KİRPİ ile PUHU KUŞU
Güneş lekesiz mavi gökyüzünde, milyonlarca kuvvetli ışığın yöneltildiği devasa bir bakır tepsi gibi, binbir nazla süzülürken, hava insanı bunaltmayacak derecede sıcaktı. Yer küredeki bütün canlıların, ısınmaya hasret kalan kemikleri bu güzelim yaz gününde ısınıyor, bedenlerindeki yağlar kısmen de olsa erirken, canlılar böylesi bir havada kendilerini haliyle daha mutlu hissediyorlardı. Ortamın alabildiğine uygunluğu böylesine apansız sökün edince, bana yapılacak tek bir şey kalıyordu. “Şeytan yapılacak işi yoksa kuyruğunu tartarmış,” Ama, ben ne şeytandım ne de tartılacak kuyruğum olmadığından, yeşilin bütün tonlarının hakim olduğu en yakın parklardan birine gitmek, gün geçtikçe yokluğunu daha çok yaşadığımız temiz havayı solumak, parkın kıvrımlı daracık patika yollarında ve kuytuluklarda biraz dolaşmak, insanların arasına katılıp, kendimi doğaya atmaktı.
Parkta az gittim, uz gittim, Dere ve tepenin olmadığı Amsterdam’da, zorunlu olarak dümdüz gittim. Parkın her tarafında, dünyanın her yöresinden renge renk çocuklar, bir o kadar renkli olan anne ve babalarının gözlerinin hapsinde, cıvıltılar içinde koşturarak, oynuyorlardı. Görkemli sırma saçlı bir salkım söğüdün yamacına geldiğimde, birilerine hemencecik kulak misafiri oluverdim. Bir kirpi başını kaldırarak, salkım söğüdün bir dalına konmuş olan puhu kuşuna, ipek tenli sevdiceği kirpiciğini, kalbini hoplatan o aşüfteyi, olduğu yerde hoplayarak anlatıyordu. Kalbinin O’nun sevdasından nasıl attığını, günün yirmi dört saati bir an olsun düşünmeden edemediğini, tanrıçasının ne kadar güzel olduğunu dile getiriyordu.
Puhu kuşu gözlerini art arda kapatıp açıyor, arada bir kanatlarını oynatıp, can kulağı ile arkadaşı kirpinin yüreğinin derinliklerinden kopup gelen aşk sözcüklerini dinliyor, dostunun adına yaşadığı mutluluğa sevinip, gülümsüyordu.
Çok geçmeden kocaman gözlü puhu kuşu da dile geldi, “guk – guk” akabinde “gak-gak” dedi. Anlaşılan o ki, O da birilerini vurgundu. Kirpi durmaksızın, aşkını anlatırken, bir taraftan da bütün gücü ile hopluyordu.
Kafamda “peki ben ne alemde idim?” sorusu ile bakır tepsisinin sıcaklığını bütün bedenimde iyice hissederek, düm düz yürüyüp, eve geldim. Gözlerimin önünde kah, kirpinin, kah puhu kuşunun aşkı gelip, geçerken, olduğum yerde uyuya kalmışım. Mahrur gözlerimi açtığımda, güneş tasını tarağını toplayıp, bugün de bu kadar diyerek, göz kamaştıran, veda kızıllığını saçıyordu. Evin içi de, kızıllıktan nasibini alıyordu.
Sonsuz sayıda detayı ile birbirine bir zincir misali bağlı olan yaşam; hasıl olan bütün güçlüklere karşın en son kertesine ulaşıncaya dek, vaz geçilemeyecek bir güzellikte idi.
Amsterdam, 27.06.2014
Güneş lekesiz mavi gökyüzünde, milyonlarca kuvvetli ışığın yöneltildiği devasa bir bakır tepsi gibi, binbir nazla süzülürken, hava insanı bunaltmayacak derecede sıcaktı. Yer küredeki bütün canlıların, ısınmaya hasret kalan kemikleri bu güzelim yaz gününde ısınıyor, bedenlerindeki yağlar kısmen de olsa erirken, canlılar böylesi bir havada kendilerini haliyle daha mutlu hissediyorlardı. Ortamın alabildiğine uygunluğu böylesine apansız sökün edince, bana yapılacak tek bir şey kalıyordu. “Şeytan yapılacak işi yoksa kuyruğunu tartarmış,” Ama, ben ne şeytandım ne de tartılacak kuyruğum olmadığından, yeşilin bütün tonlarının hakim olduğu en yakın parklardan birine gitmek, gün geçtikçe yokluğunu daha çok yaşadığımız temiz havayı solumak, parkın kıvrımlı daracık patika yollarında ve kuytuluklarda biraz dolaşmak, insanların arasına katılıp, kendimi doğaya atmaktı.
Parkta az gittim, uz gittim, Dere ve tepenin olmadığı Amsterdam’da, zorunlu olarak dümdüz gittim. Parkın her tarafında, dünyanın her yöresinden renge renk çocuklar, bir o kadar renkli olan anne ve babalarının gözlerinin hapsinde, cıvıltılar içinde koşturarak, oynuyorlardı. Görkemli sırma saçlı bir salkım söğüdün yamacına geldiğimde, birilerine hemencecik kulak misafiri oluverdim. Bir kirpi başını kaldırarak, salkım söğüdün bir dalına konmuş olan puhu kuşuna, ipek tenli sevdiceği kirpiciğini, kalbini hoplatan o aşüfteyi, olduğu yerde hoplayarak anlatıyordu. Kalbinin O’nun sevdasından nasıl attığını, günün yirmi dört saati bir an olsun düşünmeden edemediğini, tanrıçasının ne kadar güzel olduğunu dile getiriyordu.
Puhu kuşu gözlerini art arda kapatıp açıyor, arada bir kanatlarını oynatıp, can kulağı ile arkadaşı kirpinin yüreğinin derinliklerinden kopup gelen aşk sözcüklerini dinliyor, dostunun adına yaşadığı mutluluğa sevinip, gülümsüyordu.
Çok geçmeden kocaman gözlü puhu kuşu da dile geldi, “guk – guk” akabinde “gak-gak” dedi. Anlaşılan o ki, O da birilerini vurgundu. Kirpi durmaksızın, aşkını anlatırken, bir taraftan da bütün gücü ile hopluyordu.
Kafamda “peki ben ne alemde idim?” sorusu ile bakır tepsisinin sıcaklığını bütün bedenimde iyice hissederek, düm düz yürüyüp, eve geldim. Gözlerimin önünde kah, kirpinin, kah puhu kuşunun aşkı gelip, geçerken, olduğum yerde uyuya kalmışım. Mahrur gözlerimi açtığımda, güneş tasını tarağını toplayıp, bugün de bu kadar diyerek, göz kamaştıran, veda kızıllığını saçıyordu. Evin içi de, kızıllıktan nasibini alıyordu.
Sonsuz sayıda detayı ile birbirine bir zincir misali bağlı olan yaşam; hasıl olan bütün güçlüklere karşın en son kertesine ulaşıncaya dek, vaz geçilemeyecek bir güzellikte idi.
Amsterdam, 27.06.2014