir direnişçi olan babası ile her daim gurur duydu. Babasını çok net olmasa da az çok hatırlıyor, o siyah beyaz film kareleri gibi gözlerinin önünden bir silüet olarak gidip geliyordu. Savaş yıllarında gizlice eve gelişleri, kendisini, kız kardeşini ve annesini sıkıca kucaklayışı gözlerinin önünden gitmiyordu. Babası ölmüştü ve onu ne yapsa bir daha getiremezdi. Arkadaşları gibi sakalları çıktığı zaman babasının tıraş sabununu yüzüne sürüp sakallarını kesmedi. Kız arkadaşını evlerine götürüp; "Baba bak bu benim kız arkadaşım." diyemedi. Bunu sadece annesine diyebildi, ama yarım kalan bu duygunun burukluğunu uzun yıllar üzerinden atamadı. Ondan çapkınlık dersleri de alamadı. Baba konusunda bir tarafı hep yarım kalakaldı. Ayrıldıkları zaman nasıl da sıkı sıkıya birbirlerine sarılıyorlardı. Fred babasının gidişinin ardından ağlıyor, günlerce küsüyordu. Annesi de onu duyduğu korku ile susturmak için akla karayı seçiyordu. Babalar ve anneler, varlıkları ile harikulade varlıklardı.
         Fred Bey elindeki kırmızı şarabının son yudumunu, boncuk gözlerini hafifçe kıstıktan sonra alıp, kadehini kenara koymuştu ki, garson kız güzel gülümsemesi ile bir yenisini daha sundu. Bu kadehin restoran sahibinden olduğunu söyledi. Duyduğu mahcubiyetinden yanakları al al oldu. Bir anda nutku tutulur gibi oldu. Ne söyleyeceğini kestiremedi. Barın arkasındaki sarışın genç bir adama uzaktan teşekkür mahiyetinde elini salladı. Ardından da kadehini sarışın adama doğru kaldırdı. Dostluklar güzeldi.
         Eşi iki yıl önce, birlikte el ele girdikleri bütün dünyaya açılan kapının ardında, onu bir kalp krizi sonucu yapayalnız bıraktı. Kalbi paralandı. Kirpikleri yere düştü. Acısı katlanılacak türden değildi. Bugüne değin onsuz ardında kalan iki yılda saniyeler geçmek nedir bilmedi. Bir başına olmak çok ağırdı. Eşi Heleen’in hayali gözlerinin önünden gitmek nedir bilmiyordu. Gurur vesilesi babası Hugo’nun adını verdikleri torununu nasıl da bağrına bastırıyor, ilgileniyor ve arkadaş olup oyunlar oynuyor, minik yumuş ellerini defalarca öpüyordu. Fred Bey onun bu halini hayranlıkla izliyordu. Heleen onun için tabiatın kendisine sunduğu paha biçilmez bir armağandı. Hayata müteşekkirdi. Heleen'i hayatı boyunca el üstünde tutmaya çalıştı. Bir dediğini iki etmedi. Yaşanabilecek en güzel sevgiyi yaşadı ve yaşattı. Aman Tanrım dünyasını nasıl da dolduruyor ve hayatına bin bir çeşitlilikle renk katıyordu. Oysa şimdilerde bıraktığı boşluk katlanılır türden değildi. Yapabildiği tek şey anılara tutunarak yaşamaktı. Evinin her köşesinde Heleen'den bir iz veya hatıra vardı. Elinin değmediği en küçük bir yer yoktu. Duyulan sevgi bitmese, ışıklar sönmeseydi. Hayatı o varken aydınlık ve renkliydi.
         Vestiyerden uzun siyah paltosunu aldı, kırmızı yün atkısını özenle boynuna doladı. Büyük bir bahşişi hak eden garson kız gamzelerini daha da derinleştirip büyük bir gülümseme ile Fred Beyi uğurladı. Velhasıl o; insanlık düşmanlarına karşı savaşmış büyük bir direnişçinin dingin, güzel, dalgın ama imrenilecek oğluydu. O şeker bir ihtiyardı.



Amsterdam, 17 Şubat 2018




Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

KORKU

      KORKU   “Elimde değil Olric! Ne efendimiz? Elleri Olric elleri…”   Oğuz Atay - Tutunamayanlar   Fırtınalı bir denizin da...