22 Haziran 2018 Cuma

PİNTİ CELAL



 PİNTİ CELAL

Şikâyet etmesini gerektirecek en hafif bir pürüz yoktu. Tam tersine vaziyet alabildiğine berkemaldi. Dolayısı ile işleri yolunda gidiyordu. Amsterdam kentinde üç yıl kadar önce açtığı tekstil atölyesi gün geçtikçe daha çok büyüyor ve daha fazla para getirir hale geliyordu. Büyük giyim mağazaları kendileri ile çalışmak için adeta yarış halindeydiler. Bu gelişmelere birebir tanıklık ederken, tıpkı karikatürlerde de çizildiği gibi dolar işaretleri, namı diyar Pinti Celal’in gözlerinde çok belirgin bir halde gözlemleniyordu. Mutluluğundan ol bedeni gözlerine eşlik edip her tarafı gülüyordu. Daha çok kazanma ve biriktirme hırsı da bir yandan içini kemirmiyor değildi. Ama bu da elbette olacak ve görünen o ki, ereğine tez zamanda kavuşacaktı.
Var olan sermayesine ha gayret deyip, biraz daha katabilmek için canını dişine takıyordu. Masraf olur diye araba almadığı gibi, yine tasarruf amaçlı işine gidip gelirken toplu taşıma araçlarını dahi kullanmayı düşünmüyordu. Bir kendisi vardı, varsın onu da bacakları oradan oraya taşısındı. Yoksa başka ne işe yarayacaklardı. Cimriliği öyle ki, gözlemlenmesi halinde insan havsalasını anında durduracak kadar hastalıklı bir boyuta gelmişti. Bu amansız hastalık bir ahtapot misali Pinti Celal’i hareketsiz bırakıp tamamı ile esareti altına aldı.
Devasa büyüklükteki biriktirme küpünün bir an evvel dolması gerekiyordu. Bunu yapmadan, haliyle yeni küplere geçemezdi. Serveti her geçen gün başını alıp gitmesine rağmen, o bundan kimselere zırnık koklatmadığı gibi, varlığını kendisi de en asgari düzeyde kullanıyordu. Rast geldiği herkese parasızlıktan yakınıyor, iki yakasını bir araya getirmekte oldukça zorlandığını bıkıp usanmadan anlatıyor, fırçası her daim karamsar tablolara imza atıyordu. Masrafa girecek diye memleketinde bir başına bıraktığı hasta annesini bayramda dahi aramıyordu. Yemiyor, içmiyor, giymiyor, yanında çalışan gündelikçi işçilerden dahi çok daha fakir bir yaşantı sürüyordu. La Fontaine’in bir deyimi tam da burada devreye giriyordu. “Parasından en az yararlanan cimrinin kendisidir.”
Yıllarca gece gündüz insanüstü bir azim ve güç ile çalıştı. Lakin ülkede yaşanan ekonomik kriz ve ucuz işgücünden dolayı aynı giyim mağazalarının gelişmekte olan ülkelere yönelmesi ile Pinti Celal de, pek çok işveren gibi bu denli yükselişe geçen işyerinin kapısına kilit vurmak zorunda kaldı. Ama birikimi onu on beş ömrü de olsa hiç çalışmadan krallar gibi yaşatabilirdi. Çünkü küpler tıka basa doluydu. Fakat kral gibi yaşamak isteyen yoktu. Küplerden bir akçenin dahi eksilmesini istemiyordu. Bunu göz önünde bulundurduğundan yaşı gelip geçtiği halde evlenip çoluk çocuğa dahi karışmadı. Işığından hiçbir şey kaybetmeyeceği halde, başka bir mumu titrek alevi ile yakmadı. Kasvetli loş karanlığı yeğledi. Yek başına kalakaldı.
Cimrilik hastalığı arkadaşları arasında sürekli alay konusuydu. Onu tanıyanların hepsi bu olumsuz yönünden dolayı; ona karşı neredeyse nefret edercesine bir yaklaşım içindeydiler. Ama hiç de umursamıyordu. Pinti Celal’i sürekli alaya alan ve Türkiye’de bulunan Süleyman adlı yakın arkadaşı sürekli yaptığı gibi bir kez daha kendisine bir oyun oynadı. Türkiye’de ortak arkadaşları olan Fikri, Süleyman’ı misafir olarak evinde ağırlıyordu. İki kafadar uzun uzadıya Pinti Celal’in kulaklarını çınlattılar. Uzun sohbetlerinin ardından Süleyman oynayacakları oyunu Fikri’ye anlatmaya koyuldu.
         “Bak Fikri, sen Amsterdam’a gittiğin zaman, ilk işin Pinti Celal’i bulmak olsun. Onu görür görmez hemen kendisini bir kenara çek ve anlatacaklarının olduğunu söyle. Tatil için Antalya’ya gittiğini ve burada üç yüz dönümlük bir alana kurulmuş, yedi yüz odalı beş yıldızlı bir tatil köyünde kaldığını abartarak anlatacaksın. Ve sonrasında bu tatil köyü kimin biliyor musun? İnanmayacaksın ama bu muhteşem yer Süleyman’ın ve bir görseydin bizi krallar gibi nasıl da ağırladı, anlatamam. Yediğimiz önümüzde yemediğimiz ardımızdaydı. Çok ama çok mutlu oldum. İnsanın böyle hem varlıklı, hem de iyi bir arkadaşının, dostunun olması ne kadar güzel. Bu kadar parayı nereden bulmuş bilemiyorum ama hayli şanslı bir arkadaş. Allah kendisine ‘yürü ya kulum’ demiş. O da almış ve son hızla yürüyor. Allah daha çok versin. Etrafında geleni gideni eksik olmuyor. Senin yerinde olsam ben de Süleyman’a bir alo der ve bavulumu topladığım gibi Antalya’ya giderim. Süleyman senin de iyi arkadaşın. Seni de krallar gibi karşılayacaktır. Hem sen de biraz dinlenir kendine gelirsin.”
Devresi gün Fikri Amsterdam’a dönmek üzere yola koyuldu. Gelişinin hemen ardından Pinti Celal’i arayıp, bir kafede buluşmak üzere sözleşti. Kahvelerinde kendisinden olacağını belirterek arkadaşını rahatlattı. Bu durumda öyle veya böyle, Pinti Celal gelmemezlik etmeyecekti.
Anlaştıkları saatte ve yerde buluştular. Hal hatır ile ilgili soruların cevapları alındıktan sonra, ince belli genç garsonun masalarına koyduğu kahve fincanlarına uzandılar. Pinti Celal alttan alttan garson kızı süzmeden de edemedi. Gözleri öylesine maviydi ki, sanki gökyüzü içlerine bağdaş kurup oturmuştu. Öylesine derin bir mavilik vardı. Son bir kez daha baktı. Genç kız çoktan başka müşterilerin yanı başında bitivermişti. Fakat Pinti Celal’i yutkunduran hal ve hareketleri de Fikri’nin gözünden kaçmadı.
Kahvelerin tadına diyecek yoktu. Çok az duyulur caz müziğinin ritmik bir parçasını uğultu halinde gelen derin sohbetlerin sesleri bastırıyordu. Fikri’nin sabırsızlıkla beklediği an nihayet geldi. Arkadaşı Süleyman ile konuştuklarını daha da abartılı bir şekilde Pinti Cemal aktardı. Üstelik Rus bayanların da tatil köyünde çokça olduğunun da altını çizerek anlatımına katarak, durumu daha cazip hale getirdi. Yüzü renkten renge girdi. Süleyman’ın bir anda bu denli zengin olmasına şaşakaldı. Hemen Fikri’ye bir dakika geliyorum deyip kafeden çıktı. Fikri onun hemen Süleyman’ı telefon ile arayacağını biliyordu.
“Alo… Süleyman’ım, canım kardeşim. Nasılsın? Görüşemiyoruz be gözüm. Bu kardeşini hiç arayıp sorduğun yok. Umarım iyisindir. İyi haberlerini alıyorum. Biraz önce Fikri ile beraberdik. Senin tatil köyünden bahsetti. Öve öve bitiremedi.”
Buluşma öncesi Fikri hangi saatte buluşacaklarını Süleyman’a bildirdiğinden o sabırsızlıkla telefon etmesini bekliyordu. Süleyman avını kurduğu tuzağa düşürmüştü. Şimdi yapacağı konuşmayı mümkün olduğu kadar uzatıp, onun sabırsızlıkla beklediği tatil köyü konusunu öteleyip telefon masrafı oluyor diye onu huzursuz kılmaktı.
“İyiyim kardeşim. Sen de iyi misin bana diyorsun ama senin de hiç arayıp sorduğun yok. Sen gelip gidenlerle olsun, sanki paralıymış gibi selam dahi göndermiyorsun.”
Konuşmanın uzayacağını fark edip bunu geçiştirmek istese de Süleyman buna müsaade etmedi. Her defasında yeni bir soru ve konu ile telefon görüşmesini uzattıkça uzatıyordu. Pinti Celal yerinde duramıyor, sadede gelmek için kıvranıp duruyordu. Sonunda Süleyman’ın konuşmasını kesip can alıcı sorusunu patlattı.
“Yahu kardeşim nereden buldun sen o kadar parayı? Nasıl oldu da Allah sana bu denli yolunu açtı?”
Süleyman ağına avını düşürmüştü. Onunla artık kedinin fare ile oynadığı gibi tadını çıkara çıkara oynayabilirdi.
“Celalim, ramazan ayında hiç Taksim meydanına gittin mi? Gittiysen eğer kurulan iftar çadırlarının önündeki yemek kuyruklarını mutlaka görmüşsündür. Diyelim üç bin kişilik bir kuyruk ama bu en sondakilere yemek sırası gelip gelmeyeceği belli değildir. Gelse dahi bu kadar kalabalığa ancak birer kepçe yemek düşer. Ama ben ne yapıyorum biliyor musun? Ben Allah’tan dilekte bulunurken, dua ederken ona Kürtçe yalvarıyorum. Türkçe dua eden milyonlarca insan var. Ama Kürtçe öyle değil. Kürtlerin dahi çok büyük bir bölümü Türkçe dua ediyor. Oysa Kürtçe dua eden insan sayısı öylesine az ki, dolayısı ile Taksim meydanında dağıtılan iftar yemeği gibi, size bir kepçe ya düşüyor ya da düşmüyor. Benim avantajım Kürtçe biliyor olmam. Ben senin yerinde olsam bir an evvel Kürtçe öğrenir ve Allah’a olan yakarışlarımı bu az kullanılan dilde yaparım. Böylelikle senin de tabağına bir bile olacağı meçhul olan kepçe yerine, tabağın dolup taşar. Kürtçe öğrenmek için tez elden kolları sıvamaktan başka çıkar yolun yok senin. Hadi sağlıcakla kal. Kendine iyi bak. İyi haberlerini bekliyorum, canım kardeşim benim. Öptüm.”
Pinti Celal’in kafası durmuş, adeta afallamıştı. Yarım saat sonra kendisini Kürtçe öğrenmek arzusu ile yakın arkadaşı Remo’nun kapı zilini alacaklı gibi çalar buldu. Nefes nefese buyur edildiği arkadaşının evinden içeri daldı. Pinti Celal telaşlı, Remo ise kaygılıydı. Akşam olmak üzere olduğu için Tanrı’nın eli ışığı söndürmek üzere güneşin düğmesine uzandı. Köpüklü kahveleri bu kez sunan pos bıyıklı kaba saba Remo idi.

Amsterdam, 22 Haziran 2018




Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

KORKU

      KORKU   “Elimde değil Olric! Ne efendimiz? Elleri Olric elleri…”   Oğuz Atay - Tutunamayanlar   Fırtınalı bir denizin da...