14 Şubat 2020 Cuma

GAYRIK YETER




“GAYRIK YETER”


Haftanın ilk günü, hava dehşetli soğuk. Bulut yumaklarının arasında kış güneşi kaplumbağa misali korkuyla başını kâh çıkarıyor kâh geri çekiyor. Güneş bu mevsimde var olan bal rengi ışınlarını, bir avuç ısısını, bakır tasını ve tarağını toplayıp yeniden bulutların ardında saklı bir kuru dala anında tünüyor.
Sabahın alaca karanlığı, Amsterdam şehrinde bir kaç yıldır işlettiğim dükkânıma geldim. Evden işe beş yıllık rütin bir gidiş gelişin bir kez daha tekrarında, üşümüş olan ellerimi anahtarlarımı bulmak için karman çorman olan ceplerime daldırdım. Uzun bir didinmenin ardından en nihayetinde bulabildim. Oysa her zaman kendi kendime der dururum, “behey adam; şu ceplerime bir ara, biraz daha çeki düzen ver, işe yaramayanları bir kenara koy.” hem anahtarlarımı çabuk bulacağım, hem de zamandan kazanmış olacağım. Ama gel gör ki; evdeki hesap, çarşıdakine neden denli uzağında kalır? Şaşar dururum.
Aynı uzun uğraşıyı kapıyı açmakta da gösterdim. Derken kapıdan içeri ilk adımlarımı atmış lambaları henüz yakmıştım ki, içeriye bir müşterinin damlaması bir oldu. Siftah erken başlamıştı. Görünen o ki, güne iyi başlayacağım.
Telaşla derme çatma tezgâhımın ardına geçtim. Müşteriye gülümseyerek iyi günler dileğinde bulundum. Kral veya kraliçe olduğunun ayırımına pek varamadığım bu müşterime nasıl yardımcı olabileceğimi sordum ve ardından istediklerini kendisine verdim. Elinde alış veriş çantası tam da gitmek üzere adım atmışken, dönüp buğulu gözleriyle beni sorgularcasına baktı. Göz göze geldik. Çok özel bir soru sorup soramayacağını sordu. Bu ağlamaklı gözlerin bir bayana mi, yoksa bir erkeğe mi ait olduğunun sabahın bu erken saatinde ayırımına varamadım. Kısa bir şaşkınlığın ve duraksamanın ardından, büyük bir merakla elbette sorabileceğini söyledim. Gözlerindeki buğu biraz olsun dağılırken, esmerden öte yüzüne hafiften yayılan pembeliğin ardından büyük bir merakla beklediğim sorusunu sordu.
“Siz hiç bu kapıdan bir kadının girmiş olduğunun farkına vardınız mı?”
Hiç beklemediğim bu soru karşısında yaşadığım ikinci şaşkınlık ve duraksamadan sonra zorlanmama rağmen cevap vermek durumundaydım.
“Affedersiniz ama ne demek istediğinizi anlayamadım.”
Kısa ve düzensiz kesilmiş kıvırcık saçlı kalınca dudaklı, benim gibi kısa ve tıknazca olan bu müşterime bu kez dikkatle baktım. Yüzünde büyük bir eziklik vardı. Bu ezikliğin ortaya koymuş olduğu mimiklerle, boynu bükük bir halde;
“Bakın ben gördüğünüz gibi bir bayanım. Kadınlar yaşlarını söylemeyi tercih etmezler. Ama ben söylemekte sakınca görmeyenlerdenim. Tam otuz altı yaşındayım. Ben içeri girdim ve bayan olduğum halde şöyle üstünkörü de olsa beni süzmediniz. Oysa size göre daha genç sayılırım. Neden, hiç bir erkek beni dikkate almaz ki? Ben de birilerinin çok şey ifade eden bakışlarının benim üzerimde dolaşmasını ve bedenimin bir yerlerinde asılı kalmasını isterim. Ama bu neden hiç olmuyor, benim eksiğim nedir? Bakınız, ben KLM (Hollanda Kraliyet Havayolları) gibi büyük bir kurumun servis otobüsünde yıllardır şoför olarak çalışıyorum. Yani öyle işsiz güçsüz biri de değilim. Sürekli de insanların içindeyim. İşin garibi iş arkadaşlarımın büyük bir bölümü de erkek.”
Ben böylesi bir sorgulamayla karşılaşacağımı doğrusu hiç beklemiyordum. Bu bayanın yıllardır yaşadığı ayrımcılığın faturasının bana çıkarılması beni allak bullak etti. Bir müddet tepkisiz öylece kıpırtısız kalıp, ne diyeceğimi, ne yapacağımı şaşırdım. Hani biraz güzel, kadın gibi bir kadın olmuş olsa, diyeceğim şeyleri bulmakta daha az zorlanmış olacaktım. Neredeyse içimden geçenleri söyleyecektim ki, kendimi frenleyip, dilim döndüğünce kırık dökük Hollandacamla kendisini teselli etmek zorunda kaldım.  
“Şey, şey... diye geveleyip devamla; İnsanlar bu ülkede çok yoğun yaşıyorlar. Bu yoğunluk ve stresle, koşturmacayla birbirlerini göremeyip, dikkate alamayacak hale geliyorlar. Sistem çok acımasız, dolayısı ile insanlar da acımasız oluyorlar. Herkes kendi köşesinde kendi hayatını yaşıyor ve aslına bakarsanız kimse kimseyi ilgilendirmiyor. Nasıl söylesem, burada aynı zamanda alabildiğine bir iletişimsizlik söz konusu elbette.”
Bu söylemimle kendisini tam biraz olsun yatıştırmıştım ki, kendimi alıkoyamayıp;
“Doğrusunu isterseniz bu yadsımanın oluşmasında, kanımca sizin de biraz suçunuz var. En basitinden içeri girdiğiniz zaman ben sizin erkek mi yoksa kadın mı olduğunuzun ayırımına varamadım. Bir kadın olduğunuza göre biraz daha kadınsı giyinmeniz gerekmiyor mu? Bir kere bu ‘burka’ benzeri elbiseleri üzerinizden çıkarıp, biraz daha açılıp saçılmanız kanımca daha iyi olacak. Belki çok güzel bir yüzünüz vardır. Fakat bunun vitrininin biraz daha gösterişli olması lazım. Güzelliğinizi ortaya koymanız ve en önemlisi de bence vitrininizi biraz daha aydınlatmanız gerekecek. Yani sizde var olanın elbette dışarıya sunumu çok önemli. (Sanki bütün bu dediklerimi kendim kusursuz bir şekilde yapıyormuşum gibi, hani bulunca abalı garibi köteği basıp ver yansın ettim ve birden uzman kesildim.)
Söylediklerim kendisini üzerinde soğuk bir duş etkisi yarattı. Ama sonuçta bana hak verdiğini ima etmek için masumca kafasıyla beni onayladı. Bunun üzerine söylediklerimin altını çizmek için;
“Hollandacada bir deyim var, ‘görmek satın almaktır.’ Hani böyle olunca da bazı şeyleri biraz daha görülür ve fark edilir hale getirmek zorundayız.
Kendisinde bir şeylerin var olup olmadığı hakkında ki ikilem yaşayıp, henüz diyeceklerimi bitirmiştim ki, yıllardır şehri Amsterdam ve çevresinde çapkınlıkları ile ün salan ve dillere destan hovardalıklarından dolayı kendisine “Bay Coşkun” dediğimiz bir arkadaşım dükkândan içeri daldı. İşin uzmanını karşımda görür görmez, problemli bu vakayı teslim edeceğim birinin gelmesinin rahatlığını yaşadım. Üzerimden büyükçe bir yük kalktı.
“Bakınız, bu konularda arkadaşım benden çok daha tecrübelidir ve hatta uzmandır. İsterseniz bu konuyu daha fazla vaktiniz varsa, onunla daha detaylı konuşabilirsiniz. Sizi kendilerine havale ediyorum."
Bunu söylememle bizim Coşkun ihaleyi hemen aldı ve kadınla arka bölümde uzun uzadıya konuşup, gülüştüler. İhale alınan inşaatın kırık dökük olması, cephesinin tamamen kapalı olması, güneş almıyor olması Coşkun’u ilgilendirmiyordu.”
Allah’ı var, ihaleyi devrettiğim Kazanova arkadaşım bu konuda hiç ayırım yapmayan bir müteahhitti. Hani ne derler; ‘yiğidi öldür ama hakkını yeme.’ Coşkun uzunca karşılıklı bir söyleşiden sonra bayanı gönderdi. Bayan giderken hüzünlü gözlerini neşeli ve umut dolu olanlarla değiştirmişti. Tabi bana da nezaketen teşekkür etmeyi ihmal etmedi.
Derken böylesi garip bir sabahın ardından yeni bir iş günü sökün etti. Bugün çok farklıydı ve çok nadir bayanda bulunacak olan bu cesarete hayran olmamak elde değildi. Görünen o ki: Bıçak gelip kemiğe dayanınca, sorunlar insanları düştükleri Robinson adasında kaçacak pek bir yerleri olmayınca böyle dışa vurabiliyordu. Şairin de dediği gibi, bu bayan her ne kadar şiirdeki Türk köylüsü değilse de,  sonuçta bir insan olduğu için o da GAYRIK YETER demiş ve bu hışımla yüklenebilmek için bula bula beni bulmuştu. Aman ne talih!
Dışarıda ise güneş tünediği dalda hala bir kararsızlık içinde bulutlarla debelenip duruyordu. İçimden hem güneşe hem de sabah sabah sökün eden bu gariban insana acımadan edemedim. Yaşam ise her olumsuzluğa karşın olabildiğince muhteşemdi.





Amsterdam, 14 Şubat 2004

  

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

KORKU

      KORKU   “Elimde değil Olric! Ne efendimiz? Elleri Olric elleri…”   Oğuz Atay - Tutunamayanlar   Fırtınalı bir denizin da...