İĞDENİN
DALLARI YERDE
Büyük
cam kavanozun kapağını açtı. Yumru elini usulca derin kavanozun
içine daldırdı. Bir avuç iğdeyi, küçük bir
çocuk gibi, birileri görecekmiş hissiyle pantolonunun sağ
cebine doldurdu. Ardından bir avuç kadar daha aldı. Pantolon cebi
belirgin bir şekilde kabardı. Çok da büyük olmayan adımları,
O’nu sabah güneşinin bütün parlaklığı
ile yansıdığı evinin sarı boyalı
duvarının dibine getirdi.
Yeni bir güne merhaba diyecekti. Küçük,
‘çulha’ denilen yün dokuması kilimin üzerine koyduğu pamuk
minderi kalçasının altına iyice yerleştirdi. Sırtını üstü
halı kaplamalı, sert hasır yastığa yasladı.
Ellerini
pantolon cebine koyup, iğdeciklerini
okşar gibi yokladı. Aldığı yarım avuç iğdeyi hayranlıkla
seyre daldı. Gri rengini andıran
gözlerine doluşan güneş büyük bir sihirle, onları
bir anda boncuk maviliğine dönüştürdü. İğdeler
bir anda elmas parçacıkları gibi göz kamaştıran bir parıltıyla
parladı. İştahı kabardı ve elmas parçalarından bir tanesini
ağzına attı. Tam da ağzındaki değirmenin kırık dökük taşlı
mekanizmasını harekete geçirecekti ki, evin sadık köpeği
merakla gelip iki metre karşısında çömeldi. Önce biçimli ön
ayaklarını mümkün olduğu kadar ileriye doğru saldı ve altına
topladığı arka ayaklarının üzerine bütün bedenini gözlerini
kırpa kırpa eşit bir şekilde yerleştirdi.
Musa ile göz göze geldiler. Keleş Köpek karnesinde bolca zayıfı
olan bir çocuk mahcupluğu ile sahibinin gözlerinin derinliklerine
kaçamaklarla baktı. Sahibinin kafasından neler
geçtiğini pek bir merak etti. Tam kafasının üzerini
bütünüyle kaplayan siyah tüylerle;
şapkalı bit köpeği andırıyordu.
Musa,
çeşitli melodiler halinde kulağına gelen kuş seslerini dinledi.
Etrafta büyük bir sessizlik hakimdi. Mavi kanatlı bir kelebek
süzülerek uçtu ve omuzuna kondu. Keleş,
kelebeği kıskanırcasına havladı. Kısa bir süre sonra sustu.
Uzaklardan eşek anırtıları duyulur oldu. Musa’nın Pullu dediği
horozu Kömür Tavuğun ibiğini ısırıp, hışımla altına aldı.
Şaşılası, anlık bir sevişme teşhirinde bulundular. Hızını
alamayan Pullu Horoz diğer tavukların ardında yeni bir maraton
ipini göğüslemek üzere koşturdu. Gökyüzündeki bulutlar
tamamen gözlerden yitip gittiler. Bahçedeki domates fidanları yeni
çiçekler açtı. Çiçekten meyvaya duran domatesler daha da
kızıllaştılar. Ay çiçekleri askeri bir disiplinle yüzlerini
aynı anda güneşe dönmesini bir kez daha bildiler.
İğdelerin
lezzetine diyecek yoktu. Dişlerinin arasını doldurup, tıkanıklık
vermesi biraz zahmetliydi. Keleş hafiften duyulur hırıltılarla
sahibini izlemeye devam ediyordu. Ara sıra uzun keskin dişlerle
kaplı çenesini açıyor, uzun uzadıya düz ve uzun dili ile
ağzının etrafını yalıyordu. Bu arada mavi kanatlı kelebek
bilinmeze uçtu. İzini kaybettirdi.
Musa’nın
karısı on beş yıl kadar önce ölmüştü. Bu uzun zaman içinde
çok zor günleri oldu. Adeta kendi hikayesinde dolanıp durmaktan
bitap düştü. Zeliha ne kadar da çabuk
kendisini yapayalnız koydu. Olacak şey değildi. Mutluluk sanki bir
kibrit çöpüydü. Yandı ve bitti. Oysa Musa O’na nasıl
da aşıktı. Ağzından dökülen her kelime kendisi için
adeta bir emirdi. Karısı, Musa’nın gözünde
tam anlamıyla şiirsel bir güzellikteydi. Bunca zamandır
zaten O’nun yerine kimseleri konduramadı. Daha doğrusu uygun
kimseler yoktu ve bu güne değin buna ön ayak olacak birileri de
olmadı. Yüreğinin derinliklerinde yalnızlığını hep bir başına
yaşadı. Yıllardır yaşadığı yalnızlık O’nu
bir hayli yordu. Bir kızı ve oğlu vardı. Ama onlar da
çoluk çocuğa karışıp kendi hayatlarını yaşıyorlardı.
Çocuklarından da, akrabalarından da bir
fayda yoktu. Her işini kendisi yapıyor ve kimselere bağımlı
olmamak için didiniyordu. Bir odadan diğerine biçare bir halde
gidiyor, aynalara ise sadece kendisinin solgun çehresi yansıyordu.
Musa
cebindeki iğdeleri yarıladı. Yeni bir iğdeyi ağzına attı.
Yadına Zeliha’sı yeniden düştü. Her ne zaman Zeliha aklına
gelse, O’nun güzelim uzun kömür karası saçları her
daim gözlerinin karşısında belirirdi. Şimdi de aynen öyle
oldu. Sonra kestane rengi gözleri, dolgun dudakları, biçimli burnu
ve ince uzun parmaklarını görür gibi oldu. En büyük korkusu bir
gün O’nun hayalinin gözlerinin önünden silinip gitmesiydi.
Bunun olmaması için yatak odasında asılı olan Zeliha’nın
çerçeveli resmini korkarak alıyor, dakikalarca bakıp bir kez daha
zihnine kazıyordu. Gönlünün kuşu sıcak
ve huzurlu yuvasından uçunca, bütün dünyası viraneye döndü.
Kalbine karşı her nedense büyük bir
mahcupluğu vardı.
Musa
bu güzel hayale öylesine kapıldı ki, elini uzatıp Zeliha’ya
dokunmak istedi. Bir kez daha eli boşlukta aranır oldu. Keleş
sahibinin elini neden uzattığına anlam
veremedi. İrkildi. Hatta bir iki adım gerilere kaydı. Musa köpeği
Keleş’ten hicap etti. Düştüğü duruma bir kez daha derinden
üzüldü.
Cebinin
kıyısında köşesinde bir kaç tane iğde daha vardı. Şimdilik
bu kadar yeterdi. Zaten tıkanıklık veriyorlardı. Yanındaki
sürahiden bir bardak su aldı. Bir solukta içti. Ferahladı.
Tıkanıklığı yok oldu. Zeliha’nın saçlarını yıkaması için
yağmur sularını biriktireyim diye nasıl da çabalıyordu. Islana
ıslana oradan oraya bin bir telaşla
koşturuyordu. İpek saçları yağmur suları ile daha da yumuşak
ve parlaklık kazanıyordu. Yıllardır kimseler için yağmur suyu
biriktirdiği yoktu. Hayatında öyle birileri daha da olmadı.
Öğle
üzeri güneş ışınlarını tepeden salmaya başladı. Duvar
dibinde gölge olmadığından diğer duvara doğru hareket edecekti
ki, Kaman köylerinden Çerçi Kötü Yusuf’un iki eşeğini
koştuğu kağnı arabasının ardından evine doğru geldiğini
gördü. Musa avlu kapısını açtı. Arkadaşı çerçi Kötü
Yusuf’u sevecenlikle buyur etti.
“Selamünaleyküm
Musa Ağam. Bütün üzümleri sattım. Sana da bir iki kilo kadar
ayırdım. Yol üzeri onları bırakayım, hem de özledim. Hal ve
hatırını da sorayım dedim. Bilmem iyi ettim mi?”
“Ne
iyi yaptın Yusuf. Başım gözüm üstüne. Hoş geldin. Sefalar getirdin. Nasılsın iyi misin. Yengem ve
çocuklar nasıllar?”
“Ne
olsun be Musa Ağam herkes iyi. Soranlara selamları var. Biz de
bildiğin gibi ekmek parası deyip, bu iki ‘karakaçanın’ peşi
sıra o köyden bir diğerine seyirtip duruyoruz. Hamd olsun Yüce
Allah’ın bin bir nimetine. Bütün köylerde söylemesi ayıp
adımız Kötü Yusuf’a çıktı. Allah senden razı olsun bir tek
senden duymadım bu bana yakıştırılan methiyeyi. Allah seni
inandırsın, ben onlara hep aha bu boz eşeğin gözleri
büyüklüğündeki kehribar üzümleri fazlası ile veriyorum. Ama
yine de yaranamıyorum. Başlarda ağrıma gitmiyor değildi. Ama
alıştım artık. Mevzu ekmek parası olunca, insan her şeye
katlanıyor. Milletin ağzı sizin şu tohumluk buğday çuvalı
değil ki, büzüp bağlayasın. Ne ise anlat bakalım. Senin halin
ahvalin nasıl? Aslında yolda gelirken seninle ilgili bir iyilik
düşündüm.”
Musa’yı
bir merak sardı. Acaba Yusuf’un düşündüğü iyilik ne
olabilirdi ki? Üzüm arabasının üzerine doğru eğildi. Arabanın
köşesinde kalan iki kilo kadar siyah üzüme baktı. Arılar
arabanın etrafında vızıldayıp duruyorlardı. Musa başını
kaldırıp, kendisine doğru kanat çırpan bir arıyı elinin
tersiyle kovdu.
“Söyle
bakalım Yusuf benim için ne gibi bir iyilik düşündün? Hayır
ola.”
“Hayırdır...
Hayır. Merak etme senin için iyi şeyler düşünüyorum. Adım her
ne kadar Kötü Yusuf olsa da.”
“Estağfurullah.
O kelimeyi kendisini bilmez bir iki kişi kullanıyor. Yoksa bu köyde
çok seviliyorsun. Benim yanımda da senin yerin başkadır. Bunu sen
de biliyorsun.”
“Bilmez
olur muyum Musa ağam seni der, seni bilirim. Sen benim en iyi
arkadaşımsın.”
Musa
çay yapmak üzere mutfağın yolunu tuttu. Bu Yusuf hayırlı bir iş
diyordu. Yoksa koca bir köyün, çocuklarının ve akrabalarının
yapamadığını bu Yusuf mu yapacaktı? O’nu on beş yıl sonra
yeniden baş göz mü edecekti? Zeliha’sının üzerine başka gül
koklamayı elbette istemezdi. Ama yalnızlık da bir yere kadardı.
Bu yaştan sonra çekilir gibi de değildi.
Kötü
Yusuf sunulan tavşan kanı çaya kırçıl bıyıklarını
batırmamaya çalışarak höpürtülerle içti.
“Musa
ağam çay çok güzel olmuş. Eline koluna sağlık. Diyeceğim şu
ki; senin de bildiğin gibi, yalnızlık ancak yukarıdakine mahsus.
Diyorum ki, artık sana da bir can yoldaşı lazım. Yek başına
nereye kadar? Bilirsin bu koca köyde seni sever sayarım. Bizim
köyde ahlakı temiz, terbiyesi yerinde, arı namusu olan dul bir
kadıncağız var. Geçen gün bizim hatuna çıtlatıvermiş. İyi
biri olursa ben de evlenmek istiyorum diye ağzından bir lakırtı
çıkmış. Benim de aklıma Allah bilir ya, ilk sen geldin. Bu hatun
tam senin için biçilmiş kaftan. Eğer sen de rıza gösterir evet
dersen, uygun bir zamanda bizim köye, bana gelirsin. Bizim çerçilik
işi de zaten bu yıl bitti. Bu son arabaydı. Artık ben hep
evdeyim. Uygun bir dille sorar çay içmek bahanesiyle misafirliğe
gideriz. Baktın kalbinde atışlar başkalaşıyor, bir hal çaresi
buluruz. Sayenizde biz de sevaba gireriz. Bence üzümün
çöpü-armudun sapı demeden hemen evet demelisin. Senin de iyi kötü
omuzunda uyuyan bir hatun olmalı. Yazıktır, kıyamam, günahtır
sana. Mezara gömülür gibi içine gömülmenin ne alemi var? Bu
köyde seni her gördüğümde yalnızlığına yüreğim alav alav
yanar. Musa, ne olur bu dediğimi unutma. Sen benim has
arkadaşımsın.”
Hiç
beklemediği bir anda bu dostunun getirdiği teklifle şaşkına
dönen Musa, duraksadı. Ne diyeceği konusunda ikirciklendi. Ama
bulunduğu durumdan daha da kötü olacağını sanmıyordu. Belki de
Yusuf’un dediği gibi iyi bir insandı. Has arkadaşım dediği
birine ciğeri beş para etmeyen birisi teklif edilir miydi? Musa,
kaçarken yanlış bir sokağa girmişçesine bir duyguyla söze
girdi.
“Yusuf
kardeş neler de düşünmüşsün. Sağ olasın. Demek beni baş göz
etmek niyetindesin. Sen bütün bunları anlatadururken, ben ilk kez
bu konuyu düşündüm. Neden olmasın dedim kendi kedime. Elim
ayağım tutuyor. Çok şükür sağlığım da yerinde. Maddi bir
sorunum da yok. Aslına bakarsan; derler ki: ‘İnsan içinden
yenilemese dışından eskirmiş.’ Demek benim de artık içimden
hepten yenilenmem gerektiğini, senin gibi temiz kalpli bir dostum
gördü. Öyle ya bu dünyanın yükünü tek başına omuzlamanın
alemi ne? Kafama takılan, bilmem O da beni kabul eder mi? Bana bütün
kalbi ile hissederek evet der mi?”
“Senden
iyisini bulacak? Bunları hiç düşünme. Kafana da zerre kadar
takma. Orasını sen bana, kardeşine bırak. Bak gör nasıl
tereyağından kıl çeker gibi halledeceğim. Hiç değilse şu
garip kardaşımın gönlümü de hoş tutacak bir yoldaşı olur.
Adı Gülfidan. İsmi gibi tam bir güllü fidan. Dikenleri de vardır
ve çokçadır muhakkak. Eh... Ne diyeyim, onlara katlanmak da sana
kalacak artık. Sen hatunu sıcacık koynunda bil gayri. Bu kış
yatağın sımsıcak olacak. Huyu da, suyu da güzel mi güzel. Ben
ve yengen her konuda sana garanti veriyoruz. Senin kötülüğünü
ister miyiz? Kaman’da o zamanlar ortaokulu bitirmişti. Kocası
rahmetli olunca, gerisin geri baba evine dönmek zorunda kaldı
kadıncağız. Bir iyi tarafı daha var ki, çoluk çocuğu da yok.
Tam senlik anlayacağın. Bizim köylük yerde ne zaman görsem,
elinde bir kitap okuyup duruyor. Yani senin kadar olmazsa da, O da
kendince az çok ilim irfan sahibi. Bu Kürt köylerinde bilmem mi,
sen parmakla gösterilen tek adamsın. Hatırı sayılır bir bilgin
ve görgün var. Her konuda alimallah herkes sana danışır.”
Musa
sabah kahvaltısından arta kalan acılı menemeni ısıttı. Yanına
zeytin, peynir, kayısı reçeli, bal, salatalık ve bir demet de
maydanoz koydu. Orta büyüklükteki yuvarlak tepsiyi arkadaşının
önüne koydu.
“Zahmet
ettirdim sana. Sağ olasın. Hacı sofrası olsun. Söyle bakalım
evet diyor musun bu işe?”
“Görüyorum
ki sen yıllar sonra beni düşünmüşsün. Ne desem azdır. Ben de
varım bu işe. Demek senin yanında hatırım varmış. Birbirimizi
uygun bir ortamda görelim, tanıyalım bakalım. Kaderde varsa olur.
Zelıha’mın da gönül koyacağını sanmam. O her zaman benim
mutlu olmamı isterdi. Biliyorum sen gayet iyi niyetlisin. Ben de
evet diyorum.” Kötü Yusuf geniş ve tatlı bir gülümseme ile
elini arkadaşının omuzuna götürdü.
“İşte
bu. Musa kardaşım, sen bu işi evvel Allah olmuş bil. Gülfidan
artık senin helalin. Ben tez elden elimden geleni ardıma
komayacağım. Kardaşım iyilerin en iyisine layık.
Musa,
“sen Gülfidan’ı koynunda bil” kısmında kulaklarına kadar
kızardı. Sonrasında yüzünü kaldırıp, ‘kötü’ dedikleri
‘iyi’ arkadaşının gözlerine aynı büyüklükteki
gülümsemeyle baktı. Bu ince denli düşünebildiği için
kendisine minnettardı. Yalnızlık denilen bu derin ve kanamalı
yarasına, belki de bu arkadaşı derman olacaktı. Yaraları bir bir
iyileşecekti.
Çerçi
Kötü Yusuf daha fazla oyalanmak taraftarı değildi. Musa’ya
ayırdığı üzümü plastik bir kaba koydu. Musa her ne kadar
parasını vermekte ısrar ettiyse de, Kötü Yusuf almadı.
“Enişte
oldu mu şimdi bu yaptığın? Bizim yılardır karşılıklı
merhabamız var. Birbirimizin ekmeğini yemişiz, çayını- köpüklü
kahvesini yudumlamışız. Olmaz asla olmaz. Üstelik bundan kelli,
sen benim has be has eniştemsin de. Ayıp değil mi benim şuncacık
üzümün parasını kıymatlı biricik eniştemden almam. Hiç
yakışık almaz. Afiyetle ye. Unutmadan seni önümüzdeki salı
günü bekliyorum. Ben o zamana kadar bütün hazırlıkları
yapacağım. O konuda kaygılanma.” Musa kısık bir sesle karşılık
verdi.
“Tamam.
Allah senden razı olsun.”
“Hadi
kal sağlıcakla. Kendine iyi bak. Allah nasip ederse salı günü
görüşürüz.”
Musa
neye uğradığını anlayamadı. Adeta afallamıştı. Arkadaşı
Kötü Yusuf, içine kor alavlı bir aşk düşürdü. Avlu kapısında
durdu. Keleş de yanı başındaydı. Musa yavaşça ilerleyen
arkadaşının ardından el sallayadururken, Keleş de mutlulukla
kuyruğunu salladı. Musa’nın gözleri maviliklerini hala
koruyorlardı. Pantolon cebinde arta kalan bir kaç iğdeden birini
daha ağzına attı.
Amsterdam,
20 Ağustos 2017