YEZZO
Bütün sokaklar, kaldırımlar ve
kuytuluklarda kalan köşeler, budak budak boğumlu, diplerine vuran gölgeleri ile
yalnızlığa mahkum yaşlı ağaçlardan yığınlar halinde dökülen, kızıl, aynı
zamanda sarı renklerinin bütün tonlarının hakim olduğu sonbahar yaprakları ile
doluydu. Bahar aylarındaki körpeliğinde daha fazla direnemeyen ağaç dallarına,
inatla tutunup, az da olsa, yerlere düşmeye karşı koymaya devam eden
yapraklarda yok değildi tabi. Yapraklar çıkan ani rüzgarların etkisi ile
kolayca yerlere düşüp, yine aynı esintilerle bir yerden, diğer bir yere isteksizce
taşınıp, kısa sürecek olan yeni arkadaşlıklar, dostluklar ediniyorlardı.
Sokaklarda, günün ışıması ile
birlikte, hüzün mevsimi sonbaharın yapraklarına ve yeni oluşturdukları
arkadaşlıklarına karşı amansız bir savaş başlamıştı. Yerlere dökülen yapraklar,
göz kamaştırıcı güzellikte renkleri de olsa, insanların yaşamlarını bir hayli
zorlaştırıyorlardı. O nedenle incecik siyah bıyıklı, dalgalı saçlı, esmer
tenli-yabancı olanı, omuzuna taktığı, neredeyse kendi bedeninden daha büyük bir hava püskürtme makinesi ile kaldırımları,
araba altlarını ve sokaklardaki yığınlar halindeki yaprakları havalandırıyordu. Uzun sarı saçlı,
boynunda dövmesi olan Alman iş arkadaşı ise, pazılı tek kolu ile idare ettiği
büyük bir süpürge görevini yerine getiren araçla, önüne yığılanları canavar
gibi yutuyordu. Her taraf alabildiğine ağaç yaprağına bürümüştü. İnanılır gibi
değildi, bu kadar çok yaprakla nasıl başa çıkılacaktı.
Yezzo, evinin çok da büyük olmayan,
artık pervazları iyice eski, memleketinden çok uzaklarda yıllardır edindiği
penceresinin, hafiften araladığı çiçekli tülün ardından haldır haldır çalışan
bu belediye görevlilerini seyrederken, uçuşan yapraklara asılı kalan dalgın ve
hüzünlü bakışları ise O’nu hayaller alemine alıp, götürüyordu.
Daha geçen hafta kırk beş yaşına
basmıştı. Asıl adı Pelşin’di, ama Almanya’da kendisini tanıyanlar Yezidi
kökenli olduğunu bildikleri için O’na Yezzo diyorlardı. Bu isimden hiç rahatsız
olmuyor ve hatta kulağına hoş geliyordu. Pelşin, Kürtçede yeşil yaprak anlamına
geliyordu. Bir zamanlar kendisi de, adı gibi yeşil bir yapraktı. Oysa, Yezzo
yıllar oldu, tıpkı şu an gözlerinin önünde havalanan yapraklar gibi sararıp
solmuş ve Almanya, o canavar makine olup, kendisini yutmuştu.
Pelşin on yedi yaşında, sarıya çalan
ipeksi saçları, upuzun kirpikleri, uçsuz bucaksız bir ormanı andıran zümrüt
yeşili gözleri, gülümsediğinde dünya harikası gamzeleri ve kor dudakları ile değil
Bozca Köyünün, belki de Ortadoğu coğrafyasının en güzel Yezidi Kürt kızıydı. O
babası Reşo, annesi Naze, kız kardeşi Suna ve ağabeyi Hasan’ı ne kadar da çok seviyordu.
Ailesi ile çok mutluydu. Bir de var olan mutluluğunu daha bir artıran sevdiği,
yasak aşkı vardı. Komşu köyden filinta delikanlı Mahmud da Pelşin’e kara
sevdalıydı. Annesi Dılşad bu sevdanın sonunun olmadığını, bir araya
gelmelerinin imkansız olduğunu söylese de, O oğluna, Mahmud da gönlüne söz
geçiremiyordu. Koyu kahve rengi gözleri, Pelşin’in o güzelim gözlerinden
başkasını görmüyordu. Oysa kaideler, örf ve adetler çok ağırdı. Kürt de olsalar
birinin müslüman, diğerinin yezidi olması bu sevdayı imkansız hale getiriyordu.
Mahmud her akşam olduğu gibi o akşam da,
Pelşin’i bir anlık da olsa görmeye geldi. Daha önceki günlerde olduğu gibi,
yine evlerinin arkasında buluştular. Birbirlerinin kemiklerini kırarcasına
sarılıp, özlem giderdiler. Genç sevgililerin birbirlerine dokunuşları ile içleri
ışıdı, ısındı. Yüreklerinde sayısız kelebek kanat çırptı. Ne yazık ki görüşmeleri çok kısa sürmek zorundaydı. Aksi halde
Pelşin’in annesi ve babası kendilerini o halde görebilirlerdi. Bu onların sonu
olurdu ve bundan çok korkuyorlardı.
O akşam Mahmud yine annesinin ve
babasının söylediklerini anlattı. İmkansız da olsa Pelşin’i bırakmayacağını,
ölümüne, ömrünün sonuna kadar kendisini bekleyeceğini söyledi. Yalvardı,
yakardı. Göz yaşları birbirine karıştı. Mahmud, Pelşin’in ellerini defalarca
öpüp ayrıldı.
Bu gel gitler her daim umdukları gibi
olmadı. Mahmud ertesi akşam da koşar adım Pelşin’e gelince, komşuları Refo onları
evlerinin arkasında sarmaş dolaş gördü. Sabahın erken saatlerinde
gelip, durumu Reşo’ya gördüklerini anlattı. Reşo hiddetle köpürüp, hışımla
kızının odasına daldı. Pelşin rüyasında da Mahmud’u ile birlikteydi. Babası
saçlarından tuttuğu gibi kızını yataktan sürükleyerek, oturma odasına getirdi.
Pelşin hıçkırıklarla ağlarken, babası durmaksızın bütün bedenini tekmeliyor,
nasıl bir müslümanla evlenmeyi aklından geçirdiğini avazı çıktığı kadar
haykırıyordu. Dayak atmaktan yorulan baba biraz soluklanmak isterken, devreye
gürültüden uyanan oğlu girdi. Dayak atma sırasını ağabeyi Hasan aldı. O da
tıpkı babası gibi bu genc ve narin bedeni insafsızca tekmeledi, tekmeledi.
Annesi ve kız kardeşi ağlayıp, bir köşede korku dolu gözlerle bakıyorlardı.
Ağabeyi Hasan da yorulmuş olacak ki, kendisini bitkin bir şekilde duvar
dibindeki sandalyeye attı.
Pelşin bir hafta boyunca kendisine
gelemedi. Morarmamış tek yeri kalmamıştı. Yüzü gözü yara bereler içindeydi.
Annesi fırsat buldukça, babasından gizli, kızına gözlerinden boncuk boncuk göz
yaşları akıtarak, pansuman yaptı.
Reşo elini tez tutup, pelşin’i bir an önce evlendirmek niyetindeydi. Köyden
uzak akrabaları Sılo’nun oğlu Azam’ın Pelşin’de gönlünün olduğunu duymuştu.
Zaman kaybetmeden onlarla bir an önce oturup, konuşmalıydı. Bu fırsatı
yarattığında ise, ailenin buna dünden razı olduğunu gördü. Pek bi mutlu oldu.
Kısa sürede hazırlıklarını yapıp, Pelşin’i istemeye geleceklerdi. Azam
sevincinden yerinde duramıyordu. Kendisini kaybedip, defalarca Reşo’nun
ellerine sarılıp, öptü. Azam’ın babası ve annesi de minnet dolu gözlerle,
Reşo’ya bakıp, teşekkür ettiler.
Pelşin uçuşan yapraklara bakmaya
kendisini iyice kaptırmıştı. Kendilerine camdan baktığını gören Alman,
gülümseyerek elini kaldırıp, selam verince, yabancı kökenli olan adam da baktı,
ama O selam vermedi. Pelşin de elini hafiften kaldırıp, onları selamladı. Uçuşmaya devam eden
yapraklarla birlikte, kendisini yine Bolca Köyünde buldu.
Neredeyse iyileşmek üzereydi. Duvarlara
tutunarak günde üç kez evden dışarı çıkıp, yüzüne hafif tatlı bir sıcaklıkla
dokunan güneşe dönerek yalvardı. Meleke Tavus’tan kendisine ve sevdiğine
yardımcı olması için dua mahiyetinde, kalbinden geçenleri art arda bir umutla
sıralıyordu. Aradan bir kaç gün daha geçince Meleke Tavus’un da kendisine
sırtını döndüğünü gördü. Kutsal kitapları Meshef Reş’in ve Kitab el Celve’nin
de bir faydasını görmedi. Bir kaç gün sonra da Azam ile düğünü oldu. Dünyası
başına yıkıldı. Böyle bir şey nasıl olurdu, bir türlü kabullenemiyordu.
Kaderine boyun eğdi. İstemediği, sevmediği kocasına kadınlık yapmak zorunda
kaldı.
Oğulları Ruşen bir yaşına girmişti ki,
köylerinde çeşitli söylentiler dilden dile yayılıyordu. Çevredeki Yezidi
köylerinde yağmalamalar oluyor, evleri yakılıyor, masum insanlar öldürülüyordu.
Hem de bu vahşeti yapanların çoğunun kışkırtılmış, kendileri gibi Kürt kökenli
olan müslümanlar olduğu söyleniyordu. Oysa bugüne değin böylesi bir sorun
yaşanmamıştı. Ve barbarların ayak sesleri gün geçtikçe köylerine doğru
geliyordu. İnsanlar pılısını pırtısını toplayıp, kaçıyorlardı. Pelşin ve kocası da
canlarını kurtarmak için kaçıp, Almanya’ya sığındılar. Artlarından babası,
annesi ve kardeşleri de geldiler. Bir Yezidi köyü olan Bozca’da kimseler
kalmadı. Almanya’ya gelemeyenlerden bir kısmı ise Sincar Dağının eteklerindeki
akrabalarına kaçtılar. Kaçamayanlar ise, salt inançlarından dolayı hunharca
taşlanarak öldürüldüler. Pelşin’in dünyası ikinci kez başına yıkılmıştı.
Çaresizdi, Meleke Tavus bir kez daha kedisinin feryadını duymamış, görmemişti.
O yine de bu zor günlerinde güneşe dönüp, dualarını okumamazlık etmedi.
Almanya’ya geldikten bir yıl sonra,
ikinci oğlu dünyaya geldi. O'nun adını da Rumet koydular. Çocukları da olsa,
evliliklerinin üzerinden yıllar geçse de, Pelşin aklından, fikrinden, kalbinden
bir an olsun Mahmud’u çıkaramıyordu. Azam’a yüreğinde tarifi mümkün olmayan bir
acıyı duyarak kadınlık ediyordu. Rumet iki yaşına gelmişti ki, bu işkenceye
daha fazla dayanamayıp, Azam’dan boşandı. Azam fazla bir zorluk çıkarmadı. O da
olup biteni seziyordu. Pelşin çocuklarını da alıp, yaprakların uçuşunu
seyrettiği bu eve taşındı. Yavrularını bu evde büyütüp, okula gönderdi. Onlar
birer kocaman delikanlı oldular. Birer de Alman kız buldular. Almanya’nın Yezzo’su bir başına yapa yalnız kaldı.
Yapraklar uçuşmaya devam ederken,
dinlemek üzere internetten bir melodiyi yükleyip, çalmaya başladı. Melodi
Kürtçe idi, aynı tadı vermenin uzağında da olan Türkçesi de, yaklaşık olarak
aşağıdaki gibiydi.
“Erkek söylemeye başlıyor…
Kirve!
Bu sabah Şengal dağından Sımokya gölüne inmişim ki
Vadi vadide açılmış, vadi vadide, vadi kirvem oy oy...
Baktım da!
Bu sabah Sımokya kızı, kırmızı desenli fistanı giyinmiş
Arkalıklı abayı da üstüne, güvercin gibi
Sımokya gölünün kenarına inmiş
Habur nehrinin yeşil ördeği misali
Sudaki yansıması, ah kirve oy oy...
Kirve!
Bahtına düşmüşüm
Bu sabah harami keklik ötüşüne
Yanası Şengal’in doruğuna çıkasın
Şeyhlerden Melek-i Tavus Şeyhinin hürmetine
Gel...Dert ve acıların üzerine
Ben kirvenin canı ve cesedine
Bir buse kondur, hey kirve oy oy...
Eğer hayır ise; Başının sadakası...
Kapınızdaki ben fakire, kirve oy oy...
Bu kez kız söyler:
Kirve!
Kadınım ya, başıma buyruk değilim
Kurbanın olayım; endişelenme, korkma!
Melek-i Tavus Şeyhim Hadi’nin başına yemin içerim
Öldüysem; kara toprağa
Kaldıysam; kirvemin ruhu, canı ve cesedineyim
Ah kirvem oy oy...
Kirve, bir bilsen!
Biz Yezidi kızlarının buseleri
Seherin güzelliğinde, sabah ezanı sesiyle, kirve oy...
Ben ceylan yavrusunun önü, göğsü
Ben Habur’un yeşil ördeği, güvercini
Çini fincanındaki kahve misali...
Dudaklarım, ağzım;
Kağıda sarılı Amed şekeri
Ki Yahudi –onu- ağzında çiğner...Kirve oy...
Ah...Kirve oy oy...Ah...”
Güneş, dünyayı terk edip, sevgilisi “ay”ın arkasına gizlenmek üzere aheste adımlarla giderken, “yarın
görüşmek üzere” deyip, bir kez daha elini salladı. Bütün canlılar alemine öpücükler
göndererek, vedalaştı. Ama uzaklarda gökyüzünü kızıla boyamayı da ihmal etmedi.
Sokakta çalışan belediye görevlileri de işlerini bitirmişlerdi. Sokak
yapraklardan tamamen arındı. Belediye görevlisi Alman
meraklı gözlerle Pelşin'in penceresine son kez uzun uzun baktı, ama tül
çekildiğinden, bu hoş kadının buğulu zümrüt gözlerini, yani derin ormanda çiseleyen yağmuru göremedi.
Amsterdam, 14 Ekim 2014