YARIM TÜRKÜ
Yüreğimiz ağlamaklı mı, ağlamaklı
be üstat! Hani “Bozkırın Tezenesi” büyük ozan da çığırır ya; “mezar arasında
harman olur mu?” deyi. Olmaz elbette. İşte o mezar yerini kazar gibi, zati
alilerinin yoksunu oldukları, bizim yüreğimizde ise tehlikeli ve fazlalık olarak gördükleri, hani insan olmaya dair her şeyi kürek
kürek alıp atın diyorlar. Kalmasın sakın ola en ufak zerresi-kırıntısı. İğne
ucu kadar da olsa, olmayıversin güzellik mevcudiyetinin en küçük nüvesi. Bir
bardaktaki suyu aktarır gibi yüreğini al aşağı edip boşaltmamızı istiyorlar bizden. İnsanlardaki bu cevher, kimilerini neden bu denli korkutup, rahatsız eder ki, diye şaşakalmamak elde değil.
İhaleyi Laz müteahhit aldı ve
anında işe koyuldu. İnşaatı hemencecik başlatıyor. Olabildiğince paslı kalın
demirlerden sağlı sollu-önlü arkalı bolca atılması isteniyor. Direktifler
veriliyor, üstüne de kaymaklı harcı, adamakıllı karılmış bol kepçe betondan dök
diyorlar. Tabii önce kürek ve kazmalarla boşaltma işlemi
başlıyor. Söküp atıyorlar; yüreklerimizin o nazlı sızısını, kök salan sevdayı,
aşkı, sevgiyi, gonca gülleri, tutkuyu, duyguyu, eşit olmayı, yani insan
olabilme uğraşısını, umut veren coşkuyu, kuş misali kanat çırpmayı, mehtabı, merhabayı, bulutlarda gezinmeyi, güneşe göz kırpmayı, Tanrıya şarkı söylemeyi, “mehtabım
diyerek yüz vurmayı,” karnında kanatları bin bir renkli kelebeklerin
uçuşmasını, bir sokak hayvanı için süklüm püklüm ağlamayı, burukluk veren mülteciler dramını, empatiyi, kurt ve
kuşla dost olmayı, güzelliği, ipil ipil bir alevle yanan mum ışığını,
gülümsemeyi, ağız dolusu gülmeyi, Ahmet Arif
gibi “Uy havar! – Oy sevmişem ben seni, he canım-sen getir üstünü.” diye
haykırmayı, kardeşlik ve barış türkülerini.
Lakin onca zorlamaya rağmen, ne
kazmaya ne de küreğe tir tir ellerimiz varmasa da, Laz müteahhit tam mesai iş
başında. Kazma kürek sesleri birbirine karışıyor. Sen artık sen olma diyorlar
anlayacağın. İşte geldik işte usul usul gidiyoruz, hem de bir bilinmezliğe.
Seke seke mi geldik bilemem ama hani der ya Can Yücel adlı sakallı deli şair:
“Çatlak yüreğimle türkülü yollara
düştüm ki o kadar olur
seke seke ben geldim
sike sike gidiyorum…” Benim bir
günahım yok. Koskoca şair gelişimizi ve gidişimizi böyle betimlemiş. Gördüğünüz
üzere salt O’nun sihirli kelimelerinden gayrı lakırdım yoktur benim.
Kelebek ömrü, çileli ömrümüz.
Söyleyiver be üstat, nice olur halimiz, ahvalimiz?
“Burda yeşil biber
acı mı, acı.
Acı mı acı
burda türküler.
Bana böylesi gerek,
of, of
böylesi gerek.
Yanıp tutuştum, of, of.
Yanıp tutuştu yürek.”
Kuşun uçmadığı, kervanın
geçmediği, ölü sessizliğindeki ıssız gecenin kırkında, en derin karanlığında yüreğimize son demlerde kenetlenen ve dilimize pelesenk yarım kalan bir türkü:
“Kınıfır bed renk olur
Aşka düşen denk olur
İsterem başıya gele
Göresen ne renk olur.”
Söyle be “lal üstat.” Göresem
görmesine ve de aslına bakarsanız gördük göreceğimiz kadar da diyebiliriz. Yüzümüzdeki onca kırışıklık ve çizgi iyiden iyiye demini bulmuşken, daha nice renk ola ki? Kaldı mı sence
acep olmadığımız renk? Son kez kırk kuruş daha verip; bir daha kırmızı mı olalım
yani?
Diğer yandan, ne dersin, sence de
göz göre göre yalana mı iter bizi, milyonlarca müridi ile ifade edilen Rumi?
“İllâ birini seveceksen, dışını
değil içini seveceksin. Gördüğünü herkes sever ama sen göremediklerini
seveceksin. "Sözde" değil "özde" istiyorsan şayet; ten'e
değil, can'a değeceksin.
Ve kör gecenin kırkı, havalandırdığım yarım türkü;
”Kınıfır bed renk olurrr....
.........................................."
Amsterdam, 8 Temmuz 2018
YARIM TÜRKÜ
Yüreğimiz ağlamaklı mı, ağlamaklı
be üstat! Hani “Bozkırın Tezenesi” büyük ozan da çığırır ya; “mezar arasında
harman olur mu?” deyi. Olmaz elbette. İşte o mezar yerini kazar gibi, zati
alilerinin yoksunu oldukları, bizim yüreğimizde ise tehlikeli ve fazlalık olarak gördükleri, hani insan olmaya dair her şeyi kürek
kürek alıp atın diyorlar. Kalmasın sakın ola en ufak zerresi-kırıntısı. İğne
ucu kadar da olsa, olmayıversin güzellik mevcudiyetinin en küçük nüvesi. Bir
bardaktaki suyu aktarır gibi yüreğini al aşağı edip boşaltmamızı istiyorlar bizden. İnsanlardaki bu cevher, kimilerini neden bu denli korkutup, rahatsız eder ki, diye şaşakalmamak elde değil.
İhaleyi Laz müteahhit aldı ve
anında işe koyuldu. İnşaatı hemencecik başlatıyor. Olabildiğince paslı kalın
demirlerden sağlı sollu-önlü arkalı bolca atılması isteniyor. Direktifler
veriliyor, üstüne de kaymaklı harcı, adamakıllı karılmış bol kepçe betondan dök
diyorlar. Tabii önce kürek ve kazmalarla boşaltma işlemi
başlıyor. Söküp atıyorlar; yüreklerimizin o nazlı sızısını, kök salan sevdayı,
aşkı, sevgiyi, gonca gülleri, tutkuyu, duyguyu, eşit olmayı, yani insan
olabilme uğraşısını, umut veren coşkuyu, kuş misali kanat çırpmayı, mehtabı, merhabayı, bulutlarda gezinmeyi, güneşe göz kırpmayı, Tanrıya şarkı söylemeyi, “mehtabım
diyerek yüz vurmayı,” karnında kanatları bin bir renkli kelebeklerin
uçuşmasını, bir sokak hayvanı için süklüm püklüm ağlamayı, burukluk veren mülteciler dramını, empatiyi, kurt ve
kuşla dost olmayı, güzelliği, ipil ipil bir alevle yanan mum ışığını,
gülümsemeyi, ağız dolusu gülmeyi, Ahmet Arif
gibi “Uy havar! – Oy sevmişem ben seni, he canım-sen getir üstünü.” diye
haykırmayı, kardeşlik ve barış türkülerini.
Lakin onca zorlamaya rağmen, ne
kazmaya ne de küreğe tir tir ellerimiz varmasa da, Laz müteahhit tam mesai iş
başında. Kazma kürek sesleri birbirine karışıyor. Sen artık sen olma diyorlar
anlayacağın. İşte geldik işte usul usul gidiyoruz, hem de bir bilinmezliğe.
Seke seke mi geldik bilemem ama hani der ya Can Yücel adlı sakallı deli şair:
“Çatlak yüreğimle türkülü yollara
düştüm ki o kadar olur
seke seke ben geldim
sike sike gidiyorum…” Benim bir
günahım yok. Koskoca şair gelişimizi ve gidişimizi böyle betimlemiş. Gördüğünüz
üzere salt O’nun sihirli kelimelerinden gayrı lakırdım yoktur benim.
Kelebek ömrü, çileli ömrümüz.
Söyleyiver be üstat, nice olur halimiz, ahvalimiz?
“Burda yeşil biber
acı mı, acı.
Acı mı acı
burda türküler.
Bana böylesi gerek,
of, of
böylesi gerek.
Yanıp tutuştum, of, of.
Yanıp tutuştu yürek.”
Kuşun uçmadığı, kervanın
geçmediği, ölü sessizliğindeki ıssız gecenin kırkında, en derin karanlığında yüreğimize son demlerde kenetlenen ve dilimize pelesenk yarım kalan bir türkü:
“Kınıfır bed renk olur
Aşka düşen denk olur
İsterem başıya gele
Göresen ne renk olur.”
Söyle be “lal üstat.” Göresem
görmesine ve de aslına bakarsanız gördük göreceğimiz kadar da diyebiliriz. Yüzümüzdeki onca kırışıklık ve çizgi iyiden iyiye demini bulmuşken, daha nice renk ola ki? Kaldı mı sence
acep olmadığımız renk? Son kez kırk kuruş daha verip; bir daha kırmızı mı olalım
yani?
Diğer yandan, ne dersin, sence de
göz göre göre yalana mı iter bizi, milyonlarca müridi ile ifade edilen Rumi?
“İllâ birini seveceksen, dışını
değil içini seveceksin. Gördüğünü herkes sever ama sen göremediklerini
seveceksin. "Sözde" değil "özde" istiyorsan şayet; ten'e
değil, can'a değeceksin.
Ve kör gecenin kırkı, havalandırdığım yarım türkü;
”Kınıfır bed renk olurrr....
.........................................."
Amsterdam, 8 Temmuz 2018
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder