18 Mart 2017 Cumartesi

RÜYA


                                                                            Foto: Kesikköprü Dostluklar Diyarı

RÜYA
          
         Belde halkı el birliği ile irili ufaklı kiremit çatılı evleri Kızılırmak’ın hemen yanı başına boylu boyunca serpiştirdiler. Aradan geçen uzun zamanla birlikte, Kesikköprü beldesi İç Anadolu’da Heciban aşiretine bağlı Kürt köylerinin Roma’sı oluverdı. Bütün maviliği ve güzelliği ile kırmızı toprakla sıvalı belde evlerine paralel süzülüp geçen Kızılırmak, bu yerleşim diyarına apayrı bir güzellik ve ihtişam kat. Çevredeki diğer Kürt köylerine kıyasla, Kesikköprülü her bireyin gözünde o dillere destan güzide beldeleri, insanına gurur verir. Çok gelişmişliği ve ihtişamı ile zaten ayrıcalıklıdır. Gün gelir, yolunuz düşer de diğer Kürt köyleri olan Tepe, Küçükcamili, Büyükcamili, Bektaşlı, Dalkıranlar ve Kuyular’a da gelmişken uzanayım derseniz güzergahınız hatırı sayılır bir yükseltiyi kıvrımlı bir yolu aşmakla başlar. “Ziyaret” olarak adlandırılan tepeye çıktığınız vakit, Kesikköprü muhteşem güzelliği ile artık ayaklarınızın altındadır. Evler taştan örme büyük avlular ile çevrilidir. Kızılırmak'tan esen tatlı rüzgar bu geniş avlulardaki zerdali, elma, erik, dut, iğde, badem ve kiraz ağadallarını, taşıdığı ağır meyvelerle gücünün el verdiğince sallar. Onlarca çeşit kuşun cıvıltıları dört bir yanı harmoni halinde bir anda alabildiğine kaplar. Uçsuz bucaksız buğday-arpa-mısır-ayçiçeği tarlaları, güzelim kavun-karpuz bostanlarının gözünüzün alabildiğine görebileceği devasa bir alana yayıldığını şaşkınlıkla görürsünüz.  
         Ziyaret Tepesi' nden elinizi uzatmanız halinde adeta yılan kıvrımları ile süzülen Kızılırmak'ın coşkulu mavi sularını parmağınızın bir hareketi ile dalgalandırabilir, ağaç dallarını çırpabilir, tarlasında herk yapan Süleyman'ın zorlanan traktörüne bir el atabilir,  belki de evlerin kiremit çatılarını usulca okşayabilirsınız. Sokakta top oynayan çocukların kaçan topunu el yordamı ile alıp, verebilirsiniz. Göz hakkı deyip kan kırmızısı bir karpuzu bağdaş kurup, Kesikköprü manzaralı iştahla yiyebilirsiniz. Tandır damında yufka ekmek yapan Döne'nin sönmek üzere olan çalı çırpı ateşini, bütün nefesinizi toplayıp, avurtlarınızı iyice şişirmenin ardından bir üfleme ile yeniden harlandırma işi de payınıza düşebilir.         
         Yeşillik, sıralı boy boy marketler, ırmak, su, baraj, kulüp, postane, gelişmişliğin diğer belirgin göstergeleri bir arada yer alınca, yerleşim yerlerinin ihtişamı Kesikkörülüyü konum gereği diğer köylere göre, haliyle biraz daha mağrur kılar.  Belde insanı güzellikler diyarının bir mensubu olmasının getirisi ile kendisini oldukça ayrıcalıklı hisseder. Örneğin O’nun çişinin üstüne, haşa başka bir çiş yapılamaz. Yapılacaksa da bunun sadece başka bir Kesikköprülü tarafından icra edilmesi gerekir. En büyük Kesikköprü’dür ve başka büyük asla yoktur!
         Her köyde olduğu gibi Kesikköprü’de de belirgin, saygın şahsiyetler mevcuttur. Bu kişiliklerden biri de, zamanın medreselerinde eğitim görmüş İç Anadolu’nun filozoflarından, tartışma götürmeyen bilge kişiliği, bilgisi ve donanımı ile Heseni Qıleri’dir. Kendileri oldukça mağrur bir kişiliktir. O’nun bu gururunun sebebi, Kesikköprü’nün Kızılırmak’ın yanı başında yer alması, zümrüt yeşilliği, marketlerinin  veya postanesinin olmasından dolayı değildir. Bunlar olması gereken ufak teferruatlardır. Heseni Qıleri’nin gözünde, insanların cehaleti, bilgi ve donanım fukaralılığına karşın, kendisinde var olagelen birikimi, ilim ve irfan; O’nun mağrur olması için yeterli bir nedendir.
         Kimseyi beğenmediği gibi, aynı zamanda herkes ile de kavgalıdır. En büyük kavgaları Kesikköprü’ye imam olarak atanan hocalarladır. Hocaların dini bilgileri, Heseni Qıleri’nin nezdinde yok denecek seviyededir. Kur’anı bırakın yorumlamaları, okumaları dahi sorundur. Duaları yanlış okurlar ve anlamlarından bihaberdirler. Hutbeye çıkıp vermeye çalıştıkları vaazın içeriği bir fındık kabuğunu doldurmaz. Devletten ve cemaatten yok yere para alırlar. Devlete ve millete hiçbir getirileri yoktur.
         En çok da Ali Hoca adlı bir hocaya kafayı takmış durumdadır. Hoca ile her konuda alabildiğine ters düşer. Hocadan biti kadar haz etmez. Elinden gelse bir kaşık suda, olmadı Kızılırmak’ın boncuk maviliğindeki sularında bir çırpıda boğar. Ölüsüne de dönüp bakma gereği duymaz.
         Ali Hoca da Heseni Qıleri’ye hasımdır. O da oturduğu her cemaatte kendisini neden sevmediğinden yakınır. Kimi zaman hatırı sayılır insanları Heseni Qıleri’ye aracı olarak gönderir. Aradaki husumetin kalkmasını, kendisine saygısı olduğunu, oturduğu her yerde kendisini karalamasının yakışık almadığını aracıları vasıtası ile iletir. Ancak Heseni Qıleri huzuruna varan aracının saygınlığı ne denli büyük olursa olsun, bildiğinden şaşmazç Bir dirhemlik olsun ödün vermez. Var olan husumetini inatla sonuna kadar sürdürür. Mağrurluğunu insanın gözüne soka soka bir şova dönüştürür. Kendisi dahil olmak üzere, herkes ile kavgalı olmaya devam eder.
         Ali Hoca bunaltıcı bir yaz günü, çevre köylerde yine saygınlığı su götürmeyen bir dostunu elçi olarak Heseni Qıleri’ye gönderdi. Heseni Qıleri gelen ara bulucuya misafirperverlikte kusur etmedi. Allah ne verdiyse ikramlarda bulundu. Fakat Heseni Qıleri, aracı vasıtası ile kendisine iletilen defne dalını elinin tersi ile itti. Dalgalanan barış bayraklarına dönüp bakmadı. Tez elden ziyaretçiyi gönderdi. Hayvan sevgisi çok olmasına karşın, ak güvercinleri sapan taşı yağmuruna tuttu.
         Elçinin çıkması ile Heseni Qıleri de evinden hızlı adımlarla ayrıldı. Meydanda bulunan Demokrasi Parkının yanında yer alan ve siyah taş duvarları ile daha çok bir hapishaneyi andıran camiye doğru acele adımlarla seğirtti. Aklında Ali Hoca ile karşılaşmak vardı. Ellerini kendisine bol gelen kahve rengi kadife pantolonun örttüğü kıçının üst kısmında kenetleyip, cami ile park arasında volta atmaya koyuldu. Ali Hoca çok geçmeden cemaatten Veli ve Qımis ile birlikte karşıdan sökün etti. İki kişinin daha olması da Heseni Qıleri için arayıp da bulamadığı bir ortamdı.
         Ali Hoca karşıdan hasmının kendisine doğru gülümseyerek geldiğini görünce, yüreğine tatlı bir ürperti yayıldı. Yüzünü mutluluk kapladı. Ara bulucu olarak gönderdiği dostu, nihayet kendisini ikna etmişti demek. Aradaki buzlar eriyecek ve kendisi hiçbir muhalifi olmadan bu güzel belde de sorunsuz-gül gibi geçinip gidecekti. Bu kez olmuştu. Artık barış çubuğunu tüttürebilirlerdi. Yanında yer alan Veli ve Qımis ile birlikte hızlı adımlarla hasmına doğru yürüdü.
         Heseni Qıleri kıçının üst tarafında sıkıca kenetlediği ellerini çözdü. Önce selam verdi. Veli ve Qımis’e dönüp hal hatır sordu. Aynı soru kendisine yönelince Ali Hocanın sesi çatallaştı. Şaşırdı. Kulaklarına inanamadı.
         “Allah razı olsun, şükür iyiyim. Siz de iyi misiniz Hasan ağabey?”
         “İyiyim… Sağ ol.” demekle yetindi. Sağ elinin ayası ile Ali Hocanın omuzuna dokundu.
         “Yahu Ali Hoca, ne diyeceğim. İnanmazsın dün gece rüyamda seni gördüm.” Ali Hocanın gözleri parladı. Yüzüne yayılan mutluluk pembeliğini arkadaşlarına göstermek istercesine dönüp onlara baktı.
         “Hayırdır Hasan ağabey. İnşallah iyi bir rüyadır.”
         “Hayırdır… Hayır. Güzel bir rüya. Rüyamda seninle çok sıkı fıkı arkadaş olmuşuz. Aramızdan su dahi sızmıyor.”
         “Ne güzel Hasan ağabey. Neden olmasın ki. Size karşı olan saygımın ne denli büyük olduğunu biliyorsunuzdur herhalde. Bilginiz, ilim ve irfanınıza diyecek yok maşallah. Peki daha sonra ne oldu?” Ali Hoca’nın yanında bulunan Veli ve Qımis de ilginç bir rüya olacak diye, hayli şaşkınlığın ardından Heseni Qıleri’ye doğru kulak kabarttılar.
         “Ne diyordum? Evet çok iyi iki arkadaşız. Gece karanlığında birlikte güle oynaya bir yere gidiyoruz. Sohbetimizin ise tadına diyecek yok. Biraz daha yol aldık ve karanlıkta her ikimiz de yan yana kazılmış iki ayrı kuyuya düşüyoruz. Hayli telaşlanıyoruz. İlk paniklemenin ardından kendimize geliyoruz. Ne olup bittiğini anlamaya çalışıyoruz. Tabi birbirimizi de merak etmiyor değiliz. Çok geçmeden sen bulunduğun kuyudan bana bağırıyorsun. Tıpkı şimdi dediğin gibi: Hasan ağabey… Ben bir bal kuyusuna düştüm. Lakin benim halım hal değil. Nasıl söylesem bilemiyorum. Utancımdan sana söylemeye dilim varmıyor. Ali Hoca ben de bir bok kuyusuna düştüm diyemiyorum.” Bu sırada Heseni Qıleri heyecanlı anlatımına biraz ara verip soluklandı. Ali Hoca ve yanındakilerin yüzlerinde yer alacak olan ifadeyi çok merak ediyordu.
         Ali Hoca’nın yüzündeki gülümseme iyice büyüdü. Gözlerinin derinlerine doluşan mutluluk al bir mendil alıp, halaya durdu. Kendi kendisine duyulmayacak şekilde söylendi.
         “Gördün mü? Etme bulma dünyası. Sen misin bana bu kadar kötülük yapan. Allah’ın sopası yok ya. İşte seni böyle alır, bok kuyusuna atar. Oh olsun.” Bütün bu mırıldanmaları duymayan, ama O’nun neler düşündüğünü anlamakta zorluk çekmeyen Heseni Qıleri rüyasını kaldığı yerden yeniden anlatmaya koyuldu.
         “Bulunduğumuz kuyulardan her ikimiz de çıkmak için uzun süre çabalayıp durduk. Uğraşılarımız sonuç verdi ve kuyulardan en nihayetinde, dışarı çıkmayı her ikimiz de başardık. İşin şaşılası tarafı; çıkar çıkmaz sen gelip, benim üstümü başımı yalamaya başladın, ben de senin. Hayırlara vesile olsun ama dün gece böyle bir rüya gördüm.” Heseni Qileri sözünü bitirmek üzereydi ki, Ali Hoca olayın nereye vardığını hemen anladı. Yüzünün ifadesi tamamen değişti, allak bullak oldu. Çehresine mutluluktan yayılan allığın yerini kömür karalığı aldı. Hiddetlendi, ama kendisine bir hoca olarak hakim olması gerektiğinden güçlükle sakin olmaya çalıştı. Veli ve Qımis ellerini çırpa çırpa gülmekten kendilerini alamadılar. Bu sırada neredeyse günün yirmi dört saati çalışmaktan yılmayan Ömeri Hemo da, yeni aldığı nar kırmızısı Massey Ferguson marka traktörü ile motor gürültüleri eşliğinde tarladan geliyordu. Ortada ilginç bir şeylerin olduğunu sezmekte gecikmedi. Selam verip traktörü onlara yakın durdurdu. Merakla gelip, Qımis ve Veli’ye neden güldüklerini sordu. Heseni Qıleri hiç bir şey olmamış gibi istifini bozmadan, mağrur başını iyice gökyüzüne dikti. Gözlerini cami minaresinin zirvesi ile buluşturdu. Ellerini bu kez biraz daha kıçının yakınında koruma altına alırcasına sıkıca kenetledi. Ömeri Hemo’ya selam verip, evine doğru aheste aheste yürüdü. Yine 2-0 öndeydi.
         Görünen o ki; Demokrasi Parkına sahip bu güzel beldenin yer aldığı ülkeye gerçek demokrasinin gelmesi, Ali Hocanın da yüreğine; kendisini daha huzurlu hissedeceği bir mutluluğun konuşlanması, oldukça uzun bir zaman alacağa benziyordu.
         Demokrasi Parkında banklarda oturan Kesikköprülüler eli kulağında olan hasat zamanını, tarlalarından ne kadar ürün alacaklarını, gübre ve mazot fiyatlarının dur demeyi bilmemesini ve evlendirme çağına gelen çocuklarına yapacakları düğünleri konuşuyorlardı. Dar boğazdaki ekonominin getirisi gırtlaklarına kadar olan borçlarını düşündüklerinden, düştükleri girdaptan başlarını kaldıramıyorlardı. Heciban köylerinin Roma’sı Kesikköprü’de ne yazık ki, o şen şakrak “Mediterrane” coşkusu yoktu. Pizza, pasta, lamburusco şarapları ve espresso kahveleri Hecibanların Roma’sında tüketilmiyordu.

Amsterdam, 18 Mart 2017

27 Şubat 2017 Pazartesi

ATMA AĞAM



ATMA AĞAM

Kırlar şehri Kırşehir’e göç eyledi, bizim Kürt elleri. Salih çocuk on bir yaşında Kuyular Köyü İlkokulu’nu büyük bir başarı ile bitirdi. Köyde ortaokul olmadığı için, oğlunun eğitimini oldukça ciddiye alan babası Şiho bu çocoğun geleceği parlak deyip, tası tarağı topladı. En yakınlarındaki il olan Kırşehir’e yerleşmekte karar kıldı. Salih, kız kardeşi Saliha, annesi Fatma, babası Şiho ve komşuları el birliği ile çok da fazla olmayan eşyalarını bir araya topladılar. Aile dostları Kaman’lı Tüpçü Musa’nın sevgiyle "Kızıl Kızım" dediği kamyonetine yüklediler. Salih, Tüpçü Musa ile birlikte kamyonetle, Şiho, Fatma ve kızları Saliha da arabaları ile önden Kırşehir’e gitmek üzere yola koyulmaya hazır oldular. Kuyular Köyü'ndeki hazin vedalaşmaya bütün komşuları, hısım ve akrabaları da geldiler. Ailecek herkese ayrı ayrı sarılıp, helalleştiler. Sağ olsunlar Kuyular Köyünde sevenleri çoktu. Şiho'nun ailesinin ardından kovalar dolusu sular döküldü. Islak toprağın o anlatılamaz mis kokusu, bir anda uzaklaşan Kızıl Kızın ardında bıraktığı gri toza karıştı.
Şiho Kırşehir’de Ahi Evran Mahallesi'ni boydan boya ikiye bölen Kuyubaşı Caddesi’nde üç oda ve bir salon bir ev kiraladı.
Kuyular Köyünden yaklaşık üç saatlik bir yolculuktan sonra karısı Fatma ve kızları Saliha ile birlikte yeni evlerine geldiler. Usta bir şoför olan Tüpçü Musa ve beraberindeki Salih de çok geçmeden kamyonetle gelip, evin önünde durdular. Tüpçü Musa, Şiho’nun Kırşehir iline bağlı Kaman ilçesinden iyi bir arkadaşı, yılların kadim dostuydu. Aralarından kelimenin tam anlamı ile su sızmıyordu. İyi, kötü ve dar günlerinde birbirlerinin yanında olabildikleri kadar dimdik duruyorlardı.
Musa bebekliğinden beri oğlu gibi gördüğü Salih’i çok severdi. O’na yol boyunca geçtikleri yerleri tanıması, ufkunun genişlemesi için tek tek anlattı. Hirfanlı Köyü’ne gelmeden baraj gölünün en tepesinde durdu. Uçsuz bucaksız mavilikte biriken Kızılırmağın suları alabildiğine devasa bir göl halindeydi. Mavi sular Salih'in köyünde çok rastlanmayan göz kamaştıran yeşilliğin her tonunu koluna takmıştı. Kürt köylerindeki ağaç ve yeşillik fukaralığı olduğu halde, bu Türk köylerinde tam tersine bir zenginliğe dönüşüyordu. Kızılırmak, bir çölü andıran bozkırın bedeninde gök mavisi ile safir taşlardan oluşan uzun bir gerdanlığı, yanı sıra dört bir yanda öbek öbek yer alan ağaçlar, göz alıcı, parıltılı birer zümrüt broş, küpe veya benzeri paha biçilmez birer, alımlı takı görünümündeydiler. Toprak doğanın yeşilliği ve mavilikle adeta kucaklaşmıştı.
Salih’in akıllı ve iyi bir aile terbiyesi aldığı her halinden belli oluyordu. Babası ve annesi özveride bulunup, iyi bir yatırım yapıyorlardı. Bu genç insan bunu hak ediyordu. Musa, arkadaşı ile ne kadar gurur duysa azdı. Salih’in çok başarılı ve aldığı eğitimle de, vatana millete faydalı olacağı O'nun ışıldayan, kara-üzüm gözlerinden belliydi.
Hirfanlı Barajı’nın bu yöreye ne zaman kazandırıldığını, baraja adını veren köyün sakinlerinin de Salih gibi Kürt olduklarını ayrıntılarıyla anlattı. Bölgedeki Kürt köylerinin kendisinin en iyi müşterileri olduğunu, onlardan şimdiye değin hiç bir zarar görmediğini, karşılıklı olarak birbirlerinden çok hoşnut olduklarının altını da çizmeyi unutmadı.
Tüpçü Musa yolları Hacı Bektaş kasabasından geçerken, kamyonetinin fren pedalına bir kez daha asıldı. Araç içindeki yükle hafif sarsıldı. Salih oturduğu yerde ileri doğru gidip geldi ve ne oldu diye merakta kaldı. Tüpçü Musa bu kasabada türbesi bulunan Hacı Bektaşı Veli’yi, O’nun dünyasını, insanlık ve doğa sevgisini, engin hoşgörüsünü, ne denli derin insani bir güzelliğe sahip olduğunu anlatıp, hararetle devam etti.
“Ah be oğul. Biliyorsun seni kendi çocuklarımdan ayırt etmem. Keşke vaktimiz olsaydı da, seni Hacı Bektaşı Veli’nin türbesine de götürüp, gezdirebilseydim. Oradaki havayı sen de güzelce solusaydın. Bu saygın insanı seninle ziyaret etmiş olmanın iç huzurunu, gönüllerimizin derinliklerinde kalıcı misafir eyleseydik. Söz sana bunu bütün ailen ile birlikte en yakın zamanda gerçekleştireceğiz. Ben de senin baban sayılırım. Biliyorsun amca baba yarısıdır.” Salih, Tüpçü Musa’yı can kulağı ile dinledi. Başını kaldırıp, teşekkür mahiyetinde uzun uzadıya gülümsedi. Tüpçü Musa'nın sevgiyle elinden tutu, Kızıl Kıza doğru yürüdüler. Kamyonet Salih ve ailesinin acı ve tatlı yaşanmışlıklarının belirgin izlerini taşıyan eşyaları ile hızla kalkış yaptı. Hacı Bektaş kasabası bütün mistikliği ve hoşgörüsü ile geride kaldı.
Yeni evlerine yerleşmeleri çok zamanlarını almadı. Tüpçü Musa’nın da yardımı ile eşyaları taşıdılar. Şiho araç ve mazot parası  olarak koltuk altları terli beyaz gömleğinin cebinden çıkardığı iki yüz lirayı Musa’nın pantolon cebine koydu. Musa almamakta direndiyse de Şiho'nun ısrarı daha baskın geldi. Musa parayı çıkartıp, elli lirasını sevgi ile gözlerinin içine bakan Salih’e başını okşayıp, harçlık olarak verdi. Ailecek bir kez daha Musa’nın dostluğuna şahit oldular.
Şiho zamanla Kızılırmak ve Delice ırmaklarının vadileri arasında yer alan Kırşehir’i çok sevdi. Ozanlar diyarıydı, bu şehir. Kimler yoktu ki; Dadaloğlu, Çekiç Ali, Muharrem Ertaş, Neşet Ertaş, Şemsi Yastıman, Aşık Said, Aşık Dursun Kaya, Aşık Musa, Ekrem Celebi ve diğer değerler. Şiho, Neşet Ertaş’ın sesine ve müziğine bayılıyordu. Balkona küçük bir masa atıyor, teybe koyduğu Neşet Ertaş kasetinden en sevdiği nağmeler yayılıyordu. Yudumladığı rakı ve müziğin etkisi ile olduğu yerde sızıp, kalıyordu. Karısı Fatma ve çocukları kolundan tutup, zorlanarak O'nu içeri alıyorlardı.
Televizyon kanallarının arasında gezinedururken, Neşet Ertaş ile ilgili bir röportajın yayımlayacaklarını duydu. Bu habere çok sevindi. Hemen bir video kaseti ayarlayıp, o gün programı kayıt etti. Daha sonraları bu kaseti defalarca izledi. Neşet kendisine özgü o doğal aksanı ile babasına ait anılarını, O'na karşı olan büyük saygısını ve kendilerinin mütevazi yaşantılarını olabildiğince doğal ve içten bir anlatımla tatlı tatlı aktarıyordu. Sürekli var olagelen diz boyu yoksulluk yetmiyormuş gibi, büyük ozan bir de onurunu alabildiğine kıran, hisli yüreğini burkan, insanından küstüren, o kahreden horlanmayı her daim ensesinde hissediyordu.
“Unesco” tarafından “yaşayan efsane” olarak kabul gören bir değere, ülkesi ve kendi insanı tarafından reva görülen elbette bu olmamalıydı. Bu ülkede ne yazık ki aynı akıbeti yaşayan bir birinden daha değerli sayısız insan vardı. Her biri bu uğurda çok büyük bedeller ödeyerek, bu fani denilen diyardan buruk ayrıldılar.
Kayıt ettiği videoda Neşet Ertaş’in söyledikleri Şiho’nun diline adeta pelesenk oldu. Aklına düştükçe mırıldandı.
“Çicekdağı ilçesinin, eski adıyla Abdallar, şimdiki ismi ile Gırtıllar Köyünde dünyaya geldim. Bubam Kırşehir’den çıkmış. Keskin’e gelmiş. Anamınan evlenmiş. Babam saz çalardı. Bana da kemanı verdi. Düğün çalardık. Geçimimiz verilen bahşişlerden olurdu. On dört yaşımda aldım sazımı, İstanbul’a gittim. Aç kaldım, Karın tokluğuna iş bulamadım.
Daha sonraları Ankara’da gazinoda çalışırken Leyla isimli bir kızla tanıştım. Hemen evlendim. İki kız ve bir oğlumuz oldu. Mutlu olamadık. Askerden sonra da boşandık."
Haftalar ayları, aylar yılları kovaladı. Salih ortaokulu bitirdi ve liseye başladı. Anne ve babası Salih ile gurur duyuyorlardı. Ama yılların yorgunluğu olsa gerek, geçen zaman karı koca arasında pek gurur duyulacak bir ortam bırakmadı. Sevgi ve saygıyı alıp götürdü. Şiho karısını sürekli dövüyordu. Salih ve kız kardeşi bu duruma çok üzülüyorlardı. Her gün annelerinin bir tarafı yara bere içindeydi. Babalarına tavır koyup, günlerce küs kalmaktan başka ellerinden bir şey gelmiyordu. Saliha babasının yegane eseri olan yara ve şişlikleri, anneannelerinin hatırası, kar beyazı, etrafı renga renk boncuklarla işlemeli tülbendini sıcak sulara batırıp, pansuman yapıyordu.
Güzel bir bahar sabahı Salih ve Saliha okula gitmişlerdi. O günün sabahında da, pek çok defa olduğu gibi tersinden kalkıp, güne başlayan Şiho, kahvaltıda yumurtasının istediği gibi pişmediğini bahane edip, küplere bindi. Tekme tokat Fatma’ya girişti. Fatma can havli ile kendisini balkona attı. Dayak faslı bütün hızı ile balkonda da, komşularının aralanan perdelerinin ardındaki gizli bakışlarına aldırmaksızın devam etti. Ortada büyük bir utanç vardı. Ama bu Şiho'nun umurunda değildi. Kendisini kaybetmişti. Rastgele tekmeliyordu.
O sırada bir düğünden dönen ve yalnızlığı içine artık tak eden bir Abdal,balkonun altından geçip evine doğru yol alıyordu. Balkondaki patırtı ve gürültüyü duyan Abdal başını balkondan yana kaldırıp, sağ elini gözüne siper edip baktı. Şiho pat küt dövmeye devam ediyor, bir yandan da tehditler savuruyordu.
“Atayım mı seni aşağıya? Söyle atayım mı? Vallahi de billahi de atacağım seni. Ölümün benim elimden olacak.” Durumun ciddiyetini gören Abdal bütün cesaretini toplayıp, yukarı doğru yalvarırcasına haykırdı.
“Ağam atma ne olur? Yalvarıyorum, atma O’nu bana ver. Sana lazım değilse, bana lazım. Ne olur atma, bana ver.” Şiho kulaklarına inanamadı. Ayağından çıkardığı terliği Abdalın kafasını nişan alıp hızla fırlattı. Neye uğradığını bir anda kavrayamayan Abdal, kafasına gelen terliğin verdiği acı ile olduğu yerde kıvrandı. Başından rahmetli Muharrem Ertaş’ın hatırası, eskimeye yüz tutmuş, sekiz köşeli şapkası yere düştü. O an kafasındaki acıyı unutup, şapkayı büyük bir saygı ile yerden alıp, sızlayan kafasına tekrar geçirdi. Kendi kendisine söylendi. Ardına bakmadan  sızlayan başını bastırıp uzaklaştı.
"Ağam ne dedim ki? Senin işine yaramıyorsa, atma bana ver dedim. Atma yazık olur. Bana ver. O kadar. Bunda kızacak ne var ki?”
Hiddetinden kendisini tutamayan Şiho komşularının gözünde bir kez daha küçüldü.
O günden sonra kısadan hissesini çıkaran Şiho, ellerini saklı tutup, bir daha karısına ilişmedi. Elinden geldiğince O’nun gönlünü hoş tutmaya çalıştı. Evliliklerinin ilk yıllarındaki güzel mutluluğu tekrar yakaladılar. Fatma’yı balkondan aşağı atmadı. Zamanla Fatma da büyüklük gösterip, O'nu affetti. Ne de olsa kocasıydı.
Salih ve Saliha da başarı merdivenlerini istikrarlı bir şekilde birer birer çıktılar. Tüpçü Musa’nın da kulağına gelen, arkadaşının yaptıklarına dair tatsızlıklar, yerini iyi gelişmelere bıraktı. Hal böyle olunca, Musa sık sık ailecek Şiho ve Fatma’nın ziyaretine geldi. Karşılıklı oturup, Şiho ile kadeh tokuşturdular. Artık yakışıklı, kocaman bir delikanlı olan Salih’in başını okşayıp, harçlığını vermeyi de ihmal etmedi. Ailecek iki kez birlikte Hacı Bektaş Veli'nin türbesine gittiler. Salih iyi bir eğitim aldığından dolayı çok mutluydu. Kırlar şehri Kırşehir, Kuyular köyünden mutluluğu büyük bir yıkıma ramak kala, zor bela yeniden yakalayan Salih ve ailesinin yeni yurdu oldu. Salih'in ağzı kulaklarındaydı.

Amsterdam, 27 Şubat 2017

12 Şubat 2017 Pazar

VUSLAT

   
     
        
VUSLAT

         Israrla yanına oturmamı istedi. Yaklaşık beş yıldır görüşemiyorduk. Oturduğu yer minderini alıp, yanına koydu. Oturmam için işaret etti. Kendi minderini verdiği için oturmakta ikirciklendim. Çok özlemişti. Çok özlemiştim. Hafiften çekik görünümlü kestane rengi gözleri yalvarır gibiydi. Bakışlarını çok da dalyan olmayan boyumda gezdirdi. Bir an yanına oturmayacağımı sandı. Gözlerinin feri kaçtı, yüzünü hüzün kapladı. Yüreğine belli belirsiz bir korku oturdu. Başka bir minder alıp, usulca yanına oturdum. Gözlerinin çekikliği kalmadı, içleri gülü gülüverdi. İçimi mis gibi bir anne kokusu sarmaladı. Her canlının annesi dünya güzeliydi, ama en güzel benimdi.
         Elimi avuçlarının içine aldı. Çizgilerini inceler gibi baktı uzun uzadıya. Avuçlarındaki elimde yüreğinin atışlarını hissediyordum. Yüreği, başında dumanı ile başı karlı dağların, zümrüt ormanların arasından geçip, kurdu, kuşu, çiçeği, böceği ardında bırakan, bir yolcu trenin çalışmasını andırıyordu.
         Bir sonbahar günü gelmiştim. Ülkede her şey farklılaşmıştı. Ama annemdeki değişiklik başkaydı. Büyük bir sihirle var olan sevecenliğine, daha büyük bir oranda yenisini güzelliklerle katmıştı. Yüzündeki çizgiler derin ve daha belirgin bir görünümdeydi.
         Yüreği ile bakmaya koyuldu. Derinden ve içten konuşan yüreğini avuçlarımın arasına hiç beklemediğim bir anda bırakıverdi. Konuşan o değildi. Özlem dolu yüreğiydi ve ben tek çıtırtının gelmediği bu ölü sessizliğinde bütün anlatılanı duyuyordum.
         “Ne olur, söyle oğul, nasılsın? İyi misin? Bir bilsen, ayrı kaldığımız bunca zaman zarfında, senin hakkında ne çok şeyi merak eder oldum. Bir an için aklımdan, fikrimden çıkmadın. Alıp verdiğim her nefeste seni merak eder oldum. Boğazımdan aşırmaya çalıştığım, Allah’ın verdiği her lokmayı seninle paylaşmak istedim. Muzip yanını unutmadım. Şimdi bana, ‘paylaşmak istediğin halde, neden bu kadar şişmanladın?’ diyeceksin. Biliyorum. Deme be oğul. Yemekten değil, vallahi de billahi de. Belki de sıkıntıdandır. Ne bileyim, hani derler ya, su içsem yarıyor. Belki de öyledir. Sence de değil mi?
         Evin içinde, bitmek nedir bilmeyen işleri yapıp duruyorum. Yükümü taşıyan, ağrıyan dizlerimle dört bir yana koşturuyorum. Demek ki, bu kadar hareket de yeterli değil. Şehirli hatunlar gibi spor salonlarına mı gitmek gerek? Ondan mıdır onların o bellerinin inceliği, kalçalarının biçimliliği, göğüslerinin dikliği? İnan kadın halimle görünce çok imreniyorum.
         Laf aramızda, senin de artık evlenme çağın gelmedi değil. Derler ya hani, mevlam şöyle helal süt emmiş birisini rast getirse, fena mı olur? Evlilik zor iş. İnsan kimi zaman oluyor ki, kendisine dahi katlanamaz oluyor. Başka bir insana katlanmak, aman Allahım hem de günün yirmi dört saati. Tatili, bayramı, hafta sonu dahi olmayan zorunlu bir birliktelik. Bütün bu söylemeye çalıştıklarım, arada bir sevgisizlik varsa tabi. Saf ve temiz bir sevgiyle; ne bayram, ne de hafta sonu olmasını ister insan. İşte o zaman, deliye değil, sevene her gün asıl bayramdır.
         Senin için de bu insan kimdir? Huylu mudur, huysuz mudur? Güzel midir, çirkin midir? Emdiği süt helal ve pastörize midir? Allah bilir. Demem o ki, hani öncesinden, yaratan bütün bu bildiklerini biz annelerin kulağına çıtlatsa. Biz de gardımızı ona göre alsak. ‘Adam mı ölür? Yol yapılınca.’ Kusura kalma, karıştırdım. Aklım başımdan gitti. Bu eskiden çokça dinlediğiniz bir türkünün sözleriydi. Bu türküyü ben de severdim, sizlerle dinlerdim. Ne diyordum? Çıtlatma meselesinde kalmıştık. Senin muzipliğin tuttu yine. İçinden geçeni biliyorum. Çekirdek çitlemesi değil, biliyorsun. Tanrının insan kulağına çıtlatması. O da alabildiğine yukarılara çekilmiş. Ne zaman yönelsen, bir şeyler sorsan, bırak çıtlatmayı, yaptığı tek şey; bilmiyorum, görmüyorum, söylemiyorum, duymuyorum. En küçük bir ip ucu yok.
         Hayat insana zamanla karşısındakini bir bakışta, yürüyüşünden, ağzından çıkan tek kelimeden, oturup, kalkmasından anlar hale geliyor. Bu konuda mihenk taşı oluveriyor. O’nun gerçek altın olup, olmadığını anlıyor. Ama ‘köprüyü geçene kadar, ayıya dayı deme’ maharetlerini çok iyi gösterenler de yok değil. Senin için daha ortada fol olmadığı gibi, yumurta hiç yok. Umarım zamanla folda bulacağımız yumurta da cılk çıkmaz.
         Sıkıldığını biliyorum. Uzattım bu konuyu. Kusuruma bakma. Her geçen gün yüreğim daha çok cam kırığı ile doluyor. Anne yüreği. Acı ve kahır neden hep baskın gelir, bilemiyorum.”
           Dışarıda hafif bir güz esintisi vardı. Çok geçmeden yağmur çiseledi. Tam karşımızdaki sedirde oturan babam, annemin içinden konuştuğunu bildiğinden sessiz kalmayı tercih ediyordu. Belki de öncelik bayanlarda, özellikle annelerde diyordu. Eteğinde dökmesi gereken irili ufaklı çokça taşının olduğunu biliyordu. Annem konuşmasını sürdürmeye yeniden koyuldu. Dile gelen bakıp, gören yüreğiydi.
         “Senden sonra buralarda neler olduğunu, elbette sen de bulunduğun diyarda takip etmişsindir. Bu konudaki duyarlılığını biliyorum. Dünyayı, insanlığı, olup biteni nasıl takibe aldığını biliyorum. Bahçelerimizde buram buram mis gibi kokan nadide çiçeklerimizi kömür karası postalları ile çiğnediler. Gencecik fidanlarımızı, acımasızca kökünden söktüler. Ülkenin dört bir tarafındaki hapishanelerin zindanlarından, insanım diyen herkesin yüreklerini paralayan, işkence görenlerin feryatları yayıldı. İşkenceciler, günlük yaşamlarına devam ettiler. Hiç bir şey olmamış gibi, evlerine koşturup çocuklarını kucakladılar. Geceleri kadınları ile seviştiler. Olan gencecik fidanlara oldu.
         İşin kötü tarafı, ülkeyi terki diyar ettiğin günden beri, insanımız çok değişti. Hiç bir şeye aldırmaz, ama herkesi gammazlar oldu. Huyu suyu tamamen başkalaştı. Elli yıl gerilere itelendik. Her zamanki gibi; yoksul daha yoksul oldu. Varsıl daha çok palazlandı.
         Hep anlatan ben oldum. Biraz da sen anlat hele. Gittiğin yer nasıl bir diyardı. İnsanları bizlere benziyorlar mıydı? İyiler miydi? Ne yedin, ne içtin? Anlat!”
         Annemin ellerini bırakıp, daha önceleri sert yapılı olduğunu bildiğim babamın yüzüne baktım. Karizması hala yerindeydi. Bildiğim sert görünümlü çehresinin yerini, olgunlaşan bir meyvedeki yumuşama vardı. O da tıpkı annem gibi sevecen ve özlem doluydu. Özlem gidermemiz uzunca bir zamana yayılacaktı. Kimyası tamamen değişen insanımızla bir bütünlük sağlamak zorlayacaktı. Annemin anlatmaya çalıştığı değişim gelip, beni de bulacaktı.
         Güneş iyice indi. Pencere kenarına konan kırlangıç camdan içeri baktı. Göz göze geldik.
         “Ooo… Beyefendi, nihayet teşrif etmişsiniz. Hoş geldiniz. Özlettin anne ve babayı. Bir daha bu kadar uzun sürmesin vuslat. Tamam mı?" deyip, uzaklara kanat çırptı.


Amsterdam, 12 Şubat 2017 

KIPRAŞMA

      KIPRAŞMA   Yıllar önce köyü Camili’den Ankara’ya göç eden, eğitim hayatının ardından da oraya yerleşen Halis Bey, geldiği yörede...