12 Şubat 2017 Pazar

VUSLAT

   
     
        
VUSLAT

         Israrla yanına oturmamı istedi. Yaklaşık beş yıldır görüşemiyorduk. Oturduğu yer minderini alıp, yanına koydu. Oturmam için işaret etti. Kendi minderini verdiği için oturmakta ikirciklendim. Çok özlemişti. Çok özlemiştim. Hafiften çekik görünümlü kestane rengi gözleri yalvarır gibiydi. Bakışlarını çok da dalyan olmayan boyumda gezdirdi. Bir an yanına oturmayacağımı sandı. Gözlerinin feri kaçtı, yüzünü hüzün kapladı. Yüreğine belli belirsiz bir korku oturdu. Başka bir minder alıp, usulca yanına oturdum. Gözlerinin çekikliği kalmadı, içleri gülü gülüverdi. İçimi mis gibi bir anne kokusu sarmaladı. Her canlının annesi dünya güzeliydi, ama en güzel benimdi.
         Elimi avuçlarının içine aldı. Çizgilerini inceler gibi baktı uzun uzadıya. Avuçlarındaki elimde yüreğinin atışlarını hissediyordum. Yüreği, başında dumanı ile başı karlı dağların, zümrüt ormanların arasından geçip, kurdu, kuşu, çiçeği, böceği ardında bırakan, bir yolcu trenin çalışmasını andırıyordu.
         Bir sonbahar günü gelmiştim. Ülkede her şey farklılaşmıştı. Ama annemdeki değişiklik başkaydı. Büyük bir sihirle var olan sevecenliğine, daha büyük bir oranda yenisini güzelliklerle katmıştı. Yüzündeki çizgiler derin ve daha belirgin bir görünümdeydi.
         Yüreği ile bakmaya koyuldu. Derinden ve içten konuşan yüreğini avuçlarımın arasına hiç beklemediğim bir anda bırakıverdi. Konuşan o değildi. Özlem dolu yüreğiydi ve ben tek çıtırtının gelmediği bu ölü sessizliğinde bütün anlatılanı duyuyordum.
         “Ne olur, söyle oğul, nasılsın? İyi misin? Bir bilsen, ayrı kaldığımız bunca zaman zarfında, senin hakkında ne çok şeyi merak eder oldum. Bir an için aklımdan, fikrimden çıkmadın. Alıp verdiğim her nefeste seni merak eder oldum. Boğazımdan aşırmaya çalıştığım, Allah’ın verdiği her lokmayı seninle paylaşmak istedim. Muzip yanını unutmadım. Şimdi bana, ‘paylaşmak istediğin halde, neden bu kadar şişmanladın?’ diyeceksin. Biliyorum. Deme be oğul. Yemekten değil, vallahi de billahi de. Belki de sıkıntıdandır. Ne bileyim, hani derler ya, su içsem yarıyor. Belki de öyledir. Sence de değil mi?
         Evin içinde, bitmek nedir bilmeyen işleri yapıp duruyorum. Yükümü taşıyan, ağrıyan dizlerimle dört bir yana koşturuyorum. Demek ki, bu kadar hareket de yeterli değil. Şehirli hatunlar gibi spor salonlarına mı gitmek gerek? Ondan mıdır onların o bellerinin inceliği, kalçalarının biçimliliği, göğüslerinin dikliği? İnan kadın halimle görünce çok imreniyorum.
         Laf aramızda, senin de artık evlenme çağın gelmedi değil. Derler ya hani, mevlam şöyle helal süt emmiş birisini rast getirse, fena mı olur? Evlilik zor iş. İnsan kimi zaman oluyor ki, kendisine dahi katlanamaz oluyor. Başka bir insana katlanmak, aman Allahım hem de günün yirmi dört saati. Tatili, bayramı, hafta sonu dahi olmayan zorunlu bir birliktelik. Bütün bu söylemeye çalıştıklarım, arada bir sevgisizlik varsa tabi. Saf ve temiz bir sevgiyle; ne bayram, ne de hafta sonu olmasını ister insan. İşte o zaman, deliye değil, sevene her gün asıl bayramdır.
         Senin için de bu insan kimdir? Huylu mudur, huysuz mudur? Güzel midir, çirkin midir? Emdiği süt helal ve pastörize midir? Allah bilir. Demem o ki, hani öncesinden, yaratan bütün bu bildiklerini biz annelerin kulağına çıtlatsa. Biz de gardımızı ona göre alsak. ‘Adam mı ölür? Yol yapılınca.’ Kusura kalma, karıştırdım. Aklım başımdan gitti. Bu eskiden çokça dinlediğiniz bir türkünün sözleriydi. Bu türküyü ben de severdim, sizlerle dinlerdim. Ne diyordum? Çıtlatma meselesinde kalmıştık. Senin muzipliğin tuttu yine. İçinden geçeni biliyorum. Çekirdek çitlemesi değil, biliyorsun. Tanrının insan kulağına çıtlatması. O da alabildiğine yukarılara çekilmiş. Ne zaman yönelsen, bir şeyler sorsan, bırak çıtlatmayı, yaptığı tek şey; bilmiyorum, görmüyorum, söylemiyorum, duymuyorum. En küçük bir ip ucu yok.
         Hayat insana zamanla karşısındakini bir bakışta, yürüyüşünden, ağzından çıkan tek kelimeden, oturup, kalkmasından anlar hale geliyor. Bu konuda mihenk taşı oluveriyor. O’nun gerçek altın olup, olmadığını anlıyor. Ama ‘köprüyü geçene kadar, ayıya dayı deme’ maharetlerini çok iyi gösterenler de yok değil. Senin için daha ortada fol olmadığı gibi, yumurta hiç yok. Umarım zamanla folda bulacağımız yumurta da cılk çıkmaz.
         Sıkıldığını biliyorum. Uzattım bu konuyu. Kusuruma bakma. Her geçen gün yüreğim daha çok cam kırığı ile doluyor. Anne yüreği. Acı ve kahır neden hep baskın gelir, bilemiyorum.”
           Dışarıda hafif bir güz esintisi vardı. Çok geçmeden yağmur çiseledi. Tam karşımızdaki sedirde oturan babam, annemin içinden konuştuğunu bildiğinden sessiz kalmayı tercih ediyordu. Belki de öncelik bayanlarda, özellikle annelerde diyordu. Eteğinde dökmesi gereken irili ufaklı çokça taşının olduğunu biliyordu. Annem konuşmasını sürdürmeye yeniden koyuldu. Dile gelen bakıp, gören yüreğiydi.
         “Senden sonra buralarda neler olduğunu, elbette sen de bulunduğun diyarda takip etmişsindir. Bu konudaki duyarlılığını biliyorum. Dünyayı, insanlığı, olup biteni nasıl takibe aldığını biliyorum. Bahçelerimizde buram buram mis gibi kokan nadide çiçeklerimizi kömür karası postalları ile çiğnediler. Gencecik fidanlarımızı, acımasızca kökünden söktüler. Ülkenin dört bir tarafındaki hapishanelerin zindanlarından, insanım diyen herkesin yüreklerini paralayan, işkence görenlerin feryatları yayıldı. İşkenceciler, günlük yaşamlarına devam ettiler. Hiç bir şey olmamış gibi, evlerine koşturup çocuklarını kucakladılar. Geceleri kadınları ile seviştiler. Olan gencecik fidanlara oldu.
         İşin kötü tarafı, ülkeyi terki diyar ettiğin günden beri, insanımız çok değişti. Hiç bir şeye aldırmaz, ama herkesi gammazlar oldu. Huyu suyu tamamen başkalaştı. Elli yıl gerilere itelendik. Her zamanki gibi; yoksul daha yoksul oldu. Varsıl daha çok palazlandı.
         Hep anlatan ben oldum. Biraz da sen anlat hele. Gittiğin yer nasıl bir diyardı. İnsanları bizlere benziyorlar mıydı? İyiler miydi? Ne yedin, ne içtin? Anlat!”
         Annemin ellerini bırakıp, daha önceleri sert yapılı olduğunu bildiğim babamın yüzüne baktım. Karizması hala yerindeydi. Bildiğim sert görünümlü çehresinin yerini, olgunlaşan bir meyvedeki yumuşama vardı. O da tıpkı annem gibi sevecen ve özlem doluydu. Özlem gidermemiz uzunca bir zamana yayılacaktı. Kimyası tamamen değişen insanımızla bir bütünlük sağlamak zorlayacaktı. Annemin anlatmaya çalıştığı değişim gelip, beni de bulacaktı.
         Güneş iyice indi. Pencere kenarına konan kırlangıç camdan içeri baktı. Göz göze geldik.
         “Ooo… Beyefendi, nihayet teşrif etmişsiniz. Hoş geldiniz. Özlettin anne ve babayı. Bir daha bu kadar uzun sürmesin vuslat. Tamam mı?" deyip, uzaklara kanat çırptı.


Amsterdam, 12 Şubat 2017 

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

KORKU

      KORKU   “Elimde değil Olric! Ne efendimiz? Elleri Olric elleri…”   Oğuz Atay - Tutunamayanlar   Fırtınalı bir denizin da...