19 Mayıs 2020 Salı

KIRIK KANATLAR





 KIRIK KANATLAR

Mevsim yaz. Güzel bir gün. İçimden sema boşluğunda yeniden havalanmak ve bir yerlere uçmak geçiyor. Çok da uzaklara gidemem ki! Kanatlarım götürmez ki, beni. Oysa özgürlüğe açılmalıyım, kapalı kalmamalıyım. Bu hiç de bana göre değil.
Mahallenin çocukları meydandaki yaşlı söğüt ağacının dibine doluştular. Daha fazla dayanamadım. İşimi gücümü anında, olduğu yerde bıraktığım gibi tez elden yanlarında bitiverdim. Onların hemen yanı başlarında, Bekir Beylerin bahçesinde bulunduğum mis kokulu iğde ağacının kovuğundan çıktım. Bir çırpıda kanatlarımı olabildiğince hızla çırpıp ben de söğüt ağacının gövdesine, bu sevimli küçük insanların çok uzağında kalmayacak şekilde ustalıkla kondum.
Uçuşum esnasında kırmızı ve üzeri siyah benekli kanatlarımla onların arasından zikzaklar çizerek dikkatlerini cezbettim. Bunu övünerek söyleyebilirim. Amacım bu birbirinden sevimli ve şirin yaratıkların beni görmeleriydi. Hepsi gözleri ile beni havada takip etti ve sanki bir anda belli bir sevince kapıldılar. (En azından ben böyle gözlemledim.) Bir alkışlanmadığım kaldı. Konduğum söğüt ağacının gövdesinde duyduğum büyük gurur ve mutluluktan olsa gerek, olduğum yerde kanatlarımı defalarca açıp kapadım.
Bu sevimlilerden kimler yoktu ki; Salih, Berk, Can, Tülay, Şilan, Evin, Rodi ve Mert. Gözlerim asıl Evin’in ablası Elif’i aradı, ama göremedim. Kız kardeşinin peşi sıra her daim çocukların yanına gelir, derin dalmalarla oyunlarını seyre koyulurdu. Çok merak ettim. Biraz çocuklarla oyalandıktan sonra gidip bi yol bakayım. Ne haldedir?
Her zaman yaptığım gibi, az ilerideki evlerinin açık olan penceresinden içeri dalıyor ve Elif ile dertleşiyoruz. O daha on beş yaşında. Aile on yıl kadar önce Adilcevaz’ın bir köyünden İstanbul’a zorunlu göçe mecbur bırakılmışlar. Evin ise dokuz yaşında. O İstanbul’da dünyaya gelmiş. Baba Şemo ve anne Cemile’nin başka çocukları olmamış. Şemo bir fırında çalışıyor. Cemile ev kadını. Büyükçe bir apartmanın rutubetli bodrum katında kalıyorlar.
Elif odasında yatağına uzanır ve ben de onun ince uzun parmaklı ellerine konarım. Saatler boyu o fısıltıyla anlatır ben dinlerim. Bazen de geç vakit olduğu zaman cam açık da olsa misafirliğe kalırım. Aslında Elif’e kalsa her gün kalmalıymışım. İyi de evli barklı ve henüz çoluk çocuk sahibi olmasam da bu “Nerede akşam orada sabah” demek değildi elbette. Misafirliğin de bir adabı var. O benim canımdan öte canım olsa da.
Elif benimle yaptığı sohbetlerinde bana “Nare” diye seslenir. Üzeri benekli kırmızı kanatlarımla beni minnacık bir nara benzetiyormuş. O nedenle bana bu ismi uygun gördü. Açık camdan odasının içlerine doğru uçmayagöreyim, sevincinden her defasında çılgına döner, havaya uçar.
Her şeyim Elif’imin yorgunluktan o çimen yeşili gözleri kapanınca, ben de bir yolunu bulur, o zarif ellerine onlarca öpücük kondurur uçar giderim. Tabii ertesi günü de beni bi güzel paylar.
“Nare Hanım ne oluyoruz? Bakıyorum da gözlerimiz kapanır kapanmaz çekip gitmişsin. Bu mezar gibi odada beni bir başıma bırakmışsın. Oldu bu şimdi? Söyle bakalım. Niye gıkın çıkmıyor? Yoksa dilini mi yuttun?” Böylesi paylamalar karşısında yaptığım tek şey kanatlarımı bir kez açıp kapamamdır. Bu özür anlamındadır.
“Demek özür diliyorsun. Hadi bir kez daha affediyorum seni. Ama bir daha olmasın tamam mı? Kız ne yapayım ben seni? Sana sarılamıyorum bile. O kadar minnacıksın ki. Keşke biraz daha büyükçe olsaydın. Olsun, yine de sen benim en sevdiceğimsin. Bana bak, eğer varsa bir sevdiceğin falan git. Ama bütün yüreğinle sevdiğin. O zaman var git. Benden yana sana darılmaca da olmaz. Anlaştık mı? Canım benim. İyi ki varsın, dert ortağımsın. Sır tutanımsın. Seni çok seviyorum. Sana ihtiyacım var. Beni sensiz koyma ne olur.”
Her nedense çocukların; biz uğur, diğer adımızla uç uç ve bir diğer adımızla gelin böceklerine karşı olan ilgi ve sevgileri çoktur. Biz uğur böcekleri veya hangi ismimiz okuyucunun hoşuna gidiyorsa, asla zararlı böcekler değiliz. Tam tersine faydalı olduğumuz için bize uğur böceği denmesinin sebebi de budur. İnsanların, özellikle de çocukların ellerine yüzlerine gözlerine konar, onlardan ilgi bekler, hele de elden ele aktarmalarına, hayranlıkla bakıp bizimle sohbet etmelerine bayılırız. Yine çocuklar bizimle oynarlarken, eğer bir yere konmuş kıpırtısız duruyorsak hep bir ağızdan, o güzelim yüreklerindeki saf ve temiz sevginin de katımıyla şu şarkıyı söylerler.
“Uç uç böceğim
Yarın düğün olacak
Annem sana terlik pabuç alacak.
Uç uç böceğim…”
Söğüt ağacının altında oynayan çocuklarla biraz oyalandıktan sonra can dostum, ablam, annem, sevgilim her şeyim Elif’ime geldim. Şaşırdım ve kalakaldım. Elif bir köşede oturmuş ve belli ki bir derdi vardı. Beni görünce sevinmedi, “Naree…. Nareeee…” diye kafasını odanın tavanına çarpmadı. Eline konar konmaz buğulu gözlerinden yaşlar ipi koparılan dizili boncuklar gibi yanaklarının kızıllığından aşağılara doğru kaydı. Ne yapacağımı şaşırdım. Olduğum yerde uçmadan kanatlarımı titreşimlerle açıp kapadım. Tepkimi böylelikle gösterdim. Bilmediğim üzüntüsünün beni çok derinden üzdüğünü ona iletmiş oldum. Mesajımı alınca, bir yandan salya sümük ağlamasını sürdürürken hıçkırıklarla anlatmaya koyuldu.
“Babam; ortaokulu bitirdin. Bundan sonrasını okumana gerek yok. Gelinlik çağına geldin. Akranların evleniyor. Senin de zamanın geldi. Zaten geçinemiyoruz. Geçen seneden beri Hıdır Amcan seni oğlu Resul’e istiyor. Okulunun bitmesini bekledik. Daha bir yıl oldu Adilcevaz’dan İstanbul’a taşındılar. Aferin Resul yeğenime benim. Altı aya varmadan bir okulda hademe olmuş. Sırtını devletin dağına dayadı. Geleceği parlak. İyi çocuktur Resul. Gül gibi geçinir gidersiniz. Bütün eksiklerini tamamlayacak. Annen de razı. Aha kendisi de burada. İnanmıyorsan sor. Razı olmasa da umurumda değil. Bu iş olacak. On sekiz yaşına geldiğin zaman sana bir de resmi nikah kıyar. Yarın istemeye gelecekler. Haberin olsun.”
Üzüntümden kahrolmuştum. Vaziyet olukça vahimdi. Oysa Elif'in hayallerinde doktor olup kendi memleketi Adilcevaz'da bir muayenehane açmak vardı. En büyük emeli de buydu. Böylece kendi insanın yaralarına deva olacaktı. Demek ki, buraya kadarmış. Keşke yapabileceğim bir şeyler olsaydı. Benim gibi minnacık Nare Hanım Elif'inin elinde olduğu yerde binlerce kez üzüntüsünden dolayı kanatlarını açıp kapamaktan başka ne yapabilirdi ki?
O gece Elif’in yanında kaldım. Her ikimiz de çaresizdik. Oldukça hüzünlüydük. Derken bizim için aydınlanmayan günün sabahı oldu. Evde hummalı bir şekilde hazırlıklar yapılıyordu. Şemo neşeliydi. Hiç yapmadığı halde çalıştığı fırından börekler getirmişti. Ortalığı nefis bir su böreği kokusu kaplamıştı. Cemile sessizliğini koruyor ve aynı zamanda da üzüntüsünü belli etmemeye çalışıyordu. Ne de olsa ana yüreğiydi. Çocuk yaşta kızını istemeye gelecekler ve o mecburen “olmayacak bu duaya amin demek” zorunda kalıyordu.
Damat olacak Resul’u hiç görmemiştim. Bugün ilk kez görecektim. Görmez olaydım. Elif’imden on iki yaş daha büyükmüş. Yaşı önemli değil, ama Elif’im çocuk daha!
Derken kapı zili uzun uzun çaldı. Beklenen an gelmişti. Önde kayınbaba olacak Hıdır, yanında kaynana Sultan ve artlarında elinde bir çikolata kutusuyla damat adayı Resul vardı. İçeri buyur ettiler. Elif’im odasında kaldı. Ben merakımdan kapı önünde uçuşup durdum.
Salonda her iki aile yerlerini aldı. Elif’im ise odasında hala ağlıyordu. Kendisini bir an önce toparlayıp kahve yapması gerekiyordu. Annesi Cemile’nin yaptığı kahveleri titreyen elleri ve korku dolu yüreği ile misafirlere sundu. Damat resul da kahvesini aldı. Tam ilk yudumunu almak üzereydi ki, onun o kocaman burnuna tek uçuşta kondum. Biz uç uç böceklerine has olan, düşmanlarımıza karşı yaydığımız kötü kokuyu bir güzel alabora ettim. Resul bir anda neye uğradığını şaşırdı. Midesi bulanır gibi oldu. Ama kötü bir kokunun geldiğini söyleyemedi.
“O da ne? O da ne?” diye şaşkınca bakınıp durdu. Durumu annesi Sultan gördü.
“Uğur böceğiydi oğlum, uğur böceği. Bak hayırlıymış demek. Uğur getirecek inşallah.” Elif’imle odasına doğru yönelirken içsesimle haykırdım.
“Uğuru batsın. Uğuru batsın. Allah yazdıysa bozsun.” Düğün için iki ay sonrasına gün alındı. Artık Elif’imin nişan yüzüğü takılı olan eline konmuyordum. O çok mutsuzdu. Tabi ben de!
Dışarıda çocukların altında oynadığı söğüt ağacı ağlıyordu. Çocuklar o esnada oynadıkları başka bir uğur böceğine hepsi bir ağızdan: 
"Uç uç böceğim
Yarın düğün olacak
Annem sana terlik pabuç alacak.
Uç uç böceğim..." diye şarkı söylüyorlardı. Ben uç uç Elif’im
diyemezdim. Küçük bir yüreğe daha kıyıldı. Elif’imin kanatları ve taze hayatı kırıktı.

Amsterdam, 19 Mayıs 2020



Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

KORKU

      KORKU   “Elimde değil Olric! Ne efendimiz? Elleri Olric elleri…”   Oğuz Atay - Tutunamayanlar   Fırtınalı bir denizin da...