DANS ET BENİMLE
Dünyadaki seksen metre
karelik cennetim de diyebileceğim evim, Amsterdam şehrinin iyi bir semtinde
yer alıyor. Kendimi orada nasıl da delicesine, coşkulu ve mutlu hissediyorum,
anlatamam. Hollanda’ya özgü, çoğu zaman gri ve ara sıra da olsa deniz mavisi
görünen semanın yoksul renkliliğine, cıvıltıları ile kulaklarımı götüren
kuşların doluştuğu göğe beni bir hayli yakınlaştıran, on birinci katta evim.
Çok yüksek yapıların nadir görüldüğü bu güzel şehirde, ben de böylesi bir binada
ikamet ediyorum. Yerden bu kadar uzaklıktan baktığım zaman Amsterdam adeta
ayaklarımın altına serpiştirilmiş gibi bir hisse kapılıyorum. Bu imkân, edindiğim
büyük bir ayrıcalık. Bu muhteşem manzaraya kuşbakışı bakmak da doğrusu doyumu
olmayan ayrı bir güzellik.
Adım Fee. Fee
Hollandacada peri anlamına geliyor. Kaç yaşıma geldim, adımla müstesna olmak
içindir belki de yerimde kipirtisiz durduğum görülmemiştir. Her an hareket halindeyim. Anlayacağınız
oldukça delişmen veya biraz da kaçık bir kadın olduğumu da söyleyebilirim. Dört bir yanda uçuşup
duruyorum. Artık süt beyazı kanatlarımda belli bir yorgunluk duysam da pes etmek
yine de bana göre değil. Çünkü, hayatta kuşlar gibi uçmak ve kanatlanmak güzel.
Dünyada günümüze değin yaşanmış
ve yaşanan sonsuz sayıda aşka benimkini de müsaadenizle bu satırların arasına
katmak istiyorum. Son demimde, yaşlı bedenimin bütün hücrelerimde baş döndüren
bir muhteşemlikle yaşadığım sevdamı birazdan anlatacağım. Böylelikle size bundan
sonrasında anlatacaklarım hakkında ipucu da vermiş oldum. Ama şu var ki, her
aşk özel ve de güzeldir. Adı üstünde değil mi? Aşk!
Yaklaşık yedi yıl kadar
önce elli yıllık bir evliliği ardımızda bırakmıştık ki, çok sevdiğim,
hatırasına saygıda kusur etmediğime inandığım ve her daim birlikteliğimizde
oldukça mutlu olduğum, hayat arkadaşım, can dostum, kocam Jan’ı kaybettim. Jan’ın
ölümünün ardından ilk yıllarda onu aklımdan ve yüreğimden bir an için çıkarmam
mümkün olmadı. O hala ona ayrılmış özel köşeciğinde durur. Zaman her derde deva
derler ya öyle de oldu. Onun yokluğuna hatıralarının avuntusu ile yavaş yavaş
alıştım.
Lakin bu kez de
yalnızlığın getirdiği sıkıntılı boşluk çıkagelince, bunun da dayanılmaz bir hal
alması, yeni yeni birlikteliklerimi ve arkadaşlıklarımı da beraberinde getirdi.
Hiçbirinde de aradığım güzelliği bulamadığımdan bu ilişkiler saman alevi misali
dumanlar içinde kalıp, benim avurtlarımı şişirip üfleme zahmetine koymadan kendiliğinden
çabukça söndüler.
İlk eşim Jan ile çocuk
sahibi olabileceğimiz halde, biz gayet normal görülen bu yolu seçmedik. Çocuk
konusunda her ikimizin de yüreklerimizi ortaya koyup onayladığımız felsefemiz
oldukça ilginçti. Şöyle ki: Çocuk yapıp dünyaya yeni çocuklar katma yerine, var
olanları edinip onlara sahip olmak bize daha iyi ve insani geldi. Bu da bizim
felsefemiz oldu. Dünyada yeteri kadar aç ve açıkta çocuk vardı. Önce bunları
sahiplenmenin bize daha vicdani ve adaletli bir duygu verdiğini gördük. Bu
doğrultuda elli yıllık evliliğimiz esnasında farklı zaman birimlerinde, dördü
kız üçü oğlan yedi tane evladımız oldu. Hepsini de fakir Uzak Doğu ülkelerinden
edindik. Birbirinden tatlı çocuklardı. Bize anne ve baba olmayı en üst seviyede
nasıl da güzel yaşattılar. Şimdilerde hepsi büyüdü mevki ve iş sahibi oldular. Ayaklarının
üzerinde dimdik duruyorlar. İnsanlığa yararlı ve mutlu birer birey oldular. Her
ne zaman evlatlarımdan biri gözüme ilişmeye görsün, gözlerim buğulanıyor ve
ardından da kamaşmalarının önüne geçemiyorum. O an kanatlarımı indiriyor,
uçmaktan vazgeçiyor ve onlara bakmaya doyamıyorum. Onlar, bizi birbirinden
alımlı on ayrı torunun gururlu sahibi yaptılar.
Jan’ın ölümünde hepsi bir
olup yanı başımda göndere çekilmiş birer bayrak gibi durdular. Bir an için de
olsa elimi bırakmadılar. Ben onlardan oldukça razı ve mutluyum. Her daim mus mutlu
var olsunlar. Hemen hemen her gün arayıp sorarlar. Anlaşılan o ki,
yüreğimizdeki sevgimizi vermesini becerdik ve şimdilerde bunun güzelim
meyvelerini alıyoruz.
Birkaç arkadaşlık
deneyimimden sonra yine bir yalnızlık boşluğuna düşmüştüm. O gün yoğun bir
katılımın olacağı bir doğum gününe davetliydim. Bugünkü gibi güzel mi güzel bir
bahar günüydü. Baharda yaşanan günün güzelliği şüphe götürmezdi. Benim de bu
bahar gününün ihtişamından geri kalır yanım yoktu. Anacığım küçüklüğümü
anlatırken, her defasında bebekliğimde bir altın damlası güzelliğinde olduğumu
söylerdi. Bu konuda hiç de mütevazi olamıyorum. Ben hala güzelim. Güzelliğimi
ne saklarım ne de tek kelime ettiririm. Hem demezler mi; sen kendini nasıl
hissedersen karşındaki de seni öyle görür.
Yaşım bir hayli ilerlemiş
olsa da kanıma işlemiş olan kokoşluğumu bir an olsun üzerimden atamadım.
Aslında bununla barışığım da. Hal böyle olunca, ben de taktım takıştırdım,
sürdüm sürüştürdüm. Ol haşmetimle taktım çantamı koluma ve girdim Amsterdam’ın
kıvrımlı yollarına.
Arkadaşım Gerda beni
kapıda güzel yüzünde geniş bir gülümseme ile karşıladı. İçerden yüksek sesle
yapılan sohbetlerin ve fonda caz müziği sesleri birbirine harmanlanmış bir
şekilde geliyordu. Gerda kulağıma eğilip beni birisi ile tanıştırmak istediğini
fısıldadı. O an bütün tüylerim diken diken oldu. İçimi anlam veremediğim hoş
bir ürperti kapladı. Bu güzel bir şeylerin olacağının emaresiydi. Hadi bakalım
ne olacaksa tez elden olsundu. Kalbimin kapılarını sonuna kadar araladım.
İçerisi oldukça
kalabalıktı. Misafirlerin kimisi ayakta, kimisi de oturduğu yerde küçük gruplar
halinde sohbet ediyorlardı. Gerda kolumu çekiştirip şık giyinmiş, elinde
kırmızı şarap bardağı tutan, kır saçlı yakışıklı bir beyin yanına getirdi. Bizi
bir çırpıda, uzun lafa gerek duymadan tanıştırıverdi. (Büyük ihtimalle beni
kendisi ile tanıştıracağını önceden onun da kulağına fısıldamıştı. Gördüğüm
kadarı ile sanki her an geleceğimi bekler gibiydi.) Gerda alem biriydi. Hayatı benim
gibi; dolu dolu yaşıyor ve etrafındakilere de böyle yaşatıyordu.
Çok kısa bir süre sonra sanki
yıllardır tanışıyormuşuz gibi bir intiba edindiğim Max adındaki bu beyle
hemencecik kaynaştık. Çok hoş bir adamdı ve apansız içimde sıcak bir akıntının
dolaştığını, yüreğimin bir başka attığını ve zamanın hiç geçmemesini istediğimi
fark ettim. O konuşurken hayranlıkla orman yeşili gözlerinin içine bakıyordum. Biçimliliğini
koruyan dudaklarının arasından çıkan her kelime sanki özenle seçildikten sonra sadece
benim kulaklarıma ulaşıyorlardı. Kelime hazinesinin genişliği, elbette ki bilgi
dağarcığının da oldukça donanımlı olmasından geliyordu. Max tam da aradığımdı.
Benim olmalıydı.
Doğum günü partisi bitmek
üzereydi. Biz telefon numaralarımızı kaydetmiş ve her ikimizin de bildiği bir
Amsterdam kafesinde ilk randevumuzu kaşla göz arasında hemen ertesi gün öğleden
sonrası için yapmıştık.
Doğum gününün hemen
ardından Max ile uzun uzadıya bakıştıktan sonra evden çıktım. Az kalsın ellerimi
onun ellerinde unutuyordum ki, kendime geldim. Olup bitenler ev sahibi
arkadaşım Gerda’nın gözünden tabi ki kaçmamıştı. Çıkışta hemen yanıma geldi ve
bana sıkıca sarıldı. Mutlu olduğumu görünce, o da çok sevindi. Bu kez de
gelişmeler konusunda haber beklediğini usulca kulağıma fısıldadı.
Evime yine uçarak geldim.
Fee, yani ben pericik kanatlanıp cennetime ulaşmıştım. İçim içime sığmıyordu. Kalbimin
atışlarını normalleştirmek için sağ elimle üzerini uzun süre bastırmak zorunda
kaldım. Hava kararmış, tek tük kuş cıvıltısı evimin içine ulaşıyordu. Pencereler
arasında dolanıp Amsterdam’ı seyre koyuldum. Şehir ışıl ışıldı. Belki de
dünyanın en güzel manzarası gözlerime doluşuyordu. Mutluydum. Sabah bir an önce
olsundu. Güneş yeniden olanca rengi ile parlasındı.
Söz konusu aşk olunca, oğlum
Andri’nin on sekiz yaşındaki kızı, torunum Teressa baş danışmanımdı. Bu konuyu
yine ilk defa onunla paylaştım. Torunum bana bu konuda izleyeceğim yolu ve taktikleri
veriyordu. Gelişmeleri ve ses tonumdaki duygusallığı alır almaz müthiş bir
çığlık attı. Benim adıma çok sevinmişti. Fakat bir çekincemin olduğunu
söyledim.
“Ne oldu babaanne ne
oldu? Neden çekiniyorsun?”
“Şeyyy… Terassacığım Max yetmiş
üç yaşında olduğunu söyledi. Yani benden tam on yıl daha genç. Ben yaşımı
söyleyemedim. Bu beni biraz rahatsız ediyor.”
“Aman babaanne senin de
dert ettiğin şeye bak. Hem sen yaşını hiç göstermiyorsun ki. Sen en az on yaş
daha genç görünüyorsun. Sen de beyaz bir yalancık söylersin. Olmadı ben de
yetmiş üç yaşındayım dersin. Oldu bitti. Bu konuyu hiç kafana takma ve danışmanına
kulak ver. Olmaz mı, benim güzeller güzeli, tontiş babaanneciğim.”
“Peki oldu. Oldu. Bir
kerecik yalan söylemekten bir şey çıkmaz. Öyle diyeceğiz artık.”
Sabah erkenden uyandım.
Kuş sesleri yine evimin içine doluşmuştu. Balkonda bir uçtan bir uca
uçuşuyorlardı. Süslenip, takıp takıştırdıktan sonra ben de Max’cığıma doğru
kanat çırpacaktım. Aynanın karşısında bir hayli oyalandım. Akşamdan giyeceğim kırmızı
renkli uzun elbisemi hazırlamıştım. Güzelce giyinip aynanın karşısına yeniden
geçtim. Ayağımda da topuklu kırmızı ayakkabılarım vardı. Evet yine çok güzel olmuştum. Bu yaşıma rağmen böylesine güzel görünüyor
olmam bana büyük bir özgüven verdi. Edindiğim yüksek moralle erkenden evden
çıktım.
Kalp çarpıntıları ile buluşacağımız kafeye geldim. Max dışarı bakan pencere tarafında oturmuş, beni bekliyordu. Kafeden adımımı atar atmaz oturduğu masadan kalktı ve bana doğru geldi. Her ikimiz de kollarımızı sonuna kadar açmıştık. Kırk yıldır görüşemeyen sevgililer gibi hiçbir ikirciklenme olmaksızın sıkıca birbirimize sarıldık. Max yine oldukça şık giyinmiş ve çok bakımlı da görünüyordu. Parfümü beni benden aldı ve adeta onun avuçlarının içine oturttu. Bu kadar kısa bir sürede iki insanın bu denli yakınlık hissetmesi inanılır gibi değildi. Anlaşılan her ikimiz de kelimenin tam anlamı ile “abayı yakmıştık.”
Kalp çarpıntıları ile buluşacağımız kafeye geldim. Max dışarı bakan pencere tarafında oturmuş, beni bekliyordu. Kafeden adımımı atar atmaz oturduğu masadan kalktı ve bana doğru geldi. Her ikimiz de kollarımızı sonuna kadar açmıştık. Kırk yıldır görüşemeyen sevgililer gibi hiçbir ikirciklenme olmaksızın sıkıca birbirimize sarıldık. Max yine oldukça şık giyinmiş ve çok bakımlı da görünüyordu. Parfümü beni benden aldı ve adeta onun avuçlarının içine oturttu. Bu kadar kısa bir sürede iki insanın bu denli yakınlık hissetmesi inanılır gibi değildi. Anlaşılan her ikimiz de kelimenin tam anlamı ile “abayı yakmıştık.”
Çok kısa bir süre sonra
Max evini bırakıp benim cennetime taşındı. Artık aynı cennetteydik. Hatta nişanlandık.
Fakat söylemiş olduğum yalan beni hala rahatsız ediyordu. Bu durumdan bir an
evvel kurtulmam lazımdı. Bu kez mavi olan göğe doluşan kuşları ve güneşe açılan
penceremizden günbatımını izlerken, elimizdeki kırmızı şarap kadehlerimizi bir
kenara bıraktık. Nefesimi tutup yalanımı açıklayacaktım ki, belimden kavradığı
gibi hayatımın en güzel öpücüğünü verdi. Ben mest olsam da cesaretimi yeniden
toplayıp söze girdim.
“Max… Sevgilim, biliyor
musun? Ben sana yalan söyledim.”
“Yalan mı? Ne yalanı?”
“Bennn… Ben aslında yetmiş
üç yaşında değilim. Ben seksen üç yaşındayım.”
“Sevilim, ben de öyle
korktum ki, bir an altmış üç yaşında olduğunu söyleyeceksin sandım.” Kulaklarıma
inanamadım. Beni hoş tutmasını ne de güzel ve incelikle bilmişti. Dünyanın en
mutlu kadını bendim. Yeniden kanatlanıp uçacaktım ki, Max bir kez daha belimden
kavrayıp hızla kendisine doğru çekti. Kuş sesleri gelmiyordu. Fonda Leonard
Cohen’in bir şarkısı vardı. Şarkı; “Dance me to the end of love – Benimle aşkın
sonuna kadar dans et.” diyordu. Biz de dans ediyorduk. Kanatlarım kıpırtısız durulmuş
bir halde Max’ın kollarının arasındaydı. Yüreğimde sakladığım beyaz bayrağımı
çıkardım ve sallandırdım.
Amsterdam, 5 Mayıs 2020
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder