4 Mayıs 2013 Cumartesi

BUGÜN 24 NİSAN, NEŞE DOLMUYOR İNSAN


  

BUGÜN 24 NİSAN, NEŞE DOLMUYOR İNSAN
         
Daǧlar piri Ararat'ın nazlı eteklerine bahar; var olan  bütün renklerin yelpazesi, cümbüşü ve tonlarıyla, pır pır eden minik bir serçe misali gelip, kor dudaklı genç bir kız güzelliǧindeki muhteşem yükseltiyi, incitmeden, yumuşacık kondu. Öyle ki birbirini kıskandıracak albenideki bin bir çeşit çiçek, kol kola girip, binlerce yıldır pek çok bu medeniyetler yorgunu toprakları, büyük bir direnç sergileyerek patır patır çatlatıp, soluǧu yeryüzünde aldılar. Dört bir yanı narin kelebekler ve her türlü börtü böcek sardı. Yazları dahi serin olan bu diyara,  bahar mevsimi; nisan ayının son günleri  olmasına raǧmen, daha bir acele ile gelince, “tabiat ana” milyonlarca yıl süregeldiǧi gibi, olanca maharetini gösterip,  o şaşkınlıkla, bu güzelim- maǧrur coǧrafyada yer alan yeryüzüne cömertçe bahşedilen bütün bitkileri, binlerce elin yordamı ile serpiştirerek, en usta ressamın dahi çizemeyeceǧi tablolarını bir çırpıda çizip, en nadide- mis amber kokularını da ekleyip, kutsal Aǧrı Daǧının eteklerinde sergiledi. Kuşlar, durmaksızın bir aǧaç dalından, diǧerine konarlarken, en güzel şarkılarını civildiyorlardı. Oldukça yukarılardaki başının, bir türlü kurtulamadıǧı duman ve çarşaf beyazı karı; nasırlı elleri ile hafif aralayan bu büyüleyici tabiat yükseltisi, göz kırpıp, gülümseyerek baharın bu güzelim sunumundan  olan, memnuniyetini belirtiyordu.
Yukarıda okuduğunuz bahar betimlemesi, benim anlatımımla, söylediklerimi bu satırlardan sonra kaleme alan kişiye ait. Bundan sonrası benim yüreǧimin olanca ezikliǧi ile aktaracaklarımın,  yazıya dönüşmesi olacak. Kesin bir yıl vermekte zorlanacaǧım ama, Aǧrı Daǧı’nın eteklerindeki yaklaşık yüz haneli köyümüzde, yüzlerce yıldır birlikte huzur ve barış ortamı içinde yaşadığımız Ermeni komşularımızın hunharca canlarına kıyıldıǧı yıl ben yaklaşık altmış yaşındaydım. Şimdilerde kullanılan yeni takvimi pek bilemiyorum. Doǧum tarihim, tevellüdüm bin iki yüz yetmişe tekabül ediyor. Bana bu Aǧrı Daǧı eteklerinde Seyfo Dayı derler. Kalem ve de kaǧıdını alıp, söyleyeceklerimi yazan  genç adam; senin de gördüǧün gibi iyice yaşlandım artık. Seksenli yaşları devirdiysem de, elden ayaktan düşmedim henüz. Saçlarım bütünü ile kar beyazı olsalar da, şuurum yerinde. Lakin yıllardır, beni yiyip bitiren, altından kalkılmaz bir utançla kıvranır dururum. Bu biçareliǧin utancı, bir şey yapamamış olmanın, içimi gün be gün kemirmesinin hicabı. Birilerine dilim döndüǧünce anlatıp, yazılı haliyle, daha sonraki kuşaklara, kör olası gözlerimin şahit oldukları, benim biçaresizliǧim aktarılabilse, bu arlanmanın getirmiş olduǧu yükten bir nebze de olsa kurtulurum, diye düşünüyorum.
Bahar mevsimi tam da yukarıda anlatıldıǧı gibiydi. Köyümüzde hiç tanımadıǧım adamlar dolaşıyor, evlere girip, çıkıyorlar , gizlice müslüman olanlarla konuşuyor ve sık sık Ermeni kardeşlerimizin evlerini işaret ediyorlardı. Komşu köylerde de çevrede bulunan gayri müslümlere saldırıların olduǧunu, pek çok insanın katledildiǧi söyleniyordu. Bizim köyümüzde böyle bir şey elbette olamazdı. Ama bu adamlar neler anlatıyorlardı, sakın aynı tezgahı burada da kurmaya çalışmasınlar. Kuşkularım iyice arttı. Oǧlum Mısto ile de hararetle konuştuklarını gördüm. Komşularımız Hasan, Kazım, Memo, Hüseyin, İbo, Mehmet Ali ve Sülo de telaşlı bir şekilde koşturuyorlardı. Ermeni komşularımız Bızdık* Nerses, tombulca ve neşe dolu, sürekli kıkır kıkır gülen karısı Tatuş, çocukları dünyalar güzeli Gumaç ve Jivan, pos bıyıklı Alek ve sarı bukleli karısı Rime, demirci ustası Nubar ve karısı Sosi, Zangoç Kevork, Deli Gabi ve diǧer hiristiyan köylülerimiz, adeta ölüm sessizliǧi ile  evlerine kapanmışlardı. Hepsinin kapılarını, tek tek hızla çalıp, hal ve hatırlarını sorup, neler olup bittiğini öǧrenmek istedim. Ama sahiplerinin coşkulu bir sevecenlik ve gülümsemeyle açtıǧı kapılar, yüzüme kapalı kaldı. Bütün yalvarmalarım ve ısrarlarım kar etmedi. Komşularımdan bir ses çıkmadı. Kirvem Tevos kapının ardından beni kovarken, karısı Mari, O’na;
“Seyfo Dayının ne suçu var?”  diye sertçe çıkıştı. Kızları Peruz, oǧulları Suren ve Ohan’ın kapının ardından aǧlama sesleri geliyordu. Benimle konuşmak istemedi.
“Artık ne akraba, ne de kirveyiz. İyi günler geride kaldı. Bir daha da kapımıza gelme.” diye, çok üzgün bir sesle baǧırdı. Boynu bükük Tevos’un kapısının önünde yıǧıldım kaldım.  Çocukların aǧlama sesleri hala geliyordu. Tevos onları yatıştırmaya çalışıyordu. Güneş bütün öǧle sıcaklıǧı ile üzerimdeydi. Evin etrafında kömür karası kargalar, çirkin sesleri ile gaklayıp, kah evin avlu duvarına, kah çatıya konuyorlardı. Onları kovmak için ellerimi sessizce havaya kaldırıp, salladım. Ama kargalar hiç oralı olmadılar. Bahçedeki elma ağacının bütün çiçeklerini yere döktüler. Büyük bir felaketin adımlarını duyuyordum. Bir şeyler yapmalıydım. Tevos ve Mari gözlerimin önüne geldi. Birbirlerini ne çok seviyorlardı. Onların aşkı bütün Aǧrı Daǧı eteklerinde bir efsane gibi anlatılırdı. Köy içinde zaman zaman el ele tutuşup, dolaşırlardı ki, bu bizim yöremizde pek uygun karşılanmazsa da, insanlar zamanla aşıklara gülümseyerek bakacak kadar, hoşgörülü hale geldiler. Bu tevazunun oluşması için az çabalamadım. Derken art arda bir birbirinden güzel üç tane çocukları oldu. Tevos’a ricada bulunup, torunum İsmet’in sünnetinde kirvemiz olmalarını istedim. Köyde büyük bir sünnet düǧünü yaptık. Tevos ve Mari düǧünden iki  gün önce Doǧu Beyazıt’a gidip, kocaman bir altın almışlar. At arabasını da pek çok yiyecek ile istifleme doldurup geldiler. Ailecek çok mahcup olmuştuk. Tevos;
“Seyfo Dayı, sen bizi kirveniz, akrabanız olma şerefi ile onurlandırdın. Benim yaptıǧımın lafı mı olur, bu bahşettiǧin şerefin karşısında." deyip, eǧilip hürmetle elimi öptü. Ardından şipşirin allı güllü elbisesi ile gelin kızım Mari salınarak gelip, saygıyla elimi öptü. Tevos’u iki defa öpmek yetmemişti.
“Gel Tevos, içimden geldi seni bir daha öpeyim.” diyerek çıkık elmacık kemiklerinin yer aldıǧı yüzünü şefkatle  avuçlarımın arasına alıp, iki defa daha öptüm. Mari eǧilip, gözlerimin içine bakarak;
“Barev** Seyfo Dayı. Hani Mari kirveni öpmek yok mu?“ diye sitem etti. Kirvemiz Mari geline de kollarımı açıp, sevgiyle sarıldım. Mari hemen Misto’nun karısı ile evde büyük bir temizliǧe girişti. Her tarafı kısa zamanda tertemiz yaptılar. Tevos hazırlıklar için koşturup, durdu. Evimizin avlusunda büyük bir şenlik oldu. Halayın başından Tevos ve Mari eksik olmadılar. Halaya ara verdiklerinde de, gelen misafirlere hizmet etmek üzere koşturup durdular. Mari büyük tepsilere  dizdiǧi nar kırmızısı şerbetleri, büyük bir gülümseme ile gelen misafirlere ikram ediyordu. Tencereler dolusu meşhur Ermeni yemeǧi “aylazan” hazırladı. Aman Allahım tadı hala damaǧımda. Ne kadar da çok yemiştim. Beǧendigimi görünce, düǧün sonrası, kapılarının önünde oturduǧum bugün, bir hafta öncesine kadar, aylazan yemeǧini yaptıǧında, benim payımı büyükçe kalayı ayna gibi parlayan bakır bir kapta getirip, hanımım Ayşe’ye verdi.
Komşularımız Tatuş, Nerses, Rime, Tigris ve diǧerleri de, hepsi el pençe karşımda durup, bir yardımlarının olup, olamayacaǧını soruyorlardı. Bütün komşularımız ile bir aile gibiydik. Onların bayramları bizim, bizim bayramlarımız da onlarındı. Yasımızda da, şenliǧimizde de ayrı gayrımız hiç yoktu. Bir hayli güzel, insanlık dolu yıllardı. Görünen o ki, insanlık hayatımızdan el etek çekeceǧe benziyordu. Ansızın ortaya çıkan bu garabeti anlamak mümkün deǧildi. Şaşılacak derecede beceri sahibi insanlardı. Hepsi birer zanaatkardı. Ellerinden gelmeyecek iş yoktu. Tahtayı ustalıkla oyar, demiri tam tavında döver, insanda hayranlık bırakarak, bütün nesnelere adeta can verip, anlam katarlardı. Bizim konuştuǧumuz Kürtçeyi ve aynı zamanda Türkçeyi çok güzel konuştukları halde, ne garip ki; bizler onlarca  yıldır birlikte yaşadıǧımız bu güzelim insanlardan, neden tek kelime Ermenice öğrenememiştik?     
Kargalar gaklamaları ile akşam karanlıǧını getirdi. Yarım saat daha bekledim. Karnım acıkmaya başlamıştı. Gitsem iyi olacaktı, Ansızın uzaktan garip seslerin geldiǧini duydum. Bütün köylü bir araya gelmişti. Ellerindeki meşalelerin aydınlıǧında tüfek namluları, satırlar, kazma ve baltalar ışıldıyordu. Guruplar halinde başlarında köyümüzde dolaşan o garip yabancılar vardı. “Allahu ekber” sesleri birbirine karışıyordu. “Kafirlere ölüm”diye  avazları çıktıǧı kadar baǧırıyorlardı. Ne yapacaǧımı şaşırdım. Oǧlum Mısto da aralarındaydı. Mısto’nun yer aldığı grup, Tevos’un evine doǧru hızla geldiler. Tevos’un çocuklarının aǧlama sesleri tekrar gelmeye başladı. Mari korku ile çıǧlıklar atıyordu. Pencereden meşaleleri görmüş olmalıydılar. Beklenen utanç anı gelmişti. Tevos’un kapısına geldim. Ellerimi açıp, kendimi siper etmeye çalıştım. Oǧlum olacak o deyyus beni görünce baǧırdı.
“Baba çekil oradan. Git o kafirlerin evinin önünden. Sakın bize engel olma.” diye baǧırıyordu. Başlarındaki yabancı da;
“Hucum... Ümmeti müslimin. Kafirlere ölüm. İslamiyet adına ileri. Kafirlere ölümmm. Allahu ekber... Allahu ekber...” diyerek gırtlaǧını yırtarcasına haykırıyordu. Engel olmak için ileri çıktım. Yalvardım yakardım. Mari’nin bahçesinde ektiǧi maydanoz, yeşil soǧan, domates fideleri, menekşe ve kasımpatı çiçeklerini ayakları ile çiǧnediler. Merdiven kenarında dizili tenekeler içindeki küpe, aǧlayan gelin, Arap sümbülü, cam güzeli, açelya ve aslanaǧzı çiçeklerini tek tek kökünden koparıp, bahçe dışına fırlattılar.
“Yapmayın, etmeyin, onlar bizim köylülerimiz, akrabalarımız, kirvelerimiz, hısımlarımız. Allah aşkına yaptıǧınız doğru deǧil. Bu insanlıǧa sıǧmaz. Bizim inancımıza saygı duyuyorlar. Bizler de onların inancına saygı duymalıyız. Bugüne deǧin bizlere iğne ucu kadar olsun, bir zararları olmadı. Yalvarırım yapmayın” diye yakarırken, beni tekme tokat yara bere içinde kenara attılar. Ardından Tevos’un o maharetli elleri ile oyarak işlediǧi tahta kapıyı kırdılar. İçeri daldılar. Kısa aralıklarla inlemeler halinde, önce Mari’nin, ardından, Tevos ve çocuklarının çıǧlıkları yüreǧime saplandı. Evden çıkan boyu devrilesi, olmaz olasıca, oǧlum demeye hicap duyduǧum Mısto en önce çıktı. Elindeki baltadan kanlar damlarken göz göze geldik. Kendimi toparlayıp, kalkamıyordum. Var gücümle kendisine doǧru, büyük bir tiksinti ile tükürdüm. Diǧer evlere doǧru acele ile gittiler. Sürünerek açık olan kapıdan girdim. Kirvelerim, akrabalarım, dostlarım, kardeşlerim kanlar içinde yatıyorlardı. Sürünmeye devam ederek, Tevos´a ulaştımKızıla çalan bıyıkları kana bulanmıştı. Az ileride Mari ve çocukları da kanlar içinde yatıyorlardı. Tevos’un cansız bedenine sarılıp, hıçkıra hıçkıra aǧladım, aǧladım. Ciǧerim alevlenip, yanmıştı. Bu nasıl bir vahşetti. İnanılır gibi deǧildi.
Onlara engel olamamıştım. Kirvemiz, akrabamız olmayı onur olarak gören, Tevos’un katledilmesinin önüne geçememiştim. Bu insanlık dışı katliamın önüne geçerek insanlarımızı, Kirvem, oǧlum, akrabam Tevos’un duyduǧu onura erdirememiştim. İnsanlarımız soysuzluǧa dört nala, koşar adım gitmişlerdi.
O vahşette altmış yaşlarındaydım. Cennetin cehenneme çevrildiǧi o günü aktarmaya çalıştıǧım şimdilerde seksenli yaşlardayım. O günden sonra hanımım Ayşe’yi alıp, ardıma bakmadan Doǧu Beyazıt’a taşındım. Kör olası, oǧmayası Mısto deyyusunun, katliamın ardından Tevos’un evine taşındıǧını duydum. O gün bugündür, kendisini ne gördüm, ne de tek kelime konuştum. Kendisine haber saldım. Ha bugün, ha yarın hakkın rahmetine kavuşurum. Mezarıma kesinlikle gelmesin. Gelirse, yattıǧım tabuttan kalkar, dirilir ve O’nu kendi ellerimle boǧarım. O’nu boǧamayan ellerimin yerine, babalık hakkım zehir-zıkkım, haram olup, boǧsun o deyyusu.
İkamet ettiǧim Doǧu Beyazıt’ta her 23 nisanda, çocukların şiirler ezberlediǧini, coşkuyla neşe ile dolduklarını heyecanla haykırdıklarını duyuyorum. Oysa ben deǧil 24 nisan, altında ezildiğim bu utançla geçen hiç bir günde neşe ile dolamıyorum.  Tabiatta yer edinen bütün canlıları sevmeme raǧmen, kargalara da artık sıcak bakamıyorum. Ah… İçim kan aǧlıyor. Gözlerimden fışkıran yaşam sevincimi; yüreǧimden, bedenimden, beynimden ve benliǧimden, o kahrolası günde söküp aldılar. Kalbimi acıtan bu ar duygusuyla, neşe dolamıyorum!

 Amsterdam, 24 Nisan 2012

*Ermenicede kısa boylu, bodur anlamanda.
 **Ermenicede merhaba anlamında.






13 Nisan 2013 Cumartesi

ESKİ RADYO



ESKİ RADYO    
         
         
       Bu ani esinti nereden geldi, bilemiyorum, ama balonlu bir cikletten çıkmadıǧına eminim. Aylardır bir eski radyo merakı bütün kolları ile sarmaş dolaş sarıp sarmaladı beni. Bu tutku rüyalarımı dahi gasp eder oldu. Oysa bilinen şarkılardan biri (hani şu balık etli ve de butlu bir şarkıcının seslendirdiǧi), bu merakımı gidermem konusunda yol gösterip, tüyo verse de, çok şükür, bende hasıl olan merakıma kapılmayı göze alıp, o daracık ve tehlikeli çatı katlarına tırmanacak kadar da azıtmadım daha. Ama aylardır gittiǧim her yerde, egoma mal olmuş; hayalimdeki transistörlü, sarı ışıklı ve güzel mobilyalı radyoyu bulma hevesimin, kaygımın ve isteǧimin önüne geçemiyorum. Gözlerim olur olmaz iliştikleri her alan ve ortamda, gönlümde taht kuran, eski radyoyu arayıp, duruyorlar. Belki de insan yaşlandıkça, eskiye raǧbet eder hale mi geliyor, diye de düşünmeden edemiyorum.
         Ne yazık ki, şimdiye deǧin gördüǧüm eski radyolar; ya istediǧim gibi deǧiller, ya da heves ettiǧim türe biraz yakın olsalar da, üzerlerine iliştirilen kırışık etiketlere yazılan kargacık-burgacık rakamlar, ederinin çok üzerinde. Bu demektir ki arz ve talep yüksek ve bu merak bir tek bana özgü deǧil. Şimdilik bir arayış içindeyim. Görünen o ki, daha beyhude olarak görmediǧim bu arayış, daha uzun süre devam edeceǧe de benziyor. Her tarafı kolaçan etmenin dışında yapılacak bir şey yok gibi.
         Merak saldıǧınız obje eski olunca, insan istemi dışında da olsa, geride bıraktıǧı uzun yıllara da her defasında dönüp, bakmadan edemiyor. On bir yaşından sonra, köyden “her bahtı karanın görmek istediǧi” büyük şehir – başkent Ankara’ya geldiǧımde, pilli radyolar yerlerini, elektrikli olanlara bırakmak zorunda kaldılar. Tam o yıl, devlet büyüklerimizin iyi tarafına gelmiş olacak ki, yaşlı babalarının ceplerindeki paraları döküp, saçarak köye hizmet babında elektrik konforunu sunmuşlardı. Hızla dönen devranla birlikte, gerilere dönüp, bu şimdilerin bir yandan antik olmaya yüz tutan, nostaljik radyolarına merak salacaǧımı tasavvur etmem, o zamanlar elbette zordu.
         Büyük şehrin getireceǧi sorunların küçük olacaǧı beklentisi haliyle yanılgıydı. Hele de ilkokula başladıǧın güne kadar bir kaç kelime Türkçe biliyor ve bu dili o yaştan sonra öǧrenip, bu büyük metropole geliyorsan, işin ta başından, yabancısı olduǧun bu hayata 2-0 yenik başlıyorsun demektir. Aǧır sayılabilecek bir Kürt aksanı ile yer alma uǧraşısında olduǧun toplum, hoş görünün istenen yakınlıǧında olmayınca, yaşam senin için daha da güçleştiǧi gibi, çoǧu zaman da alay konusu olmaktan kendini kurtaramıyorsun. Kürt kökenli bir çocuk olmak, söz konusu olan, o yıllarda dünyanın en onur kırıcı ve mahcup edici bir zaman birimi idi ki, bu günümüze deǧin de böyle süregeldi.
         Okul sıralarında teneffüs zili çalıp, kendini bahçeye attıǧı an, Kürt kökenli çocuk sınıf arkadaşlarının en büyük maskarasına dönüşürdü. Etrafını hemen onlarca öǧrenci sarar, merakla onların da müslüman olup, olmadıǧı, Kur’ana ve Hz. Muhammed’e inanıp inanmadıǧınızı soranlar olduǧu gibi, ardınızda pantolon içine sakladıǧınıza inandıkları kuyruǧunuzun uzunluǧunu merak edip, soracak kadar ileri gidenlerle karşılaşmamak da olası deǧildi. Onlar gibi konuşamamak çok üzüntü verirken, arkadaşlarının Türkçe konuşma esnasında, aǧızlarını ne kadar açtıklarına, dillerini nasıl oynatıp, ön dişlerine ne denli bastırdıklarına dikkat etsen de, nafile. Deǧişen pek bir şey olmaz. “Mişli geçmiş zamanı” en güzel Kürt çocukları kullanır. Onlar “Şimdiki, gelecek, geniş ve geçmişte devam eden” gibi karmaşık zamanlara yabancıdır. On yıl sonra yapılacak bir eylemi dahi, tek sermayeleri olan, meşhur  “mişli geçmiş zamanla” anlatılmaya çalışırlar. Bu aksan aǧırlıǧının getirdiǧi  ezikliǧi, o zaman için hissettiǧin utancı, aşaǧılanmayı ve ötekilenmeyi; son zamanlarda benim için bir tutku haline gelen eski bir radyo gibi, alıp bir taraflara veya olmadı, çatı katına kaldıramazsın. O aǧır aksan her daim bir gölge misali seninle birliktedir. Belki de diline Japon yapıştırıcıları ile yapıştırılmıştır, diye düşünmeden edemezsin. Neden söküp atamıyorum diye hayıflanıp durmanın bir getirisi olmaz. Yüreǧindeki kırıklıkları, ancak çocuk olarak seninle aynı konumda olan ve gayri insani küçümsemelere maruz kalan başka küçük bir insan anlayabilir. Başkaları tarafından kurulacak empati hissi biraz uzakçadır.  
         Her defasında dokunaklı yüreǧini hiçe sayıp, görmezlikten gelen, seni alaya almak isteyen arkadaşların, ne zaman ki etrafına üşüştüklerini gördüǧün zaman, hayalindeki “horozlu şeker” ansızın elinden kayıp, yerlere düşer gibi olur. Yerden almaya yeltensen de, o şeker artık, kuma, kire, utanca, ezikliǧe, mahcubiyete, ötekileştirilmeye ve aşaǧılanmaya bulanmıştır. Oysa şairin dediǧi gibi deǧil midir, insani yaşam:
"Hangi çiçek diğerini sarı açtı diye ayıplar
Hangi kuş farklı ötünce diğerine yasak koyar

                                      Şerafettin Taş" 
           Yaş kemale erip, ellili yıların üstünü, acelesi varmış gibi hızla ve büyük bir kıvraklıkla tırmanırken, bütün Kürt çocuklarının yaşadıǧı duygular olan, bu nahoş hisleri ne denli eski bir radyo misali alıp, kendi nezdimde bir yerlere kaldırabildim bilemiyorum. Gönül ister ki; sadece Kürt çocuklarının deǧil, bütün gezegenimizin ve varsa diǧer gezegenlerdeki çocukların horozlu şekerleri utanç, eziklik, mahcubiyet, ötekileştirme ve aşaǧılamanın kumuna, kirine, pasına düşmesin ve buna göz yummayalım. Dünyanın en masum beşerleri olan çocuklar, bu altından kalkamayacakları, kişiliǧini kemiren ve hayata tutunmak adına var olması istenilen özgüvenlerini derinden sarsan, masum kalplerinde onulmaz yaralar açan travmalara maruz kalmamalarıdır. Buna hiç kimselerin hakkı olmasa gerek. Aǧır da olsa kene misali yapışan aksanımızı da artık, eski radyolar misali bir yerlere saklama uǧraşısı içine girmemizin de bir anlamı yok. Bulabilirsek güzelim nostaljik radyolarımızı alıp, evimizin baş köşesinde bir yer ayırıp, üzerine bir de baş tacımız annelerimizin, el işi göz nuru bir dantel örgüsünü kondurmaya ne dersiniz. Radyonuzun düǧmesini açtıysanız, şarkıyı duyuyor olmalısınız.
Çok geç kalmışız canım,
Vakit bu vakit deǧil.
Eski radyolar gibi,
Çatıya saklanmış aşk.”
 Biraz arabesk koksa da, güzel bir şarkı. Ardından bir jazz kanalına yönelip, işte bu deyip, hep yarım kalan horozlu şekerlerimizi yemeye devam ederek, o muhteşem melodilere kulak verelim.
Fugees’den “Killing me softly with his song” ve ardından Nina Simone: “I put a spell on you.” Radyonuz hayırlı olsun, güzel melodilerle yüzünüz hep gülsün, horozlu şekeriniz hiç düşmesin-bitmesin. İyi dinlemeler.

Amsterdam, 13 Nisan 2013


7 Nisan 2013 Pazar

BİTLİ SEYYAH


 BİTLİ SEYYAH

Diyarbakır – Hançepek (Gavur Mahallesi)
         Mevsim bahardı, yani sevdiǧimdi. Güneş göz kamaştırıcı renkliliǧi ile insanlığın yağmur misali serpiştirildiği yeryüzünü, apaydınlık ve sıcacık ışınlarına boğuyordu. Ağaçlar doludizgin, hummalı bir yeşerme ve çiçeklenme yarışı içindeydiler. Her biri ayrı bir güzellikteki bin bir kuşun, telaşla kanat çırpıp konduğu aǧaç dalları, tüm haşmetiyle, sevgili güzelliğindeki mevsimler mevsimini, binlerce kolunu  arşa kadar derin bir özlemle açarak, huşu ile karşılıyordu.
         Bana gelince, kurbaǧa yeşili elbiseler içinde kaybolmuş, baharın ve sunduǧu onca güzelliǧin uzaǧında ve bahardan bihaber, acemi bir askerdim. Bu ince uzun, oldukça zahmetli ve sıkıntılı yolun henüz başlarındaydım. Akşamdan akşama yatmaya gittiğim, ranzalarla tıka basa dolu askeri koğuşu en az elli kişi ile paylaşıyordum. O gece de, geç saatlere kadar yoğun askeri faaliyetlerin ardından, yorgun argın, her yanıma şerbetli bir bal kovanına üşüşen arılar misali, bedenime olan saldırılarına dur durak vermeyen bitlerin, tüm vücudumda oluşturduǧu kaşıntıdan dolayı ellerimi, iki karpuzu sığdırma becerisine bir türlü erişemediğim, koltuk altlarıma ve pek de iri olmayan, mütevazi bedenimin dört bir yanına götürüyordum. Var gücümle sağlı sollu her yanımı, derimi adeta soyarcasına kaşımaya çalışıyordum. "Hart hurt" seslerinin birbirine karışarak kaşıdığım koltuk altlarım, tarifsiz bir şekilde daha çok kaşınıyor, ellerimi yelpaze gibi aşağı yukarı hareket ettirerek, bu önüne geçilmeyen ve süregelen alışkanlık ve vücudumdaki iǧrenç, istenmeyen misafirlerden dolayı, çiçek desenli ipek kumaşından ar perdemi de zaten yırtmıştım. Çekincesiz bütün vücudumu, acınacak şekilde büyük bir hışımla tırnaklıyordum. Elimi her defasında, bir yerlerime daldırışımda, içimi allak bullak eden bir tiksinti kaplıyor, kendimden, tüm bedenimden alabildiğine biçare bir şekilde iğreniyordum.
         Deǧil temizlik için, kana kana içilecek bir bardak içme suyunun dahi yokluğu hat safhadaydı. Ne kadar temiz ve titiz olursanız olun, en az elli insanın bütün  versiyonlarıyla  horlamalar ve yellenmeler eşliğinde uyuyup, bir nebze de olsa dinlenmeye çalıştığı koğuşlarda, söylentiye göre de; icra ettiğimiz askerlik branşında tank olarak, ironi ile adlandırılan bir bitin, Marco Polo’yu dahi sollayacak bir performansla , bir gecede kırk tane kıçı seyri sefer eylediği de göz önünde bulundurulduğunda, yapabileceğiniz hiç bir şeyin olmadığı, suratınıza bir şamar gibi çarpıyordu.
         O sabah oldukça erken uyandım. Pır pır eden yüreǧimi, göǧüs kafesime sıǧdırmakta hayli zorlanıyordum. Günlerdir bekleyedurduǧum an, en nihayetinde gelip çatmıştı. Bütün askerler, omuzları yıldız yüklü üstlerinden izin koparıp, hasretlik gidermek, özlem duyduklarına vefa borçlarını ödemek üzere; memleketlerine, yarine, yarenine, akrabalarına, kardeşlerine, anne ve babalarına gidiyorlardı. Geldiǧim diyarda, hiç kimsem yokmuş gibi, aldıǧım bir aylık izini, memleketin bu çok merak ettiǧım kesimini gezip, tanımak için kullanacaktım.
         Güzergahım, dünyaya açılan “Doğu, şen olduğu söylenen Mardin ve Yeni Kapılarla , onlarca türküye konu olan, namı diyar Diyaribekir’le başlayacaktı. Önce şehrin hamamına gidip, bir güzel yıkandım. Bitlerle dolu elbiselerimi yıkanması için kuru temizlemeye vererek,  izin sonrasında almak üzere yola koyuldum.
         Şehrin hemen girişindeki otobüs garajı tam anlamı ile ana baba günüydü. Yolcular pür telaş, itişme ve kakışma ile birbirlerine çarparak solluyor, ellerindeki valizleri, çuvalları yerlerde sürüklerken, önüne gelenin ayağına hiç istiflerini bozmadan vuruyor, bir kaç metre ileride bulunan gişeye ulaşmaya çalışıyorlardı. Yük olarak sadece küçük bir çantam vardı. Çantamı sırtıma vurup, bitlerimden arınmış olarak kaşıntısız bir halde, bilet almak üzere sıranın bana gelmesini bekliyordum. Uzunca bir zaman sonra, Petrol Turizm’in eski model otobüslerinden birinin arka koltuklarına kapağı atıp, ver elini sevgili Diyarbekir dedim. Her şey alabildiğine tuhaftı. Ben sivil elbiselerimle halkın içinde yer aldığım gibi, ne bir kaşıntı ne de bedenimde habire gezinen istenmeyen misafirlerim vardı. Dağları, tepeleri, ovaları ve güzel bir kadın boynuna asılan inci bir kolye gibi yılankavi bir kıvrımla durup dinlenmeden habire coşkuyla çağıldayan Dicle nehrini aşıp, büyük bir merakla bir an önce görmek istediğim Diyarbakır’a, devasa bir karpuz maketini gerilerde bırakarak geldik. Kendimi apansız haşmetli bir yükseklikte olan, tarihin abideleri olan Diyarbakır surlarının gölgesinde buldum. Surlar adeta karşılıklı olarak birbirlerine “eey tarih” diye bağrışıyorlardı.
         Etrafı bir güzel kolaçan ettikten sonra, o “kuçe” senin bu kuçe benim diyerek olabildiğince yeri kısa zamanda gezip, dolaşmaya çalıştım. Tarihe tanıklık eden surların gölgesinde yükselen beton yıǧını  yüksek binalar, yüzlerce yıllık sarp burçlara bakıp, yarattıkları görüntü kirliliǧinden hicap ediyorlardı. Dillere destan Diyarbakır surları ve kalesi. Ve Ahmet Arif:
“Varamaz elim
Ayvasına, narına can dayanamazken,
Kırar boynumu yürürüm.
Kurdun, kuşun bileceği hal değil,
Sormayın hiç
Laaaaal...
Kara ferman çıkadursun yollara,
Yarin bahçesi tarumar,
Kan eder perçem

Olancası bir tutam can,
Kadasına, belasına sunduğum,
Ben öleydim 
loooy...
Elim boş,
Ayağım pusu.
Bir ben bileceğim oysa
Ne afat sevdim.
Bir de ağzı var dili yok
Diyarbekir Kalesi...”
Yüreǧimde muhteşem  mısraların, lirik güzelliǧinin daha bir arttıǧı ve bir o kadar da anlam kazandıǧı dizelerin getirisi hoş duygular ile şehri adımlayadurdum. Gezip, görülecek çok yer vardı. Güzel görünümlü bir lokantaya dalıp, Diyarbakır’ın meşhur  “çakıl ekmeğini”  yemeǧe bandıra bandıra, tadını çıkararak yedim. Bir şey dokunmuş olacak ki, her beş dakikada bir tuvalete gidecek kadar ishal olunca, zamanımın büyük bir kısmını ne yazık ki, Diyarbakır tuvaletleri arasında mekik dokumakla geçirdim. Selahattin Eyyubi Pasajına henüz adımımı atmıştım ki, aceleyle tuvaletin yolunu tutmak zorunda kaldım. Derken üst üste dört beş kez ziyaret ettiğim tuvaletin, geniş holünün arka duvarına Yılmaz Güney’in büyükçe bir posterini gururla asmış olan gence:
“Keko bu böyle olmayacak, iyisi mi ben buradan bir kaç saatliğine çıkmayayım. Zaten gidip gelerek, tüm harçlığımı da bu yolda harcayacağım. Gel istersen seninle anlaşalım, her seferinde üç yüz bin lira vereceğime, gel bu işi götürü işi yapalım ve sana topluca bir para verip, hiç değilse bir saat kalayım.”
Ağıt filminden alınan posterinde boynu bükük olan Yılmaz Güney gibi, O da aynı yönde paralel bir şekilde boynunu bükünce, karşımda iki eǧik kafa görür oldum. Bu teklifimin ardından tuvalet görevlisi genç yerinden kalkıp, bükük boynunu düzelterek, tezgahından biraz daha öne çıkarak:
“Yok abey, biz o zaman zarar ederiz” deyince gülmekten kendimi alamadım. Gence ve postere sevgi ile bakıp, biraz önceki bükük boyunları göz önünde bulundurarak, kabul ettim. Uzun bir süre bu pasajda kaldıktan sonra, kendimi pek iyi hissetmesem de, en yakın tuvaletleri gözüme kestire kestire Diyarbakır’ın sokaklarına kona göçe tekrar daldım. Sur boyunca uzayıp giden kahvelere dalıp, gözlerimle habire meşhur Diyarbakır  “qırıxlarını” aradım. Ömürlerinin yarısı kahvehanelerde, yarısı da hücrelerde geçen, karakolu bir nevi kahvehaneleri, kelepçeyi ise kol saatleri olarak gören qırıxlar  Diyarbakır’ın vazgeçilmez bir parçasıydı. Bu kahvehaneleri dolduran qırıxlar, sivri burunlu yumurta topuklu ayakkabılarının topuklarına basarak, ceketlerini omuzlarına atmış bir şekilde, sandalyelere Nasrettin Hoca’nın eşeğe ters oturması gibi onlar da  ters oturup, büyükçe bir halka oluşturarak, yüksek kahkahalar eşliğinde, bir yandan da ellerindeki Erzurum oltu taşı, Galatasaray ve Diyarbakırspor renklerini içeren tespihlerini ustaca bir beceri ile yukarı doğru sallayıp:
“Ne belledin bıre min, hadi yürü, anca gidersin.”
“Yok ya, bize de mı lolo ula qeşmer, ula kevaşe”
“Bana bak, qılo pılo yapma. Tamam mi?”
         Daha sonra sıra sıra tarihi  Hüsrev Paşa, İskender Paşa, Lala Bey, Fatih Paşa ve on birinci yüzyıldan günümüze kadar ayakta kalmakta direnen Ulu Cami. Yer yer kimi harabeye dönüşen, Diyarbakır insanının hoş görüsünün sembolü olan; Mar PityanTiny ve şu an harebe olan Ermeni Kilisesi. Hançepek veya diǧer adıyla Gavur Mahallesi. Eyvanlı evleri, hanları ve hamamları, onlarca dilin bir zamanlar birbirine karıştığı kuçeleri, bağları ve bahçeleri ile ayaklar altına serilen tarih diyarı Diyarbakır. Binlerce insanın gelip oturup Diyarbakır’a özgü karpuz çekirdeklerinin üst üste büyük bir ustalıkla çitletilip yendiği, ailelerin bir araya gelip piknik yaptıkları koskoca Koşu Yolu Parkı. Tüm fakirliği ile eskiden Gavur Mahallesi’de denilen Ermenilerin bugün ne yazık ki terk  etmek zorunda kaldıkları ve yüzlerce yıl barış içinde yaşadıkları nami diyar büyükçe bir müzeyi andıran Hançepek.
         Diyarbakır’a vardığımda, buranın oldukça karmaşık bir hava içinde olduğunu gördüm. Telaşlı insanlar, fakirlik, seyyar satıcıların yoğunluğu, keşmekeş olan trafik insanda hemen bıtkınlık yaratıyordu. Biraz oyalandıktan sonra,  sırasıyla Batman, Kurtalan, Baykan, Adilcevaz, Ahlat, Bitlis, Gevaş, Van, Erciş, Patnos, Tutak, Hamur, Ağrı ve son nokta Doğubeyazıt. Bu inci gerdanlığının her tanesinde durup, bir veya iki gün kalarak, her yerin güzelliğini sindirerek, yüreǧimdeki yerlerini kalıcı hale getirdim. Ağrı dağının görkemine, güzelliğine, ulaşılmazlığına vurulup, kendini kaybetmemek elde değildi. Bu daǧda, anlaşılamayan, anlatılamayan bir müthişlik ve apayrı başkalık vardı. Zirvesinde barındırdıǧı karlarla, süt beyazı gelinliǧi ile nazlı, cilveli, işveli ve güzeller güzeli bir gelini andırıyordu. Lakin ortada damat yoktu ve bu güzelliǧe aday olabilecek kimsecikleri bulmak olanaksız gibiydi. Dağın yamacında genişçe bir ovaya kurulmuş olan, Doǧu Beyazit’ta  görülmeye oldukça değerdi. Kaldığım üç gün boyunca saatlerce Ağrı Dağı’nın o eşsiz ihtişamına dalıp, rahatladım ve suk büyük bir huzur duydum.
         Elbette Van, Bitlis ve inci gerdanlığın diğer parçaları da göz kamaştırıcıydı. Tüm bu diyarları ağaçlara kazınan, oklu kalpler, isimler gibi yüreğime kazıyarak dönüş yolculuğuna koyuldum. Seyahatim sona ermişti. Yola çıkarken aldığım küçük çantamı tekrar koluma takarak, kuru temizleme dükkanın yolunu tutup, bitlerden arındırılmış olan elbiselerimi alıp, tekrar askeri kışlanın yolunu tuttum. Yüreğimdeki burukluğu ve mutluluğu birbirleri ile barıştırmaya çalışarak, en az altı yedi yüz kişinin birden yemek yediği yemekhaneye daldım. Arkadaşlarımın bulunduğu masalardan birinde şaşkın bakışlar altında, yerimi aldım. Arkadaşlarımın hepsi tek tek gelerek, hal hatır soruyorlar, seyahatimi merak ediyorlardı. Kendimi çok iyi hissediyor ve de tek kelime ile “HARİKA” diyordum. Yolun uzunluğu ve yorucu olması ve yolda yemek molasının uzun süre verilmemesinden olsa gerek, çok acıktıǧımı hissettim. Sonuçta karavana gelip, bizim masaya da yemek dağıtmaya başladılar. Şansıma yemekler de oldukça güzel görünüyorlardı. Tabağımı önüme çekip, üst üste bir kaç kaşık alırken, bir taraftan da bir şeyler anlatan arkadaşımı, başım eğik dinliyordum. Tam da muzip bir şey anlatmaya başlamıştı ki, arkadaşıma doğru başımı kaldırıp, yüzüne bakmamla, gözlerimi anında büyük bir iǧrenti ile çevirmem bir oldu. Aman tanrım ne göreyim, gülerek anlatmaya devam eden arkadaşımın yanağından yukarılara doğru seyri sefer eyleyen ve emdiği kanla iyice semirip, kırmızımsı bir görünüm alan bir biti görünce, neye uǧradıǧımı şaşırdım. Midem allak bullak oldu. İstifra etmemek için kendimi zor tutup, arkadaşlarıma çaktırmadan, özür dileyerek, koǧuşların yakınındaki çay ocağının yolunu tuttum.
         Öyle ya, ben seyahatımı sona erdirip dönmüşken, seyahat sırası bu kez kıçtan başlayıp, kellede sona erdirecek olan bir bitteydi.

Amsterdam, 21Haziran 2006                                         



31 Mart 2013 Pazar

AT PAZARI




AT PAZARI

Bahar bulaştı ya hayata, ağaca, suya,
içimde öyle bir seyahat kımıldıyor ki, diren direnebilirsen.
Yüreğim bavulunu toplamış çoktan;
ruhum sırtlamış çantasını.
"Uzaklar" çekiyor...


 Can Dündar


               


Geniş ve yaygın kaşları, hafiften yassı burnu, aromalı-köpüklü bir kahve tonundaki kısık gözlerinin yer aldıǧı, çehresine baktıǧınız zaman, bu yüzün gayri ihtiyari ortaya çıkardıǧı, farklı sevimliliǧinin hissine, çok geçmeden hemen kapılırsınız. Yetmiş beşli yaşlarda İç Anadolu’lu tipik bir Kürt kadını olan bu insan, Kürtçede Zewe adıyla, dünyadaki yerini büyük bir  mütevazilikle alır. Sayısız hastalık örgütlenip, bu kadının kilolu bedeninde dayanılmaz rahatsızlıklar yaratıp, huzurunu yok etmek gayesi ile ellerinden geleni, acımasızca yapmaktan geri kalmıyorlar. En çok da dizlerindeki dayanılmaz aǧrılar, O’nu, per perişan etmeye yetip, artık yürüyemez hale getirdiler.
Aynı eylemlerini Heyderi Hecike‘nin uzun boylu, seksenli yaşlardaki ve hala filinta gibi bedeninde de, sürdüren hastalık denilen ne idüǧü belirsiz illet rahatsızlıklar, karşı tarafın savunma güçlerine, her defasında yenik düşüyorlar. Rakipleri Heyderi Hecike‘nin çatık kaşlarından, hala güçlü olan ellerinden, saǧlam bilincinden, beyninin aldıǧı yerinde, stratejik ve bir o kadar da mantıklı olan kararlarından, oldukça çekiniyorlar.  
Heyderi Hecike; 80'li yaşlarda kendince ulu bir çınar. Yıllar yılı, şeker hastalıǧından muzdarip. Yine de yaşama son derece baǧlı bir insan. Sofokles
"Yaşamayı bir yaşlı kadar kimse sevemez" der. O da hayatı seviyor ve olabildiǧince, dolu dolu yaşıyor. Bunu bedeninde yer alan pek çok mayınlı bölgeyi aşmak isteyen hastalık teröristlerine raǧmen başarıyor. Bu terörist gruplardan biri bütün direnmeye karşın, engelleri aşıp, Heyderi Hecike’nin bedenindeki sarp daǧlarda ve uçurumlar halindeki yar ve derelerde mevzilenip, yer edindiler. İşin garip olan tarafı da, bu grup terörist bölücünün kendisini “şeker“ olarak adlandırması. Bu ayrılıkçılar kendilerini böylesine tatlı, ballı, pekmezli ve kaymaklı adlandırsalar da, aslında zehir zıkkımdan gayri deǧiller. Asıl şeker gibi olan Heyderi Hecike desem, inanının bu ihtiyar delikanlıyı çok övmüş olmam, ki siz de görüp tanısanız, ne kadar mütevazı bir açıklama yaptıǧıma hemen hak verirsiniz.
Dört gözle diyeceǧim ama deǧil. Zewe, “katarakt“ adlı bir terörist grubun saldırısının ardından, bir gözü görme yetisini yitirdiǧinden, toplam üç gözle beklediler ve Hollanda’da yaşayan, canlarının yongası - hayırsız oǧullarının gelmeyeceklerini idrak edip, topladıkları kilolarca cephanelik ilacı siyah bir çantaya doldurdular. Gidecekleri yerde onca insan vardı. Onlara da “karınca kararınca” da olsa, biraz kuru yemiş almak gerekiyordu. Bu nedenle  Ankara Kalesi‘nin içindeki At Pazarı’nın yolunu tuttular.
Pazarda kıyasıya pazarlıklar yapılıyor, müşteriler kuru yemişlerin tazeliǧini kontrol etmek için, ellerini yan yana dizili, istiflemesine dolu torbalara daldırıp, aǧızlarına götürüyorlardı. Başkentin en yükseklerinde bulunan bu kale, iç  ve dış kale olarak iki kısımdan oluşuyordu. Hititler tarafından yapıldıǧı söylenen kale, beş köşeli kırk iki kule ile bir çok tarihi Ankara evini ve pazara gelen Heyderi Hecike ve Zewe’yi de kucaklıyordu. Heyderi Hecike’nin gözlerinin merakla süzdüǧü bir çok tarihi bina turistik, modern restauranta dönüştürülmüş ve her gece “Ankara’nın baǧları” adlı benzeri kıvrak müzikler eşliǧinde, ince belli dilberlerin ve etraflarında pervane gibi dönen, çıt kırıldım beylerin Ankara havalarını, oynandıǧı mekanlar haline gelmişlerdi. Heyderi Hecike ve Zewe defalarca bu diyara geldikleri halde bu tarihi kalenin geçmişi, kendileri için hiç bir zaman merak konusu olmamıştı. Onlar sadece burada satılan kuru yemişler ile ilgiliydiler.
Pazarda sürekli müşterisi oldukları Fatik Hanımı çok dolanmadan buldular. Fatik onları oldukça bir güler yüzle karşılayıp, buyur etti. Yanaǧı çifte benli, biçimli burnu, derin çifte gamzeleri, uzun dalgalı saçlarına bugüne deǧin kimselerin kızıl güller takmadıǧı - allı güllü fistanı ile tezgahının ardında salınan Fatik Hanım adeta yerinde duramıyordu. Tezgahının ardında dans eder gibiydi. Hiç bir terörist grubun saldırısına uǧramayan, kıvır kıvır hareket halıindeki bu kadının keyfine diyecek yoktu. Pazarcık'tan Ankara'ya göç etmişler, liseden sonra okumaya devam edemeyince de, genç yaşta evlenmişti.   
Fatik akşam marketten ve manavdan iyi bir alış veriş yaptı. Kendisini evine atar atmaz, önce beş yaşındaki maviş gözlü oǧlu Bora’yı ve sekiz yaşındaki lüle saçlı kızı  Berna’yı bir güzel öptü. Ardından da burma bıyıklı kocası Selim’i güzelce kucaklayıp, bir an için de olsa kucaklayıp, belini kırdırırcasına sıktırdı. Güzel burnunu sevdiǧinin boynuna dayayıp, kokusunu uzun uzadıya içine çekti. Yemek yapmak için mutfaǧın yolunu tuttu. Çarçabuk, yüreǧindeki bütün sevgiyi cömertçe yaptıǧı yemeklere katarak, sofrayı donattı. Yemek sonrasında çocuklarını yatırıp, kocasının burma bıyıklarını da bütün bedeninde bir seyri sefere de çıkartırsa, bu dünyada ondan daha iyisi olmayacaktı, ki düşlediǧini de gerçekleştirdi.  Lavanta kokulu, kar beyazı çarşafların içinde, dakikalarca kıvrandı. Lime lime olan bedeninin her milimlik karesinde, büyük bir rahatlık ve gevşeme hissetti. Gözleri dalgalı saçlarının daha da dalgalandıǧı, duyduǧu hazdan dönen başı ile birlikte, yanında soluk soluǧa kalan, gözleri tavana dikili kocasına doǧru kaydı. Teşekkür mahiyetinde; terlenen sağ elini, kocası Selim'in göğsündeki kılların arasında dolandırdı. Her ikisi de mutluydu. Pazar yerinde, açık havada yaşadıǧı olanca stresi ve elektriklenmeyi bir çırpıda sıfırlayıp, tatlı bir yorgunluǧun beraberinde üzerinden attı. Kendisini kanatlanmış gibi hissetti. Üzerinden büyük bir aǧırlık kalktı.
Fatik’in sıfırlanan elektriǧi, Hayderi Hecike’yi şanslı kılıp, cüzdanından daha az paranın çıkmasına ortam oluşturdu. Giriştikleri sıkı pazarlıkta, Fatik hiç direnmedi, umurunda bile deǧildi. Fiziksel olarak orada olsa da, O’nun aklı, hala kocası ile aǧız tadı ile geçirdiǧi güzelim gecedeydi. Dünya alabildiǧine toz pembe ve herkesin elinde birer cımbız ve ayna vardı. Heyderi Hecike pazarlık için onun elini sallarken, o bedeninde hala kocasının burma bıyıklarının dolaştıǧı hissine kapılıyor ve gıdıklanır gibi oluyordu.
“Ayy… Haydar Bey ne diyorsanız o olsun, sizi mi kıracaǧım.“ deyip, kilolarca kuru yemişi torbalara doldurdu. Zewe olup, bitene şaşkınlıkla bakarken, O da yapılan pazarlıktan memnun gözüküyordu.
Heyder ve Zewe "ha babam deyip", ilaç ve kuru yemiş bavullarını sırtladıkları gibi; soluǧu, kapısını tıklatarak, “soǧuk yüzlü, kapanmak nedir bilmeyen, el kapısı” Hollanda’da aldılar. Yıllardır içlerini kemiren özlem bir anda daǧıliverdi. Hasretliǧini çektikleri ile uzun uzun kucaklaşıp, doyasıya gözlerinin derinliklerine baktılar. Zaten kısa bir süreliǧine gelmişlerdi. Bu uzun olmayan zaman birimi de, nasıl olsa  göz açıp kapayıncaya dek geçecekti. Havalar soǧuk ta olsa, Zewe bindirildiǧi tekerlekli sandalyede, Heyderi Hecike giydiǧi kalın paltosu ile delikanlılar gibi dolaşıp, geldikleri ve bu şaşılacak derecede yabancısı oldukları diyarı gezdiler.
En güzeli de Amsterdam yakınlarındaki Vollendam adlı, bir balıkçı köyüydü. Burası Zewe’nin çok hoşuna gitti. Çarşıda kuytuluklara yerleştirdikleri bronz heykellere bayıldı. Vollendam’li balıkçı Kadınla resim çektirirken, aklından bulutlar halinde pek çok düşünce gelip, geçti. Onlarca yıl önce, birileri çıkıp:
“Zewe Hanım sen tekerlekli sandalye ile ve Heyder Bey siz hasta da olsanız, yine de maşallah dimdik ayakta, takım elbisenizle, seksen yaşlarında bir delikanlı olarak; gün gelecek ve sizler Hollanda’da bulunan, Vollendam adlı bir balıkçı köyüne gideceksiniz. Bu köyde adını, sanını, dilini, öyküsünü bilmediǧiniz tipik folklorik giysileri içindeki sarı bukleli bir köylü kadının, bronz heykelinin yanı başına oturup, resim karelerinde çocuklarınız ile buruk da olsa, gülümseyerek yer alacaksınız. " deselerdi, elbette inanmazlardı. 
Zewe düşüncelerini onaylamak gayesi ile oturduǧu tekerlekli sandalyede başını salladı.
 Elbette inanmazdım. Deǧil kırk yıl boyunca, hani yüz yıllık ömrüm de olsa ve düşünsem aklıma gelmezdi. Yüz yıllık ömür mü dedim. Evet ne yalan söyleyeyim o da fena olmazdı tabi.“
Zewe ve Heyderi Hecike,  güzel insanlar; bu adını-sanını-öyküsünü bilmedikleri, belki de balıǧa çıkan kocasını bekleyen Vollendam’li köylü kadının, hemen kıyıcıǧına çok eski bir dost gibi oturdular. Sanki kapı komşularıydı. Yıllarca birlikte çay içmişler, sıcak yaz günlerinde, birlikte gölgelik bir yerde, buzlu ayran ikram edip, dolaplarında yumurtaları kalmadıǧında birbirlerinden alıp, vermişlerdi. Sanki heykele  deǧil de, yıllardır görmedikleri akrabadan da ileri bir kapı komşuları ile hasretlik giderip, tepeden tırnaǧa inceleyip, dokundular.
Amsterdam’a dönme vaktiydi. Bir ara, Zewe cebinden bir şeyin düştüǧünü fark etti. Tekerlekli sandalyesinden eǧilip, el yordamı aradı. Cebinden düşen şeyi buldu ve kocası Heyderi Hecike’ye gösterdi.
“Ben de bir şey düşürdüǧümü sandım. Meǧerse cebimde kalan, senin Fatik’in fıstıklarından biriymiş.” der demez, Heyderi Hecike’nin yüzünü belli belirsiz, tatlı bir gülümseme kapladı. Ve bu gülümseme, tek gözü ile de görse, yüreǧi ile bakmasını çok iyi bilen Zewe’den kaçmadı.


Amsterdam, 31 mart 2013
  

KIPRAŞMA

      KIPRAŞMA   Yıllar önce köyü Camili’den Ankara’ya göç eden, eğitim hayatının ardından da oraya yerleşen Halis Bey, geldiği yörede...