KIRIK KANATLAR
Mevsim yaz. Güzel bir
gün. İçimden sema boşluğunda yeniden havalanmak ve bir yerlere uçmak geçiyor.
Çok da uzaklara gidemem ki! Kanatlarım götürmez ki, beni. Oysa özgürlüğe
açılmalıyım, kapalı kalmamalıyım. Bu hiç de bana göre değil.
Mahallenin çocukları
meydandaki yaşlı söğüt ağacının dibine doluştular. Daha fazla dayanamadım.
İşimi gücümü anında, olduğu yerde bıraktığım gibi tez elden yanlarında bitiverdim.
Onların hemen yanı başlarında, Bekir Beylerin bahçesinde bulunduğum mis kokulu
iğde ağacının kovuğundan çıktım. Bir çırpıda kanatlarımı olabildiğince hızla
çırpıp ben de söğüt ağacının gövdesine, bu sevimli küçük insanların çok
uzağında kalmayacak şekilde ustalıkla kondum.
Uçuşum esnasında kırmızı
ve üzeri siyah benekli kanatlarımla onların arasından zikzaklar çizerek
dikkatlerini cezbettim. Bunu övünerek söyleyebilirim. Amacım bu birbirinden
sevimli ve şirin yaratıkların beni görmeleriydi. Hepsi gözleri ile beni havada
takip etti ve sanki bir anda belli bir sevince kapıldılar. (En azından ben
böyle gözlemledim.) Bir alkışlanmadığım kaldı. Konduğum söğüt ağacının
gövdesinde duyduğum büyük gurur ve mutluluktan olsa gerek, olduğum yerde
kanatlarımı defalarca açıp kapadım.
Bu sevimlilerden kimler
yoktu ki; Salih, Berk, Can, Tülay, Şilan, Evin, Rodi ve Mert. Gözlerim asıl
Evin’in ablası Elif’i aradı, ama göremedim. Kız kardeşinin peşi sıra her daim
çocukların yanına gelir, derin dalmalarla oyunlarını seyre koyulurdu. Çok merak
ettim. Biraz çocuklarla oyalandıktan sonra gidip bi yol bakayım. Ne haldedir?
Her zaman yaptığım gibi,
az ilerideki evlerinin açık olan penceresinden içeri dalıyor ve Elif ile
dertleşiyoruz. O daha on beş yaşında. Aile on yıl kadar önce Adilcevaz’ın bir
köyünden İstanbul’a zorunlu göçe mecbur bırakılmışlar. Evin ise dokuz yaşında.
O İstanbul’da dünyaya gelmiş. Baba Şemo ve anne Cemile’nin başka çocukları
olmamış. Şemo bir fırında çalışıyor. Cemile ev kadını. Büyükçe bir apartmanın
rutubetli bodrum katında kalıyorlar.
Elif odasında yatağına
uzanır ve ben de onun ince uzun parmaklı ellerine konarım. Saatler boyu o
fısıltıyla anlatır ben dinlerim. Bazen de geç vakit olduğu zaman cam açık da
olsa misafirliğe kalırım. Aslında Elif’e kalsa her gün kalmalıymışım. İyi de
evli barklı ve henüz çoluk çocuk sahibi olmasam da bu “Nerede akşam orada
sabah” demek değildi elbette. Misafirliğin de bir adabı var. O benim canımdan
öte canım olsa da.
Elif benimle yaptığı
sohbetlerinde bana “Nare” diye seslenir. Üzeri benekli kırmızı kanatlarımla
beni minnacık bir nara benzetiyormuş. O nedenle bana bu ismi uygun gördü. Açık
camdan odasının içlerine doğru uçmayagöreyim, sevincinden her defasında çılgına
döner, havaya uçar.
Her şeyim Elif’imin
yorgunluktan o çimen yeşili gözleri kapanınca, ben de bir yolunu bulur, o zarif
ellerine onlarca öpücük kondurur uçar giderim. Tabii ertesi günü de beni bi
güzel paylar.
“Nare Hanım ne oluyoruz?
Bakıyorum da gözlerimiz kapanır kapanmaz çekip gitmişsin. Bu mezar gibi odada
beni bir başıma bırakmışsın. Oldu bu şimdi? Söyle bakalım. Niye gıkın çıkmıyor?
Yoksa dilini mi yuttun?” Böylesi paylamalar karşısında yaptığım tek şey
kanatlarımı bir kez açıp kapamamdır. Bu özür anlamındadır.
“Demek özür diliyorsun.
Hadi bir kez daha affediyorum seni. Ama bir daha olmasın tamam mı? Kız ne
yapayım ben seni? Sana sarılamıyorum bile. O kadar minnacıksın ki. Keşke biraz
daha büyükçe olsaydın. Olsun, yine de sen benim en sevdiceğimsin. Bana bak,
eğer varsa bir sevdiceğin falan git. Ama bütün yüreğinle sevdiğin. O zaman var
git. Benden yana sana darılmaca da olmaz. Anlaştık mı? Canım benim. İyi ki
varsın, dert ortağımsın. Sır tutanımsın. Seni çok seviyorum. Sana ihtiyacım
var. Beni sensiz koyma ne olur.”
Her nedense çocukların;
biz uğur, diğer adımızla uç uç ve bir diğer adımızla gelin böceklerine karşı
olan ilgi ve sevgileri çoktur. Biz uğur böcekleri veya hangi ismimiz okuyucunun
hoşuna gidiyorsa, asla zararlı böcekler değiliz. Tam tersine faydalı olduğumuz
için bize uğur böceği denmesinin sebebi de budur. İnsanların, özellikle de
çocukların ellerine yüzlerine gözlerine konar, onlardan ilgi bekler, hele de elden
ele aktarmalarına, hayranlıkla bakıp bizimle sohbet etmelerine bayılırız. Yine
çocuklar bizimle oynarlarken, eğer bir yere konmuş kıpırtısız duruyorsak hep
bir ağızdan, o güzelim yüreklerindeki saf ve temiz sevginin de katımıyla şu
şarkıyı söylerler.
“Uç uç böceğim
Yarın düğün olacak
Annem sana terlik pabuç
alacak.
Uç uç böceğim…”
Söğüt ağacının altında
oynayan çocuklarla biraz oyalandıktan sonra can dostum, ablam, annem, sevgilim
her şeyim Elif’ime geldim. Şaşırdım ve kalakaldım. Elif bir köşede oturmuş ve
belli ki bir derdi vardı. Beni görünce sevinmedi, “Naree…. Nareeee…” diye kafasını
odanın tavanına çarpmadı. Eline konar konmaz buğulu gözlerinden yaşlar ipi
koparılan dizili boncuklar gibi yanaklarının kızıllığından aşağılara doğru
kaydı. Ne yapacağımı şaşırdım. Olduğum yerde uçmadan kanatlarımı titreşimlerle
açıp kapadım. Tepkimi böylelikle gösterdim. Bilmediğim üzüntüsünün beni çok
derinden üzdüğünü ona iletmiş oldum. Mesajımı alınca, bir yandan salya sümük
ağlamasını sürdürürken hıçkırıklarla anlatmaya koyuldu.
“Babam; ortaokulu
bitirdin. Bundan sonrasını okumana gerek yok. Gelinlik çağına geldin.
Akranların evleniyor. Senin de zamanın geldi. Zaten geçinemiyoruz. Geçen
seneden beri Hıdır Amcan seni oğlu Resul’e istiyor. Okulunun bitmesini
bekledik. Daha bir yıl oldu Adilcevaz’dan İstanbul’a taşındılar. Aferin Resul
yeğenime benim. Altı aya varmadan bir okulda hademe olmuş. Sırtını devletin
dağına dayadı. Geleceği parlak. İyi çocuktur Resul. Gül gibi geçinir
gidersiniz. Bütün eksiklerini tamamlayacak. Annen de razı. Aha kendisi de
burada. İnanmıyorsan sor. Razı olmasa da umurumda değil. Bu iş olacak. On sekiz
yaşına geldiğin zaman sana bir de resmi nikah kıyar. Yarın istemeye gelecekler.
Haberin olsun.”
Üzüntümden
kahrolmuştum. Vaziyet olukça vahimdi. Oysa Elif'in hayallerinde doktor olup
kendi memleketi Adilcevaz'da bir muayenehane açmak vardı. En büyük emeli de buydu.
Böylece kendi insanın yaralarına deva olacaktı. Demek ki, buraya kadarmış.
Keşke yapabileceğim bir şeyler olsaydı. Benim gibi minnacık Nare Hanım
Elif'inin elinde olduğu yerde binlerce kez üzüntüsünden dolayı kanatlarını açıp
kapamaktan başka ne yapabilirdi ki?
O gece Elif’in yanında
kaldım. Her ikimiz de çaresizdik. Oldukça hüzünlüydük. Derken bizim için
aydınlanmayan günün sabahı oldu. Evde hummalı bir şekilde hazırlıklar
yapılıyordu. Şemo neşeliydi. Hiç yapmadığı halde çalıştığı fırından börekler
getirmişti. Ortalığı nefis bir su böreği kokusu kaplamıştı. Cemile sessizliğini
koruyor ve aynı zamanda da üzüntüsünü belli etmemeye çalışıyordu. Ne de olsa
ana yüreğiydi. Çocuk yaşta kızını istemeye gelecekler ve o mecburen “olmayacak
bu duaya amin demek” zorunda kalıyordu.
Damat olacak Resul’u hiç
görmemiştim. Bugün ilk kez görecektim. Görmez olaydım. Elif’imden on iki yaş
daha büyükmüş. Yaşı önemli değil, ama Elif’im çocuk daha!
Derken kapı zili uzun
uzun çaldı. Beklenen an gelmişti. Önde kayınbaba olacak Hıdır, yanında kaynana
Sultan ve artlarında elinde bir çikolata kutusuyla damat adayı Resul vardı.
İçeri buyur ettiler. Elif’im odasında kaldı. Ben merakımdan kapı önünde uçuşup
durdum.
Salonda her iki aile
yerlerini aldı. Elif’im ise odasında hala ağlıyordu. Kendisini bir an önce
toparlayıp kahve yapması gerekiyordu. Annesi Cemile’nin yaptığı kahveleri
titreyen elleri ve korku dolu yüreği ile misafirlere sundu. Damat resul da
kahvesini aldı. Tam ilk yudumunu almak üzereydi ki, onun o kocaman burnuna tek
uçuşta kondum. Biz uç uç böceklerine has olan, düşmanlarımıza karşı yaydığımız
kötü kokuyu bir güzel alabora ettim. Resul bir anda neye uğradığını şaşırdı.
Midesi bulanır gibi oldu. Ama kötü bir kokunun geldiğini söyleyemedi.
“O da ne? O da ne?” diye
şaşkınca bakınıp durdu. Durumu annesi Sultan gördü.
“Uğur böceğiydi oğlum,
uğur böceği. Bak hayırlıymış demek. Uğur getirecek inşallah.” Elif’imle odasına
doğru yönelirken içsesimle haykırdım.
“Uğuru batsın. Uğuru
batsın. Allah yazdıysa bozsun.” Düğün için iki ay sonrasına gün alındı. Artık
Elif’imin nişan yüzüğü takılı olan eline konmuyordum. O çok mutsuzdu. Tabi ben
de!
Dışarıda çocukların
altında oynadığı söğüt ağacı ağlıyordu. Çocuklar o esnada oynadıkları başka bir
uğur böceğine hepsi bir ağızdan:
"Uç uç böceğim
Yarın düğün olacak
Annem sana terlik pabuç
alacak.
Uç uç
böceğim..." diye şarkı söylüyorlardı. Ben uç uç Elif’im
diyemezdim. Küçük bir yüreğe daha kıyıldı. Elif’imin kanatları ve taze hayatı kırıktı.
Amsterdam, 19 Mayıs 2020
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder