KIZ KURUSU
Bir kadın için bedeni ve bütün uzuvları irice idi. Yayvan ayakları, kalın parmaklı elleri, fil kulakları, burnu, kafası ve bedenin bütün tarafları tuhaf bir büyüklükte,
siyaha yakın koyuluktaki gözleri ise derin ve cıvıl cıvıldı. İri olmalarından olsa gerek, ağır ayaklarını kaldıramıyormuş gibi, yerden sürüyerek adım atıyordu.
Bin dokuz yüz ellili yıllarda, bir bahar sabahı dünyaya geldi. Ama hayat çizgisi, ömrü boyunca bahardan çok, sonbahar-kış havasında seyir etti. Doğan her
bebek gibi, O da ağlamaklı başladığı hayata adım atamasının üzerinden bir hafta gibi
bir zaman geçmesine rağmen, anne ve babasının şaşkınlıkları devam ettiğinden, henüz bir isim almamıştı. Onlardan daha çok kaygılanan, üzerlerine
vazifeymiş gibi, köydeki komşuları da her
gün gelip, ısrarla bebeğin adını soruyorlardı. Herhangi bir
cevap alamayınca da, bu hilkat garibesinin isimsiz kalacağı endişesi
ile evlerinin yolunu tutuyorlardı.
Baho sabah ezanı ve bahtına üzülmekten kendisini alıkoyamadığı yeni doğan kızının
cıyak cıyak ağlama sesleri ile uyandı ve bilmecelerde “şekerden tatlı, demirden ağır olduğu” söylenen uyku, bir daha da göz kapaklarının altındaki yerini gelip, almadı.
Evinin dış duvarına sırtını dayayıp, buruşuk kareli gömleğinin cebinden çıkardığı
filtresiz “Birinci” sigarasının paketinin altına, tütün dumanından tamamen sarı
bir tabaka ile kaplanmış olan işaret parmağı ile, itinalı bir iki vuruşla
yükselen sigaralardan birisini acele ile alıp, ince bir Ayhan Işık bıyığı ile
kaplı dolgun üst ve alt dudağının arasına yerleştirdi. Yine gömleğinin
cebindeki muhtar çakmağını aldı. İlk iki çakışta yanmayan çakmağın, yuvarlak
benzin haznesini döndürerek çıkardı ve üst kısımda bulunan ince ucu kararmış
fitili biraz daha çekerek, bir iki kez çakmağı hızla sallayıp, benzinin fitile
ulaşmasını sağladı. Fitilden parmaklarına bulaşan karalığı duvara sildi. Muhtar
çakmağından yükselen titrek alev, tatlı bir benzin ve yanık kokusu ile Baho’nun dudakları arasındaki
yerini muhafaza eden sigara ile buluştu. Sabahın alaca karanlığında bir ateş
böceği ışıltısı ile yanan sigaranın ucundan, yukarı doğru bir duman yükselse
de, Baho bu gri bulutçukların daha büyük olanlarını içine çekip, ciğerlerine
hapsetti. Nikotinli duman genzini yaktı, başı hafiften döndü, yıllardır bu bağımlılığın
verdiği haz, bir kez daha rahatlattı.
Gökyüzü koynunda ipil ipil yanan sonsuz yıldızı özgür kıldı. Birileri gökyüzünü
yeniden maviş maviş boyadı. Kuş cıvıltılarından geçilmez oldu. Tanrı uzaklardan
Baho’ya O farkında olmazsa da göz kırptı. Esinti halindeki tatlı rüzgar, tütün
kokusunu alıp, uzaklara götürdü. Ardında güneş çizgiler halinde renk cümbüşü
ışınlarını topluca yeryüzüne saldı. Sabah güneşinin yalazı, bu başı dumanlı adamın yüzünü tatlı talı yaladı. Köylüler birer birer yeni doğan güne
gözlerini oğuşturarak uyandılar. Dört bir yandan, birbirine karışan köpek
havlamalarının ve art arda öten horozların sesleri geliyordu.
Evin avlusundan komşuları Sare, tenis maçı izler gibi etrafına bakına
bakına içeri daldı. Sağ elini ağzına götürerek, üst dudağında kalan baş
parmağı ve açık kalan orta parmağının aralığından zor anlaşılır bir mırıldanma
ile Baho’ya göz aydınlığı ve bebeğin analı babalı da büyümesi temennisinde de
bulunduktan sonra, mutfakta kahvaltı hazırlayan, evin hanımı, bebeğin annesi
Sultan’ın yanına geldi. Sultan’ı daha önce gördüğünden, Baho’ya kutlama
mahiyetinde söylediği temennilerinin aynısını bir kez daha tekrarlamadı.
Karşılıklı hal hatır sormalarının ardından birlikte bebeğin bulunduğu odaya
daldılar.
Sultan’in ince belli bir bardakta eline tutuşturduğu nar kırmızısı çayı,
pencerenin iç kısmına dikkatle koyan komşuları, aynı zamanda akrabaları olan
Sare, acele ile bebeğin üstüne eğildi. Yanılıp yanılmadığını, gözleminin
ardından bir kez daha beynine kodlanan verileri zihninden geçirdikten sonra,
daha önce gördüklerinin doğruluğuna ikna olarak, kendi kendisine mırıldandı.
“Yok anam yok, normal değil. Bu bir azman. Elleri ayakları bir yaşında bir
bebek gibi.” Daha sonra Sultan’a dönüp;
“Sultan… Anam sen bunu dokuz ay değil de on beş ay mı taşıdın karnında.
Bayağı iri bir bebek bu. Öyle tahmin ediyorum ki, ismini de daha koymadınız.
Müsaaden olursa, teyzesi sayılırım, ismini de ben koyayım. Sultan sen bilirsin
ifadesi ile çocukluk arkadaşı, amcasının oğlu ile evli, Sare’nin kestane
gözlerine baktı.
“Sultan bak senin bu kızın çok akıllı bir çocuğa benziyor. O yüzden gel sen
şunun adını Akıl koyalım. Buna bu isim pek bir yaraşır benim güzeller güzelime." Söylediklerine elbette kendisi de inanmıyordu. Böylelikle ellili yıllarda doğan
Baho ve Sultan çiftinin kızlarının adı Akıl oldu. Baho ve Sultan’ın biricik
kızları Akıl’dan sonra iki kızı ve iki oğlu daha oldu. Bunların uzuvları Akıl
kızda mevcut olanlar kadar iri yarı değildi. Akıl kız ve kardeşleri bin bir güçlükle
büyüyüp, boy attılar. Baho ve Sultan kızları on iki yaşına geldiği halde
kızlarında zeka olarak hiç bir gelişimin olmadığını gözlemlediler. Adını da
Akıl koydukları halde, devasa olan elleri, kolları, burnu, kafası ve ayaklarına
göre, aklı yok denecek kadar minnacıktı. Basit bir işi yaptırmak için, bu
kocaman kıza minimum on kez nasıl yapacağına sil baştan anlatmak gerekiyordu
ki, bunun da pek anlamı kalmıyordu. On iki yaşında olmasına rağmen ve yedi
yaşından beri okula da gittiği halde, okuma ve yazmayı bir türlü öğrenemedi.
Garip bir hali vardı, deli deseniz deli değil, aptal deseniz aptal değildi,
desek de bu ikinci yön biraz şüphe götürür durumdaydı. İnsanlara, doğaya,
hayvanlara ve görme menzilinde bulunan her şeye, cıvıl cıvıl gözlerini
bönleştirerek bakıyordu. Hiç bir çocukla oynamıyor, sorulara çok gecikmeli ve
sağlıklı cevaplar vermiyordu.
Akıl uzunca yıllar sonra heceleri sökecek kadar bir ivme ile ilkokulu
bitirdi. Büyüdü, genç bir kız oldu. O’nun yaşındakilere görücüler gelmeye başladı.
Nişanlar takılarak, üç gün üç gece şenliklerle süren, onlarca metre uzunluğunda
halaylar çekilerek, düğünlerle akranları, beyaz duvaklar takınarak dünya evine
girdiler. Akıl çok uzun yıllar bekledi, bekledi gelen ve de giden olmadı.
Kendisinden bihaber olan dünyaya anlamsız bir bakışla bakmaya devam etti.
Geçmek nedir bilmeyen zaman O’nu otuz beşli yaşlara getirse de, umutsuzluğu ve mutsuzlugu devam etti. Oysa her şeyin farkındaydı. O da kendisi ile barışık bir halde,
neden evlenmediğini, bir yuva kuramadığını, çoluk çocuk sahibi olmadığını
sorgulayıp durdu. Evlenme sırasını kardeşlerine verdi ve onlar art arda evlendi
çoluk çocuk sahibi oldular. Akıl annesi ve babası ile kalakalıp, elinden
geldiğince evin işlerine koşturdu. Kışları saman ile doldurduğu sobayı avurtlarını
doldurup, bir körük gibi üfledi. Bulaşıklar yıkadı, çaylar demledi, evi silip
süpürdü, çamaşırları kil ile yıkadı, kuyudan kovalarla sular taşıdı ama bunları
sadece anne ve babası için yaptı. Bir kocası veya çocukları olmadığından dolayı,
bunları bütün kadınlığını kullanarak onlar için yapamadı. Ve bu durum bağrına
köz olup kondu. Yüreği her daim sıkıştı. Mutsuzluğu, yalnızlığı ve bahtsızlığı
içini çok acıttı. Büyük ellerine, ayaklarına, kafasına bakıp isyan etti. Ne
günahı vardı, Tanrı ile nasıl bir anlaşmazlığı olmuştu da, kendisini böyle
yaratmıştı. Daha doğrusu ne diye yarattı ki, bu dünyanın bir Akıl hanım
efendisine ne gereksinimi vardı? Büyük kafasından geçen bütün sorulara karşı
bulduğu cevap, her defasında ayakları, elleri, kulakları, kafası ve burnu gibi
kocaman bir hiç oldu.
Annesi Sultan’ın zorlaması ile köy bakkalına tuz almak için gittiğinde,
bakkal Davut’un oğlu Mısto, Akıl’ın ayaklarının sürüme sesini duyar duymaz,
tezgah üzerindeki kaset çalara büyük muzurluğun simgesi kocaman bir
gülümsemenin eşliğinde, Orhan Gencebay’ın bir kasetini sürdü. Kaset çalardan
inlemeli tiz bir ses yükseldi.
“Baştan yarat ellerimi,
Bastan yarat gözlerimi,
Baştan yaz şu kaderimi,
Tanrım beni baştan yarat.
Sende kaldı dileklerim,
Paramparça dünyam benim.
Yaktın bağrımda közleri,
Dinlettin acı sözleri.
Verdin bu ağlar gözleri
Tanrım beni baştan yarat.”
Akıl pür dikkat olmazsa da can kulağı ile denilebilecek bir konsantrasyon
ile şarkıyı dinledi. Musti kikir kikir güldü.
“Akıl abla bak bu tam senin için yazılmış bir şarkı. Tam damardan.”
“He güzelmiş.” diyebildi Akıl. Kafasını öne eğdi. Ne almak için geldiğini
unuttu. Uzun uzun raflarda yer alan yiyeceklere baktı. Yok Akıl’ın aklına ne
alacağı gelmedi. Tekrar eve döndü. Yolda yürürken O’nu görenler gülümseyerek,
bu haşmetli endamdan gözlerini uzun süre ayıramadılar. Eve geldiğinde annesi;
“Hani tuz alacaktın, nerede tuz?” diye sert bir ses tonu ile sorunca, tuz
alacağını hatırladı ve yaklaşık altı yüz metre ilerideki köy bakkalının yolunu
tekrar tuttu. Akıl’ın tekrar geleceğini bilen Musti tekrar Orhan gencebay’ın
şarkısını bir kez daha başa aldı. Musti’nin arkadaşları da bakkal dükkanına
doluşmuşlardı. Hıdır, Cengiz, Rızo ve Sülo da oradaydı. Akıl’ın geldiğini gören
Mısto, acele ile arkadaşlarını tezgahın arkasına gizlenmeleri için çağırdı.
Akıl dükkana adımını atar atmaz, bir anda tezgahın arkasında alabulus tıraşlı
başlarını çıkararak, Orhan Baba ile birlikte;
“Tanrım beni baştan yarat,” nakaratını danalar gibi böğüre böğüre hep bir
ağızdan, Akıl’a bakarak söylediler. Karşılattığı manzara karşısında bir hayli afalladı. Geldiği gibi, ayaklarını sürüdüğü topraktan toz bulutçukları
kaldırarak evine döndü.
Sultan o gün patates yemeğini tuzsuz yaptı. Baho kendisini bağıra bağıra
payladı, bir dövmediği kaldı. Akıl yemeğini yemeden, süklüm püklüm
pencerenin önüne geldi ve yaşlı gözleri ile dışarıya baktı. Gelen ve de
giden yoktu. “Paramparça dünyası” sessizliğe ve bir kez daha karanlığa gömüldü. Baba evinde adeta kimsesiz ve bimekandı. Ama doğacak yeni günde Allah elbette kerimdi.
Amsterdam, 3 Temmuz 2015