6 Ocak 2021 Çarşamba

GIDIKLAMA BENİ



GIDIKLAMA BENİ

 

Seksenli yıllar diye, “ben diyeyim bir, siz deyin iki katlı bir damdan düşercesine” naçizane bir anlatımla öyküye giriş yapmakta herhangi bir mahsur olacağını sanmıyorum. Umarım sizce de öyledir. Cevabınız insanı gocundurmayacak oranda, bir tutam alay serpişimli gibi kulağa gelse de “öyle olsun bakalım” dediğinizi duyar gibi oluyorum. Eyvallah, o halde, varoluşunuzun oldukça onure eden ağırlığı ile bahşettiğiniz destur için teşekkür etmek boynumuzun borcu oldu. O halde kalpten teşekkürlerimi kabul buyurun lütfen. Derken hemen öykümüzün devamını getirecek olursak, devamının  aynen şöyle sürdüğünü göreceksiniz.

Başkent Ankara; o yıllarda, üzeri avuç avuç verimli toprakla örtülen bir patates misali önceleri çiçekleniyor ve ardından üst üste yeni yeni yumrular mahiyetinde yeni yeni semtler doğuruyordu. Eskişehir ve İstanbul yoluna doğru “her bahtı karanın ille de göreceğim dediği” şehir her geçen gün dudak uçuklatan bir hızla devasa beton yığınları halinde büyüyordu. Yerden fışkıran mantarlar misali art arda yeni bir mahalle daha göz açıp kapama hızında Ankara’ya ekleniyordu. Başkent genişliyor, genişliyordu.

Hal böyle olunca da belediye beklenmedik bir hızla yeni eklenen yerleşim bölgelerindeki insanlara her konuda hizmet sunmakta zorlanıyor, oldukça kapsamlı bir çalışma gerektiren ciddi örgütlenmeyi kısa zamanda sağlayamıyordu. Çeşitli alanlardaki boşlukları irili ufaklı işletmeler canhıraş bir halde, amatörce doldurmak zorunda kalıyorlardı.

Taşımacılık alanındaki büyük açığın bir kısmını da Camili Köyünden Kel Mısto ve kardeşi Kuru Bilo birlikte başlattıkları şirketin otobüsleri ile sağlamak için kolları sıvamışlardı.

Köyden şehre göçün önüne geçmek imkansız bir hal almıştı. Ankara ilçelerine bağlı olan köylerden, her yorganını sırtlayan-bakır tasını şimşir tarağını da toplamayı da unutmadan, taşı ve toprağının altın olmasını ne yazık ki açık ara farkla İstanbul’a kaptıran, ama yine de rivayete göre en azından onun taşının-toprağının da gümüş olduğu söylenen bu şehirde soluğu alıyordu. Köylülerin yaptıkları çiftçilik ölmüş, adeta getirisi olmayan boş bir uğraşıya dönüşmüştü. Bunun haricinde yeni yetişen gençlerin eğitimlerini sürdürüp, onların da yoksul birer çiftçi olarak kalmamaları için şehre göç etmeleri zaruri oluyordu. Her gün küçük kamyonetlere bindirilen eşyaları ile köylüler yığınlar halinde Ankara’ya doluşuyorlardı.

Ankara’nın çiçeği burnunda semtlerinden Konutkent’ten Kızılay’a otobüsleri ile ulaşımı sağlama uğraşısı içinde olan Kel Mısto ve Kuru Bilo kardeşlerin rakipleri de yok değildi. En büyük rakipleri dolmuşçulardı. Bütün yolcuları otobüsleri ile bir çırpıda toplayan bu Kel ve Kuru kardeşler dolmuşçuların artık ezeli düşmanları olmuşlardı. Dolmuşçular bir olup bu gidişata dur demeliydiler. Yoksa halleri hal değildi. Boş dolmuşlarla iki semt arasında gidip gelmelerinin ve yok yere benzin yakmaları akıl kârı değildi. Bu ne idüğü belirsiz kardeşlere en kısa zamanda bir gözdağı verilmenin zamanı çoktan gelmişti.

Çok geçmeden Konutkent semtine servis yapan dolmuşçular bir araya geldiler. Kel Mısto o gün de gün ağarmadan uyandı. Acele ile elini yüzünü yıkadı. Abdest alır gibi keline doğru saçlarını ıslattı ve parmakları ile arkaya doğru düzeltti. Evinin biraz ilerisinde park ettiği otobüsüne doğru koşturdu. “Ya Allah ya bismillah” deyip aracına bindi. Kontağı hızla çevirdi. Motor bir seferde çalıştı. Mevsim bahar olduğu için motorun çalışmaması gibi bir sorun olamazdı. Ayağını debriyajdan çekmeden önce, dikiz aynasından mahcemaline bir kez daha baktı. Kendisi ile barışık olduğu için “vaziyetinin berkemal olmasının” uçarı kaçarı olamazdı. Konuşurken kekemeliğinin de engel olması umurunda değildi. Tehirli de olsa en sonunda meramını kafa göz yara yara anlatıyordu. Ne vardı yani insanlar da biraz sabretselerdi, dünya yıkılmazdı ya. Ama genel anlamda her hali ile zati alileri bizzat kendisi Kel Mısto’dan alabildiğine razı ve hoşnuttu.

Aracın hızla dönen tekerlekleri evini çoktan gerilerde bıraktı. Konutkent semtine doğru Eskişehir yoluna girdiğinde gruplar halinde öbek öbek serçe yol kenarında bulunan ağaçların yeşilin her tonunun hakim olduğu dallarına kondu. Kel Mısto otobüsünün büyük direksiyonunu hiç zorlanmadan çeviredururken bir yandan da hayranlıkla kuşlara bakakaldı. 

Havalar iyice ışımıştı. Kış aylarındaki hava kirliliğinin yerini çok daha temiz, teneffüs edilebilir bir havaya bırakmıştı. Araçlardan çıkan egzoz gazları her ne kadar kirlenmeye yol açsa da şimdilik çok da hissedilmeyecek bir yoğunluktaydı. Baharla birlikte Başkent Ankara şenlenmişti. İnsanlar yüzlerindeki somurtkan maskelerini fırlatıp atmışlardı. Kel Mısto aracına binen her müşterisini büyük bir güler yüzle buyur ediyor, yaşlı ve engelli yolculara yardımcı oluyordu. Bir saat sonra mesai başlayacaktı.

Kel Mısto’dan önce kardeşi Kuru Bilo işyerine çoktan vardı. Birazdan gelecek olan ağabeyi Kel Mısto ile birlikte kahvaltı yapmak için simit, poğaça, peynir ve zeytin aldı. Ocağın üzerine koyduğu çaydanlıktaki su kaynamaya başladı. Etrafı tatlı bir buhar kapladı. Kuru Bilo işlerinin seyrinden oldukça memnundu. Böyle giderse var olan dört araca birkaç tane daha katmak gerekiyordu. Bunun için de güvenilir iyi şoförlere ihtiyaçları olacaktı. İleriye dönük bu düşüncelerle ha geldi ha gelecek olan kardeşini beklemeye koyuldu. Demlenen çaydan bir bardak doldurdu ve höpürtü ile içtiği her çay yudumundan sonra da yaktığı sigarasından derin bir fırt çekip yoğun dumanı ciğerlerine boca etti.

Kuru Bilo servis işinin yanı sıra aynı zamanda üniversite öğrencisiydi ve başında onu bulutlarda kanatsız uçuran bir de sevdiceği vardı. Onu hayatta tutan tek şey yüreğindeki sevda idi. Bu konuda büyük pembemsi hayaller kuruyor ve her defasında da gülümsemelerle dalıp dalıp gidiyordu. Sevdiğine yeteri kadar zaman ayıramamak onu hayli üzse de her fırsatta iş yoğunluğunu biraz olsun geride bıraktığı zamanlar ona koşuyordu. Okulunu bitirecek, işlerini daha iyi yoluna koyacak ve en nihayetinde sevdiği ile dünya evine girip çoluk çocuğa karışacaktı. Velhasıl sevmek başka bir şeydi. Ona göre bu duygu anlatılamaz, ancak yaşanırdı. Yaşayan da hayatı kılcal damarlarına kadar hisseder ve dünyanın en mutlu canlısı olurdu.

Kel Mısto Konutkent’e aheste aheste yaklaşmak üzereyken yolda bir kalabalık ve karmaşa olduğunu gördü. Onlarca minibüs yol kenarına park etmiş ve şoförleri ileri geri volta atıyorlardı. Ne olup bittiğini anlayamadı. Tam onlara yaklaşınca en arkadaki minibüslerden ikisi Kel Mısto’nun otobüsünün önünde gelip durdular. Kel Mısto bir an büyük bir korkuya kapılmış olsa da olup biteni anlamak için aracından indi. Bir anda ellerinde sopalarla onlarca dolmuşçu Kel Mısto’nun üzerine yürüdü. Liderleri olacak iri yarı Dolmuşçu Şuayip hiç de ayıp olmuyor deyip üst üste Kel Mısto’yu yumruk yağmuruna tuttu. Dayak atma işinin ihalesini Şuayip almıştı.

Şuayip ani bir hamle ile pazılarını herkül misali şişirip Kel Mısto’yu boynundan havaya kaldırdı. Kel Mısto’nun ayakları boşlukta sallanıyor ve görünen o ki vaziyeti hiç de parlak değildi. Duyduğu acılar bir tarafa, boynundan tutulup kaldırılmaya daha fazla dayanamadı. Acı karışımı gıdıklanma korkunçtu. Son bir hamle ile ağzını açtı ve Şuayip’e yalvardı.

“Abiii… Kurban olum. Ne ooollluuurrr… Boynummmmmdaann tutma oordan çok gıgıgıdıklaannııyoooruummm.”

Dayak atan dolmuşçu bir anda kahkahalar atmaya başladı. Kendisini kaybetti, tutamadı ve kurbanı Kel Mısto’yu yere indirdi. Bir anda gülme krizine girdi. Eli ayağı gülmekten tutamaz oldu.  

“Git kardeşim git. Git işine. Ne biçim adamsın sen? Allah kahretsin ağız tadı ile adamı dövemiyoruz. Hayatımda bu kadar komik bir durum görmedim. Ben onu öldürüyorum, o boynundan gıdıklandığını söylüyor. Bela mıdır, nedir?”  Etrafına bakındı ve arkadaşlarına dönüp “hadi gidelim” anlamında baş ve işaret parmaklarını pala bıyıklarla kaplı ağzına götürüp ıslık çaldı.  

Ağabeyi Kel Mısto’nun geciktiğini gören, Kuru Bilo meraklansa da daha fazla beklemeye dayanamadan simitlerden birini koparıp peynir ve zeytinle yemeye koyuldu. Bir taraftan da merak ediyordu. Biraz sonra mutlaka çıkar gelirdi. Servise geç kalmasaydı. Suyu kaynamaktan iyice azalan çaydanlığa biraz daha ekledi. Çok geçmeden suyun kaynama sesi yeniden duyulur oldu. Mutfağı yeni buhar bulutları sardı. Camda hafif bir buğu oluştu. Kuru Bilo buğulu cama sevdiğinin adını yazdı. Yanına da büyük bir kalp çizimi iliştirdi.

Kel Mısto boylu boyunca daha sabah serinliğini koruyan asfalta uzandı yattı. Gökyüzü yeniden serçelerle doluştu. Yol kenarındaki ağaçlara konmaları ile telaşla cıvıldaşıp ne olup bittiğini anlamaya çalıştılar. İnsanların barbarlıklarına bir kez daha tanıklık ettiler. Yardım bile etmek istediler, lakin ellerinden bir şey gelmiyordu. Kel Mısto uzandığı yerde ağaç dallarına konan serçelere baktı. Boğazını gıdıklayan olmadığı halde serçelere kah sıcak ekmek gibi gülümsedi, kah yüksek sesle güldü. Paçayı kurtarmıştı. Lakin ona göre Şuayip çok ayıp etmişti.

 

Amsterdam, 6 Ocak 2021

 

 


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

KORKU

      KORKU   “Elimde değil Olric! Ne efendimiz? Elleri Olric elleri…”   Oğuz Atay - Tutunamayanlar   Fırtınalı bir denizin da...