“GAYRIK
YETER”
Haftanın ilk
günü, hava dehşetli soğuk. Bulut yumaklarının arasında kış güneşi kaplumbağa
misali korkuyla başını kâh çıkarıyor kâh geri çekiyor. Güneş bu mevsimde var
olan bal rengi ışınlarını, bir avuç ısısını, bakır tasını ve tarağını toplayıp
yeniden bulutların ardında saklı bir kuru dala anında tünüyor.
Sabahın
alaca karanlığı, Amsterdam şehrinde bir kaç yıldır işlettiğim dükkânıma geldim.
Evden işe beş yıllık rütin bir gidiş gelişin bir kez daha tekrarında, üşümüş
olan ellerimi anahtarlarımı bulmak için karman çorman olan ceplerime daldırdım.
Uzun bir didinmenin ardından en nihayetinde bulabildim. Oysa her zaman kendi
kendime der dururum, “behey adam; şu ceplerime bir ara, biraz daha çeki düzen
ver, işe yaramayanları bir kenara koy.” hem anahtarlarımı çabuk bulacağım, hem
de zamandan kazanmış olacağım. Ama gel gör ki; evdeki hesap, çarşıdakine neden
denli uzağında kalır? Şaşar dururum.
Aynı uzun
uğraşıyı kapıyı açmakta da gösterdim. Derken kapıdan içeri ilk adımlarımı atmış
lambaları henüz yakmıştım ki, içeriye bir müşterinin damlaması bir oldu. Siftah
erken başlamıştı. Görünen o ki, güne iyi başlayacağım.
Telaşla
derme çatma tezgâhımın ardına geçtim. Müşteriye gülümseyerek iyi günler
dileğinde bulundum. Kral veya kraliçe olduğunun ayırımına pek varamadığım bu
müşterime nasıl yardımcı olabileceğimi sordum ve ardından istediklerini
kendisine verdim. Elinde alış veriş çantası tam da gitmek üzere adım atmışken,
dönüp buğulu gözleriyle beni sorgularcasına baktı. Göz göze geldik. Çok özel
bir soru sorup soramayacağını sordu. Bu ağlamaklı gözlerin bir bayana mi, yoksa
bir erkeğe mi ait olduğunun sabahın bu erken saatinde ayırımına varamadım. Kısa
bir şaşkınlığın ve duraksamanın ardından, büyük bir merakla elbette
sorabileceğini söyledim. Gözlerindeki buğu biraz olsun dağılırken, esmerden öte
yüzüne hafiften yayılan pembeliğin ardından büyük bir merakla beklediğim
sorusunu sordu.
“Siz hiç bu
kapıdan bir kadının girmiş olduğunun farkına vardınız mı?”
Hiç
beklemediğim bu soru karşısında yaşadığım ikinci şaşkınlık ve duraksamadan
sonra zorlanmama rağmen cevap vermek durumundaydım.
“Affedersiniz
ama ne demek istediğinizi anlayamadım.”
Kısa ve
düzensiz kesilmiş kıvırcık saçlı kalınca dudaklı, benim gibi kısa ve tıknazca
olan bu müşterime bu kez dikkatle baktım. Yüzünde büyük bir eziklik vardı. Bu
ezikliğin ortaya koymuş olduğu mimiklerle, boynu bükük bir halde;
“Bakın ben
gördüğünüz gibi bir bayanım. Kadınlar yaşlarını söylemeyi tercih etmezler. Ama
ben söylemekte sakınca görmeyenlerdenim. Tam otuz altı yaşındayım. Ben içeri
girdim ve bayan olduğum halde şöyle üstünkörü de olsa beni süzmediniz. Oysa
size göre daha genç sayılırım. Neden, hiç bir erkek beni dikkate almaz ki? Ben
de birilerinin çok şey ifade eden bakışlarının benim üzerimde dolaşmasını ve
bedenimin bir yerlerinde asılı kalmasını isterim. Ama bu neden hiç olmuyor,
benim eksiğim nedir? Bakınız, ben KLM (Hollanda Kraliyet Havayolları) gibi
büyük bir kurumun servis otobüsünde yıllardır şoför olarak çalışıyorum. Yani
öyle işsiz güçsüz biri de değilim. Sürekli de insanların içindeyim. İşin garibi
iş arkadaşlarımın büyük bir bölümü de erkek.”
Ben böylesi
bir sorgulamayla karşılaşacağımı doğrusu hiç beklemiyordum. Bu bayanın
yıllardır yaşadığı ayrımcılığın faturasının bana çıkarılması beni allak bullak
etti. Bir müddet tepkisiz öylece kıpırtısız kalıp, ne diyeceğimi, ne yapacağımı
şaşırdım. Hani biraz güzel, kadın gibi bir kadın olmuş olsa, diyeceğim şeyleri
bulmakta daha az zorlanmış olacaktım. Neredeyse içimden geçenleri söyleyecektim
ki, kendimi frenleyip, dilim döndüğünce kırık dökük Hollandacamla kendisini teselli
etmek zorunda kaldım.
“Şey, şey...
diye geveleyip devamla; İnsanlar bu ülkede çok yoğun yaşıyorlar. Bu yoğunluk ve
stresle, koşturmacayla birbirlerini göremeyip, dikkate alamayacak hale
geliyorlar. Sistem çok acımasız, dolayısı ile insanlar da acımasız oluyorlar.
Herkes kendi köşesinde kendi hayatını yaşıyor ve aslına bakarsanız kimse
kimseyi ilgilendirmiyor. Nasıl söylesem, burada aynı zamanda alabildiğine bir
iletişimsizlik söz konusu elbette.”
Bu
söylemimle kendisini tam biraz olsun yatıştırmıştım ki, kendimi alıkoyamayıp;
“Doğrusunu
isterseniz bu yadsımanın oluşmasında, kanımca sizin de biraz suçunuz var. En
basitinden içeri girdiğiniz zaman ben sizin erkek mi yoksa kadın mı olduğunuzun
ayırımına varamadım. Bir kadın olduğunuza göre biraz daha kadınsı giyinmeniz
gerekmiyor mu? Bir kere bu ‘burka’ benzeri elbiseleri üzerinizden çıkarıp,
biraz daha açılıp saçılmanız kanımca daha iyi olacak. Belki çok güzel bir
yüzünüz vardır. Fakat bunun vitrininin biraz daha gösterişli olması lazım.
Güzelliğinizi ortaya koymanız ve en önemlisi de bence vitrininizi biraz daha
aydınlatmanız gerekecek. Yani sizde var olanın elbette dışarıya sunumu çok
önemli. (Sanki bütün bu dediklerimi kendim kusursuz bir şekilde yapıyormuşum
gibi, hani bulunca abalı garibi köteği basıp ver yansın ettim ve birden uzman
kesildim.)
Söylediklerim
kendisini üzerinde soğuk bir duş etkisi yarattı. Ama sonuçta bana hak verdiğini
ima etmek için masumca kafasıyla beni onayladı. Bunun üzerine söylediklerimin
altını çizmek için;
“Hollandacada
bir deyim var, ‘görmek satın almaktır.’ Hani böyle olunca da bazı şeyleri biraz
daha görülür ve fark edilir hale getirmek zorundayız.
Kendisinde
bir şeylerin var olup olmadığı hakkında ki ikilem yaşayıp, henüz diyeceklerimi
bitirmiştim ki, yıllardır şehri Amsterdam ve çevresinde çapkınlıkları ile ün
salan ve dillere destan hovardalıklarından dolayı kendisine “Bay Coşkun”
dediğimiz bir arkadaşım dükkândan içeri daldı. İşin uzmanını karşımda görür
görmez, problemli bu vakayı teslim edeceğim birinin gelmesinin rahatlığını
yaşadım. Üzerimden büyükçe bir yük kalktı.
“Bakınız, bu
konularda arkadaşım benden çok daha tecrübelidir ve hatta uzmandır. İsterseniz
bu konuyu daha fazla vaktiniz varsa, onunla daha detaylı konuşabilirsiniz. Sizi
kendilerine havale ediyorum."
Bunu
söylememle bizim Coşkun ihaleyi hemen aldı ve kadınla arka bölümde uzun uzadıya
konuşup, gülüştüler. İhale alınan inşaatın kırık dökük olması, cephesinin
tamamen kapalı olması, güneş almıyor olması Coşkun’u ilgilendirmiyordu.”
Allah’ı var,
ihaleyi devrettiğim Kazanova arkadaşım bu konuda hiç ayırım yapmayan bir
müteahhitti. Hani ne derler; ‘yiğidi öldür ama hakkını yeme.’ Coşkun uzunca
karşılıklı bir söyleşiden sonra bayanı gönderdi. Bayan giderken hüzünlü
gözlerini neşeli ve umut dolu olanlarla değiştirmişti. Tabi bana da nezaketen
teşekkür etmeyi ihmal etmedi.
Derken
böylesi garip bir sabahın ardından yeni bir iş günü sökün etti. Bugün çok
farklıydı ve çok nadir bayanda bulunacak olan bu cesarete hayran olmamak elde
değildi. Görünen o ki: Bıçak gelip kemiğe dayanınca, sorunlar insanları
düştükleri Robinson adasında kaçacak pek bir yerleri olmayınca böyle dışa
vurabiliyordu. Şairin de dediği gibi, bu bayan her ne kadar şiirdeki Türk
köylüsü değilse de, sonuçta bir insan
olduğu için o da GAYRIK YETER demiş ve bu hışımla yüklenebilmek için bula bula
beni bulmuştu. Aman ne talih!
Dışarıda ise
güneş tünediği dalda hala bir kararsızlık içinde bulutlarla debelenip
duruyordu. İçimden hem güneşe hem de sabah sabah sökün eden bu gariban insana
acımadan edemedim. Yaşam ise her olumsuzluğa karşın olabildiğince muhteşemdi.
Amsterdam,
14 Şubat 2004
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder