3 Temmuz 2015 Cuma

KIZ KURUSU


KIZ KURUSU

Bir kadın için bedeni ve bütün uzuvları irice idi. Yayvan ayakları, kalın parmaklı elleri, fil kulakları, burnu, kafası ve bedenin bütün tarafları tuhaf bir büyüklükte, siyaha yakın koyuluktaki gözleri ise derin ve cıvıl cıvıldı. İri olmalarından olsa gerek, ağır ayaklarını kaldıramıyormuş gibi, yerden sürüyerek adım atıyordu. Bin dokuz yüz ellili yıllarda, bir bahar sabahı dünyaya geldi. Ama hayat çizgisi, ömrü boyunca bahardan çok, sonbahar-kış havasında seyir etti. Doğan her bebek gibi, O da ağlamaklı başladığı hayata adım atamasının üzerinden bir hafta gibi bir zaman geçmesine rağmen, anne ve babasının şaşkınlıkları devam ettiğinden, henüz bir isim almamıştı. Onlardan daha çok kaygılanan, üzerlerine vazifeymiş gibi, köydeki komşuları da her gün gelip, ısrarla bebeğin adını soruyorlardı. Herhangi bir cevap alamayınca da, bu hilkat garibesinin isimsiz kalacağı endişesi ile evlerinin yolunu tutuyorlardı.
Baho sabah ezanı ve bahtına üzülmekten kendisini alıkoyamadığı yeni doğan kızının cıyak cıyak ağlama sesleri ile uyandı ve bilmecelerde “şekerden tatlı, demirden ağır olduğu” söylenen uyku, bir daha da göz kapaklarının altındaki yerini gelip, almadı. Evinin dış duvarına sırtını dayayıp, buruşuk kareli gömleğinin cebinden çıkardığı filtresiz “Birinci” sigarasının paketinin altına, tütün dumanından tamamen sarı bir tabaka ile kaplanmış olan işaret  parmağı ile, itinalı bir iki vuruşla yükselen sigaralardan birisini acele ile alıp, ince bir Ayhan Işık bıyığı ile kaplı dolgun üst ve alt dudağının arasına yerleştirdi. Yine gömleğinin cebindeki muhtar çakmağını aldı. İlk iki çakışta yanmayan çakmağın, yuvarlak benzin haznesini döndürerek çıkardı ve üst kısımda bulunan ince ucu kararmış fitili biraz daha çekerek, bir iki kez çakmağı hızla sallayıp, benzinin fitile ulaşmasını sağladı. Fitilden parmaklarına bulaşan karalığı duvara sildi. Muhtar çakmağından yükselen titrek alev, tatlı bir benzin ve yanık kokusu ile Baho’nun dudakları arasındaki yerini muhafaza eden sigara ile buluştu. Sabahın alaca karanlığında bir ateş böceği ışıltısı ile yanan sigaranın ucundan, yukarı doğru bir duman yükselse de, Baho bu gri bulutçukların daha büyük olanlarını içine çekip, ciğerlerine hapsetti. Nikotinli duman genzini yaktı, başı hafiften döndü, yıllardır bu bağımlılığın verdiği haz, bir kez daha rahatlattı.
Gökyüzü koynunda ipil ipil yanan sonsuz yıldızı özgür kıldı. Birileri gökyüzünü yeniden maviş maviş boyadı. Kuş cıvıltılarından geçilmez oldu. Tanrı uzaklardan Baho’ya O farkında olmazsa da göz kırptı. Esinti halindeki tatlı rüzgar, tütün kokusunu alıp, uzaklara götürdü. Ardında güneş çizgiler halinde renk cümbüşü ışınlarını topluca yeryüzüne saldı. Sabah güneşinin yalazı, bu başı dumanlı adamın yüzünü tatlı talı yaladı. Köylüler birer birer yeni doğan güne gözlerini oğuşturarak uyandılar. Dört bir yandan, birbirine karışan köpek havlamalarının ve art arda öten horozların sesleri geliyordu.
Evin avlusundan komşuları Sare, tenis maçı izler gibi etrafına bakına bakına içeri daldı. Sağ elini ağzına götürerek, üst dudağında kalan baş parmağı ve açık kalan orta parmağının aralığından zor anlaşılır bir mırıldanma ile Baho’ya göz aydınlığı ve bebeğin analı babalı da büyümesi temennisinde de bulunduktan sonra, mutfakta kahvaltı hazırlayan, evin hanımı, bebeğin annesi Sultan’ın yanına geldi. Sultan’ı daha önce gördüğünden, Baho’ya kutlama mahiyetinde söylediği temennilerinin aynısını bir kez daha tekrarlamadı. Karşılıklı hal hatır sormalarının ardından birlikte bebeğin bulunduğu odaya daldılar.
Sultan’in ince belli bir bardakta eline tutuşturduğu nar kırmızısı çayı, pencerenin iç kısmına dikkatle koyan komşuları, aynı zamanda akrabaları olan Sare, acele ile bebeğin üstüne eğildi. Yanılıp yanılmadığını, gözleminin ardından bir kez daha beynine kodlanan verileri zihninden geçirdikten sonra, daha önce gördüklerinin doğruluğuna ikna olarak, kendi kendisine mırıldandı.
“Yok anam yok, normal değil. Bu bir azman. Elleri ayakları bir yaşında bir bebek gibi.” Daha sonra Sultan’a dönüp;
“Sultan… Anam sen bunu dokuz ay değil de on beş ay mı taşıdın karnında. Bayağı iri bir bebek bu. Öyle tahmin ediyorum ki, ismini de daha koymadınız. Müsaaden olursa, teyzesi sayılırım, ismini de ben koyayım. Sultan sen bilirsin ifadesi ile çocukluk arkadaşı, amcasının oğlu ile evli, Sare’nin kestane gözlerine baktı.
“Sultan bak senin bu kızın çok akıllı bir çocuğa benziyor. O yüzden gel sen şunun adını Akıl koyalım. Buna bu isim pek bir yaraşır benim güzeller güzelime." Söylediklerine elbette kendisi de inanmıyordu. Böylelikle ellili yıllarda doğan Baho ve Sultan çiftinin kızlarının adı Akıl oldu. Baho ve Sultan’ın biricik kızları Akıl’dan sonra iki kızı ve iki oğlu daha oldu. Bunların uzuvları Akıl kızda mevcut olanlar kadar iri yarı değildi. Akıl kız ve kardeşleri bin bir güçlükle büyüyüp, boy attılar. Baho ve Sultan kızları on iki yaşına geldiği halde kızlarında zeka olarak hiç bir gelişimin olmadığını gözlemlediler. Adını da Akıl koydukları halde, devasa olan elleri, kolları, burnu, kafası ve ayaklarına göre, aklı yok denecek kadar minnacıktı. Basit bir işi yaptırmak için, bu kocaman kıza minimum on kez nasıl yapacağına sil baştan anlatmak gerekiyordu ki, bunun da pek anlamı kalmıyordu. On iki yaşında olmasına rağmen ve yedi yaşından beri okula da gittiği halde, okuma ve yazmayı bir türlü öğrenemedi. Garip bir hali vardı, deli deseniz deli değil, aptal deseniz aptal değildi, desek de bu ikinci yön biraz şüphe götürür durumdaydı. İnsanlara, doğaya, hayvanlara ve görme menzilinde bulunan her şeye, cıvıl cıvıl gözlerini bönleştirerek bakıyordu. Hiç bir çocukla oynamıyor, sorulara çok gecikmeli ve sağlıklı cevaplar vermiyordu.
Akıl uzunca yıllar sonra heceleri sökecek kadar bir ivme ile ilkokulu bitirdi. Büyüdü, genç bir kız oldu. O’nun yaşındakilere görücüler gelmeye başladı. Nişanlar takılarak, üç gün üç gece şenliklerle süren, onlarca metre uzunluğunda halaylar çekilerek, düğünlerle akranları, beyaz duvaklar takınarak dünya evine girdiler. Akıl çok uzun yıllar bekledi, bekledi gelen ve de giden olmadı. Kendisinden bihaber olan dünyaya anlamsız bir bakışla bakmaya devam etti. Geçmek nedir bilmeyen zaman O’nu otuz beşli yaşlara getirse de, umutsuzluğu ve mutsuzlugu devam etti. Oysa her şeyin farkındaydı. O da kendisi ile barışık bir halde, neden evlenmediğini, bir yuva kuramadığını, çoluk çocuk sahibi olmadığını sorgulayıp durdu. Evlenme sırasını kardeşlerine verdi ve onlar art arda evlendi çoluk çocuk sahibi oldular. Akıl annesi ve babası ile kalakalıp, elinden geldiğince evin işlerine koşturdu. Kışları saman ile doldurduğu sobayı avurtlarını doldurup, bir körük gibi üfledi. Bulaşıklar yıkadı, çaylar demledi, evi silip süpürdü, çamaşırları kil ile yıkadı, kuyudan kovalarla sular taşıdı ama bunları sadece anne ve babası için yaptı. Bir kocası veya çocukları olmadığından dolayı, bunları bütün kadınlığını kullanarak onlar için yapamadı. Ve bu durum bağrına köz olup kondu. Yüreği her daim sıkıştı. Mutsuzluğu, yalnızlığı ve bahtsızlığı içini çok acıttı. Büyük ellerine, ayaklarına, kafasına bakıp isyan etti. Ne günahı vardı, Tanrı ile nasıl bir anlaşmazlığı olmuştu da, kendisini böyle yaratmıştı. Daha doğrusu ne diye yarattı ki, bu dünyanın bir Akıl hanım efendisine ne gereksinimi vardı? Büyük kafasından geçen bütün sorulara karşı bulduğu cevap, her defasında ayakları, elleri, kulakları, kafası ve burnu gibi kocaman bir hiç oldu.
Annesi Sultan’ın zorlaması ile köy bakkalına tuz almak için gittiğinde, bakkal Davut’un oğlu Mısto, Akıl’ın ayaklarının sürüme sesini duyar duymaz, tezgah üzerindeki kaset çalara büyük muzurluğun simgesi kocaman bir gülümsemenin eşliğinde, Orhan Gencebay’ın bir kasetini sürdü. Kaset çalardan inlemeli tiz bir ses yükseldi.
“Baştan yarat ellerimi,
Bastan yarat gözlerimi,
Baştan yaz şu kaderimi,
Tanrım beni baştan yarat.
Sende kaldı dileklerim,
Paramparça dünyam benim.
Yaktın bağrımda közleri,
Dinlettin acı sözleri.
Verdin bu ağlar gözleri
Tanrım beni baştan yarat.”
Akıl pür dikkat olmazsa da can kulağı ile denilebilecek bir konsantrasyon ile şarkıyı dinledi. Musti kikir kikir güldü.
“Akıl abla bak bu tam senin için yazılmış bir şarkı. Tam damardan.”
“He güzelmiş.” diyebildi Akıl. Kafasını öne eğdi. Ne almak için geldiğini unuttu. Uzun uzun raflarda yer alan yiyeceklere baktı. Yok Akıl’ın aklına ne alacağı gelmedi. Tekrar eve döndü. Yolda yürürken O’nu görenler gülümseyerek, bu haşmetli endamdan gözlerini uzun süre ayıramadılar. Eve geldiğinde annesi;
“Hani tuz alacaktın, nerede tuz?” diye sert bir ses tonu ile sorunca, tuz alacağını hatırladı ve yaklaşık altı yüz metre ilerideki köy bakkalının yolunu tekrar tuttu. Akıl’ın tekrar geleceğini bilen Musti tekrar Orhan gencebay’ın şarkısını bir kez daha başa aldı. Musti’nin arkadaşları da bakkal dükkanına doluşmuşlardı. Hıdır, Cengiz, Rızo ve Sülo da oradaydı. Akıl’ın geldiğini gören Mısto, acele ile arkadaşlarını tezgahın arkasına gizlenmeleri için çağırdı. Akıl dükkana adımını atar atmaz, bir anda tezgahın arkasında alabulus tıraşlı başlarını çıkararak, Orhan Baba ile birlikte;
“Tanrım beni baştan yarat,” nakaratını danalar gibi böğüre böğüre hep bir ağızdan, Akıl’a bakarak söylediler. Karşılattığı manzara karşısında bir hayli afalladı. Geldiği gibi, ayaklarını sürüdüğü topraktan toz bulutçukları kaldırarak evine döndü.
Sultan o gün patates yemeğini tuzsuz yaptı. Baho kendisini bağıra bağıra payladı, bir dövmediği kaldı. Akıl yemeğini yemeden, süklüm püklüm  pencerenin önüne geldi ve yaşlı gözleri ile dışarıya baktı. Gelen ve de giden yoktu. “Paramparça dünyası” sessizliğe ve bir kez daha karanlığa gömüldü. Baba evinde adeta kimsesiz ve bimekandı. Ama doğacak yeni günde Allah elbette kerimdi.

Amsterdam, 3 Temmuz 2015









  

27 Haziran 2015 Cumartesi

LAP LAP




LAP LAP

"Büyük ayaklı kadınlarla asla evlenmeyiniz." - Minneke Schipper

Zamanın yaşlı insanlar için daha bir hızla akıp gittiği, buna karşılık yaralarının ise daha geç-yavaş iyileştiği söylenir. Şair Şükrü Erbaş ise, o güzelim dizelerinde, insanlığın bu meramına, hüzün bulutlarını da katarak daha farklı ve derinlemesine dokunaklı dokunur.

"Nerden mi anlıyorum yaşlandığımı
Kadınlar gittikçe daha güzel

Güneş daha hızlı adımlıyor gökyüzünü
Sular daha soğuk, rüzgâr daha serin"
Yaşamın her alanında olduğu gibi “az miktarda var olana her daim olan yoğun ilgi” yaşlanma sürecinde de kendisini gösterir. İnsanlar ellerinden saniye saniye kum misali akıp giden ve gün geçtikçe daha bir azalan, bu bariz küçülmeyi gözlemleyerek, sürdürdükleri hayata daha büyük bir tutku ile bağlanırlar. Çünkü hayat her şeye karşın inanılmayacak bir tat ve güzelliktedir. Ve uçup gedenin bir saniyesini dahi geriye döndürüp, o en kısa anı tekrar yaşamanın imkanı yoktur. Giden hızla gitmiştir.
Bu hızlı akışı ve özellikle yüreğimdeki yaraların iyilenmesinin gecikmesi-yavaşlamasını, ben de epey zamandır hisseder oldum. Bu nahoşluk her ne kadar yüreğime bir burukluk verse de, elden gelen bir şey yok. Her yaşın ve evrenin kendisine özgü güzellikleri var olduğuna göre, bu durumda yapılabilecek, anı yaşamak, diğer adı ile “carpe diem” dir. Bunu yapabilirseniz, üzerinde daha az düşünür, yüreğinizin burkulmasının önüne bir nebze daha iyi geçer, sorunu büyük bir oranda ardınızda bırakmış olursunuz. Kim bilir, belki de böylelikle ırmaklara, göğe, dağlara, kırlara, ormanlara, denizlere, güneşe, yıldızlara, mehtaba ve doğanın bütününe daha çok akan, hak ettiğiniz bir hayatı sürdürür olursunuz.
Ben misali, kişi Camili Köyünden olunca (istisnalar hariç), çoğunlukla doğanın bütününe kayan bir hayata sahip olmak, yaşamın içinde iken, onun getirilerini ve inceliklerini görmek oldukça zordur. Görmek isteseniz de, göremediğin çoğu durumda, görülmesi gerekeni gözlerinin derinliklerine sokarak gösterseler de sonuç alınamıyor. Ve derken acımasız yıllara dağılan zaman çarçabuk geçiyor. Bu dünyadan bir “Süleyman Efendi” daha geçiyor. Sonuçta insanlığa büyük emekler ile bahşedilen onca güzellikten, dirhem kadar da olsa hiç nasiplenemeden giden çokça “Süleyman Efendiye yazık oluyor.”
Geçen mart ayında ikinci bahar evliliğimin üzerinden göz açıp kapama hızıyla altı yıl gibi bir zaman geçti. Ben Camili’li ve eşim “Gavur İzmir’li” olunca, işin boyutu başka bir hal alıyordu. Dolayısı ile ışık hızında  gelip, çatan bu yıl dönümünde de benim, yine bir parfüm, çiçek veya başka bir hediye almaktan çok daha başka bir şey yapmam, “farklı olmam” gerekiyordu. (Laf aramızda bu tür günlerde jestler neden hep erkeklerden beklenir, doğrusu bunu da anlamış değilim.) Uzun araştırmalarım sonucunda, bir Rus Opera ve Bale grubunun turne için Amsterdam’da olduklarını ve Çaykovski’nin “Kuğu Gölü Balesi”ni buz üzerinde sahneleyecekleri duyumunu alınca, işte bu deyip, çok farklı olan bu organizasyonum için kolları sıvadım.
Gösteri günü gelip çattı ve farklı sürprizimin gösterisi için salonda yerimizi aldık. Gösterinin buz üzerinde, buz patenleri ile, o bir birinden farklı ve güzel yüzlerce muhteşem kostüm ile yapılması, inanılmaz bir sihir halinde ortaya konması, sunumu rüyalar alemine taşıdı. Buz üzerinde son derece mükemmel ve saniyelik senkronize hareketler, atmosfer, Rus balerinlerinin harikulade güzellikleri, koreografiler ve atmosfer inanılır gibi değildi. Demem o ki, evet bir Camili’li olarak bu organizasyonun altından, çok farklı olmayı gerçekleştirerek yüzümün akı ile çıkmıştım.
Gösteri esnasında Hollanda’li bir anne baba, tahminen on beş yaşlarında kız çocukları ile gelmişlerdi ve tam da önümüzdeki sırada oturuyorlardı. Baletlerin hepsi “strech” kostümleri ile dans ederlerken, birisinin önü fazla kabarık olunca, bu genç kızın dikkatinden kaçmadı, diyeceğim ama sanırım sadece O’nun değil, salonda bulunanların pek çoğu izleyicinin gözünden de kaçmamıştır. Kızcağız baba ve annesinin arasında oturuyor ve “kikir-kikir” gülüyordu. Anne baba mahcup bir vaziyette;
“Yapma kızım, etme kızım gülünecek bir şey yok dese de nafile”. Bizde olsa baba tokatı bastığı gibi, tez elden daha detaylı bir hesaplaşma için, gösteriyi falan bırakıp, kolundan tuttuğu gibi evin yolunu tutardı, diye düşünüyorum. Fakat şu da var ki kız babası olmak kolay değil. Kızım olmadığı için rahat rahat konuşuyorum. “Bekara karı boşamak kolay” misali. Bilmiyorum bir Camili’li olarak ben böylesi bir durumda ne yapardım?
Konuyu biraz başka yöne çektik, hani bu da ortaya yeşillik olsun der gibi. Balenin konusu da bir o kadar ilginçti. Eser Çaykovski’nin olunca, her ne kadar bayat bir espri de olsa, rahmetlinin hayrına, şöyle tavşan kanı birer çay sunulmadı. Düşünmenize; Çaykovski’nin Kuğu Gölü Balesinin, yüzlerce kişi tarafından demli çaylar höpürdedilerek, ardından da derin bir “ohh” çekilerek seyredilmesi, ne kadar da farklı olacaktı. Demek ki düşünememişler. (Çok mu banal oldu, öyle diyorsanız, bu cümleciği ya ben sileyim, ya da siz okumamış gibi yapın, lütfen + teşekkürler).
Öyküde; bilindiği gibi Prens Siegfried annesinin ısrarlarına dayanamaz ve evlenmek için bir gelin adayı aramaya koyulur. Uzun uzadıya aramasına rağmen gönlünün sultanını bulamaz. Günlerden bir gün avlanmak için kırlara gider. Uzun bir yolculuğun ardından, büyük bir göle gelir. Gölde yüzen kar beyazı kuğuları görür ve ansızın kuğulardan biri muhteşem güzellikte genç bir kıza dönüşür. Prens Siegfried o an bu genç kıza deliler gibi sevdalanır. Genç kız aslında büyücü tarafından bir kuğuya dönüştürülen Prenses Odette’nin kendisidir. Büyünün etkisi ile Prenses Odette gündüzleri kuğu, geceleri ise normal genç bir kız olarak yaşamaktadır.
Prens Siegfried hemen orada Prenses Odette’ya evlilik teklifinde bulunur. Büyük şenliklerle evlenip, mutlu olurlar. Evlilik ile bir kuğu olmaktan tamamen çıkması gerektiği halde büyücü bu dönüşüme engel olmak için elinden geleni yapar. Sürekli Prenses Odette’ya kötülükte bulunur. Canlarından bezen Prens ve Prenses intihar etmek için göle atlarlar, fakat boğulmazlar, göl aniden buz tutar. İntihar edemeyen Prens Siegfried ve kuğu eşi Prenses Odette uzun ve mutlu bir hayat sürdürürler.
Farklı olabilme uğraşım bununla da sınırlı kalmadı. Başka olabilme hastalık haline geldi. Bu o İç Anadolu bozkırının bağrında doğan bir Camili’li için pek de hayra alamet değil, çok geç de olsa ayrıcalıklı olmaya yeltenme hevesi, nerede ise tutku haline geldi. Bu vukuatın ardından hemen Mozart’ın Saraydan Kız Kaçırma Operasına da gittim. Bu esere de bayılmamak elde değildi, bizim diyarın motiflerinin işlenmiş olması, gösteriyi daha da çekici kılıyordu. Benim farklı olmaya çalışma uğraşımın patırtılı gürültüsü, o kadar ayyuka çıkmış olacak ki, artık etrafımdan da bunu sürdürmeme yardımcı olup, bu konuda katkı sunmaya çalışanlar yok değildi. Ne diyeyim sağ olsunlar, var olsunlar. Heybedeki tıka basa dolu olan keşkelere bir yenisini ilave edecek olursam; bu tatlı uğraşı, hani bu zamanın geçmek nedir bilmediği gençlik yıllarında yer alsa idi, farklılık daha da farklı olacaktı.
İki gün önce, tanışıklığımızın bir hayli gerilere gittiği, eski bir Hollanda’lı arkadaşım öğretmenlik yaptığı okulda, öğrencilerinin bir müzikalde oynadıklarını, kendisi ile gelip, gelemeyeceğimi sorunca, ağzımdan dökülen “hay hay” sesleri uzunca bir sıra oluşturdu. Anlaştığımız gün ve saatte salonda yerimizi aldık. Amatör olmalarına rağmen, çok uzun süre üzerinde çalışmış olmalılar ki, profesyonellere taş çıkartmadılar ama doğrusu aratmadılar da. Zaten çıkartmak isteseler de Hollanda’da taş olmadığını, her tarafın kum olduğunu bildiklerinden olsa gerek, bu denli zahmetli bir işin altına girmeyi, sanırım lüzumlu görmediler. Son zamanlarda apansız nüks eden, farklı olabilmek gibi ağır içerikli tutkum sayesinde, artık amatör bir grubun, profesyonel gruplara ne denli bir mesafede olduğunu dahi görür hale geldim.
Arkadaş ile gittiğimiz bu amatör öğrenci grubunun müzikalleri de çok iyi idi. J.S. Bach, Dimitri Sjostakovich ve Mozart'in muhteşem müzikleri eşliğinde gösteri yaptılar. Birinci yarıdan sonra bir şeyler içmek için bara geldiğimizde, örgencileri ile gurur duyan ve bu konuda güzel şeyler duymak isteyen arkadaşım, kulağıma eğildi ve;
“Eh nasıl buldun?” diye sordu. Daha önce Rus güzellerinin bale danslarını da gördüğümden, hemen bu iki grubu karşılaştırdım. Camili’li olmak burada da yakama yapıştı. Biraz fütürsüz bulundum ve aklımdan geçenleri söylemekte gecikmedim.
“Evet çok güzel. Fakat dikkatimi bir şey çekti. Hollanda’lı bayanların ayakları genelde biraz daha büyük olduğundan, balede estetik açıdan görselliğin çıtasını biraz aşağılara düşürüyor. Kadınların büyük ayakları, bale dansında ‘lap-lap’ yere düşer gibi oluyor.” Bunu der demez arkadaşım bardaki bütün arkadaşlarına benim bu gözlemimi, benim kızarıp bozarmalarımla birlikte anlatınca, bütün kadınlar, ayaklarını ilk defa keşfediyorlarmış gibi, eğilip baktıkları yetmiyormuş gibi birbirlerine ayak numaralarını uğultu halinde sormaya başladılar. Olanlar olmuştu. İkinci yarının başlama zili çaldığında bütün gözler yere eğik bir vaziyette, ayaklarımıza baka baka, Anıtkabrin aslanlı yolunda ilerleyenler gibi salona doğru yürüdük. Gösteri başlamak üzere olduğundan acele ile yerlerimize oturduk. Fakat benim oturmam da biraz farklı oldu. Açılır kapanır koltuğa oturmak istediğim anda, koltuğu elimle bastırıp, haşmetli kıçımı koymamla birlikte, arkamdaki koltukta, Hollandaca bir feryat yükseldi ki, bunun tam Türkçe karşılığı “yandım anam” dı. Ayağına uzun uzadıya bakarak salona gelen kadıncağız, hemen oturmuş ve devasa lap-lap ayağını koltuğun açık olan tarafına dayamıştı ve dolayısı ile araya sıkışmıştı. Benim oturmam ile birlikte büyük bir acı ile yaygarayı bastı. Üzerimden hala atamadığım devam edegelen mahcuplukla, onlarca kez özür dilemek zorunda kaldım. Farklı olmaya çalışmam biraz tehlikeli hal almaya başladı. Hollandalı kadınların ayağına nazar değdirmiştim. İyi ki anne ve babası ile Kuğu Gölü Balesini izlemeye gelen on beş yaşlarındaki Hollanda’lı kızın nazar eder bir durumu yoktu, yoksa önü arkadaşlarına göre daha kabarık olan Rus baletin başına kim bilir neler gelirdi. O nedenle çok hızla geçen bu zaman biriminde, parkur değiştirmekte, bir Camili’li olarak çok da radikal olmamak daha yeğ olacak gibi görünüyor. Saygılar…

Amsterdam, 27 Haziran 2015


  

19 Haziran 2015 Cuma

İKİ NUMARALI ODA

 İKİ NUMARALI ODA

Balık istifi tıka basa dolu olan, Büyükcamili Köyü’nden Aslan’ın sarı Ford marka minibüsünün yolcularının tamamı Kesikköprü Köyüne aitti. Minibüs şose yolu tozu dumana katarak, Kızılırmak boyunca serpiştirilmiş köy evlerini ardında bıraktı. Aracın tekerleklerinden bulutlar halinde yükselen tozlar, önce en yakındaki evlerin duvarlarına ve çatılarına kondu, uzaklara doğru uçuşabilen zerrecikler ise Kızılırmağın mavi sularında kayboldular. On iki yolcu kapasiteli araçta yer alan, on sekiz Kesikköprü’lünün güzergahı, yeni umutlara doğruydu. Bir hafta önce Muhtar Elo’nun evine, sahiplerine dağıtılmak üzere gelen mektuplar, heyecanla, bu on sekiz köylüye ulaştığında, kendilerinin ve ailelerinin çehrelerine büyük bir gülümseme, mutluluklarının göstergesi olarak gelip, usulca kondu.
Bu evrak, İş ve işçi Bulma Kurumu imzalı ve mühürlü idi. Minibüsün en arka sırasında oturan Gaso, cebine özenle yerleştirdiği ve elini sürekli üzerinde tuttuğu mektubu bir kez daha çıkartıp, heceleyerek okumaya başladı.
“Sayın Gıyasettin Demirci* bey; yurt dışına göçmen işçi olarak gitmek üzere, bir yıl önce kurumumuza müracaat ettiniz. Yapılan araştırmalar ve çekilen kura sonucu Federal Almanya Cumhuriyeti’ne işçi olarak gitmenize kurumumuz tarafından karar verildi. Federal Almanya Cumhuriyeti’den gelen sağlık görevlileri tarafından, gerekli olan sağlık muayenesinden geçmeniz için, 16 Ağustos 1965 tarihinde, Pazartesi günü saat 09.00 da Tınaz Tepe İlkokulu Bala adresinde sizi bekliyoruz.” Evet bir yanlışlık yoktu, gün, saat ve yer doğruydu. Resmi evrakı tekrar özenle katlayıp, cebine koydu.
Mektubu tekrar okuduğunu arkadaşlarına göstermek istemediyse de, minibus’un en arka sol tarafında, sırtını hafiften yanındaki arkadaşı Cemil’e dönerek okuduğu halde, bu durum kader ortağının gözünden kaçmadı.
“Ne o lan Gaso, yüz kere okudun, bin defa da bize sordun. Tamam Almanya’ya gidiyorsun. Çil çil yeşil marklar, sarışın Alman kızları bizim yolumuzu gözlüyor, inan artık buna. Ama senin payına Alman nineleri düşecek. Kaderine küseceksin. Yapılacak bir şey yok.” Cemil minibüs içindeki uğultuyu bastırarak, Gaso’ya bunları söylerken, aracın içinde şoför Aslan da dahil olmak üzere herkes yüksek bir sesle gülüştü. Gaso kafasını önüne eğip, arkadaşlarının kahkahalarını duymazdan gelerek, üzerine yönelen alaycı bakışlarından da gözlerini kaçırdı.
Minibüs şose yoldaki irili ufaklı çukurları inip, çıkarak, çakıl taşlarını hızla yanlara doğru fırlatıp, toz içinde ilerledi. Bala Devlet Üretme Çiftliği’ni geçerlerken, aracın içindekiler, sanki buraları son kez görüyolarmış gibi bir duygu ile gözlerini dışarıya odakladılar. Çiftlikte sabah kahvaltısı olarak da adlandırılacak olan otlanmaya çıkan yüzlerce koyun: hızla geçip giden aracın içindeki yolculara bakarlarken, yolcular da aynı gariplik ve buruklukla, hüzünlü bir ses tonu ile meleşen sürüye baktılar. Herkesin pür dikkat sağa doğru kıvrılan kafalarını fark eden, Aslan da kafasını çevirip, baktı, o esnada yoldan çıkar gibi olduysa da, direksiyonu çabuk toparladı, bu bakışlara anlam veremedi. Ama sormaya da hicap etti.
Aslan hızla Bala’ya ulaştı. Az ileride bir kaç tane kavak ağacı ve bir kaç katlı pembe ve sarı boyalı bina gözüktü. Yol bu kısımda asfalt olduğu için toz kalkmıyordu, ama yama şeklinde yapılan onarımlar, aracın sallanmasına yol açıyordu. Kasabanın girişindeki bir kaç binayı geçtikten sonra, kaptan şoför Aslan minibüsünü hemen sağ tarafta, büyük bir avluda yer alan Tınas Tepe İlkokulu’nun önünde durdu. Umut yolcuları heyecan ve tedirginlik içinde inip, askeri bir sıra halinde ayakkabılarındaki tozları atmak için, ayaklarını yere sertçe vurarak, kalabalıktan sıyrılarak, içeri girdiler. Ellerinde hazır tuttukları resmi evrakları birer birer küçük bir masanın ardındaki görevliye uzattılar. Bekleme salonu doluydu. Boğuk bir havanın hakim olduğu salonda, Sarkık bıyıklı bir görevli bir sandalyeye çıkıp, yüksek sesle isimleri okunanların belirtilen numaralı odalara gitmelerini bağırıyordu. Kesikköprü kafilesi yürekleri ağzında, iliştikleri bir köşede isimlerinin okunmasını heyecanla beklediler.  
Aslan, yolcularının işlerinin uzun süreceğini bildiği için, aracını alıp, yaklaşık altı yüz metre ileride, ilçe merkezindeki bir kahvehaneye geldi. Yüzü sivilce kaplı genç bir garsona, büyük bir bardak çay ısmarladı. Yol üzeri pastahaneden aldığı ve bir gazete kağıdına sardırdığı iki simidi çıkarıp, büyük bir iştahla yedi. Bir taraftan da getirdiği yolcuların akıbetini merak ediyordu. Bildiği kadarı ile Almanya’ya gidebilmeleri için, tepeden tırnağa kadar sağlıklı olmaları gerekiyordu. Daha önce Kuyular Köyü’den getirdiği işçi kafilesi de aynı muayenelerden geçmişlerdi. Anlattıklarına göre, işçi adaylarını çırıl çıplak edip, at satın alır gibi, tek tek dişlerine dahi bakıyorlardı. Genelde beyaz önlüklü yeşil gözlü, sarı saçlı sağlık görevlileri, göçmen işçi adayının etrafında dönüp, mahrem yerlerine dahi bakıp, her şeyin olması gerektiği gibi yerli yerinde, olup olmadığını uzun uzun inceleyip, ellerindeki deftere not düşüyorlardı. Muayene edilenlerin en utandıkları an, kıçlarına yetkililerin gözlerinin iliştiği anlardı. Namus elden gitti deyip, umut vaat eden günler adına, bu utancı sineye çekiyorlardı.
Sandalyedeki kısa saçlı sarkık bıyıklı, cılız görevli, Kesikköprü kafilesinden önce Cemal’i, daha sonra art arda Osman, Süleyman, Hesso, Dağo, Kamil, Fevzi ve en son da Gaso’nun adını cırtlak bir sesle bağırdı. Hepsi birer birer odalara yönlendirildiler. Gaso iki numaralı odada muayyene edilecekti. Heyecandan elleri terlemiş, boğazı düğümlenmiş gibi oldu. Odada üç kişilik, beyaz önlüklü, plastik eldivenli, ikisi gözlüklü bir Alman sağlık heyeti vardı. Gaso da diğerleri gibi, anadan üryan utana utana soyundu. Kalbini, ciğerlerini göğsünden ve sırtından, nefes alıp-verdirilerek ciddi bakışlarla dinlediler. Her defasında Almanca bir şeyler söyleyip, kafa sallayarak masada oturan Alman görevliye bilgi verdiler. Gaso’nun hisleri, her şeyin iyi ve yolunda olduğunu söylüyordu. En son uzun sarı saçlı olan Alman görevli kendi ağzının açarak, Gaso’nun da aynısını yapmasını söyledi. Gaso ağzını olabildiğince açtı. Yine uzun sarı saçlı Alman Gaso’nun ağzına tutulan ışıkla aydınlatılan dişlerine, karısının gün boyu ördüğü dantel tığına benzer, çelik bir aletle bütün dişlerini kontrol etti. Sıra üst çenenin sol tarafındaki azı dişlerine gelince, yüzündeki ifade aniden değişti. Tığı andıran aletin sivri ucunu, en arkadaki iki dişin içlerine batırdı. Gaso büyük bir acı duydu, gözlerini kırpmak zorunda kaldı. Alman görevli masadaki arkadaşına zafer işareti yapar gibi, parmakları ile iki dişinin çürük olduğunu anlattı. Muayyene bitmişti. Muayene sonunda Almanya’ya gidecek olanların listesini, hemen okul panosuna asacaklardı.
Mesai saati bitti. Uğultulu kalabalık meraklı gözler ile listenin asılmasını beklemeye koyuldular. Çok geçmeden sarkık bıyıklı çığırtkan görevli, üç sayfadan oluşan listeyi getirip, toplu iğneler ile sert bakışlı bir Atatürk portresinin altında yer alan, kırmızı kadifeli panoya iliştirdi. Panonun önünde insanlar birbirlerini ite kalka yığıldılar. Adını okuyabilenler, sevinç ve mutluluk bağrışları ile ellerini çırparak, aynı duyguları paylaşan arkadaşları ile kucaklaşıp sevinçlerini paylaştılar. Gaso ayaklarının ucunda yükselerek adını aradı. Hiçbir listede adını göremedi. Üzüntü ile yine ayaklarının ucunda yükselerek, tekrar tekrar baktı. Diğer bütün köylülerinin isimleri listede yer alıyordu. Kalbi duracakmış gibi oldu. Kalabalığı yara yara köylülerinin yanına geldi. Hepsinde bayram havası vardı. Gaso’yu böyle üzgün görünce, olup biteni anlamakta zorlanmadılar. Cemal ürkek adımlar ile Gaso’nun yanına geldi.
“Elo Gaso, te çırkır, listeda nave te tüne? – Ula Gaso, ne yaptın, listede adın yok mu?” diye sordu. Gaso az ilerideki iki numaralı odayı göstererek;
“Te iki numero kıro, te şansi kıro… - Koduğumun iki numarası, koduğumun şansı…” deyip, buğulu gözlerini büyük bir matemle yere eğdi. Üzüntüsü büyüktü. Her şey bitmişti. Bütün hayalleri köyünü baştan aşağı bir yılan kıvrımı ile dolaşan Kızılırmak’ın sularına düştü. Umut yolcuları olan köylüleri de Gaso’nun durumuna üzüldüler. O’na sarılıp. Teselli etmeye çalıştılarsa da nafile.
Aslan son derece mutlu on yedi ve bir o kadar da üzgün olan bir yolcusunu alıp, tekrar Kesikkoprü Köyü’nün yolunu tuttu. Gaso, aracın girip çıktığı çukurları, tozu-dumanı, çiftliğin merasında otlamaya devam eden melul bakışlı koyunları fark etmedi. Sadece;
“Te iki numere kıro, te şansi kıro…” deyip, durdu.
Kızılırmak boncuk mavisi rengini öne çıkarıp, gökyüzüne kimin daha mavi olduğunu sorar gibi nispet yapıyordu. Gaso üzgündü. Cemal, Osman, Süleyman, Hesso, Dağo, Kamil, Fevzi ve diğerlerinin sevinç ve mutlulukları gölgeli idi. Büyükcamili Köyünden kaptan şoför Aslan, mutluluk konusundaki oylamasında çekimserdi. O gün bugün, Kesikköprü’lüler iki numaralı olan her şeye ikircilikle yaklaşır oldular.

Amsterdam, 19 Haziran 2015 

*Gaso, Türkçe karşılığı Gıyasettin.


 

14 Haziran 2015 Pazar

SANCI



SANCI

"Dürtme içimdeki narı
Üzerimde beyaz gömlek var."

                            Birhan Keskin

Yazmak dünyanın en güzel eylemlerinden biridir. İnsanoğlunun dünyayı, hayatı, güzellikleri, düşüncelerini, yüreğinde barındırdığı umutlarını, aşkı, sevgiyi, barışı, hayallerini, rüyalarını ve insan olmaya dair ne varsa, dünyanın en güzel sözcüklerini, bir kuyumcu titizliği ile bir araya getirme sevdasıdır. Böylesi bir sevdalı, bu ahenkli muhteşem sözcüklerin güzelim kombinizasyonunu, kesilmiş bir kavunun buram buram kokusu gibi, olağanüstü bir sihirle, okuyucularına hemen hissettirir. Amatör bir ruhla da olsa, bu eyleme gönül vermeyegörün, o zaman; geriye dönüşü olmayan bir yola girmiş, kolunuzu da büyük bir çarka kaptırdınız demektir. Oysa ilham perisi o kadar nazlıdır ki, bazılarının başında pır pır edip fır dönerken, kimilerine de küçümseyen, kısa “geçerken uğradım” uğraklarını verir. O büyük nazlar; rica, minnet, yalvar-yakar, edilen secde ve olanca ikrama rağmen çoğu zaman giderilemez. Gelmek nedir bilmeyen, ilham perinizin diyarınıza uğramayı unutması halinde, peki şimdi ne yazacağım, ne yapacağım diye bön bakışlarla apışıp kalırsınız. Bu duygu, içinizde amansız bir ağaçkakan gibi, bedeninizi içten içe tırtıklamadan da öte büyük lokmalı gagalamalarla kemirir, yer bitirir sizi. Diğer adıyla, başınıza; kovamayacağınız tatlı bir belayı aldınız demektir. Ne zaman ki, dişe dokunur bir iki sayfacık döktürdünüz, o gün size karada, havada ve suda ölüm yok demektir.
Tam da böylesi, içten içe bir kemirilme duygusu ile baş başaydı. Uzağında olduğu memleketinin çoğu gereksiz, fındık kabuğunu doldurmayan, ırkçı, şoven içerikleri ile açık olan televizyon kanallarından birinde, Türk Halk müziğinin eskimeyen yüzü Bedri Ayseli, “Maçka yollarının taşlı” olduğunun hatırlatmasını, bilmeyenlere türkü halinde bir kez daha anımsatıyordu. Oysa şimdiye; Karadeniz’in o ürperti veren doğasında yer alan Maçka’nın yollarının taşları çoktan didiklenerek ayıklandı. Yapılan duble yol mudur, bu konuda malumatı yoktu ama, gözleri yaşlı “kalem kaşlı” da neden gelip, kuş tüyü yatağında mışıl mışıl uyumuyordu. Sonra gözlerindeki o yaşlar nedendi? Mah cemalindeki bu denli zarif bir güzelliği barındırmasına rağmen, her şeyin güllük gülistanlık olmasının önündeki engel de neyin nesi idi? Güzellik, bu engelin hepten bertaraf edilmesi için, kendisine neden bi yol uğrak vermiyordu?
Pencereden, gözlerini hafif kırpıştırmalar ile uzun uzun baktı. Gece gündüz açık olan perdeyi aralamasına gerek kalmadı. Dışarıda ılık bir hava vardı. Devasa büyüklükteki ağaçlarda yer alan bahar yapraklarını usul usul sallandıran tatlı bir rüzgar esiyordu. Çöp kamyonu gürültü ile konteyneri boşaltıyor, yoldan geçen uzun bir kadın fistanını andıran, “celebe” giyen, yaşlıca, kır sakallı bir Faslı göçmen yan gözlerle, çöp kamyonuna ilgisizce bakıyordu. Karşı komşuları eşcinsel iki genç balkonda sevgi ile sarmaş dolaş duruyor, gülümseyerek etrafı gözetliyorlardı. Uzaktaki, tercihlerini bu ülkede özgürce yaşayan gençlere baktı. Onlar da bu bakışları anında fark edip, sarışın olanı sağ elini, kumral ve daha iri yari olanı da aynı anda sol elini sallayıp, selam verdiler. Mutluydular.
Bahar yapraklarına sahiplik eden, bahar dalları, kıpırtılarla sallanmaya devam ettiler. 
Güneş görünürlerde yoktu, o olanca renklerini bir çırpıda toplayıp, kayıplara karışmıştı. Yine küsmüş müydü acaba. Bu kadar çok sıklıkta küsmenin ne alemi vardı? Sorun Maçka yollarının taşlı olması ise, bu da giderilmişti. Oysa yüzünü gösterip, gelseydi, bütün renklerini yükseklerden yeryüzünün bu kısmına da saçsaydı, iyi olacaktı. Olmadı.
Körpe bahar dallarına tüneyen kuşlar karşılıklı ötüşüyorlar. Ne tür olduğunu ayırt edemediği kuşlardan biri, yukarıdan aşağıya lüks bir arabanın camını kirletti. Kuş pisliği camda geniş bir yeri kapladı. Hani gariban birilerinin, özellikle de saçları dökülmüş kel kafasına, “gezden-gözden-kıçtan” deyip, nişan alsaydı, belki de bundan sonrasında şansı yaver giderdi. Fakirin çektiği çilenin çözümünü, havadan rahmet olarak düşecek olan kuş dışkısına umut bağlaması ne kadar da acınası bir durumdu. Kuş dışkısının oluşturduğu bu boktan durum: gelmeyen, yalvarıp, yakardığınız, kul-kölesi olduğunuz ilham perisinin uğrak vermemesinden dahi berbat ve sancılıydı. Allah kimseleri bütün gün sokaklarda dolaştırıp, gökten düşecek kuş dışkısına umut bağlar hale getirmesindi.
Ağaçların hemen ardındaki geniş kanalda yeşil başlı ördekler, başlarının yeşilliğini çok da temiz görünmeyen sulara bir süreliğine daldırıyor ve sonrasında acele ile ıslanmış olan zümrütlüklerini su yüzüne çıkarıyorlardı. Bir diğeri kıçını paytak bir yürüyüşle sallayarak karaya çıkıp, yol kenarında gözlerine kestirdiği iki küçük ağaç dalını alıp, inşaat halindeki yuvasına götürdü. Görünürde yuva tamamdı ama, belki de kat çıkacaktı. Ruhsat almış mıydı, kimlerin müsaade etmesi gerekiyordu, bilinmiyordu. Büyükçe kar beyazı, uzun boyunlu bir kuğu, bahar yapraklarını hafiften sallayan rüzgardan dolayı hafif dalgalanan suda, muhteşem görüntüsü ile mağrur, kendisinden emin ve biraz da çıtkırıldım bir eda ile kıpırtısız süzülüyordu.
Açık perdelerin ardındaki oturma odasında, ilham perisinin sesi değil, ama dünyalar kadar sevdiği, eşinin ve altı yaşındaki minik burunlu, deniz gözlü, sırma saçlı kızının ayak sesleri geliyordu. Pencere pervazında daimi yerlerinde duran orkideler narin boyunlarını büküp, pembe, beyaz, kırmızı, turuncu ve mor renkteki alımlı çiçeklerini aşağılara saldılar. Köklerine salınan su ile her bir çiçekten “oh be” sesleri yükseldi. Yüreğindeki buğulu sancı yerli yerinde, köşeciğinde ince ince sızlatmaya devam ediyordu. Periler kanatlanıp gelmez oldular. Masadaki mumun alevi mavi, sarı, kırmızı renkler alarak, çırıl çıplak üşür gibi titremeler ile etrafını aydınlatarak tükendi. Fındıklardan biri çatladı. Televizyon kanalı yeni bir türkü ile fındık kabuğunu doldurdu. Oturma odasında yer alanların kulaklarını bu türkünün melodisi tırmaladı. “Bozkırın Tezenesi” avaz avaz bağırdı. Oysa O’nun ölümsüzlüğünü ispatlamasına gerek yoktu.

“Mezar arasında harman olur mu
Kama yarasına derman olur mu
Gamayı sokandan iman olur mu
Kazım'ım aslanım aman yerde yatıyor
Kaytan bıyıkları gana batıyor

Mezar arasından atlayamadım.
Döküldü cephanem (gulüm) toplayamadım.
Kama yarasını saklayamadım
Kazım'ım aslanım yerde yatıyor
Kaytan bıyıkların (gulüm) kana batıyor.”

Elbette, mezarların arasında harman olmazdı. İnsanlar bu denli küçülmemeliler. Bu büyük bir saygısızlık olur. Mezarlıktakileri ebedi istirahatlerinde rahat bırakılmalıydılar. Türküler içlerinde ne de çok sırrı barındırıyorlardı. İmansızın açtığı kama yarasının dermanı olmayabilirdi. Bıyıkları kana bulanan aslan Kazım da ölmeseydi çok daha iyi olurdu. Eğer böyle ise, dünyadan bir yiğit daha eksildi demekti.

Sarı saçlı Hollanda’lı genç kızlar, yol boyu pedal çevirip, bisikletleri ile yorgun argın evlerine döndüler. Akşam olmak üzereydi. Alaca karanlık, homojen bir dağılımla görülebilen her tarafta yoğunlaşarak yayıldı. Güneş gün boyu saklandığı, nurlu yüzünü çok da göstermediği yerden veda etti. Sokağın iki tarafında karşılıklı olarak yer alan lambalara, ışıklar saçan sihirli bir değnek değdi ve aynı anda bütün alan ıpışıl oldu. Evlerin ışıkları domino taşları gibi bir devamlılıkla art arda yandı. Yoğunluklu olarak göçmenlerin yaşadığı evlerin allı güllü perdeleri, bir şeyler gizlenmek ister gibi sıkı sıkıya kapandı. Mutfakların açık pencerelerinden buram buram yemek kokuları yayıldı. Su, soğan, sarımsak, yağ, et, bulgur, pirinç ve sebzeler ayrı ayrı tencerelerde ısınarak buluştu. Pul biber, zerdeçal, kekik, nane, tuz, köri, kimyon ve bilumum tutam tutam baharat özenle serpişti. Dünya alabildiğine dingin de olsa, bütün bu gelişmelere karşın, sancı inatla “yürek hainliğine devam ediyordu”. İlham perisi evin bilinmeyen bir köşesinde inatla saklanıyordu.

Amsterdam, 14 Haziran 2015



  

  

8 Haziran 2015 Pazartesi

BÜYÜKCAMİLİ’DE QUATTRO STAGIONI




BÜYÜKCAMİLİ’DE QUATTRO STAGIONI
                                                                                                                   

Antonio Vivaldi 1725 yılında notalarını kaleme aldığı dört ayrı konçertonun her biri, bilindiği gibi mevsimlerden birini anlatır. Vivaldi eşsiz güzellikte bir coğrafyaya sahip olan ülkesi İtalya’ya ilkbahar, yaz, sonbahar ve kış mevsimini müzik notaları ile o diyarlara gelişini kulaklarımız yolu ile beynimize ulaştırır. İtalya çizmesinin doğusundaki Adriya Denizi ve çevrili olduğu batıdaki Tirejen Denizi’nin kıyılarına, Sardinya, Sicilya, Elba, Akdeniz’deki irili ufaklı bir çok adacığa, Po vadisine, Alp Dağlarına, Montblanca Tepesine, Toscana, Umbria, Lazio ve Campina ovalarına, Po, Tiber ve Arno Irmakları Maggiore, Cano ve Garda Göllerinin kıyılarına bu dört mevsimin hangi güzellikler ile gelip, sihirli bir şekilde nasıl kondukları anlatılır.
İlk konçerto olan ilkbaharda keman uyuyan bir keçi çobanını anlatırken, viyola çok heyecanlı bir köpeğin havlamalarını dile getirir. Diğer konçertolarda da mevsime göre yaşananlar müzik notaları ile verilirken, dinleyenler kendi yorumları ve yarattıkları fantezileri ile hayatı gözlerinin önünde canlandırarak, derin bir hayal dünyasına dalıp giderler. 
Bu denemede ise; İç Anadolu’nun kalbinin derinliklerinde yer alan Camili Köyü ve çevresine, dört mevsimin İtalya’ya kıyasla, nasıl geldiği anlatım olarak aktarılırken, okuma esnasında arka fonda ölümsüz besteci Vivaldi’nin bu eserini bir yandan dinliyor olursanız, bu bütünlüğü yakalamanızda büyük ölçüde  yardımcı olacaktır .

İLKBAHAR,
Güneş, Camili Köyünden yola çıkıp, Pur yaylasına doğru giderken, üç kilometre sonra Efendi’nin çeşmesinin üst tarafında yer alan, Qolit Tepesinin üst kısımlarına sabah yansımasını, sarı ve kırmızı renklerini yatık bir konumda saldı. Tepenin ortalarında bir yerde, gizli bir çukura yuvasını yapan Kınalı Kekliğin kapalı gözleri ışınlardan rahatsız olup, kamaştı. Kınalı Keklik hızla üst üste gözlerini kırpıştırarak açıp, kapadı. Ardından kanatlarını çırpıp, altında gözü gibi baktığı yumurtalarına bir yandan göz atarken, biraz da havalandırdı. Mutlu bir halde gülümserken, yine güneşin ışınları ile gördüğü rüyaların etkisi ile mayışıp, uyanmasını biraz erteleyen Baybay Baykuş bulunduğu taşın üzerinde aniden uyandı. Uzun uzun guklayıp, az ileride bulunan Kınalı Kekliğin mutlu ve aynı zamanda mağrur ifadeli bakışlarına gözü ilişti. Guklamasını bıçakla kesilmiş gibi aniden yarıda bıraktı. Kınalı, inatla yumurtaların üzerinde oturmaya devam ediyor, güneş geçen zamanla birlikte ortalığı daha da ısıtıyordu. Baybay Baykuşun merakı büyüktü. Kınalı kaç yumurta yapmıştı, yavrular ne zaman kabuklarını kıracaklardı, isimleri ne olacaktı, kaçı erkek kaçı dişi olacaktı.
Baybay Baykuş treni çoktan kaçırmıştı. Gönül işleri şimdiye değin hiç yaver gitmedi. Bulduğu bir solucanı, küçük bir serçeyi veya lezzetli bir kurbağayı oturup, siyah noktalı sarı gözlerini, kur yaptığı, gönlünü kaptırdığı dişi bir baykuşa dikip, O’nunla paylaşamadı. Dünyayı birlikte omuzladığı bir sevdiği olmadığından, bir iki tane olsun tatlı söz söyleyemediği gibi, tek bir sözcük de işitmedi. Çok mutsuzdu. Yapayalnızdı.
Karıncalar çoktan uyanıp, iş başı yaptılar. Eşek arıları vızıltılarla kıçını haince ısıracakları eşeklerin arayışına çıktılar. Bok böcekleri kendilerinden büyük, top haline getirdikleri esrarengiz yüklerini belirledikleri bir istikamete doğru yuvarlamaya başladılar. İki tilki, kurtların akşam sefasından arta kalan bir leşin etrafında dans eder gibi dolanıyorlardı. Qolit Tepesinin eteklerindeki yoncalar, çimler, ayrık, semiz, ısırgan, kuzu kulağı otları, kengerler, deve dikenleri, çiğdemler, papatyalar, gelincikler ve diğer bitkiler üzerlerindeki kırağı damlacıklarından ürpertili sıçrayışlarla kurtulup, yüzlerini güneşe döndüler. Yeni güne daha bir gelişme ile çiçeğe durarak, boy atarak başladılar. Her bitki, kendince yeryüzünü anlatılması güç olan muhteşem bir güzelliğe bürünmesi için katkıda bulundular.
Mutaassıp bir diyar olan Camili Köyünde, bu ilkbahar sabahı, çoğu evin büyükleri güne abdest alıp, nasırlı, yumuşak, kadife, tombul, kıllı, yaşlı, ince ve küt parmaklı ellerini açılmış avuçlar halinde yukarı çevirip, sabah namazını kılarak başladılar.
Heyderi Hecike ve karısı Kör Zewe de aynı eylemle günü selamladılar. Güneş balkonu iyice ısıttı. Şöyle bir su döküp, el süpürgesi ile tozunu alıp, ortalığı böylelikle serinletmek iyi olacaktı. Bir gözü hiç görmeyen Kör Zewe, gören gözüne gelen güneşe karşı siper ettiği elini indirip, mutfaktan alıp geldiği su dolu kovanın alt kısmında tutarak, cıssssss sesleri ile balkonuna bir serinlik getirdi. Köyün içlerine doğru birileri uzaklarda başka birisine sesini duyurmaya çalışarak, uzun uzadıya hikaye anlatır gibi bağırdı. Karşı taraftan da kürtçe “Ere… ere…- Evet… evet…” sesleri geldi. Horozlar çoktan ürümelerini bir yana bırakarak, rengarenk tüylerini sallaya sallaya, günün ilk sevişmesi için, gözüne kestirdikleri tavukların peşinde koşuyorlardı.
Heyderi Hecike yakınlarındaki Kaman ilçesinin Çarşamba pazarından, karısı Kör Zewe’nın sıkı sıkıya tembihlediği kıska soğanları unutmamıştı. Zaten unutsaydı, hali haraptı. Kör Zewe kıska soğan torbasını alıp, bahçesinin yolunu tuttu. Buram buram toprak kokan bahçesinde küçük küçük eşelediği çukurlara, oturduğu yerde, her defasında sol ayağını ileri geri iteleyerek, baş parmağının altına aldığı kıska soğanını bahçesine gömdü. Aslında bunu yapmakta biraz geç kalmıştı. Az ilerideki komşusu Köy Muhtarı Mille’nin karısı Naze’nin bahçesine iki hafta önce ektiği soğanları çoktan çillenmiş ve belki de bir haftaya kalmaz yenir hale geleceklerdi. Geç olsun, güç olmasındı. Hiç yapmamaktan yeğdi.
Öğle sıcağı iyiden iyiye bastırırken Kör Zewe artık iyice gölge alan balkonundaki sedirin üzerine yorgun düşüp, uzandı. Balkon demirine konan minik bir serçe etrafına bakınırken, Kör Zewe’nin ani horlamasından ürküp, bir kadının bu kadar yüksek sesle horlamasına hayretler ederek, köyün içlerine doğru kanat çırptı. Sıcaktan Kör Zewe'nin alnı iyice terledi. Serçe ürküp kaçsa da, sinekler hiç bir korkuya kapılmadan, derin uykudaki bu kadının alnına usta bir pilot inişi ile geniş ve artık kırışıklıkların gelip iz bıraktığı piste kondular. Kör Zewe bundan rahatsızlık duydu, elini alnına götürdü, gören gözünü elinin tersi ile oğuşturdu. Olduğu yerde zorlukla doğrulurken, bu Kürt köyüne uzaklardan imam olarak tayin edilen, Bitlis’li Kürt hocanın isteksizce okuduğu ezan, bütün sessizliği ortadan kaldırdı.
Güneş kızıllığa bürünüp, evlerin ardında kayboldu. Karşı mahallede Aber’in kuzuları, kırlarda otlamaktan gelen koyunlar kuzularına kavuştular. Karşılıklı yüksek sesle meleşip, “anneee… kuzummmm…” diye birbirlerine sarıldılar. Kör Zewe akşam yemeği için bir tepsiye koyduğu bulgurda taş olup olmadığını tek gözü ile seçerken, bulduğu küçük bir taşı beton zemine attı. Betondan küçük bir çınlama sesi yükseldi. Zewe’nin yüzünde hafif bir gülümseme belirdi.

YAZ
Sıcaklar dayanılır gibi değildi. Sıcaklardan ortalığı adeta sarımtırak bir renk aldı. Camili’ler ellerine geçirdikleri her bezle özellikle alınlarında ve boyunlarındaki boncuk terleri siliyor, bükülmeyen sert ve yayvan olan her şeyi yelpaze gibi sallayıp, serinlemeye çalışıyorlardı. Aylardan Temmuzdu. Ekinler iyice sarardı, beklenen büyük gün hasat zamanı geldi kapıya dayandı. Köye her gün tekerlekler üzerinde bir fabrikayı andıran, sarı ve yeşil renklerde biçerdöverler geliyorlardı. Bütün umutlar, iyi bir mahsule bağlıydı. Köylüler telaşlı oldukları kadar aynı zamanda mutluydular.
Biçerdöverlerin köye geldiğini duyan Heyderi Hecike, karısı Kör Zewe’yide alıp, Ankara’dan köyüne geldi. Yol üzeri ilçeleri Bala’dan, yörede şehir ekmeği de denilen bir kaç somun ekmek ve ihtiyaç duydukları alış verişlerini yaptılar. Kesikköprü beldesine yaklaşırken, pantolonunun arka cebine koyduğu keten şapkasını çıkarıp, kafasına taktı. Nasıl ki yaşı ilerleyen bir kadının başının açık olması hoş karşılanmazken, yine şapkasız ileri yaşlardaki bir erkek de kabul görmüyordu yörede. Araba, “Ziyaret” olarak adlandırılan yokuşu zorlanarak çıktı. Karanlık daha bastırmamıştı. Güneşin etkisi hafif kırılmış olsa da, o boğucu hava hala hakimdi. Arabanın açık olan camlarından, içeri tatlı bir rüzgar doluşuyordu. Kör Zeve çözdüğü eşarbına tekrar düğüm attı. Hayderi Hecike zorlu rampayı geride bıraktı. Arabanın vitesini önce ikiye, sonrasında da üçe aldı. Hızla Küçük Camili Köyü’nü geçip, alaca karanlıkta Büyük Camili’ye doğru süzüldü. Köy mezarlılığının yanından geçerken okudukları fatiha süresinin ardından Heyderi Hecike sağ elini direksiyondan çekip, yüzünü sıvazladı. Kör Zewe’nin araba sürme gibi bir sorumluluğu olmadığından her iki eliyle yüzünü sıvazlarken, gören sağ gözünden akan yaş sağ avucunun içini ıslattı. O’nun anne ve babası da bu mezarlıktaydı. Daha pek çok yakını ve çok küçük yaşta ölen oğlu İsmail de burada yer alıyordu. Arabanın içinde duaları daha çabuk okuyan Kör Zewe’nin “amin” nidası daha önce yankılandı. Direksiyonun arkasında, köylülerine bir bir elini arabanın camından çıkarıp, sallayarak selamladı.
Camili’ler aralarında uğultu halinde ekinlerin verim oranlarını gölgeliklerde, cami avlusunda, duvar diplerinde, evlerin balkonlarında ve ekin tarlalarında, traktör römorklarının altında yemek ve yufka ekmeklerle avurtlarını doldurarak tahminlerde bulunuyorlardı. Giri Kullung olarak adlandırılan bölgedeki bir ekin tarlasında bulunan biçerdöverlerin gürültüsünü duyan tarla fareleri, tavşanlar, acele edebilirlerse kaplumbağalar ekinleri ezilmek korkusu ile terk ediyorlardı. Başaklardan arındırdığı sapları açılır kapanır bir kapaktan dışarı atan biçerdöverlerin ardından kargalar, tiz sesleri ile bağrışarak uçuştular. Biçerdöver sürücüsü dolan depoyu haber vermek için, ekin sahibini uzun uzun öten klakson sesleri ile uyardı. Ekin sahibi Heyderi Hecike çocuğunun kulağını büker gibi traktörün kontağını çevirdi. Traktörden patlamalı bir ses yükseldi, sağ büyük tekerleğin altındaki karınca yuvasında büyük bir katliam yaşandı. Karıncaların inlemeleri ve imdat çığırışları traktörün sesinin gölgesinde duyulmadı. Camili’liler İtalya’daki çiftçiler gibi, hasat sonrası dans etmediler, ama kirli sakallı yüzlerinde belli belirsiz bir gülümseme oluşurken, Tanrının bugününe de şükür ediyorlardı.

SONBAHAR
Sıcakların etkisi bir hayli geride kaldı. Günün ortasında apansız uğultular eşliğinde rüzgarlar esiyor. Camili’nin kırlarında artık tamamen kuruyup, köklerinden kurtulup, özgürlüğüne kavuşan çalı-çırpı rüzgara kapılıp, köyde evlerin arasında bir yandan diğer bir yana savruluyor. Ve evlerin camlarından rüzgar uğultu halinde boş bulduğu aralık ve çatlaklardan girmeye çalışıyor. Kapı ve pencerelerden biri açık unutulmuşsa cereyan yapıp, hızla çarpıyorlar. Rüzgar beraberinde evleri toz, toprak ve kum katmanları altında bırakırken, köydeki gelinlerin başlarından aşkın olan işleri daha da artarken, hain bakışlı kaynanalar, onları göz hapsine alıyorlar. Bu yetmezmiş gibi kirli sakallı, çürük dişli kayınbabalar da günün her saati çilekeş gelinlerin çay sunumlarını bekliyor, gecikme halinde serzenişlerde bulunuyorlar.
Kör Zewe bahçesindeki zerdali ağaçlarına bakıp, bu yıl da beklediği ürünü alamadığını, var olanı da kuşların yediğinden şikayetçi oluyor. Bu düşüncelere dalmışken, tohum ekmek için hazırlık yapan Heyderi Hecike mibzeri bağlamak için, eğildiği yerde ıhlayıp-puflarken bir yandan da çekiç ile traktörün dingiline hızla vuruyor. Uzaklardan çınlamalar halinde çekiç sesleri yükseliyor.
Art arda çıkan rüzgarlar Kızılırmağın yüzeyini dalgalandırırken, sazan balıkları su yüzüne çıkıp kısa süreli rakslarının ardında yeniden mavilikte kayboluyorlar. Çok ağaçlı bir bölge olmadığı için sonbahar ile birlikte sararıp, solan yaprak da fazla değil. Bu nedenle sonbahar kendisine özgü hüzün ağırlılığını insanlara çok hissettirmiyor.
Leylekler, turnalar, kırlangıçlar, yaban kazları, yaban ördekleri ve diğer göçmen kuşlar son hazırlıklarını yaptılar ve daha sıcak diyarlara gitmek üzere, Camili semalarında kafileler halinde uçarak, bahçesinde telaşla dolanan Kör Zewe’ye kanat çırpıp, veda ediyorlar.
Çok az cemaati de olsa Bitlis’li hocanın Kürt aksanı ile sesi bir kez daha ikindi namazı için gökyüzünde yükseliyor. “Ellahu ekber… Ellahu ekber…” Dini bütün bir kaç kişi köyün çeşitli yönlerinden tek noktaya, camiye doğru, tren kaçıracaklarmış gibi bir telaşla üst üste aradaki mesafeyi adımlıyorlar. Rüzgar istifini bozmadan camiye giden Heyderi Hecike’nin şapkasını savurdu. Heyderi Hecike şapkasının ardından koşturdu ve yakalayıp, sıkı sıkıya kafasına geçirip, tedbir olsun diye camiye kadar bir eliyle tuttu.
La Fonten’in Camili Köyündeki cırcır böceği, kış için hiç bir hazırlık yapmadığı gibi, Vivaldi’nin Dört Mevsim adlı konçertosunda saz çalmaya pek niyetli değil. Cırcır böceği bütün yaz solo konserler verip, berbat “gıy-gıy” sesleri ile insanların başını ağrıttı. Görünen o ki; zil çalan midesi ile karıncanın kapısını tıklatmasının zamanı, her geçen gün daha da yakınlaşıyor.

KIŞ
Binlerce iğnesi ile canlıların bedenini derinlemesine ısıran, dondurucu rüzgar durmaksızın esiyor. Özellikle insanlar “tirtir” titriyorlar. Evlerin çatılarından aşağılara doğru sarkıtlar halinde buzlar, her an kopup insanların başlarına düşme tehlikesi ile asılı kalıyorlar. Evlerin bacalarından, Aladdin’in lambasından çıkan dumanlar gibi dumanlar yükseliyor, ortada “dile benden ne dilersen” diyen cinler gözle görülmüyor.
Yerler buz tuttuğundan, Kör Zewe evinden az ilerideki tandır damına giderken, hiç dans bilmediği halde, bırakın dansı, Camili köyünde harika bir “Kuğu Gölü Balesi” icra ediyor. Ha düştü, ha düşecek dediği karısının imdadına, Heyder Hecike çok atik hareketlerle yetişti. Çok geçmeden, günlerin kısalması nedeni ile erkenden bastıran karanlık ile birlikte, ani baskın veren beklenmeyen misafirlere, Kör Zewe’nin demlediği, fokurdayan çayın buharları mutfağı kapladı. Başka ne yapabilirim derken, misafirlerine bir de mısır patlatayım dedi ve patlayan mısırlardan bazıları tencereden patırtılar ile zıplayıp, etrafa sıçradılar. Heyderi Hecike misafirlerine hal hatır sorarken, bir yandan da çayın neden geciktiğini merak ettiğinden, yüksek sesle karısı Kör Zewe’ye seslendi. Kör Zewe “geldim… geldim…” diye hemen karşılık verip, mis gibi kokan, dans eden buharların yükseldiği ince belli bardaklar ile misafirlerine tavşan kanı çaylar sundu. Sohbet odadakileri çok eskilere götürdü. Kör Zewe soba sönmesin diye, gürültü ile bir kaç kürek taş kömürünü harlanmış olan ateşin üzerine attı. Ateş çatırdayarak önce alevlendiyse de, sonradan söner gibi oldu, ama alttan yanmaya devam etti. Kör Zewe hem yorulmamak hem de sıcak kalması için iki eliyle tuttuğu çaydanlıkları getirip, sobanın üzerine koydu. Sobanın üzerine damlayan çay taneleri cosurtulu sesler çıkarırken, damlacıklar dans ederek, buharlaşıp yok oldular. Odanın içini çaydanlıklardan yükselen bir buhar kapladı. Camlar buğulandı ve misafirlerin on dört yaşındaki kızları Beriwan camlardan birine kocaman bir kalp çizdi. Beriwan’ın babası Hüsso, karısı Fate’ye bakıp, bu kız ne halt ediyor diye ters ters sorgulayan gözlerle baktı. Beriwan olup, biteni görünce buğulu cama çizdiği kalbi, içi acıyarak sildi. Heyderi Hecike olup biten hiç bir şeyi görmedi. Kör Zewe zaten telaşlıydı. İçilen çaylar ile birlikte, sunulan patlamış mısırlar avuç avuç, açılıp kapanan ağızlarda çıtırtılı sesler çıkartılarak yendi. Beriwan anne ve babasına küstüğü için, butün ısrarlara rağmen patlamış mısırdan bir tane dahi yemedi. Bütün akşam annesinin arkasına saklandı. Misafirleri sıkılmasın diye televizyon kanallarını “zaplayan” Heyderi Hecike ekranda güzel tabiat manzaralarını görünce, bu yayında durdu. Televizyondan yükselen müziğin yabancısı da olsa, melodiler kulağa oldukça hoş geliyordu. Hafif tozlu ekranın alt kısmında açıklama olarak, Heyderi Hecike’nin okumakta biraz zorlandığı “Vivaldi - Quattro Stragioni” vardı.

Amsterdam, 8 Haziran 2015








23 Mayıs 2015 Cumartesi

MADALYON




MADALYON

Nasıl olduysa (pür dikkat ağır adımlarla gittiği yolda), bir anlık dalgınlığına geldi, yerdeki bir iğde tanesine ulaşmak isterken, önündeki çukuru göremedi, yuvarlandı ve sırt üstü düştü. Her ne kadar var gücü ile bütün bedenini ortaya koyup, doğrulmak için efor harcadıysa da sonuç vermedi. Son çare havada boşlukta ayaklarını sallayıp, yeniden doğrulma girişiminde bulundu ama nafile. Doğrulamadı. Öğle sıcağı bu konumda daha da yakıcı oluyordu. Kendisine yardım edebilecek birisi olsaydı, el yordamı ile, bir çırpıda doğal konumuna gelebilirdi. Oysa yirmi metre ileride iğde ağacının mis kokusunu ciğerlerinin derinliklerine çekip, hemen oradaki büyük bir taşa tünemiş halde oturan birisi vardı. O bu ani düşüşü gördüyse de, nasılsa kendi çabası ile doğrulur düşüncesi ile oralı olmadı. Kendisini alıp götüren derin düşüncelere dalmış, küçük yaprakları ile salkımlar halinde sarkan iğde dallarının kıvırcık saçlarını okşadığı, oradaki güzelim doğaya adapte ve bütün benliği ile sermest olan, kişi Halil’di.
Halil’in kestane gözlerinin önünden, boncuk mavisi gökyüzünde devasa pamuk yumakları bulutlar katmanlar halinde birbirlerine katılarak, hareket ediyorlardı. Doğa adeta çıldırmıştı. Göz alabildiğine yeryüzünün her santimetre karesini didik didik edip, bütün tonları ile yeşil yeşil ot ve çim olarak fışkırırken, birbirinden albenili çiçekler sarı, mor, pembe, eflatun, kırmızı, mavi, beyaz ve diğer renklerle yer kabuğunu inanılmaz bir güçle delip güneş ve dünyadaki bütün canlılar ile buluşmuşlardı. Bütün yükseltilerin yanları, yamaçları ve tepeleri farklı binlerce ağaç ile kaplıydı. Bu yeşil örtünün kapladığı dere ve tepelerde keklik, karga, baykuş, kartal, atmaca, ağaçkakan, ebabil kuşu, güvercin, kerkenez, kuzgun, puhu, şahin ve daha pek çok kuşun çığırışları ahenkli bir şekilde kulak çınlatan yankılanmalar halinde birbirine karışıyordu. Bu uçsuz bucaksız zümrütlük insanların gözlerini uzun süre bakıldığı zaman rahatsız ediyordu. Ve bu güzelim doğanın kucağında, bin bir dallı ağaçların parlak ve sıhhatli yapraklarının arasında yüzlerce çeşit kuş cıvıldıyor, semenderler, kaplumbağalar, yılanlar, kertenkeleler, solucanlar, tırtıllar doğaları gereği sürünerek ilerlerlerken, benekli tavşanlar, sincaplar sıçramalar ve sekmeler ile yol alıyor, sinekler, arılar, kelebekler kanat çırpıp vızıltılarla uçuşuyorlardı. Karıncalar kafalarındaki antenlere benzer organları ile bir yerlerde buldukları yiyecekleri, diğer arkadaşlarına anında haber veriyor ve onlar da bu muştulu haberi alır almaz, koloniler halinde, verilen komutun koordinatları dahilinde gelip, askeri bir disiplin ile taşıma işini gerçekleştirerek, yarınlarını garanti altına alıyorlardı. Tabiat ana büyük sırları içinde barındırarak, insan dudağını uçuklatan ahengini, dengesini ve devamlılığını sorunsuz sürdürmeye devam ediyordu.
Ve çileli ömrü ellili yaşlara gelip dayanan, bu vahşi güzellikteki doğanın bağrında sermest halde, her şeyi, herkesi ve hepten dünyayı unutmuş, oturan adamın yaşamında dişe dokunur iyi denilebilecek pek bir durum yoktu. Tek artı değeri, beynini, ruhunu ve kalbini rahatlatan halkının yanında, ödün vermeyen dik duruşuydu. Bu uğurda ne kadar da çok bedel vermişti. Sudan sebepler bulup, yok yere sadece yüreğinin güzelliklerden yana atmasından dolayı, yirmi iki yılı aşkın süre memleketin çeşitli ücra köşelerindeki insan bedenini çürüten, rutubetli zindanlarda yattı. Yıllarca var olabilecek işkenceler gördü. Bedeninin her milimetresine acıları en yüksek ölçülerde tattırarak uyguladıkları işkenceler, olabildiğince insanlık dışı ve de onur kırıcı idi. Çoğu kez kan revan içinde geçen bu yaşanmamış günlerin her dakikası saatlere dönüşüp, geçmek nedir bilmedi. Pek çok arkadaşını adımlamakta oldukları, bir “gülistana” çıkacağı söylenen dikenli çetin yolda kaybetti. Her arkadaşının ölümü göğsüne her defasında kara saplı bir hançer olup, saplandı. Aynı yola baş koyduğu ve bu hiç yaşanmamış uzun zaman diliminde yitirdiği her arkadaşı gülümsemeleri, anıları, gözlerinin derinlikleri, zekaları, şakacı yanları, şiir gibi hayatları, kalplerinin güzellikleri, yardım severlikleri, halkına ve ülkelerine olan kocaman sevdaları ile yüreğinde ayrı ayrı sımsıcak yer alıyorlardı.
Hapse düştüğü sırada yirmi altısında, çiçeği burnunda filinta gibi bir gençti. Üstelikte de bu filinta endamına-boyuna, bedenine taze sarmaşıklar gibi sarılıp, dolanan ve gözleri yine taze sarmaşıkların renginde, kıvrım kıvrım ela saçları olan Selvi adında, kimsenin kimseyi sevmediği kadar, deliler gibi sevdiği bir de “sevdiceği” vardı. Yaklaşık iki yıllık bir arkadaşlığın ardından, kendilerini mutluluğa boğan bu birlikteliklerini kendi aralarında parmaklarına taktıkları birer yüzük ile, tabir caizse “adını koyup” bir nişan ile taçlandırdılar. Nişanlanmalarının üzerinden bir ay kadar bir zaman geçmişti ki, karanlık güçler Halil’i canından daha çok sevdiği biricik Selvi’sinden ve kör karanlığa karşı verdiği mücadelesinden ayırıp, kör zindanlarla buluşturdu. Özgürlüğünü insafsızca elinden alan karanlık zindanlar, O’nu üst üste çevrilen kilitler ve aşılmaz demir parmaklıkların ardına attı.
Verilen yirmi iki yıl beş aylık ceza nişanlısı Selvi ile olan yollarının ayrılığını da beraberinde getirdi. Oysa gönlü Selvi'sine nasıl da bir akar su misali akıp, gitmişti. Çok geçmeden ailesinin zoru ile, Halil karanlık zindanda çilesini doldururken, Selvi de ak gelinlikler giyinip, dayısının oğlu Rüstem ile dünya evine girdi. Halil Selvi’nin de kendisini terk ettiğini yıllar sonra öğrendi. Var olan acıların üzerine gelen bu ayrılık, gördüğü işkencelerden daha çok canını acıttı.
Halil özgürlüğüne bir kaç gün önce kavuşmuştu ve hemen Selvi’yi uzaktan da olsa bir anlık görebilmek amacı ile kendisini, bütün uğraşısına rağmen yüreğinden söküp atamadığının memleketinde buldu. Üç gün boyunca Selvi’yi görebilmek için, evinin az ilerisinde de olsa kendisini göstermeyecek şekilde saatlerce bekledi. Ve Selvi o gün oğlu, kızı ve sarkık bıyıklı kocasının kolunda evinden çıkıp, park halinde duran lüks arabalarına bindiler. Araba hızla parktan çıkıp, Halil’i toz bulutu içinde, ardında bırakırken, arabanın camında kafasını olabildiğince havaya kaldırıp uluyan kurt resimli büyük bir madalyon takılı olduğu zincirde, ritmik hareketler ile sallandı. Halil yıllarca önce büyük bir aşkla Selvi’nin bütün bedeninde gezinen ellerinin tersi ile buğulu gözlerine doluşup, çamurlaşan tozları sildi. Yapayalnızdı. Uluyan kurt resimli madalyon gözlerinin önünde her sallanışında, o an yüreği ezilirken, sırtında yeni ve acısı kat kat daha fazla olan hançerleri üst üste sırtında hissetti.
Oturduğu taştan akşam karanlığı bastırmadan kalktı. Bir kaç adım attıktan sonra, az ilerisindeki küçük kaplumbağa yavrusunun bir unutmabeni çiçeğinin dallarının üstüne düşen ve hala sırt üstünde ayaklarını doğrulmak için yorgunlukla sallamaya devam ettiğini görünce O’na doğru ilerledi. Küçük kaplumbağayı tutup, bir öpücük verdikten sonra düzlüğe bıraktı. Halil’e olanca minnettarlık duyguları ile aheste aheste yoluna devam eden, kaplumbağa yavrusunun başına herhangi bir felaket gelmezse, tabiatın anne sıcaklığındaki koynunda yaşayacağı daha yüzlerce yıl vardı. Yaralı yüreğine gark eden acılar ile Halil’in ki, buna yaşamak denirse, daha ne kadar bir süre  hayata tutunacağı belli değildi. Minik kaplumbağa dönüp, son bir kez kurtarıcısı Halil’e baktı. O'nun hüzünlü hali, misket büyüklüğündeki yüreğini burktu. Uzaklarda baykuşların uğursuzluk getirdiği söylenegelen sesleri geliyordu. 

Amsterdam, 23 Mayıs 2015 



KIPRAŞMA

      KIPRAŞMA   Yıllar önce köyü Camili’den Ankara’ya göç eden, eğitim hayatının ardından da oraya yerleşen Halis Bey, geldiği yörede...