BUGÜN 24 NİSAN, NEŞE DOLMUYOR İNSAN
Daǧlar piri Ararat'ın nazlı eteklerine bahar; var olan bütün renklerin yelpazesi, cümbüşü ve tonlarıyla, pır pır eden minik bir serçe misali gelip, kor dudaklı genç bir kız güzelliǧindeki muhteşem yükseltiyi, incitmeden, yumuşacık kondu. Öyle ki birbirini kıskandıracak
albenideki bin bir çeşit çiçek, kol kola girip, binlerce yıldır pek çok bu medeniyetler yorgunu toprakları, büyük bir direnç sergileyerek
patır patır çatlatıp, soluǧu yeryüzünde aldılar. Dört bir yanı narin kelebekler ve her
türlü börtü böcek sardı. Yazları dahi serin olan bu
diyara, bahar mevsimi; nisan ayının son günleri olmasına
raǧmen, daha bir acele ile gelince, “tabiat ana” milyonlarca yıl süregeldiǧi
gibi, olanca maharetini gösterip, o şaşkınlıkla, bu güzelim- maǧrur
coǧrafyada yer alan yeryüzüne cömertçe bahşedilen bütün bitkileri, binlerce
elin yordamı ile serpiştirerek, en usta ressamın dahi çizemeyeceǧi tablolarını
bir çırpıda çizip, en nadide- mis amber kokularını da ekleyip, kutsal Aǧrı
Daǧının eteklerinde sergiledi. Kuşlar,
durmaksızın bir aǧaç dalından, diǧerine konarlarken, en güzel şarkılarını
civildiyorlardı. Oldukça yukarılardaki başının, bir türlü
kurtulamadıǧı duman ve çarşaf beyazı karı; nasırlı elleri ile hafif aralayan bu büyüleyici tabiat yükseltisi, göz kırpıp, gülümseyerek baharın bu güzelim
sunumundan olan, memnuniyetini belirtiyordu.
Yukarıda
okuduğunuz bahar betimlemesi, benim anlatımımla, söylediklerimi bu satırlardan
sonra kaleme alan kişiye ait. Bundan sonrası benim yüreǧimin olanca ezikliǧi
ile aktaracaklarımın, yazıya dönüşmesi olacak. Kesin bir yıl
vermekte zorlanacaǧım ama, Aǧrı Daǧı’nın eteklerindeki yaklaşık yüz haneli
köyümüzde, yüzlerce yıldır birlikte huzur ve barış ortamı içinde yaşadığımız
Ermeni komşularımızın hunharca canlarına kıyıldıǧı yıl ben yaklaşık altmış yaşındaydım. Şimdilerde kullanılan yeni takvimi pek bilemiyorum. Doǧum tarihim,
tevellüdüm bin iki yüz yetmişe tekabül ediyor. Bana bu Aǧrı Daǧı
eteklerinde Seyfo Dayı derler. Kalem ve de kaǧıdını alıp,
söyleyeceklerimi yazan genç adam; senin de gördüǧün gibi iyice
yaşlandım artık. Seksenli yaşları devirdiysem de, elden ayaktan düşmedim henüz.
Saçlarım bütünü ile kar beyazı olsalar da, şuurum yerinde. Lakin yıllardır,
beni yiyip bitiren, altından kalkılmaz bir utançla kıvranır dururum. Bu
biçareliǧin utancı, bir şey yapamamış olmanın, içimi gün be gün kemirmesinin
hicabı. Birilerine dilim döndüǧünce anlatıp, yazılı haliyle, daha sonraki
kuşaklara, kör olası gözlerimin şahit oldukları, benim biçaresizliǧim
aktarılabilse, bu arlanmanın getirmiş olduǧu yükten bir nebze de olsa
kurtulurum, diye düşünüyorum.
Bahar mevsimi tam da yukarıda anlatıldıǧı gibiydi. Köyümüzde hiç tanımadıǧım adamlar
dolaşıyor, evlere girip, çıkıyorlar , gizlice müslüman olanlarla konuşuyor ve
sık sık Ermeni kardeşlerimizin evlerini işaret ediyorlardı. Komşu köylerde de
çevrede bulunan gayri müslümlere saldırıların olduǧunu, pek çok insanın
katledildiǧi söyleniyordu. Bizim köyümüzde böyle bir şey elbette olamazdı. Ama
bu adamlar neler anlatıyorlardı, sakın aynı tezgahı burada da kurmaya
çalışmasınlar. Kuşkularım iyice arttı. Oǧlum Mısto ile de hararetle
konuştuklarını gördüm. Komşularımız Hasan, Kazım, Memo, Hüseyin, İbo, Mehmet
Ali ve Sülo de telaşlı bir şekilde koşturuyorlardı. Ermeni
komşularımız Bızdık* Nerses, tombulca ve neşe dolu, sürekli kıkır
kıkır gülen karısı Tatuş, çocukları dünyalar
güzeli Gumaç ve Jivan, pos bıyıklı Alek ve sarı
bukleli karısı Rime, demirci ustası Nubar ve
karısı Sosi, Zangoç Kevork, Deli Gabi ve diǧer hiristiyan köylülerimiz, adeta ölüm
sessizliǧi ile evlerine kapanmışlardı. Hepsinin kapılarını, tek tek
hızla çalıp, hal ve hatırlarını sorup, neler olup bittiğini öǧrenmek istedim.
Ama sahiplerinin coşkulu bir sevecenlik ve gülümsemeyle açtıǧı kapılar, yüzüme kapalı
kaldı. Bütün yalvarmalarım ve ısrarlarım kar etmedi. Komşularımdan bir ses
çıkmadı. Kirvem Tevos kapının ardından beni kovarken,
karısı Mari, O’na;
“Seyfo
Dayının ne suçu var?” diye sertçe çıkıştı. Kızları Peruz, oǧulları
Suren ve Ohan’ın kapının ardından aǧlama sesleri geliyordu. Benimle konuşmak
istemedi.
“Artık
ne akraba, ne de kirveyiz. İyi günler geride kaldı. Bir daha da kapımıza
gelme.” diye, çok üzgün bir sesle baǧırdı. Boynu bükük Tevos’un kapısının
önünde yıǧıldım kaldım. Çocukların aǧlama sesleri hala
geliyordu. Tevos onları yatıştırmaya çalışıyordu. Güneş bütün öǧle
sıcaklıǧı ile üzerimdeydi. Evin etrafında kömür karası kargalar, çirkin sesleri
ile gaklayıp, kah evin avlu duvarına, kah çatıya konuyorlardı. Onları kovmak
için ellerimi sessizce havaya kaldırıp, salladım. Ama kargalar hiç oralı olmadılar. Bahçedeki elma
ağacının bütün çiçeklerini yere döktüler. Büyük bir felaketin adımlarını
duyuyordum. Bir şeyler
yapmalıydım. Tevos ve Mari gözlerimin önüne geldi.
Birbirlerini ne çok seviyorlardı. Onların aşkı bütün Aǧrı Daǧı eteklerinde bir
efsane gibi anlatılırdı. Köy içinde zaman zaman el ele tutuşup, dolaşırlardı ki,
bu bizim yöremizde pek uygun karşılanmazsa da, insanlar zamanla aşıklara
gülümseyerek bakacak kadar, hoşgörülü hale geldiler. Bu tevazunun oluşması için
az çabalamadım. Derken art arda bir birbirinden güzel üç tane çocukları
oldu. Tevos’a ricada bulunup, torunum İsmet’in sünnetinde kirvemiz olmalarını istedim.
Köyde büyük bir sünnet düǧünü yaptık. Tevos ve Mari düǧünden
iki gün önce Doǧu Beyazıt’a gidip, kocaman bir altın almışlar. At
arabasını da pek çok yiyecek ile istifleme doldurup geldiler. Ailecek çok mahcup
olmuştuk. Tevos;
“Seyfo
Dayı, sen bizi kirveniz, akrabanız olma şerefi ile onurlandırdın. Benim
yaptıǧımın lafı mı olur, bu bahşettiǧin şerefin karşısında." deyip, eǧilip hürmetle elimi öptü.
Ardından şipşirin allı güllü
elbisesi ile gelin kızım Mari salınarak gelip, saygıyla elimi öptü. Tevos’u iki defa öpmek yetmemişti.
“Gel Tevos,
içimden geldi seni bir daha öpeyim.” diyerek çıkık elmacık kemiklerinin yer aldıǧı yüzünü şefkatle avuçlarımın arasına alıp, iki defa daha
öptüm. Mari eǧilip, gözlerimin içine bakarak;
“Barev** Seyfo Dayı.
Hani Mari kirveni öpmek yok mu?“ diye sitem etti.
Kirvemiz Mari geline de kollarımı açıp, sevgiyle
sarıldım. Mari hemen Misto’nun karısı ile evde büyük bir temizliǧe
girişti. Her tarafı kısa zamanda tertemiz yaptılar. Tevos hazırlıklar
için koşturup, durdu. Evimizin avlusunda büyük bir şenlik oldu. Halayın
başından Tevos ve Mari eksik olmadılar. Halaya ara
verdiklerinde de, gelen misafirlere hizmet etmek üzere koşturup durdular. Mari büyük
tepsilere dizdiǧi nar kırmızısı şerbetleri, büyük bir gülümseme ile
gelen misafirlere ikram ediyordu. Tencereler dolusu meşhur Ermeni yemeǧi
“aylazan” hazırladı. Aman Allahım tadı hala damaǧımda. Ne kadar da çok
yemiştim. Beǧendigimi görünce, düǧün sonrası, kapılarının önünde oturduǧum
bugün, bir hafta öncesine kadar, aylazan yemeǧini yaptıǧında, benim payımı
büyükçe kalayı ayna gibi parlayan bakır bir kapta getirip, hanımım Ayşe’ye
verdi.
Komşularımız Tatuş, Nerses, Rime, Tigris ve
diǧerleri de, hepsi el pençe karşımda durup, bir yardımlarının olup,
olamayacaǧını soruyorlardı. Bütün komşularımız ile bir aile gibiydik. Onların
bayramları bizim, bizim bayramlarımız da onlarındı. Yasımızda da, şenliǧimizde
de ayrı gayrımız hiç yoktu. Bir hayli güzel, insanlık dolu yıllardı. Görünen o
ki, insanlık hayatımızdan el etek çekeceǧe benziyordu. Ansızın ortaya çıkan bu garabeti anlamak mümkün deǧildi. Şaşılacak derecede beceri
sahibi insanlardı. Hepsi birer zanaatkardı. Ellerinden gelmeyecek iş
yoktu. Tahtayı ustalıkla oyar, demiri tam tavında döver, insanda hayranlık
bırakarak, bütün nesnelere adeta can verip, anlam katarlardı. Bizim
konuştuǧumuz Kürtçeyi ve aynı zamanda Türkçeyi çok güzel konuştukları halde, ne
garip ki; bizler onlarca yıldır birlikte yaşadıǧımız bu güzelim
insanlardan, neden tek kelime Ermenice
öğrenememiştik?
Kargalar
gaklamaları ile akşam karanlıǧını getirdi. Yarım saat daha bekledim. Karnım
acıkmaya başlamıştı. Gitsem iyi olacaktı, Ansızın uzaktan garip seslerin
geldiǧini duydum. Bütün köylü bir araya gelmişti. Ellerindeki meşalelerin
aydınlıǧında tüfek namluları, satırlar, kazma ve baltalar ışıldıyordu.
Guruplar halinde başlarında köyümüzde dolaşan o garip yabancılar vardı. “Allahu
ekber” sesleri birbirine karışıyordu. “Kafirlere ölüm”diye avazları
çıktıǧı kadar baǧırıyorlardı. Ne yapacaǧımı şaşırdım. Oǧlum Mısto da
aralarındaydı. Mısto’nun yer aldığı grup, Tevos’un evine doǧru hızla geldiler.
Tevos’un çocuklarının aǧlama sesleri tekrar gelmeye başladı. Mari korku ile çıǧlıklar
atıyordu. Pencereden meşaleleri görmüş olmalıydılar. Beklenen utanç anı gelmişti.
Tevos’un kapısına geldim. Ellerimi açıp, kendimi siper etmeye çalıştım. Oǧlum olacak o deyyus
beni görünce baǧırdı.
“Baba
çekil oradan. Git o kafirlerin evinin önünden. Sakın bize engel
olma.” diye baǧırıyordu. Başlarındaki yabancı
da;
“Hucum...
Ümmeti müslimin. Kafirlere ölüm. İslamiyet adına ileri. Kafirlere ölümmm. Allahu ekber... Allahu ekber...” diyerek
gırtlaǧını yırtarcasına haykırıyordu. Engel olmak için ileri çıktım. Yalvardım yakardım. Mari’nin bahçesinde ektiǧi maydanoz, yeşil
soǧan, domates fideleri, menekşe ve kasımpatı çiçeklerini ayakları ile
çiǧnediler. Merdiven kenarında dizili tenekeler içindeki küpe, aǧlayan gelin,
Arap sümbülü, cam güzeli, açelya ve aslanaǧzı çiçeklerini tek tek kökünden koparıp, bahçe dışına fırlattılar.
“Yapmayın,
etmeyin, onlar bizim köylülerimiz, akrabalarımız, kirvelerimiz, hısımlarımız.
Allah aşkına yaptıǧınız doğru deǧil. Bu insanlıǧa sıǧmaz. Bizim inancımıza
saygı duyuyorlar. Bizler de onların inancına saygı duymalıyız. Bugüne deǧin
bizlere iğne ucu kadar olsun, bir zararları olmadı. Yalvarırım yapmayın”
diye yakarırken, beni tekme tokat yara bere
içinde kenara attılar. Ardından Tevos’un o maharetli elleri ile oyarak işlediǧi
tahta kapıyı kırdılar. İçeri daldılar. Kısa aralıklarla inlemeler halinde, önce Mari’nin, ardından, Tevos ve
çocuklarının çıǧlıkları yüreǧime saplandı. Evden çıkan boyu devrilesi, olmaz
olasıca, oǧlum demeye hicap duyduǧum Mısto en önce çıktı.
Elindeki baltadan kanlar damlarken göz göze geldik. Kendimi toparlayıp, kalkamıyordum.
Var gücümle kendisine doǧru,
büyük bir tiksinti ile tükürdüm. Diǧer evlere doǧru acele ile gittiler.
Sürünerek açık olan kapıdan girdim. Kirvelerim, akrabalarım, dostlarım, kardeşlerim kanlar içinde yatıyorlardı.
Sürünmeye devam ederek, Tevos´a ulaştım. Kızıla çalan bıyıkları kana bulanmıştı. Az
ileride Mari ve çocukları da kanlar içinde
yatıyorlardı. Tevos’un cansız bedenine sarılıp, hıçkıra hıçkıra aǧladım, aǧladım. Ciǧerim alevlenip,
yanmıştı. Bu nasıl bir vahşetti. İnanılır gibi deǧildi.
Onlara
engel olamamıştım. Kirvemiz, akrabamız olmayı onur olarak gören, Tevos’un
katledilmesinin önüne geçememiştim. Bu insanlık dışı katliamın önüne geçerek insanlarımızı, Kirvem,
oǧlum, akrabam Tevos’un duyduǧu
onura erdirememiştim. İnsanlarımız soysuzluǧa dört nala, koşar adım
gitmişlerdi.
O vahşette
altmış yaşlarındaydım. Cennetin cehenneme çevrildiǧi o günü aktarmaya çalıştıǧım
şimdilerde seksenli yaşlardayım. O günden sonra hanımım Ayşe’yi alıp, ardıma
bakmadan Doǧu Beyazıt’a taşındım. Kör olası, oǧmayası Mısto deyyusunun, katliamın
ardından Tevos’un evine taşındıǧını duydum. O gün bugündür, kendisini ne
gördüm, ne de tek kelime konuştum. Kendisine haber saldım. Ha bugün, ha yarın
hakkın rahmetine kavuşurum. Mezarıma kesinlikle gelmesin. Gelirse,
yattıǧım tabuttan kalkar, dirilir ve O’nu kendi ellerimle boǧarım.
O’nu boǧamayan ellerimin yerine, babalık hakkım zehir-zıkkım, haram olup,
boǧsun o deyyusu.
İkamet ettiǧim Doǧu Beyazıt’ta her 23 nisanda, çocukların
şiirler ezberlediǧini, coşkuyla neşe ile dolduklarını heyecanla haykırdıklarını
duyuyorum. Oysa ben deǧil 24 nisan, altında ezildiğim bu utançla geçen hiç bir günde neşe ile
dolamıyorum. Tabiatta yer edinen bütün canlıları sevmeme raǧmen,
kargalara da artık sıcak bakamıyorum. Ah… İçim kan aǧlıyor. Gözlerimden
fışkıran yaşam sevincimi; yüreǧimden, bedenimden, beynimden ve benliǧimden, o
kahrolası günde söküp aldılar. Kalbimi acıtan bu ar duygusuyla, neşe
dolamıyorum!
Amsterdam, 24 Nisan 2012
*Ermenicede kısa boylu, bodur
anlamanda.
**Ermenicede
merhaba anlamında.