DOĞUM GÜNÜ
“Seni düşünürken
Bir çakıl taşı ısınır içimde
Bir kuş gelir yüreğimin ucuna konar
Bir gelincik açılır ansızın
Bir gelincik sinsi sinsi kanar
Seni düşünürken
Bir erik ağacı tepeden tırnağa donanır
Deliler gibi dönmeğe başlar
Döndükçe yumak yumak çözülür
Çözüldükçe ufalır küçülür
Çekirdeği henüz süt bağlamış
Masmavi bir erik kesilir ağzımda
Dokundukça yanar dudaklarım“
Bedri Rahmi Eyüboğlu
Onlarca yıl öncesinde, onu tarihi İstanbul Sirkeci Garı'ndan alıp, o zamanlar çok yabancısı olduğu Hollanda’ya getiren kömür karası bir trendi. Yirmi
yaşındaydı. Gençti, ama onun da al olan kanı deli mi, yoksa akıllı miydi, bugün sorsanız o da
bilemezdi. Ve ona doğumundan iki gün sonra, anne ve babası Arhan adını
vermişlerdi. Yirmi yaşına kadar olan vasat yaşamında, o ilk kez İstanbul’a geliyor,
ilk kez bir trene biniyor, ilk kez ülke sınırlarının dışına çıkıyor, ilk kez
pek çok ülkenin içinden transit geçiyor ve yine ilk kez dağlar-denizler ardında
bulunan, doğduğu topraklardan binlerce kilometre uzaklıktaki Hollanda’nın çok
kültürlü toplumunda üfürülen bir toz zerreciği gibi kayboluyordu.
Öncesinde geldiği
İstanbul’un büyüklüğü, balık istifi şehre sığmayan kalabalığı, insanların iç içeliği, akla gelebilecek her şeyin
ayaküstü satılıyor olmasının şaşkınlığı, bağırış-çağırışlar, yaşanan hengame, klakson sesleri, trafiğin yumak misali
karmaşıklığı, ak bulutları delen binlerce minare, dört bir yandan zangır zangır ezan
sesleri, fırsat kollayan yankesiciler, dönen dolaplar, ayakta kalmakta zorlanan tarihi binalar,
meraklı-bir o kadar da renkli turistler, martılar, deniz, balıkçı kayıkları, çözülmeye çalışılan balıkçı ağları, denize sarkıtılan oltalar, sandallar, güvercinler, feribotlar, raylarda hareket halinde trenler,
simitçiler, sarhoşlar, dilenciler, travestiler, dolmuşçular, taksiciler, kapkaççılar, kokoreççiler, ayakkabı boyacıları ve İstanbul’u İstanbul yapan, kendisine özgü daha yüzlerce şaşılası motifin yadsınamayan varlığı.
Arhan için yaban elde tutunmak hiç de kolay
değildi. Onca farklılığa alışmak kolay olmayacaktı. Biraz zaman
alacağa benziyordu. Elbette en büyük engellerden biri de dil sorunu olmalıydı.
Bunu aşmak ve bu konuya hakim olmak da ayrıca onu hayli zorlayacaktı.
Yukarıda sayılan onca
ilki bir anda yaşamak üzere yola çıkmadan önce, kendisini uğurlamaya
gelenlerden sevdiği ve ağabeyi olarak gördüğü büyüğü, vedalaşma anında sol elini omuzuna koyup kulağına
fısıldamıştı.
“Hadi koçum, tez zamanda
iyi haberlerini bekliyorum. Bana hemen yaz. Yapacağın ilk işin hızla dil öğrenmek
olsun. Oranın dilini öğrenirsen, gerisi çorap söküğü gibi gelir. Ha… Bir de
kulağına küpe olsun. Dil dile değmeyince dil öğrenilmiyormuş. Bu işin erbapları
öyle söylüyorlar. Ben onların yalancısıyım. Onun için ne yapacaksın?
En kısa zamanda sarışın bir hatun bulacaksın. Şöyle kardeşimin duygusal
yüreğine seslenen, onun gönlünü hoş tutan, mutlu kılan ve kocaman bir kalbi
olan. Göreyim seni. Yüzün hep gülsün. Hadi yolun açık olsun. Güle güle git.”
Ağabeyi olarak gördüğü
Zeki’ye karşı nasıl da utanmıştı. Ama içi de hoş olmadı değil. Evet
güzel günlerin, çok daha güzel günlerin kendisini beklemiyor olmaması için hiçbir
neden yoktu. Azim, sahibini günün birinde elbette düzlüğe çıkarırdı.
Derken zaman yıl yıl geçti. Bir başına
zor yıllar. Dil de öğrendi. Belki dilini dillere değdirerek değil, ama öğrendi.
Derken günlerden bir gün, bir yerde tesadüfen görüşüp tanıştığı birisine
yüreğini kaptırdı, hem de ne kaptırma. Öyle ki; kısa sürede alev alan sevdası dağları yerinden
oynatabilirdi. O yürekten geçen bin bir
türlü hoş, ılık, şekerli, ballı, şerbetli, ekşi, tatlı ve tutam tutam
baharatların serpiştirildiği duygular anlatılamazdı. Bunu görebilmek için o an
Arhan’ın hareli acemi yüreğini lime lime edip bin bir parçaya bölüp, her zerrecikte onu hoş
tutan olgulara tek tek bakmak gerekirdi. Bu kısımda şekerler, bakın bakın şerbet
nasıl da sızıyor, balın parlaklığına bakar mısınız? Ne hoş.. ne hoş. Kahve
falına bakar gibi; ya şu bulutların üzerinde uçuşan renk cümbüşü kelebeklere ne demeli?
Hayır… Hayır bir insan yüreği sevgi adına bu kadar güzelliği barındıramaz ki, patlar o yürek. Ya şu boncuklar misali patır patır düşenler gözyaşları mı
acaba? Yazık! Şu alt tarafta gökkuşağını görüyor musunuz? Bayıldım, bayıldım
renklerine. Umutlanmak bu olsa gerek. Dört bir yan kır çiçekleri. Uçuşan arılar. Kuş sesleri. Baş döndüren
mis kokular. Her zerrecikte tarifi zor ayrı bir güzellik.
Arhan’a göre ne hoştu, ne
hoştu o. Anlatmak için onu “kelimelerin kifayetsizliğinden daha büyük bir
kifayetsizlik yoktu.” Güzeldi. Apak tenli, çilliydi yüzü. Bal bakışlıydı ve ay gülümsemesiyle bir sevda şiiri olurdu. Helen’di adı. Ufacık tefecik, ama
kocaman yürekli. Minnacıktı burnu. Fındıklara benzetmek istemiyordu onun
burnunu. O da ne fındık. Yok… yok. Okşanasıydı onun burnu. Saçları saman
sarısı. Tamam. Memleketlisi şair de doğduğu topraklardan uzakta ki sevdiceği Vera'sının saçları için aynen böyle demişti. Varsın o da söylesindi. İmlemenin bir anlamı yoktu. Nasılsa “kelimelerin kifayetsizliği
bile bu kifayetsizliği anlatamıyordu.
Günlerden bir gün; “İl
Postino” adlı muhteşem filmde, şair Pablo Neruda’nın İtalya’daki sürgünlüğünü
anlatan hikayesini büyük bir hayranlıkla izlemişti. Film daha çok şair ile onun
dünyanın her tarafından gelen mektuplarını ona getiren postacısı
arasındaki diyaloğunu konu alıyordu. Filmde postacı da aynen Arhan misali bir dilbere
gönlünü kaptırıyor. Ama onun gönlünü kaptırdığı uzun, selvi boylu. Helen gibi ufak tefek değildi. Üstelik yüzü çilli de değil. Postacı bir buluşmalarında, hep bir metafor olarak gördüğü ve
adı Beatrice olan sevdiğinin yüreğinde daha çok yer edinmek için Neruda’nın bir şiirini, kendi şiiriymiş gibi sesinde
titremelerle okuyor. Sonrasında da gelip bunu Neruda’ya anlatıyor. Büyük şair küplere biniyor.
“İyi de kardeşim, ama bu
benim şiirim. Sen nasıl olur da benim şiirimi kendi şiirinmiş gibi sevdiğine okursun?”
Şairin gereksiz kızgınlığını gören postacı sesinde aynı titreme ile postacı
cevap veriyor.
“Bir şiir yazılana kadar
şairindir. Ama yazıldıktan sonra kime lazımsa artık o şiir onundur.” Neruda’nın
kızgınlığı geçiyor ve “haklısın” deyip postacısının sırtını sıvazlıyor.
Ne diyelim? Arhan’ın
vurgunu olduğu sevdiğinin saçlarının saman sarısı, başka nasıl anlatabilir ki? Bu anlatımına Nazım da ters tepki göstermezdi elbette. Belki de kolaylık olsun diye
cebine harçlık gibi bir birinden güzel daha pek çok kelime daha koyardı. Bu
artık başka bir bahara kalsındı. Ama Helen güzeldi.
Maviliği solmuş kumaş
çantası, yakası dantelli çiçekli bluzu, denizlerden Akdeniz maviliğindeki
gözleri, ipeksi yumuk elleri, kıvrımlı dudakları, uzun kirpikleri ve çilli yüzü
ile Arhan onu görmeye görsündü. Nasıl da büyük, yüzlerce kucağın açılımına
sığmayacak bir güzellik kaplardı yüreğini. O an zaman, ne demeye geçisindi ki. Zaman
geçmesin, dünya olduğu yerde titreşimsiz dursun, gözle görülebilen her yanda
bütün renklerden çiçekler açsın, ağaçlar tomurcuklarını o an açsın, Tanrı yukarılardan gülümsesin, olmadı el de sallasın, kadehler dolsun, kuşlar bin
bir dilde şarkı söylesin, piyanoların tuşları durmasın, dünyanın en eşsiz müzisyenlerinin
eserlerini seslendirsin, Beethoven’ın “Moonligcht-Ay ışığı” sonatı mutlaka
çalsındı. Sonrasında Vivaldi’nin Dört Mevsim Konçertosundan” sadece “Bahar”
çalsın, kış üşütürdü, kalsındı.
Şairler en güzel sevda
şiirlerini, duygu yüklü kadifemsi sesleri ile mısra mısra okusundu. Öykücüler
en güzel öykülerini, “Güzel bir ata binip giden, gidişi ile dünyayı
öksüz kılan Yaşar Kemal” geri gelsindi.
Anavarza’yı, Çukurova’yı, Yılan Kalesi'ni, Gavur Dağı'nı, İnce Memed’i ve Hatçe’sini, Karıncanın Su İçtiği
Yeri, Yağmurcuk Kuşu, Ağrı Dağının Efsanesi, Çakırcalı Efe, Höyükteki Nar Ağacı'nı gürül gürül anlatsındı.
Sonrasında bir “dengbej” Yaşar Kemal’in yanı başına otursun, elini kulağına
götürüp “Mem û Zîn”i yanık sesi ile anlatsın, ama kara çalı Beko’dan hiç söz
etmesin, Mem û Zîn mutlaka kavuşsundu.
Dünya insanları kadınlı,
erkekli ve çocuklu bir halaya veya “sirtakiye” dursun, yüzlerce kez
gezegenlerini çevreleyen rakslarında, mutlaka her elde gökkuşağı mendilleri olsundu.
Vincent van Gogh aynı
muhteşemlikte yeni resimler yapsın, cebinde resim malzemesi alacak, yaşamını
idame ettirecek parası olsun, ağabeyi Theo’dan onuru kırılmalarla harçlık
istemesin, resimlerini satabilsin, ama ne olur kulağını kesmesindi.
Bütün bunlar olup biterken,
Arhan da Helen’in ay güzelliğindeki yüzünde çilleri saysaydı. Bir, iki,
üç… on beş… yok yok olmadı, çenenin altında iki çil daha varmış. Şaşırdım. Sil
baştan yeniden. Bir, iki, üç, dört… Tamam altmış bir tane çil. Helen güzeldi. Ama artık
yoktu. Arhan ise aşka aşık, hüzne dolaşık kişiliği ile şimdilerde altmış bir yaşındaydı!
Amsterdam, 9 Ocak 2021