5 Mayıs 2020 Salı

DANS ET BENİMLE




DANS ET BENİMLE

Dünyadaki seksen metre karelik cennetim de diyebileceğim evim, Amsterdam şehrinin iyi bir semtinde yer alıyor. Kendimi orada nasıl da delicesine, coşkulu ve mutlu hissediyorum, anlatamam. Hollanda’ya özgü, çoğu zaman gri ve ara sıra da olsa deniz mavisi görünen semanın yoksul renkliliğine, cıvıltıları ile kulaklarımı götüren kuşların doluştuğu göğe beni bir hayli yakınlaştıran, on birinci katta evim. Çok yüksek yapıların nadir görüldüğü bu güzel şehirde, ben de böylesi bir binada ikamet ediyorum. Yerden bu kadar uzaklıktan baktığım zaman Amsterdam adeta ayaklarımın altına serpiştirilmiş gibi bir hisse kapılıyorum. Bu imkân, edindiğim büyük bir ayrıcalık. Bu muhteşem manzaraya kuşbakışı bakmak da doğrusu doyumu olmayan ayrı bir güzellik.
Adım Fee. Fee Hollandacada peri anlamına geliyor. Kaç yaşıma geldim, adımla müstesna olmak içindir belki de yerimde kipirtisiz durduğum görülmemiştir. Her an hareket halindeyim. Anlayacağınız oldukça delişmen veya biraz da kaçık bir kadın olduğumu da söyleyebilirim. Dört bir yanda uçuşup duruyorum. Artık süt beyazı kanatlarımda belli bir yorgunluk duysam da pes etmek yine de bana göre değil. Çünkü, hayatta kuşlar gibi uçmak ve kanatlanmak güzel.
Dünyada günümüze değin yaşanmış ve yaşanan sonsuz sayıda aşka benimkini de müsaadenizle bu satırların arasına katmak istiyorum. Son demimde, yaşlı bedenimin bütün hücrelerimde baş döndüren bir muhteşemlikle yaşadığım sevdamı birazdan anlatacağım. Böylelikle size bundan sonrasında anlatacaklarım hakkında ipucu da vermiş oldum. Ama şu var ki, her aşk özel ve de güzeldir. Adı üstünde değil mi? Aşk!
Yaklaşık yedi yıl kadar önce elli yıllık bir evliliği ardımızda bırakmıştık ki, çok sevdiğim, hatırasına saygıda kusur etmediğime inandığım ve her daim birlikteliğimizde oldukça mutlu olduğum, hayat arkadaşım, can dostum, kocam Jan’ı kaybettim. Jan’ın ölümünün ardından ilk yıllarda onu aklımdan ve yüreğimden bir an için çıkarmam mümkün olmadı. O hala ona ayrılmış özel köşeciğinde durur. Zaman her derde deva derler ya öyle de oldu. Onun yokluğuna hatıralarının avuntusu ile yavaş yavaş alıştım.
Lakin bu kez de yalnızlığın getirdiği sıkıntılı boşluk çıkagelince, bunun da dayanılmaz bir hal alması, yeni yeni birlikteliklerimi ve arkadaşlıklarımı da beraberinde getirdi. Hiçbirinde de aradığım güzelliği bulamadığımdan bu ilişkiler saman alevi misali dumanlar içinde kalıp, benim avurtlarımı şişirip üfleme zahmetine koymadan kendiliğinden çabukça söndüler.
İlk eşim Jan ile çocuk sahibi olabileceğimiz halde, biz gayet normal görülen bu yolu seçmedik. Çocuk konusunda her ikimizin de yüreklerimizi ortaya koyup onayladığımız felsefemiz oldukça ilginçti. Şöyle ki: Çocuk yapıp dünyaya yeni çocuklar katma yerine, var olanları edinip onlara sahip olmak bize daha iyi ve insani geldi. Bu da bizim felsefemiz oldu. Dünyada yeteri kadar aç ve açıkta çocuk vardı. Önce bunları sahiplenmenin bize daha vicdani ve adaletli bir duygu verdiğini gördük. Bu doğrultuda elli yıllık evliliğimiz esnasında farklı zaman birimlerinde, dördü kız üçü oğlan yedi tane evladımız oldu. Hepsini de fakir Uzak Doğu ülkelerinden edindik. Birbirinden tatlı çocuklardı. Bize anne ve baba olmayı en üst seviyede nasıl da güzel yaşattılar. Şimdilerde hepsi büyüdü mevki ve iş sahibi oldular. Ayaklarının üzerinde dimdik duruyorlar. İnsanlığa yararlı ve mutlu birer birey oldular. Her ne zaman evlatlarımdan biri gözüme ilişmeye görsün, gözlerim buğulanıyor ve ardından da kamaşmalarının önüne geçemiyorum. O an kanatlarımı indiriyor, uçmaktan vazgeçiyor ve onlara bakmaya doyamıyorum. Onlar, bizi birbirinden alımlı on ayrı torunun gururlu sahibi yaptılar.
Jan’ın ölümünde hepsi bir olup yanı başımda göndere çekilmiş birer bayrak gibi durdular. Bir an için de olsa elimi bırakmadılar. Ben onlardan oldukça razı ve mutluyum. Her daim mus mutlu var olsunlar. Hemen hemen her gün arayıp sorarlar. Anlaşılan o ki, yüreğimizdeki sevgimizi vermesini becerdik ve şimdilerde bunun güzelim meyvelerini alıyoruz.
Birkaç arkadaşlık deneyimimden sonra yine bir yalnızlık boşluğuna düşmüştüm. O gün yoğun bir katılımın olacağı bir doğum gününe davetliydim. Bugünkü gibi güzel mi güzel bir bahar günüydü. Baharda yaşanan günün güzelliği şüphe götürmezdi. Benim de bu bahar gününün ihtişamından geri kalır yanım yoktu. Anacığım küçüklüğümü anlatırken, her defasında bebekliğimde bir altın damlası güzelliğinde olduğumu söylerdi. Bu konuda hiç de mütevazi olamıyorum. Ben hala güzelim. Güzelliğimi ne saklarım ne de tek kelime ettiririm. Hem demezler mi; sen kendini nasıl hissedersen karşındaki de seni öyle görür.
Yaşım bir hayli ilerlemiş olsa da kanıma işlemiş olan kokoşluğumu bir an olsun üzerimden atamadım. Aslında bununla barışığım da. Hal böyle olunca, ben de taktım takıştırdım, sürdüm sürüştürdüm. Ol haşmetimle taktım çantamı koluma ve girdim Amsterdam’ın kıvrımlı yollarına.
Arkadaşım Gerda beni kapıda güzel yüzünde geniş bir gülümseme ile karşıladı. İçerden yüksek sesle yapılan sohbetlerin ve fonda caz müziği sesleri birbirine harmanlanmış bir şekilde geliyordu. Gerda kulağıma eğilip beni birisi ile tanıştırmak istediğini fısıldadı. O an bütün tüylerim diken diken oldu. İçimi anlam veremediğim hoş bir ürperti kapladı. Bu güzel bir şeylerin olacağının emaresiydi. Hadi bakalım ne olacaksa tez elden olsundu. Kalbimin kapılarını sonuna kadar araladım.
İçerisi oldukça kalabalıktı. Misafirlerin kimisi ayakta, kimisi de oturduğu yerde küçük gruplar halinde sohbet ediyorlardı. Gerda kolumu çekiştirip şık giyinmiş, elinde kırmızı şarap bardağı tutan, kır saçlı yakışıklı bir beyin yanına getirdi. Bizi bir çırpıda, uzun lafa gerek duymadan tanıştırıverdi. (Büyük ihtimalle beni kendisi ile tanıştıracağını önceden onun da kulağına fısıldamıştı. Gördüğüm kadarı ile sanki her an geleceğimi bekler gibiydi.) Gerda alem biriydi. Hayatı benim gibi; dolu dolu yaşıyor ve etrafındakilere de böyle yaşatıyordu.
Çok kısa bir süre sonra sanki yıllardır tanışıyormuşuz gibi bir intiba edindiğim Max adındaki bu beyle hemencecik kaynaştık. Çok hoş bir adamdı ve apansız içimde sıcak bir akıntının dolaştığını, yüreğimin bir başka attığını ve zamanın hiç geçmemesini istediğimi fark ettim. O konuşurken hayranlıkla orman yeşili gözlerinin içine bakıyordum. Biçimliliğini koruyan dudaklarının arasından çıkan her kelime sanki özenle seçildikten sonra sadece benim kulaklarıma ulaşıyorlardı. Kelime hazinesinin genişliği, elbette ki bilgi dağarcığının da oldukça donanımlı olmasından geliyordu. Max tam da aradığımdı. Benim olmalıydı.
Doğum günü partisi bitmek üzereydi. Biz telefon numaralarımızı kaydetmiş ve her ikimizin de bildiği bir Amsterdam kafesinde ilk randevumuzu kaşla göz arasında hemen ertesi gün öğleden sonrası için yapmıştık.
Doğum gününün hemen ardından Max ile uzun uzadıya bakıştıktan sonra evden çıktım. Az kalsın ellerimi onun ellerinde unutuyordum ki, kendime geldim. Olup bitenler ev sahibi arkadaşım Gerda’nın gözünden tabi ki kaçmamıştı. Çıkışta hemen yanıma geldi ve bana sıkıca sarıldı. Mutlu olduğumu görünce, o da çok sevindi. Bu kez de gelişmeler konusunda haber beklediğini usulca kulağıma fısıldadı.
Evime yine uçarak geldim. Fee, yani ben pericik kanatlanıp cennetime ulaşmıştım. İçim içime sığmıyordu. Kalbimin atışlarını normalleştirmek için sağ elimle üzerini uzun süre bastırmak zorunda kaldım. Hava kararmış, tek tük kuş cıvıltısı evimin içine ulaşıyordu. Pencereler arasında dolanıp Amsterdam’ı seyre koyuldum. Şehir ışıl ışıldı. Belki de dünyanın en güzel manzarası gözlerime doluşuyordu. Mutluydum. Sabah bir an önce olsundu. Güneş yeniden olanca rengi ile parlasındı.
Söz konusu aşk olunca, oğlum Andri’nin on sekiz yaşındaki kızı, torunum Teressa baş danışmanımdı. Bu konuyu yine ilk defa onunla paylaştım. Torunum bana bu konuda izleyeceğim yolu ve taktikleri veriyordu. Gelişmeleri ve ses tonumdaki duygusallığı alır almaz müthiş bir çığlık attı. Benim adıma çok sevinmişti. Fakat bir çekincemin olduğunu söyledim.
“Ne oldu babaanne ne oldu? Neden çekiniyorsun?”
“Şeyyy… Terassacığım Max yetmiş üç yaşında olduğunu söyledi. Yani benden tam on yıl daha genç. Ben yaşımı söyleyemedim. Bu beni biraz rahatsız ediyor.”
“Aman babaanne senin de dert ettiğin şeye bak. Hem sen yaşını hiç göstermiyorsun ki. Sen en az on yaş daha genç görünüyorsun. Sen de beyaz bir yalancık söylersin. Olmadı ben de yetmiş üç yaşındayım dersin. Oldu bitti. Bu konuyu hiç kafana takma ve danışmanına kulak ver. Olmaz mı, benim güzeller güzeli, tontiş babaanneciğim.”
“Peki oldu. Oldu. Bir kerecik yalan söylemekten bir şey çıkmaz. Öyle diyeceğiz artık.”
Sabah erkenden uyandım. Kuş sesleri yine evimin içine doluşmuştu. Balkonda bir uçtan bir uca uçuşuyorlardı. Süslenip, takıp takıştırdıktan sonra ben de Max’cığıma doğru kanat çırpacaktım. Aynanın karşısında bir hayli oyalandım. Akşamdan giyeceğim kırmızı renkli uzun elbisemi hazırlamıştım. Güzelce giyinip aynanın karşısına yeniden geçtim. Ayağımda da topuklu kırmızı ayakkabılarım vardı. Evet yine çok güzel olmuştum. Bu yaşıma rağmen böylesine güzel görünüyor olmam bana büyük bir özgüven verdi. Edindiğim yüksek moralle erkenden evden çıktım. 
          Kalp çarpıntıları ile buluşacağımız kafeye geldim. Max dışarı bakan pencere tarafında oturmuş, beni bekliyordu. Kafeden adımımı atar atmaz oturduğu masadan kalktı ve bana doğru geldi. Her ikimiz de kollarımızı sonuna kadar açmıştık. Kırk yıldır görüşemeyen sevgililer gibi hiçbir ikirciklenme olmaksızın sıkıca birbirimize sarıldık. Max yine oldukça şık giyinmiş ve çok bakımlı da görünüyordu. Parfümü beni benden aldı ve adeta onun avuçlarının içine oturttu. Bu kadar kısa bir sürede iki insanın bu denli yakınlık hissetmesi inanılır gibi değildi. Anlaşılan her ikimiz de kelimenin tam anlamı ile “abayı yakmıştık.”  
Çok kısa bir süre sonra Max evini bırakıp benim cennetime taşındı. Artık aynı cennetteydik. Hatta nişanlandık. Fakat söylemiş olduğum yalan beni hala rahatsız ediyordu. Bu durumdan bir an evvel kurtulmam lazımdı. Bu kez mavi olan göğe doluşan kuşları ve güneşe açılan penceremizden günbatımını izlerken, elimizdeki kırmızı şarap kadehlerimizi bir kenara bıraktık. Nefesimi tutup yalanımı açıklayacaktım ki, belimden kavradığı gibi hayatımın en güzel öpücüğünü verdi. Ben mest olsam da cesaretimi yeniden toplayıp söze girdim.
“Max… Sevgilim, biliyor musun? Ben sana yalan söyledim.”
“Yalan mı? Ne yalanı?”
“Bennn… Ben aslında yetmiş üç yaşında değilim. Ben seksen üç yaşındayım.”
“Sevilim, ben de öyle korktum ki, bir an altmış üç yaşında olduğunu söyleyeceksin sandım.” Kulaklarıma inanamadım. Beni hoş tutmasını ne de güzel ve incelikle bilmişti. Dünyanın en mutlu kadını bendim. Yeniden kanatlanıp uçacaktım ki, Max bir kez daha belimden kavrayıp hızla kendisine doğru çekti. Kuş sesleri gelmiyordu. Fonda Leonard Cohen’in bir şarkısı vardı. Şarkı; “Dance me to the end of love – Benimle aşkın sonuna kadar dans et.” diyordu. Biz de dans ediyorduk. Kanatlarım kıpırtısız durulmuş bir halde Max’ın kollarının arasındaydı. Yüreğimde sakladığım beyaz bayrağımı çıkardım ve sallandırdım.

Amsterdam, 5 Mayıs 2020



Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

KORKU

      KORKU   “Elimde değil Olric! Ne efendimiz? Elleri Olric elleri…”   Oğuz Atay - Tutunamayanlar   Fırtınalı bir denizin da...