20 Şubat 2020 Perşembe

ORGAZM



                                                                                        Jan Pieter Lensink 



ORGAZM

Evlilik, sevgili kalabilmeyi ortadan kaldıran bir kurum olmamalı. Sevgili kalabilmenin o güzelim duygusu, heyecanı ve tutkusu, bu kutsal olduğu söylenegelen kurum tarafından, insanların yüreklerinden nadide bir çiçeğin kökünden koparılması gibi, sökülüp atılmamalı. İki insan bir olup, her türlü olumlu veya olumsuz olanca sosyal, kültürel, geleneksel, görgü ve diğer bazlardaki birikimlerini gönülülük temelinde bir birliktelikle harmanlamayı başarmışlarsa, çokça emek verilerek yakalanan bu büyük güzellik, aynı şekilde devam ettirilmelidir. Yüreğimde taşıdığım benzeri duygularla, bir sevgililer günü daha sökün (böylesi bir kutlama ile hemfikir olur veya olmayız) edince ben de sürpriz yapıp eşimi bu yıl bir klasik müzik konserine götüreyim dedim ve gittik.
Bu Amsterdam Concertgebouw’da Hollandalı ünlü şef Pieter Jan Leusink yönetiminde “Mozart Requiem” konseriydi. Tek kelime ile muhteşemdi. Şef Leusink’i tanıyanlar bilirler, onun sahnede koca göbeği ve inanılmaz enerjisi ile nasıl devleştiğini, baget dahi kullanmadan orkestrasını kendisine özgün delişmen el, kol, kafa, göz, göbek ve hatta kalça hareketleri ile her defasında insanları, olağanüstülüğü ile büyüleyen bir gösteri sergilediğini pekâlâ bilirler. Sahnede insanüstü bir dehanın icraatını gözbebeklerinizi zorlamalarla izler hale geliyorsunuz. Sanatına büyük bir saygı duysam da, bu Cem Yılmaz’ın Borusan Klasik Müzik Quartete’tini yönetmesi ile her hâlükârda karşılaştırılamaz. (Hoş Cem yılmaz da bunu yine komiklik olsun diye yapmıştı. Kendisinin de yoğun bir eğitim ve kabiliyet gerektiren bir konuda, bir iddiasının olduğunu hiç sanmıyorum.)
Her şey iyi, hoş ve güzel ama bu güzelliğin bir “amasının” olması biraz düşündürücü. Konser esnasında karşılaştığım klasik müzikle ilgili onlarca Latince terimden bihaber olmak, insanın içini acıtıp burukluk da yaratmıyor değil. Meğerse ne kadar da şaşılacak kadar çok bir şeyden bihabermişiz. Hepsini sıralamaya gerek yok ama birkaç terimi dillendirecek olursak; requiem, adagio, andante, allegretto, allegro, capella, messe ve diğerleri. Nedir bunlar kardeşim? Yenilir mi, içilir mi, giyilir mi? diyesi geliyor insanın. Doğrusu oldukça kapsamlı bir muamma ile karşı karşıya olduğunuzu anında görmemeniz için bir neden yok. Çıkın çıkabilirseniz işin içinden!
Hiç unutmam. Bugünmüş gibi net aklımdadır. Çocukluğumda Ankara’da Ulus'a her gidişimde, yürüyüş yaparak Sıhhiye’den geçip Kızılay’a gelirdim. O zamanlar kaldırımları balgam kaplı Ulus semtini (Şimdilerde nasıldır bilemiyorum. İnsanımız bunun yapılmaması gerektiğini öğrendi mi, acaba? Merak eder dururum.) geride bırakıp Kızılay’a doğru yol alırken, sağ tarafımızda kırmızı boyalı ön tarafı yuvarlak bir bina gözümüze çarpardı. Buranın Ankara Opera Binası olduğu söylenirdi. Burada ne yapılırdı, kimler kapısından içeri adım atardı ve ne işe yarardı? Kendi kendime bu konuda kafa yorar ve işin içinden çıkamazdım. Minik yüreğimi her defasında bir meraktır alırdı. Etrafımızda sorabileceğimiz bir büyüğümüz veya örnek aldığımız bir ağabeyimiz de ne yazık ki yoktu. İç kemiren merakımla baş başa kalırdım.
Şimdilerde olduğu gibi, insanların “Google Amca” diye adlandırdıkları bir arama motoru da yoktu. (Bakın aşağıda kopyalayıp yapıştırdığım mehteran marşının sözlerini dahi “Google Amca” sayesinde hemencecik buldum. Sözlü, yazılı, müzikli her versiyonu mevcut. Allah razı olsun. Dinine lanet! Google’dan aç, Bitlis Sineması gibi tekrar tekrar al başa ve dinle. Kabarması gereken göğsün kabarsın. Baklavaların bir bir ortaya çıkıversin. Bir tek şerbetini dökmek kalsın.)
Biraz daha ilerlediğimiz zaman sol tarafımızda kalan Ankara Radyo’sunun binasına bakışlarımızı çevirirdik. Burada olup biten konusunda biraz daha aşinalık vardı. Yurttan sesler korosu, Türk Halk ve Sanat müzikleri, “arkası yarın” adlı piyesin seslendirilmesi ve bitmeyen inişli çıkışlı memleket meselelerinin halka duyurulduğu haber ajansları da buradan sunulurdu. "Vatan Milet Sakarya..." Hasan Mutlucan da bu binadan halkı düşmanlarımıza karşı aynı binadan galeyana getirirdi. Ver mehteranı.
          “Ceddin deden
          Neslin baban
          Ceddin deden neslin baban
          Hep kahraman Türk milleti
          Orduların pek çok zaman
          Vermiştiler dünyaya şan
          Orduların pek çok zaman
          Vermiştiler dünyaya şan.” 
Aradan yıllar geçti. Çocukluğumuzu ve geçen onca yılımızı doğduğumuz o kurak toprakların tozu dumanı arasında, ardımızda bıraktık. Operaya, yıllardır bir Avrupa ülkesinde yaşamama rağmen, ancak otuz yaşında gidebildim. Bu da aslında Amsterdam Operasında çalışan bir tanıdığın sağladığı biletle oldu. “Mozart’ın Saraydan Kız Kaçırma Operasıydı.” Olay geldiğimiz topraklarda geçtiğinden dolayı, var olagelen aşinalıktan da olsa gerek, ister istemez oldukça ilgimi çekmişti. Ve artık evet opera çok güzel bir şey diyebiliyordum. Ama otuz yaşımdan sonra!
Mozart Requiem konserinde yer alan gitar, çello, korno, trompet ve diğer enstrümanları çalanlar alanlarında uluslararası üne sahip, pek çok ödül sahibi, üniversitelerde ve konservatuarlarda hocalık yapan bu işin erbabı profesörlerdi. Damdan düşmek üzere olan “gıy gıy kemancılar” değildiler. Koroda yer alanlar da aynı şekilde çok ciddi eğitimlerden geçen kadrolardı. Onlar da uyku ilacı görevi gören “Üsküdar’a giderken bir mendil buldum” korosu değildiler. Zaten bulunan mendil de büyük ihtimalle pek temiz değildi. Varsın olsun o da bulanın avuntusuydu. Temiz olmasa da mendilin içine yine de lokum doldurmak durumundaydı. Yapış yapış lokumları elinde götürecek hali yoktu.
Yıllar yılı yurt dışında bulunan ve büyük bir özlemle doğduğu topraklara, yani İç Anadolu’daki köyüne yeniden dönen Yakup adlı bir köylü, arabası ile çevreyi nostalji babında yakın bir arkadaşı ile dolaşırken, bozkıra serpişmiş olan köylere doğru bakıp; her defasında derin bir iç çekiyormuş. Arkadaşı Şahin iyiden iyiye meraklanmış. Bunun üzerine Yakup arkadaşına aynen şöylesi bir açıklamada bulunmuş.
“Şahinciğim, biliyor musun? Bu gezip gördüğümüz köylerdeki kadınların pek çoğu orgazm nedir bilmeden, farkında olmadan ve bir kere dahi bunu yaşamadılar. Öylece geldikleri gibi bihaber gidecekler. Ne yazık… Ne yazık!”
         Arkadaşı Şahin her ne kadar mevzunun derin olduğunu görse de, bu açıklamaya dakikalarca kahkahalarla güler. Aslında durum vahimdir. Diğer yandan söz konusu “orgazm” sadece cinsel bir işlev olmasa gerek. Gönül ister ki, insanın her konuda söyleyecek bir şeyleri olsun. Bir şeyleri yeteri kadar bilsin. Bilgiden yoksunluk durumunda orgazm da olunmuyor. Çok okumak ve çok da görmek gerekiyor ki, orgazm olabilesin. 
Konser esnasında sunumu yapan güzeller güzeli bayan programın önce “allegro” bir parça ile başlayacağını söylediğinde apışıp kalmamak elde değildi.
Sadece müzik alanında değil elbette. İnsan yaşamındaki binlerce konuda bihaberlik sürüp gittikçe kişilerin bozkıra serpiştirilen, orgazmdan bir haber köylü kadınlardan sanırım pek bir farkı kalmıyor. Konuya ne kadar iyi hakim olunursa, alınacak haz da o denli yoğunluklu olur. Kulaklarımızın dibinde “requiem, adagio, andante, allegretto, allegro, capella ve messe” benzeri uzaktan yakından hiçbir fikrimizin olmadığı garip kelimeler periler misali uçuşunca, şaşkınlıkla Kürtçe sormak durumunda kaldığımızı afallamalarla görürüz.
“Te go çi… Te go çi? – Ne dedin… Ne dedin?”
“Qızılkurt*. Orgazm dedim. Orgazm!”


Amsterdam, 20 Şubat 2020


*Zıkkımın kökü


https://www.youtube.com/watch?v=kBkr7JF1ur4


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

KORKU

      KORKU   “Elimde değil Olric! Ne efendimiz? Elleri Olric elleri…”   Oğuz Atay - Tutunamayanlar   Fırtınalı bir denizin da...