GÖKYÜZÜ
Ulaşılması zor, sarp, meşe aǧaçları ile kaplı daǧların ardından, suların sevgiliye koşar gibi hızla aktıǧı derelerden ve
bin bir çeşit albenili-kırılgan kır çiçeǧi ile bezeli yeşil ovalardan; yıllardır
kulaǧına gelen asker, silah, bomba, helikopter ve savaş uçaklarının nahoş
sesleri oldu. Sonrasında her ne olduysa, tam da olanca umudunu yitirip ve bu
devran böyle devam edecek kaygısına kapılmışken, bu berbat gürültüler
apansız dindi. Dört bir yan sessizliǧe büründü. Sökün eden bahar ile birlikte;
onlarca yıl sonra ilk defa kuş, arı, cır cır böcekleri, kelebek kanatlarının çırpmaları ve kır
çiçeklerinin narin goncalarının çatlama seslerini duyar oldu. Can almanın
işareti olup, öd koparan, başat çirkin gürültüler, yerlerini doǧanın yaydıǧı düşük
frekanslı, yıllardır duymadıǧı tatlı, ferahlatıcı, ruh okşayıcı, hayata daha baǧlayıcı, umutlandırıcı ve
dinlendirici seslere bıraktılar.
Duyduǧu
silah, bomba, helikopter patırtısı ve kurşun hızıyla gökyüzünde daǧlara doǧru
uçan savaş uçaklarının inlemeleri, yüreǧinin her defasında aǧzına gelmesine
neden oluyordu. Bilinmeyen bir daǧın yamacında yine birilerinin hayatına, genç yaşında son verilecekti. Hem de karşılarındakinin kim olduǧunu, hayallerini, rüyalarını, yeni doǧan kızına aldıǧı bebeǧi cebinde
taşıdıǧını, umutlarını dahi bilmeden,
tanımadan. Oysa birbirlerinin tavuklarına da "kış" dememişlerdi. Ama onlar, ne yazık ki; birbirlerini öldürme ve yok etme misyonunu üstlenmişlerdi. Bu arada doǧa hunharca bir talanla yerle bir ediliyor, dünyanın ciğerleri olan ormanlardan, savaş uçaklarından atılan bombalardan dolayı, geriye sadece ağaç külleri kalıyordu. Ve hiç kimse bu gidişata dur demiyordu. Naze Ana tüm bu olup bitenlerin ardından hüzünlenip, başını kederle yere eǧerken, yaralı yüreǧinden gelen göz yaşları, gözlerinden boncuk boncuk akıyorlardı.
İki
oǧlunu yıllarca önce, peşe peşe, yükseltileri süt beyazı karlarla kaplı, amansız
daǧlara kaptırmıştı, Naze Ana. Daǧlar ciǧerlerini söküp koparırken, canından aldıǧı
iki canı gerisin geri vermedi. Neler olup bittiǧine akıl erdiremeyen, bu
altmışlı yaşlardaki, açık maviye çalan buǧulu gözlü, yuvarlak çehreli, kısa
boylu küçük kadının, büyük yüreǧi iki yerinden kor şişlerle, derinden daǧlanmış
gibiydi. Evlat acısı ile adeta her an boǧulur gibi oluyordu. Kim olursa olsun,
gencecik insanların ölmesi, annelerin aǧlaması, yuvaların daǧılması ve bu acıları
yaşayanların, yalnızca yoksullar olması
(ne gariptir ki), O’nu daha da hüzünlendiriyordu. Yoksul gençlerin anneleri
olarak, ellerinden gelen bir şey yok gibiydi. Karşılarında duran karanlık güçler,
zalimlikte rakip tanımıyor, her geçen gün daha çok kan akıtıyorlardı.
Oysa Naze Ana’ya göre, hangi kutsallık adına olursa
olsun, kimsecikler ölmemeliydi. Hiç bir kavram, insan canından daha deǧerli deǧildi.
Fakir insanların gencecik oǧuları ve kızları bir hiç uǧruna, kum taneleri gibi
avuçlarından kayıp, gitmemeliydi. Onlarca yıldır devam edegelen bu vahşet, tez
elden sonlandırılmalıydı.
Ölen
iki tarafın da cenaze törenlerine baktıǧında, sahne sürekli kırsal kesimden,
eşarplı kadınlar, şapkalı erkekler, yoksullukları yüzlerinden okunan
biçarelerdi. Acı çekip, dövünen ve kaybettikleri deǧerlerin ardından aǧıtlar yakanlar arasında en küçük bir
farklılık yoktu. Aynı manzara, hiç bir ayrıcalık göstermeksizin, onlarca yıldır
devam ediyor, katledilen fakirlerin sayısı her geçen gün daha da artış göstererek on binleri buluyordu. Şiddet devam ettikçe de, kandan beslenenler,
kene misali emdikçe kanlanırken, yaşamlarının hiç bir bedeli olmayan, bu iǧrenç oyunun kurbanı olan yoksul çocukları art arda ölmeye devam edeceklerdi.
Son
zamanlarda söylenildiǧine göre, insan yüreǧine hafiften su serpen belli adımlar
atılıyordu. Olumlu gelişmelerden dolayı, köylüleri son zamanlarda haberleri
daha bir can kulaǧı ile dinler olmuştu. Çok şükür, son zamanlarda ölüm haberleri gelmiyordu. Barış adına,
insanlık adına bazı girişimler söz konusuydu.Türkçesi iyi olmasa da, haberleri
yine torunu ile izlemeyi yeǧledi. Dört yıl önce
kocası Ali kalp krizinden ölmeseydi, O’nunla birlikte izleyecekti. Aslında
Ali’ye biraz kırgındı. Kendisini bu daǧın başında, tam da birlikteliǧe daha çök
ihtiyaç duyduǧu bir zamanda, hiç sorup sual etmeden çekip, gitmiş, kendisini
elleri böğründe bırakmış, gözleri ise hep gökyüzüne dönük kalakalmıştı. Acelesi
neydi? Oysa kavilleri böyle deǧildi. Anca beraber, kanca beraber deǧil miydi?
Göz yaşlarını kendisi mi silecekti? Görmediǧi iyi günleri neyse de, hepten acı
olan günlerinde bir başına mı kalacaktı. Ali yanı başında olmayacak mıydı.
Başını O’nun goǧsüne gömerek teselli bulmayacak mıydı. Ali’den yana yüreǧi
kırık ve buruktu.
Oǧlu
Misto’ya seslenmeden önce ortalarda kuyruǧunu sallayıp duran, evin köpeǧine
baktı. İçinden Zoro’ya acıdı. Kuyruǧunu mütemadiyen sallamasından belliydi,
hayvancaǧız aç olmalıydı. Gelini, üç torununun annesi Hediye’ye avazı çıktıǧı
kadar baǧırdı.
“Hediye....
Kızım, Zoro aç herhalde. Geçmişlerinin hayrına bi doyuruver
hayvancaǧızı. Hadi çabuk ol kızım.” Hediye, sadece evlerinde deǧil, bütün köyde
de büyük saygı gören ve belli bir otorite olan Naze Ana’nın
bu direktifini yerine getirmek için, cılız bedenini hızla harekete geçirip,
tandır damına yöneldi. Naze Ana sonrasında samanlıǧın duvarına sırtını yaslayıp,
güneşlenen, kırk yaşında olmasına raǧmen, hala saygı mahiyetinde, kendisinden
gizli keyifle sigarasını tüttürüp, ne düşündüǧünü belli etmeyen, daǧlarin
kendisinden alamadıǧı burma bıyıklı oǧlu Misto’ya seslendi.
“Misto,
hele Helin’i çaǧır gelsin. Haberler başlıyor. Haberleri izlemek istiyorum,“
Helin Mustafa’nın kızıydı, kürtçede kuş yuvası anlamına geliyordu. Bu yuva
yeteri kadar daǧılmıştı ve daha fazla talan edilmemeliydi. Anaların yaptıkları
“helinleri” korumak için, kanatlarını bu güzelliǧin üzerine germeleri
gerekiyordu. Türk , Kürt, Laz veya Çerkez demeden barış için el ele verip, bu
gayri insani gidişata dur demeleri gerekiyordu.
Helin’in
babaannesinin gözlerine benzeyen gözleri ışıl ışıl parlıyordu. Kasabada lise
son sınıfta okuyor ve üniversiteye gidip, avukat olmak en büyük hayaliydi. Böylelikle
çaresiz bırakılanların savunucusu, kolu-kanadı olacaǧını düşünüyordu. Naze Ana,
haberleri Helin ile birlikte izlemeyi çok seviyordu. Çünkü Helin
izledikleri her haberin ardından, kendi yorumunu da katarak, babaannesine
aktarıyordu. Torunun
beyaz, kadife gibi ellerini, yer yer çatlamış, nasırlı avuçlarının içine alıp,
O’nun yorumunu ve açıklamasını göz göze gelerek bekliyordu. Torunu ile haberleri
izlerken, yüreǧi O’nun yüreǧine çarpar gibi oluyordu. Helin'in son
zamanlarda verdiǧi haberler ise, birer müjde gibiydi.
“Babaanneciǧim,
sen o güzelim gönlünü ferah tut. Bugün de sevinebiliriz, ölen kimse
olmadı. Kimselerin ocaǧına, şükürler olsun, ateş düşmedi. Barış
görüşmeleri sorunsuz devam ediyor. Herhangi bir komplo olmazsa ve her şey
yolunda giderse, herkesin yüzüne dünyanın en güzel-geniş gülümsemesi gelip, yerleşecek.
Daha önemlisi de, bundan sonra analar aǧlamayacak.” Helin barışla ilgili her
haberin ardından, maviş gözlerini mutlulukla kırpıştırıp, muştular gibi
yorumlarını ballandırarak gelişmelere katıp, babaannesine olup biteni, bütün
maharetlerini sergileyerek, bir çırpıda anlatıyordu.
“İnşallah benim güzel
kızım, inşallah.” deyip, torununun örgülü saçlarını okşayan Naze Ana, ellerini
gökyüzüne kaldırıp, uzun uzun bildiǧi bütün duaları peş peşe mırıldandı. Her
şey iyi olacak ve sonunda kazanan elbette insanlık olacaktı. Bu coǧrafyada da,
nihayet barış olanca maǧrurluǧu ile hüküm sürecekti. İnsanlık dolu günler uzak
deǧildi.
Naze Ana torunun elinden
tutup, dışarı çıktı. O’nun saçlarını okşamaya devam edip, pembe yanaǧına öpücükler
kondurup, gönlünü aldı. Hava iyice kararmıştı. Köydeki evlerden cılız ışıklar
saçılıyor, açlık sorunu olmayan köpekler koro halinde havlarken, cır cır böceklerinin çıkardığı tiz sesler kulakları tırmalıyordu. Akşam'ın siyahında; gökyüzü
her zaman olduǧu gibi, erişilmeyecek uzaklıklarda ve biri diǧerinden daha parlak yıldızlarla dopdoluydu. Dünya; anaların bir damla gözyaşı
dökmediǧi, muhteşem barış güzelliǧindeydi.
Amsterdam, 2 Haziran 2013