3 Nisan 2019 Çarşamba

"F" & "K"





"F" & "K"

On bir yaşındaydım. O da on bir yaşındaydı. Ve ben onu çok seviyordum. Aynı sınıftaydık. Oturduğum sıranın bir önünde oturuyordu. Geriye dönüp baktığı zaman; "yüreğimin küçüklüğüne bakmaksızın, oraya ne kadar da kocaman boyutlu ve yoğunluklu bir sevgiyi sığdırmışım meğer." diye şaşakalıyorum. Sevdiğim, ilk göz ağrım, aşkım Fadime’nın saçlarının kokusu gün boyunca ciğerlerime doluyor ve kendimden alabildiğine geçiyordum. Güzeldi. Belki de dünya güzeliydi. Gamzeleri nasıl da çukur çukurdu. Dalgalı uzun saçları coşkun şelaleler misali omuzlarından aşağı hızla düşüyordu. Gözlerim derin ormanların yeşilini andıran gözlerine ilişmeye görsün, aman Tanrım o ne telaş, elim ayağım birbirine dolanırdı. Bütün vücudumu mest eden tatlı bir akışkanlık hızla dolanır ve bir anda kulaklarımı tırmalayan çıtırtılarla, harlı yanan bir odun sobasının ardında ısınmış gibi hissederdim ol bedenimi.
Henüz çocuk yaşlarda da olsak, her öğrencinin çoğunlukla bir sevdiği olurdu. Şimdilerde olduğu gibi. O yaşlarda kızlar ve erkekler, diğer çocuklar tarafından birbirlerine yakıştırılırdı. Allahtan beni de Fadime’ye uygun gördüler. Bu yakıştırma bütün okulda ve kasabada ağızdan ağıza yayılınca, ben de bu söylenti veya yakıştırmadan aldığım cesaretle Fadime’ye yine de yüreğim ağzıma tıkalı, korku ile yanaştım. Tarifsiz bir sevgi ile bağlı olduğum ona, masum-çocuksu duygularımı usulca fısıldadım. Bir anda kızardı, bozardı ve sesi garipçe çatallaştı. Ne yapacağını bilemedi. Şaşkınlıkla bir an bana bakakaldı. Bakışları apansız yere düştü. Gamzelerinin çukurlukları düzleşti. Sonrasında anlamakta zorlandığım söylenmelerle ardına bakmaksızın hızla yanımdan uzaklaştı.
Görünen o ki; baltayı sert bir taşa vurmuştum. Umudum kırılmıştı. Nafile, olmayacaktı. Ama ders zili çalıp sınıfa girdiğimizde, oturduğu ön sıradan dönüp dönüp her defasında hoş bir gülümseme ile bana bakıverdi. Gülü gülüverdi. Gülü gülüverdim, gerisin. Çok mutluydum. Gururluydum. Güm güm dövülen göğsüm, aniden beden ölçüsü değişen yüreğime dar geldi.
İlkokulun bitimine kadar bir yıldan fazla bir zaman Fadime ile çocuk sevgililerdik. Birbirimize çok yoğun duygular besledik. Dünya sadece onun etrafında dönüyordu. Baktığım her noktada Fadime’nin dünya güzeli hayali vardı. Okul bitiminde ailem Ankara’ya taşınınca Fadime ile ayrılık dayattı. Onu kasabada bırakıp şehre gitmek zorundaydım. Elim, kolum ve kanatlarım kırıldı. Ne yapacağımı bilemiyordum.
Anneme ve babama; "Fadime’den ayrılamam, burada kalacağım. Siz giderseniz gidin. Umurumda değil, ben sizinle gelmiyorum." diyemezdim. Diyemedim. Yabancısı olduğum bir şehirde o çukur gamzeli dünyalar güzeli yüzünü görmeden nasıl yaşayacaktım? Oldukça mutsuz, biçare ve şaşkındım. Aklım başımı terk etti. Kaderin ördüğü amansız ağları parçalamak elimden gelmedi. Önümde oldukça uzun bir zaman vardı. Her saniyem Fadime ile geçmeli ve “kıpır kıpır” yüreğim onun yanı başında atmalıydı. Artık on iki yaşındaydık. Kalbimi onun avuçlarına bırakmak istiyordum. Olmayacaktı. Kaderin bir örümcek gibi ördüğü ağların esiri oldum.
Ayrılık günü geldi. Erkenden kalktım ve sabahın alacasında Fadime’nin evinin önünde mantar gibi bitiverdim. Babası sabahın köründe işe gittiği için evde değildi. Akşamdan renkli bir kâğıda özenle paketlediğim bir Kemalettin Tuğcu kitabını ardımda saklı tutuyordum. Onda bir hatıram kalsın istedim. Heyecanım doruklardaydı. Kapıyı o açtı. Ani bir refleksle ardımda sakladığım kitabı uzattım. Kitabı aldı ve titreyen yüreğine bastırdı. Bugün taşınacağımızı biliyordu. Annesine oynamak için dışarı çıkacağını söyledikten sonra evden koşa koşa uzaklaştık. Başka bir mahallede tanıdık gözlerden uzaktık. Kapısı açık bir bahçeden içeri daldık. Çok mutlu ve bir o kadar da hüzünlüydüm.
İlk defa elini tuttum. İçim ürperdi. Büyük bir korku ile kocaman bir zerdali ağacının altında gamzelerine minnacık birer buse kondurdum. Gözlerinin içi güldü. Sarıldı. Bahçeyi bir anda gözlerinin zümrüt yeşili kapladı. Gözlerim kamaştı. Etrafı hepten papatyalar sarmıştı. Papatyaların arasında yer yer gelinciklerin narin kızıl çiçekleri ayrı bir renk katıyordu. İğde, elma ve mürdüm eriği ağaçları çiçeklere bezenmişlerdi. Serçeler sabah sohbetine çoktan koyulmuşlardı. Yeşil bir halıyı andıran çimlere oturduk. Başımızın üstünde kanatları birbirinden alımlı ve renkli kelebekler uçuşuyordu. Karıncalar bir köprü misali ayaklarımızın üzerinden geçip yiyecek toplamak üzere belirledikleri istikametlere doğru yol alıyorlardı. Uzun süre derin bakışlarımız birbirine sıkıca kenetli kaldı. Sonrasında titrek elleri ile hediyesini açtı. Kitabin ilk sayfasına kırmızı kalemle çizdiğim kalbi delen okun bir tarafında “F” ve diğer yanında da benim adımın baş harfi büyükçe bir “K” çizmiştim. Bizler küçük, aşkımız ise şaşılası bir büyükteydi. Avucunun içi ile çizdiğim kalbi uzun uzun okşadı. Aynı kalbi, dibinde oturduğumuz zerdali ağacının gövdesine de sivri bir taşla çizdim. Sevdamızı ölümsüz kıldım. Son bir öpücük verip gözlerimden boncuk boncuk düşen gözyaşlarımla evimin yolunu tuttum. Fadime o zerdali ağacının altında kalakaldı. Dönüp baktığımda ağacın altına çökmüş ve dönüp bakmıyordu. Belli ki o da en az benim kadar hüzünlüydü. Ardımdan Kemal diye bağırmadı. Art arda adımlarla hızla uzaklaşan beni bir kez olsun geri çağırmadı.
Uzun yıllar Fadime'den enikonu bihaber kaldım. Yıllar sonra Fadime’nin kendisinden yirmi yaş büyük omuzu tüfekli bir mahalle bekçisi ile evlendirildiğini duydum. Mutlu değilmiş. Babasının ve annesinin zoru ile evlendirilmiş, belli. Çocukları olmamış. Kocasının on ve on üç yaşlarındaki kızlarının anası olmuş. Omuzlarından düşen kumral-çağlayan saçlarını kocasının çocukları için süpürge etmiş. Ama diz boyunu aşan mutsuzluğu ile evliliği devam ettiği halde, o evlerini önünden sürekli gelip geçen burma bıyıklı bir kamyon şoförüne gönlünü kaptırmadan da edememiş. Bu yasak aşka nerede ince ise orada kopsun deyip bel bağlamış. Umutlanmış. Kalbi yeniden atmaya başlamış.
Bir ilkbahar sabahı bahçesinde renk renk sümbüller mis kokularını etrafa salarken üvey kızları okula, bekçi kocası da omuzunda tüfeği ile mahalleyi teftişe çıkınca, sevdiği şoför Taner evinin kapısında kamyonunu durdurmuş. Gönül kapısı açık duran Fadime sevdiğine işmar edip evinin kapılarını da açmış. Sarmaş dolaş çatırtılarla yanan ve bir zamanlar beni ısıtan odun sobası misali harlı bir ateşle alev alev yanan aşklarının meyvelerini koparırlarken, bekçi kocası ansızın evine gelmiş. Olup bitene inanmadığından çifte namlulu tüfeğine doldurduğu iki fişeği önce Fadime’ye ve ardından da şoför Taner’e sıkmış.
Şoför Taner’in yarı çıplak kanlar içindeki gövdesi, yine yarı çıplak Fadime’nin kanlı bedeninin üzerine yığılı vermiş. Bana gelince, evliyim. Fadime adında bir kızım ve Fırat adlı bir de oğlum var. Mutlu muyum? Bilemiyorum!
Her ne zaman fırsat bulursam, artık bir tarafında yüksekçe bir binanın yükseldiği bahçeye gidiyorum. Her yanda çocukluk sevdama dair hatıralar. Saatlerce zerdali ağacının dibinde oturuyor ve gövdesine sarılıyorum. Kalbimiz zerdali ağacının gövdesinin gelişmesi ile birlikte daha da büyüyüp çizgileri de derine inmiş. Fadime’nin yıllar önce hatıra kitabına çizdiğim kalbi okşadığı gibi, içimde buruk bir acıyla ağaçtaki kalbimizi okşuyorum. Sonrasında yere çömelmiş halde zümrüt gözleri ile bana bakan Fadime’nin derin gamzelerine birer öpücük konduruyorum. Serçeler sohbet etmiyorlar artık. Gelincikler papatyalara kırmızılık katmıyorlar artık. Küçük adımlarımla, gözlerimden patır patır düşen tuzlu yaşlarla hızla uzaklaşıyorum.
Fadime’nin beni çağırmamasına hala şaşakalıyorum. Art arda kulağımda iki kez tüfek sesi çınlıyor ve içimdeki acı köpürüyor. Pürmelal yüreğim suskun ve küskün. Beynimde depremler oluyor. Bir kez daha kendimde değilim. Dünya dönmüyor. Hıçkırıklarla katıla katıla, bir çukurun derinine gömülen derin çukurlu gamzeler için ağlıyor, ağlıyorum! 

Amsterdam, 3 Nisan 2019


https://www.facebook.com/kerem.hikmet.3/videos/10223242823958659/

12 Mart 2019 Salı

MÜJGAN







 MÜJGAN

Akşam yemeğinin hemen ardından yağmur başladı. Sonrasında, fındık büyüklüğünde dolu ile kol kola giren yağmur, daha da yoğun yağmaya devam etti. Ansızın kopan fırtınayı merakla izliyorum. Göz gözü görmese de ben görmeye çabalıyorum. Kıvrımlı ağaç dalları sağa, sola, ileri ve geri hareketlerin görüldüğü hızlı ritimli bir tango dansındalar. Ol insanlar evlerine kapandılar. Dışarıda sıcak soluğu yağmur ve doluya karışan kimseler yok. Güne gittikçe bastıran akşam karanlığı hakim oluyor. Sokak lambalarından cılız ıslak ışıklar yayılıyor. Islak ışıkların kendilerine hayırları olmadığı gibi, sokağı da aydınlatmaktan acizler. Bir an camlar kırılacakmış hissine kapıldım. Ama bu yersiz bir kaygı olmakla kaldı. Yemeğin vermiş olduğu rehavet ve cama vuran dolunun ninniyi andıran ritmik sesi olacak ki, oturduğum koltuğun kenarına kafamı koyar koymaz, derin bir uykuya dalmışım.
İç Anadolu bozkırının kalbindeki köyümdeyim. Her tarafı diz boyu yeşil otlar kaplamış. Otlar arasına üzerlik, çakır dikeni, deve dikeni, geven, kılıçotu, ayrık, yonca, sığırkuyruğu, gelincik ve peygamber çiçekleri de serpişmiş durumda. Suya hasret bu kurak topraklar bolca yağmur almış olmalılar. Bu verimlilik ve yeşilliğin bolluğu bunu gösteriyor. Daha kimselere rastlamadım. Karşılaştığım ilk kişiye bunu bir yol sorarım. Etraftan inek, koyun, eşek, köpek ve horoz sesleri geliyor. Karşı mahallede Hamza evinin terasından ağabeyi Yaşar’a "Kaman’a ne zaman gideceklerini" avazı çıktığı kadar bağıra bağıra soruyor. Yaşar gitmekten vazgeçtiğini aynı tonda bir bağırışla iletiyor. Hamza ağabeyinin bir kez daha yan çizmesine bozuluyor. Kaman'a gitme sevinci kursağında kalıyor. Otların yoğunluğu yürümemi zorluyor. Dikenlerden sakındığımdan köyün içlerine doğru yolculuğum uzuyor. Daha sekiz yaşındayım. Ahhh... Sormayın gitsin. Çocukluk öylesine güzel ki. Her şey, herkes ve her renk ön yargısız birbirinden daha güzel. Tamamı ile pür ve aksınız. Böylesi çok daha insani. Büyümeme kararı alıyorum. Hiç değilse beş yüz yıl çocuk kalmakta kararlıyım.
Okuma ve yazmayı henüz çözdüm. Babam, annemin bütün çoraplarımın yırtıldığını söylemesi üzerine, geçen hafta yeni siyah bir çorap aldı. Okumayı söküp sökmediğimi denemek maksadı ile okutacak başka bir şey yokmuş gibi, çorabın üzerindeki etiketi okumamı söyledi. Bir çırpıda okudum. Doğrusu helal olsun bana. Analar ne yiğitler doğururmuş görsünler.
"Ra... raa... fet ço... ço... çorap... la...la.. rı." Babam beni uzun uzadıya alkışladı ve öptü. Çok gururlandım. İçim içime sığmadı. Gözlerimi kırpıştırıp gökyüzüne bakar halde mutlu mutlu gülümsedim. Sırtımı babama yasladım.
Bir çocuk için hece hece de olsa okuyabilmek; loli şekeri, tahin helvası, karpuzun ortası, gül reçeli, dondurma, şerbet ve bal gibi bir şey. İlkokul ikinci sınıftayım. Arkası silgili daha iki kez tıraşlanmış sarı bir kurşun kalemim var. Bir de kırmızı bir kalemim var ki, onu kullanmaya kıyamıyorum. Kırmızı kalemimle sadece konu başlıklarını yazıyorum. Onu çantamda gözüm gibi saklıyorum. Yarısı kargacık burgacık yazılarla dolu üç ortalı çizgili bir deftere de sahibim. Babam Ankara'dan aldı. Kalemtıraşım yok. Babam bir dahaki sefer eğer Ankara'ya giderse, onu da alacak. Yine de Karun kadar zenginim yani. Defterimin kapağı onlarca kırmızı elmanın sarktığı bir ağaçla resmedilmiş. Canım elma çekiyor birden. Ama tek elması dahi olmayan biri kadar da fakirim.
Kurşun kalemimin ucu çabukça kırılıp tükenmesin diye çok fazla bastırmadan, “Ali topu at. Ayşe topu tut.” diye özenle kıvrımlı bir şekilde yazıyorum. Lakin beceriksiz Ayşe (kız işte ne olacak) topu tutamıyor.  Zavallıcık Ali de Ayşe’ye öylesine aşık ki! Onun topu tutması için yavaşça atıyor. Topu tutamayan Ayşe küsüp okul duvarının dibine çömeliyor. Aşk bu dile kolay. Ali koştura koştura anında Ayşe’nin yanı başında beliriyor.
“Özür dilerim Ayşe. Galiba çok hızlı attım.” Sıkıca örgülü saçını tuttuğu Ayşe ile hemencecik barışıyor Ali. Topu yeniden daha da yavaş atıyor. Ayşe en nihayetinde topu tuttu, sıkıca sarıldı ve sevinçten havalara uçtu. Ali’nin yanağına bir öpücük kondurdu. Ali'nin masum çehresi al al oldu. Yüreği titredi, bir hoş oldu.
Babam ve annem gencecik insanlar. Onlar daha tanyeri ışımadan uyanıyorlar. Ben uyumaya devam ediyorum. Keyfime diyecek yok. Çocuk dokunulmazlığım var. Babam otuz iki, annem ise henüz yirmi yedi yaşında. Daha çok uzun yıllar yaşayacaklar. Beni yapayalnız bir başıma bırakmayacaklar. Kurda kuşa yem olmayacağım. Babam sağlıklı, dinç ve yakışıklı. Uzun boylu, filinta gibi, bir delikanlıdan farksız. Annem de genç, ama kısa boylu ve topluca. Üzüm karası gözlerinin içi gülüyor. Anlatılmaz güzellikte derin bir sevgi ve şefkatle bakıyor. Mutluyum. Lakin annem babamın yanında oldukça kısa kalıyor. Arada bir dengesizlik var. Onlar iyi birer anne ve baba. Babam traktörü ile her gün tarlaya gidiyor. Ekiyor ve de biçiyor. Bir elimiz yağda, diğer elimiz balda olmasa da, Tanrı'ya şükür aç ve açıkta kalma korkumuz yok.
Arkadaşlarımla gün kararıncaya kadar dışarıda oyunlar oynuyorum. Ama çok acemiyim. Oyunda çelik bir tarafa, çomak da bir tarafa gidiyor. Çelik çomağın çok ırağına düşüyor. Bu becerimi hepten yitirmişim. Uzuneşek oyununda diğer çocukların yükü altında eziliyorum. Belim kırılacak diye korkuyorum. Bütün bedenime apansız ağrılar giriyor. Ağlamaklı bir halde oyunbozanlık yapıp oyundan çıkıyorum. Saklambaçta kan ter içinde kalıyor ve anında sobeleniyorum. Sek sek ve beş taş oyununda da bir o kadar beceriksizim.
Kocaman dünya sadece köyümden ibaret. Dünyada milyonlarca yerleşim yeri olduğu halde yalnızca komşu ilçemiz Kaman’ı birkaç kez gördüm. Kaman öylesine güzel ki, yemyeşil ve kocaman. Üç katlı, hatta dört ve beş katlı binalar var.  Dükkanlar oyuncak dolu. Çocuklar bisikletlere biniyor. Ne güzel. Her tarafta musluklardan şarıl şarıl sular akıyor. Çeşmenin musluğuna ağzınızı dayadığınız zaman anında suya kana kana doyuyorsunuz. Her tarafta büyük camekânlı lokantalar. Buram buram yemek kokuları geliyor. Renk renk dondurmalar. Simitler. Ayakkabı boyayan çocuklar. Dilenciler.
İlkokulun önünde tek sıralar halinde askeri disiplinle “hazır ol” vaziyetinde, başlarımız olabildiğince dik, gururla andımızı okuyoruz.
“Türküm, doğruyum, çalışkanım,
İlkem: küçüklerimi korumak, büyüklerimi saymak, yurdumu, milletimi özümden çok sevmektir.Ülküm: yükselmek, ileri gitmektir.
……………………………………”
Var olan varlığımızı da Türk varlığına armağan ettikten sonra, mutlu birer minik Türk olarak sınıflarımıza doluşuyoruz.
Sınıfa ite kalka büyük gürültülerle girdik. Ardında öğretmenimiz geldi. Bir anda hepimiz ayağa kalktık. Dolaplarda üzerinde iki mavi elin tokalaştığı Amerikan yardımı süt tozu kutuları duruyor.
Günlük yoklama yapıldı. Sınıfta her adı ve okul numarası okunan yüksek sesle “buraaaa…” diye seslendi. “Burdaa…” seslerinin kesilmesinden sora öğretmen cebinden çirkin yazılı bir kâğıt parçası çıkartıyor. Altı kişinin adını okudu. Aralarında ben de varım. Sınıfta yaklaşık kırk öğrenci var. Kafalarımız iki numara tıraşlı. Bizi kimin gammazladığını biliyorum. El yazısından tanıdım. Bekçi Ahmet'in oğlu Muammer. Sınıfta birkaç tane de kız öğrenci var. Onların saçları tıraşlı değil. Uzun siyah saçları örgülü. Yanakları al. Ayten'in al elma yanaklarında derin gamzeleri de var.
Mehmet Öğretmen adını okunanların tahtaya çıkmasını söyledi. Ne olup bittiğini anlayamıyorum. Ama tahtaya çıkış pek de hayra alamet değildi. Çok geçmeden öğretmen kocaman bir sopa ile karşımızda dikeldi. Korkudan ödümüz kopuyor. Dayak atılacak ama neden olduğunu bilemiyoruz. Ben altı kişilik sıranın en sondayım. Sopalı Mehmet Öğretmen hırsla ağzını açtı ve gözlerini yumdu.
“Uzatın lan ellerinizi. İt oğlu itler. Açınn… Açın bakalım ellerinizi. Demek evde Kürtçe konuştunuz ha. Lannn… Ben size kaç defa Kürtçe konuşulmayacak demedim mi? Ne anlıyorsunuz lan bu saçma sapan dille konuşmaktan?” Sopalar en öndeki arkadaşımızın eline inip kalkarken, bacaklarımdan aşağı sıcak bir sıvının akıp ayakkabılarımın içine doluştuğunu hissediyorum. İçim ürperdi. Bir hoş oldum. Uzun kömür karası saçları örgülü kızlar, en ön sıralarda oturduklarından, olup biteni en önce onlar görüyorlar. Son anda kendimi tutmaya çalışsam da tutulacak bir şey kalmamıştı. Dere dolup taştı. Çok geç. Yapılacak bir şey yok. Sopa ikinci ve üçüncü sırada bulunan öğrencinin avuçlarında yerini bulurken, kızlar da bana bakıp kendi aralarında alaylı bir şekilde gülüyorlar.
Utancımdan sıranın bana geldiğinin farkında değilim. Başımı bir karıncanın kafası gibi öne eğik tutuyorum. Milli duygularla hindi misali kabaran ve intikam hırsına bürünen Mehmet öğretmen taşan dereyi görecek halde değildi. O delinen yasağı onarmakla meşgul. Bu milli bir meseleydi. Camili Köyünde de bu misyon zatı alilerine verilmişti. Sopa dört kez son hızı ile indi-kalktı. Dört Kürtçe kelime, dört sopa demekti. “Ne kadar para, o kadar köfte.” Avuçlarım kan kırmızısı şişmiş, iki köfteye dönüşmüş halde sıralarımıza döndük. Belden aşağım ıslak ıslak. Tahtanın önünde sarımsı rengi andıran buhar dumanlarının yükseldiği bir gölet. Mehmet öğretmenin kunduraları gölette. Dersimiz coğrafya. Konu Türkiye’de göller. Van Gölü, Tuz Gölü, Eğridir Gölü…  Ve yeni bir katılım ile Sarı Göl. Hayırlı uğurlu olsun.
Köfteler sızım sızım sızlıyor. Tuz kokulu illet ıslaklık yapış yapış. Anneme ne diyeceğim? Ellerimdeki köftelerin ağrısı geçse bari. Masanın altında kıvranıyorum. Çiş kaşındırıyor. Halim hal değil.
Anlaşılan mutlu birer küçük Türk olduğumuz halde, var olan varlığımızdan bir kısmını Türk varlığına armağan edememişiz. Bu devasa varlığımızı acaba hangi zulamızda sakladık? Ben de bilemiyorum. Bu minnacık varlığımızı armağan etsek bile, cürmümüz ne ola ki?
Televizyonda yankılanan bir şarkının sesi ile uyandım, kendime geldim.
“Şenlik dağıldı, bir acı yel kaldı bahçede yalnız
O mahur beste çalar, müjganla ben ağlaşırız
Gitti dostlar, şölen bitti, ne eski heyecan, ne hız
Yalnız kederli yalnızlığımız da sıralı sırasız
O mahur beste çalar, müjganla ben ağlaşırız.”
Uyandım. Yağmur ve dolu dinmiş. Nihayet göz gözü adamakıllı görür hale gelmiş. Her taraf süt liman. İlk yüz yıl köfte yememe kararı aldım. Olmayan köfteden nefret ediyorum. Kahrolsun köfte.
Gördüğüm rüyanın etkisinden kurtulmaya çalışırken, on yıl önce kırk dokuz yaşımda “müjganın” kirpik anlamına geldiğini öğrendim. Türkçede de kirpik kelimesi olduğu halde ne diye Farsça bir kelime ithal edilmiş, doğrusu onu da anlayamadım. Müjganda yaşlar, dışarıda dolu karışımlı yağmur ve kara tahtanın önünde sarı göletler. Sınıfın en ön sıralarında kikirdeyen kız öğrenciler. Bacaklarımda ve ayakkabılarımda sıcaklığını hala hissettiğim kaşıntılı illet bir ıslaklık. Dışarıda ıslak ışıklar.
Yaşasın… Biliyorum. Müjgan kadın değilmiş. Geçte olsa bunun kirpik anlamına geldiğini ben de biliyorum artık. Hem de bir on yıl kadar.


Amsterdam, 12 Mart 2019

8 Mart 2019 Cuma

KARGALAR




 KARGALAR

Bir hafta önce yakaladığı ve evinde misafir ettiği minik serçelerini, derya maviliğindeki gökyüzünde köpüren bulutlara doğru buruk duygularla birer buse kondurduktan sonra serbest bıraktı. Özgürlüklerine kavuşan o dört minik serçe, sevinçle bulutlu mavilikte uzaklaştılar. “Cik” dediler önlerine yemleri, “cik cik” dediler suları verildi ama kısa süreliğine de olsa tutsaklık onlara göre değildi. Ev sahipleri garip bir adamdı. Serçeler neden tutulduklarına anlam veremediler. Ama en nihayetinde yine müptelası oldukları muhteşem semalardaydılar. Sonsuz genişlikteki gökyüzünü kanatlarının altına alma sevdası ile yanıp tutuşan serçeler, bu boşlukta her daim süzülmeliydiler.
Musa maviş gülümseyen gökyüzünde birer siyah noktaya dönüşen misafirlerinin ardından uzun uzadıya bakakaldı. Onları ne yazık ki, bir daha göremeyecekti. Gözlerini kırpıştırıp çuval dolusu bıyıkları ve kısa bir sakalla kaplı tombul yüzünü yere düşürdü. Hüzünlüydü. Yalnızlığını misafiri eylediği başka canlılarla gidermek, ona iyi geliyordu. Ayaklarını sürüye sürüye tekrar evine geldi.
İncitmemeye azami düzeyde dikkat göstererek yakaladığı hayvanları en fazla bir hafta evinde misafir ediyor ve onları uzun süre alıkoymaya da gönlü razı gelmiyordu. Ona göre doğa ve dünya sadece insanların değil, bütün canlılarındı.
Köydeki adı Deli Musa idi. Adı deliye de çıksa, o her türlü hayvan ile dosttu. İnsanlardan çok hayvanlarla haşir neşirliği ve yakınlığından dolayı, köylüler tarafından da garipseniyordu. Bırakın deliliği, tam tersine son derece zeki olduğu gibi on parmağında ondan da fazla hüner vardı. Garip karşılansa da, kimseler ile dostluk kuramasa da, herkesin evine tamirlere gidiyor, becerilerini kullanarak her türlü onarımda komşularına yardım ediyordu.
Bir hayvan oteline çevirdiği evinin her köşesinde, doğada yakaladığı bir hayvanı kısa süreliğine misafir eden Musa’nın yaşı ellilere vardığı halde bir başınaydı. Adı deliye çıkınca kimseler de ona kız vermedi. İki yıl önce çok sevdiği annesinin ölümü ile bir başına kaldı. Zaman zaman yalnızlıktan bunalsa da dönüşümlü olarak değişen misafiri hayvanlar ile dostluğu daha baskın geliyordu. Annesinin ölümünden sonra her yemek yediğinde titrek elleri sadece bir tabak ve bir kaşığa ilişti. Bir ikinci tabağı veya kaşığı alıp yanında birileri için masaya koyamadı. Can dostu olarak gördüğü hayvanların evindeki mevcudiyeti, insanları arar olmasını gerekmez hale getirdi. Onlarla ilişkisinde hiçbir fayda görmediği gibi, çok da gerekli değildi. İnsanlardan incinmiş ve küskündü.
Güneşli bir sonbahar sabahı. Sıcaklık mevsim normallerinin üzerinde seyrediyor. Yazdan kalma sıcaklarla canlıların ilikleri ısınıyor. Musa her zamanki gibi yine şafakla birlikte uyandı. Köyün derinliklerinde traktörle sebze satan bir seyyar satıcının megafondan ciyak ciyak sesi geliyor. Komşusu Ramazan traktörüne bağladığı mibzerle gıcırtılı sesler çıkara çıkara tarlasına doğru yola çıktı. Tohum atılan her tarla umut demekti. “Yağmur yağar mıydı? Tohumu bire kaç atmak gerekiyordu? Gübre ve mazot bu yıl da artar mıydı?” Kafasında onlarca soru vardı. Elinden gelen başkaca da bir iş yoktu. Atadan ve dededen kendisine bu miras kalmıştı. O da bunu sürdürüyordu.
Ramazan traktörün üstünde sıkıca kavradığı direksiyonu çeviredururken etrafına bakındı. Evinin avlusunda koşuşturan Musa’ya gözü ilişince gönülsüzce selam verdi. İçinden komşusuna acıdı. Musa’nın babadan kalma bir tarlası vardı. Onu da ortak veriyor, kıt kanat geçiniyor ve aldığını da kurda kuşa yediriyordu. Olacak iş değildi. Hangi akla hizmetti? Bilemiyordu. Elbette bir bildiği vardı.
Musa da selamını aldığı mahiyetinde kafasına bol gelen şapkasını eliyle tutup başını salladı. Ramazan’ı çok haz etmese de yine de komşuluğu iyiydi. Uzaktan uzağa da olsa kendisini kolladığını biliyordu. Aslında uzaktan anne tarafından da akrabaydılar. Ramazan’ın kız kardeşi Rukiye’yi anasını yalvar yakar gönlünü edip istemeye gitmişlerdi. Annesi Sarı Sultan’ı ve Musa’nın kapılarının önünde dikeldiğini gören köy muhtarı Mahmut ana ve oğula bakıp;
“Ne bekliyorsunuz kapımda?” diye elleri arkasında kızgınca sordu. Musa’nın annesi bütün cesaretini topladı ve kısık bir sesle meramını dile getirmeye yeltendi.
“Şeyyy…. Musa Ağam biz hayırlı bir iş için gelmiştik.” Muhtar Mahmut hakaretler ve usturuplu küfürlerle evine girip kapısını hızla çarptı. Çok aşağılanmışlardı. Musa ve annesi Sarı Sultan kapalı kapının önünde adeta birer noktaya dönüştüler. Dilenci muamelesi görmüşlerdi ve bu yenilir-yutulur türden bir şey değildi. Onurları yerle bir edildi. İçinde bir mangal gibi bir şeyler alev alev yandı.
O gün bugündür Musa insanlara doğru açılan bütün kapılarını sıkıca kapattı. Olmadı hepsini kilitledi ve anahtarlarını da derin kuyuların dibine attı. Bir daha da açmaya yeltenmedi. Yüreğini taze bir sarmaşık gibi dolamaya başlayan sevdasının köklerini kırptı. Oysa o Rukiye'yi ne çok sevmişti. Sevdasını yüreğinin olabildiğince derinine gömdü. Tez elden unutmak için doğadaki diğer canlılar ile sıkı bir dostluğu seçti. İnsan bildikleri onu insanlardan soğuttu. Böylelikle hayvanlara daha yakın oldu. İnsanlardan ise kaç yıldır uzaktı? On mu, yirmi üç mü, yoksa yüz yirmi üç mü? Hesaplayamıyordu!
Tavşanlara, güvercinlere, kekliklere, kedi ve köpek yavrularının yiyeceklerini ve sularını verdi. Kafeslerini temizledi. Her hayvanı büyük bir şefkatle sıvazladı, sevdi. Hepsinin tek tek hatırını sordu ve onlarla konuştu. Kedi ve köpekleri kalıcı misafirlerdi. Bu konuklarını diğerleri gibi kafeslerde tutmuyordu. Onlar evinin avlusunda diledikleri gibi dolaşıp, önlerine konulan yiyecekleri yediler. Kafalarına göre takılıp birbirleri ile oynadılar.
Serçe cıvıltıları olmadan gözüne uyku girmiyordu. Şimdi başka serçeleri konuk etmenin zamanı gelmişti. “Kasnak” denilen büyükçe bir buğday eleğini aldı. Metrelerce uzunlukta bir misina ipini kasnağın kenarındaki delikten geçirip bağladı. Daha sonra cebine doldurduğu buğday tanelerini avuçlayıp dik durumda bahçesinin içinde oturttuğu kasnağın önüne serpiştirdi. Bir odun parçasına doladığı misinayı aça aça taş örme duvarın ardına saklandı.
Serçelerin gelmesini beklemeye koyulduğunda her defasında olduğu gibi içini büyük bir heyecan kapladı. Kabuğuna sığmakta nasıl da zorlanıyordu. Aman Tanrım bu ne heyecandı. Yüreği yerinden fırlayacak gibiydi. Görünürde de serçeler yoktu. Evinin üzerinde bir karga kümesi gürültülerle süzüldü. Belki de bu kez serçe yerine yeni misafirleri bu sivri gagalı ve parlak tüylü kuşlar olacaktı. Kargaları daha önceleri de evinde konuk etmişti. İyi hoştu ama sadece geceleri o bön sesleri uyumasına engel oluyordu. Bir de etrafı çok kirletiyorlardı. Ama varsın olsundu. Başının üzerinde yerleri vardı. Misafirperverliğinde kusur etmeyecekti.
Kargalar buğdayın kokusunu almış olmalılar ki, çok geçmeden ani bir dalışla küme halinde bahçeye kondular. Musa’nın elleri titriyordu. Misina ipini iyice eline doladı. Kalbinin hızlı atışları ile uygun anı beklemeye koyuldu. Kargalar buğdayı paylaşamadılar. Aralarında büyük bir kavga başladı. Musa’nın acele etmesi gerekiyordu. Hızla ipi çekti. Yere düşen kasnağın altında üç tane karga kendilerini kurtaramadılar. Kanat çırpmaları nafileydi. Olan oldu ve Musa’nın ağına düşmüşlerdi. Oyunu sezenler anında kaçıp uzaklaştılar. Dönüp geride kalan arkadaşlarına bir kez olsun bakmadılar. Vefasızlığın en güzel örneğini gösterdiler. Yükseklerde bed sesleri duyulur oldu. Belki de birbirlerine düştükleri tuzağı anlatıyorlardı.
Musa kasnağı kapalı bırakıp bir koşu evine gitti. Daha önce serçeler için ayırdığı kafesi alıp geldi. Kasnağın kenarını hafifçe kaldırdı ve anı bir hareketle elini daldırdı. Kargalardan birini yakaladı. Bu sırada bir diğeri Musa’nın eline iyi bir gaga darbesi indirdi. Elinin acımasına aldırmadı. Yakaladığı kargayı kafese koydu. Daha sonra da sırası ile diğer iki kargayı kafese yerleştirdi.
Keyfine diyecek yoktu. Kafesi sallaya sallaya eve yöneldi. Kafesten kargalar bed seslerini yükselttiler. Önlerine konulan yemle kursaklarının dolması ile silkelenip kendilerine geldiler. Aralarında Sülün Karga söz aldı. 
“Daha ne istiyoruz?  Bakar mısınız, adamcağız hemen önümüze yemimizi ve suyumuzu koydu. Gökte ararken yerde bulduk. Kavga edip birbirimizi yemeyelim. Bakar mısınız tavşanlar, keklikler ne kadar da hayatlarından memnun ve keyifleri oldukça yerinde. Efendiliklerine söz yok. Şu güvercinlere bakıp yaptığımızdan utanmalıyız. Bizde kavga ve gürültü gırla. Daha fazla çıngar çıkartmadan halimize şükredelim. Bugüne değin hangi insanoğlu önümüze bir avuç darı serpti. Tanrının bugününe şükredelim. Demek dünyada böylesi iyi insanlar da var.”
Sülün Karga’nın uzun hitabını sabırla bekleyen Kırçıl Karga söze devam etti.
“Evet, Sülün’cüğüm yerden göğe kadar hakkın var. Belli ki iyi bir insana benziyor. Bana kalırsa gıkımızı çıkarmadan kıçımızın üstüne oturalım. Kavgalarımıza da artık bir son vermeliyiz. Bundan sonrasında birimiz hepimiz için, gerekirse hepimiz de birimiz için olmalıyız. Yalnız Mor Karga’nın adamcağızın elini ısırması hiç iyi olmadı.” Bunu duyan Mor Karga utancından ağzındaki buğday tanesini düşürdü. Süklüm püklüm tek kelime edemedi.
Kargaların hallerinden bir hayli memnun olduğunu gören Musa çocukluğunda rahmetli anacığı Sarı Sultan’dan öğrendiği bir şarkıyı ol iri bedenini sallaya sallaya mırıldandı.
“Karga karga gak dedi.
Çık şu dala bak dedi.
Çıktım baktım o dala.
Şu karga ne budala.
Karga fındık getirdi.
Fare yedi bitirdi.
Onu tuttu bir kedi.
Miyav dedi av dedi.”
Kargalar bir haftalarının bitiminde salıverildiler. Uzaklarda serçeler gibi kaybolmak için kanat çırpmadılar. Musa’nın evinin çatısına kondular. Gün ağarmasına kadar evden tekrar içeri dalmak için kapının açılmasını beklediler. Fakat kapı açılmadı. Musa tereyağlı bulgur pilavını iştahla kaşıklayadururken kargalar umutsuzca yeniden gökyüzünün alaca karanlığındaki yerlerini aldılar. Musa yemeğinin ardından olduğu yerde göz kapaklarının altına zorla yerleşen uykuya yenik düştü. Sızdı.
Rüyasında Rukiye ile evleniyordu. Sıra sıra halayların çekildiği, çifte davulun vurulduğu, zurnaların öttürüldüğü düğününün ardından gerdeğe giriyordu. Rukiye kar beyazı gelinliği içinde Musa'nın karşısındaydı. Damat yüz gümlüğünü takmak için gelinin duvağını kaldırdı. Karısının yüzünde büyük bir gülümseme vardı. Elleri ceketinin cebindeki reşat altınına gitti. Tam bu sırada kavgaya yeniden tutuşan kargaların bed sesi ürpertilerle uyanmasına sebep oldu. Rukiye görünürde yoktu. Odaya ağır bir tereyağlı pilav kokusu sinmişti. 

Amsterdam, 8 Mart 2019



5 Şubat 2019 Salı

AYNA









AYNA 
"Ayna benim en iyi arkadaşımdır. Çünkü ben ağladığımda, o asla gülmez." 
               Charlie Chaplin 
Sılo açık kahverengi gözlerine sabah güneşinin keskin ışınları apansız düşmesin diye, sağ elini gür kaşlarının hizasında siper etti. Aheste adımlarla evinin terasına çıktı. Dünyanın pek çok yerinde olduğu gibi, doğup büyüdüğü Heştiyar Köyü’nde de günün berrak, göğün alabildiğine mavi olduğu bir yaz ortasıydı. Keyfi yerindeydi. Halep kumaşı pırıl pırıl siyah takım elbisesi ile onu görenler, elli yaşında olduğuna inanmakta hayli zorlanırlardı. Giyiminin düzgün olması çok önemliydi. İstanbul Kız Kulesi kabartmalı, uzun köstekli-gümüş saatini sekiz düğmeli yeleğinin yan cebine özenle yerleştirdi. Bıyıklarını keyifle çekiştirip boncuk mavisi göğe doğru burdu. Evin tek ağacının terasa doğru sarkan gümüş yapraklı dallarından, haşmetli burnuna buram buram iğde kokusu doluştu. Ağacın üst dallarından birine konan ürkek bir serçe iki kez öttü ve ardından da hızla kanat çırpmaları ile belirsizliğe yöneldi. 
Varlıklıydı. Babadan kalma arazilerine çevre köylerde herkes imrenirdi. Bu yıl da ekinlerinden beklediğinin üzerinde bir verimlilikte mahsul elde etti. Tanrının bu gününe şükürler olsundu. Bir dediğini iki etmiyordu. Oturduğu iki katlı, altı odalı geniş konak çevredeki köylerde parmakla gösterilirdi. Dört bir yanı insanda büyük saygı uyandıran, işinin erbabı Ermeni ustalar tarafından yapılan, el emeği göz nuru ahşap oymalarla bezeliydi. Konağın her kapısı, penceresi, pervazları ve dolapları görülmeye değer birer sanat harikasıydı. 
Diğer yandan bugün onun için oldukça önemli bir gündü. Hayatının yeni bir dönüm noktasıydı. Bu muştulu güne verdiği ehemmiyetten aynanın karşısında uzunca vakit geçirdi. Saçlarına briyantin sürdü, yanaklarına, boynuna avuç dolusu lavanta dökündü. Üç çocuğunun annesi, karısı Makbule yaklaşık bir yıl önce, yakalandığı amansız bir hastalığa yenik düşmüştü. Geçen bunca zaman boyunca yeniden evlenmek maksadı ile kafasını aylarca yordu. Üç çocukla yalnız yapamıyordu. Bu yaştan sonra bir erkek için bir başınalık da katlanılır değildi. Akrabaları ve komşuları sonunda imdadına yetiştiler. Yapılan uzun araştırmaların ardından talihli gelin adayı komşu köy Bektaşlı’da bulundu. 
Edul henüz on beşindeydi. Köylülere göre ise evlenme yaşı çoktan gelip geçiyordu. Sılo’nun akrabaları Edul’ün babasının ‘ağzından girip burnundan çıkarak’ zoraki rızasını aldılar. Her hâlükârda kızları varlıklı bir eve gelin gidecek, ‘bir eli yağda ve bir eli balda’ rahat edecekti. Daha ne isterlerdi ki? Edul’ün gönlünün olup olmadığını sormak akıllarına dahi gelmedi. O, öyle veya böyle, müstakbel kocası ellili yaşlarda da olsa, çocuk yaşında bu evliliği onaylamak zorundaydı. Evlenecek olan kızların fikirlerinin sorulması görülmemiş ve adetten de değildi. Abesti. 
Konak avlusunun orta yerinde paçalı iki ak güvercin yarışırcasına takla atmaya başladılar. Yere konmaları ile birlikte öpüşür gibi gagalarını tokuşturuyor ve tekrar havalanıyorlar. Evin köpeği Kocabaş olup biteni ağzı açık ilgiyle izliyor. Sılo’nun gözleri de bir anda gösteri yapan bu kuşlara ilişti.
Ak güvercinlerden biri kendisi, diğeri ise yeni karısı Edul oluverdi. Hayal âlemine derinlemesine daldı. Bu manzaradan kendisini koparıp alması kolay olmadı. Evet, güzel ve mutlu günler onu bekliyordu. Özlemle beklediği an her geçen dakika daha da yakınlaşıyordu. Gülümsedi. Gözleri parladı. Tütün tabakasından bir sigara aldı. Muhtar çakmağından sızan gaz ve tütün kokuları birbirine karıştı. Boca ettiği sigara dumanını ciğerlerinin derinlerine doğru çekti. Sonrasında arkaya doğru taralı parıltılı düz saçlarının üzerinde, bir bacayı andıran burnundan gri bulutlar uçuştu. Nikotin hoşlukla genzini yaktı. Konakta 'İn cin top oynuyordu.' Kimsecikler kalmadı. Bir bardak çay olsun verecek tek insan yoktu. Üç gün ve gece süren curcunalı düğün kalabalığının ardından bir başına kalakaldı. Adetler gereği damadın evde beklemesi gerekiyordu. Öyle de yaptı. 
Kadınlı erkekli düğün alayı zılgıtlar, türküler, davullar ve zurnalar eşliğinde Edul gelini almak üzere çok da uzak olmayan Bektaşlı Köyü’nün yolunu tuttular. Akşam karanlığına kalmaz, alıp gelirlerdi onu. Sılo krallara layık bir düğünle ikinci defa dünya evine giriyordu. Düğünün çevre köylerdeki yankısı bir hayli ses getirdi. Şanına şan kattı. Gıpta ettiler. Böylelikle onu kahretmeye devam eden yalnızlığı da son bulacaktı. Kamanlı abdal ustalar tarafından çifte davul olanca güçleri ile dövüldü. Çifte erik zurna kafalar gökyüzüne kaldırılıp öttürüldü. Boy boy halaylar çekildi. Yüreklerindeki kıpırtılarla genç kızlar ve erkekler terli ellerini yeni halaylar için heyecanla birleştirdiler. Karun sofralarını aratmayan yer sofralarında ziyafetler verildi. Koçlar ve danalar kurban edildi. Çevre köylerden yüzlerce davetli düğüne katılımları ile şenlendirdiler. Heştiyar Köyü’nün semaları kadın davetlilerin attığı zılgıtlarla art arda yankılandı. Davul sesi çölü andıran bozkıra yayılan uzaktaki köylerde kulağa hoş geliyordu. 
Sılo’nun en büyük oğlu Mustafa yeni eşi Edul ile aynı yaştaydı. Diğer oğlu Selim on üç ve Arif ise on bir yaşındaydı. Gelin evinin örme taşlı geniş avlusunda onlarca metre uzunluğunda halaylar “Ki zawa? Ki zawa? – Kim damat? Kim damat?” bağrışmaları içinde döndü. Allı, yeşilli, pullu ipek mendiller sallandı. Havaya kurşunlar sıkıldı. Konağın tavan direğine takılan al bayrak nazlı nazlı sallandırıldı. 
Gelin alayı Edul’u Bektaşlı Köyü'ndeki baba evinden zılgıtlar eşliğinde alıp, Sılo’nun konağına doğru yola çıktılar. Damat evinin önünde çekilen son halayların ardından, damat Sılo arkadaşları tarafından sırtına vurulan onlarca yumruktan sonra gerdeğe girdi. Edul odanın bir köşesinde yatağın kenarına korku içinde ilişmişti. Kocasının içeri girdiğini görünce usulca ayağa kalktı.
Başını masumiyetle önüne eğdi. Buğulu ürkek bakışlarla beklemeye koyuldu. Sılo karısının duvağını usulca kaldırdı. Yüz görümlüğü hazırdı. Cebinden çıkardığı ve kırmızı bir kurdeleye dizili beş tane reşat altını karısının boynuna taktı. Sıkıca bağladı. Anlından öptü. Edul titrek elleri ile boynuna takılan altınlara dokundu. Çok da umurunda değildi. Ellerinin titremesi devam ediyor, yüreği hızla çarpıyordu. 
Genç gelin Edul’un bu evlilikten bir kızı dünyaya geldi. Çocukluğunu bir dem olsun yaşayamadan çocuk anne oldu. Annelik nasıl bir şeydi, nasıl yapılırdı? Bilemiyordu. Anne olması, benliğinden çocuksu duygularını alıp götürmeye yetmedi. Yaşayamadığı acı veren bu evreyi yüreğinden söküp atması mümkün değildi. Bu duygu kalbinin derinliklerinde yatıyordu. 
Bebeğini doyuruyor ve ev işlerini yapmasının hemen ardından sevinçle dışarı fırlıyordu. Baba evinde yaşayamadığı çocukluğunu, kocasının evinde Sılo’nun oğulları ile oynadığı oyunlar ile gideriyordu. Neler oynamıyorlardı ki; saklambaç, ip atlamaca, seksek, çelik çomak ve en çok da evlerinin önündeki büyük taşın üzerinden atlıyorlardı. Böylesi anlarda Edul kendisini unutuyor, avuntu ile dünyanın kendisi için de var olduğunu hissediyordu. Çok gecikmeli de olsa, biraz olsun çocukluğuna adım atması çiçeği burnunda anneye iyi geldi.  
Onu mutlu kıldı. Kendi yaşındaki üvey çocukları da Edul’u çok sevdiler. Çünkü o kendileri için bir üvey anneden çok, en iyi arkadaşlarıydı. Onun vakit bulup kendileri ile oynaması için can atıyorlardı. Üvey annelerini, aynı zamanda arkadaşları olan bu çocuk kadını üzmemek ve yüreğini hoş tutmak için adeta yarış halinde oldular. 
Edul kızı Sultan’dan ve Sılo’nun oğulları ile oynamaktan arta kalan zamanının büyük bir kısmını odasında duvara asılı altın varaklı aynanın karşısında geçirmeyi çok seviyordu. Onun derinliklerinde uzun uzadıya çehresine bakıyor, gülümsüyor, uzun siyah saçlarını tarıyor ve çoğu zaman kimselerin duymayacağı bir sesle konuşuyordu. Kimseler onun ne konuştuğunu duymadı, anlayamadı. Bu onların arasındaki bir sırdı. Ayna da en az Edul kadar ketumdu. ‘Ser verirler, sır vermezlerdi.’ 
Aynayı kendisine sırdaş edindi. Bu can dostu aracılığı ile Tanrıya yönelik adeta biteviye bir haykırış halindeydi. Karşısında bir insan varmışçasına derdini anlatadurdu. Yüreğindeki ol kanamalı yaraları bir bir açtı ve onunla paylaştı. Belki de daha çok yaşamadığı çocukluğunu, kardeşlerine olan özlemi, yanlış bir karar veren anne ve babasını anlattı. Akarsuya bırakılan rüyalar misali sıkıntılarını aktardı. Kendisini bir tek o anladı. Ona uzun uzun gülümsedi. Görünmeyen iki kol uzandı ve Edul’u bağrına sıkı sıkı bastı. Edul’un kara gözlerinden süzülen masumiyet gözyaşlarını kuruladı, teselli etti. Edul için bu büyülü bir aynaydı. En büyük avuntusu, en yakın arkadaşı ve dostuydu. Bütün hayatını onunla paylaştı. Döktüğü her gözyaşının ardından, aynasının da birlikte ağladığına inanıp ak bezlerle güzelce sildi. Parlattı. Öpücükler kondurdu. Belki de baktığı içinin aynasıydı. Uçsuz bucaksız parlak derinlikte aradığı kendisi ve çocukluğuydu. 
Duvara asılı kalmaya mahkûm edilen dostuna, dünyadaki en güzelin Edul olup olmadığını sormayı, kendisi Pamuk Prenses olmadığından gerek görmedi. Bu tür sıkıcı sorularla sırdaşının canını sıkmadı. En güzel o olsaydı ne olacaktı ki? Elbette fark etmeyecekti. Ama aynası güzel ve parlaktı. Şavkı parıltılarla bütün odasına yansıyordu. Onunla aralarında kimselerin göremeyeceği ve hissedemeyeceği çok güçlü ve sarsılmaz bir bağ vardı. Bunu kimselerin bilmesine de gerek yoktu. 
Evliliklerinin üzerinden çarçabuk dört yıl kadar bir zaman geçti. Hiçbir belirti göstermediği halde, oldukça sağlıklı görünen kocası Sılo ani bir hastalığa yakalandı. Kapısı tıklatılmayan doktor kalmadı. Hastane hastane dolaşıldı. Her türlü tedavi için gidilmedik yer kalmadı. Ancak hastalığına çare bulunamadı. Dört ay gibi bir zaman geçmeden de hayata gözerini kapadı. Ardında karısı Edul’u dul, üç oğlunu ve küçük kızları Sultan’ı babasız bıraktı. Edul sonradan da olsa Sılo’yu 'kaderim' deyip kabullenmiş ve sevmeye de başlamıştı. Onun için kocası bir yerde koruyucu ve baba şefkati veren birisiydi. O nedenle üzüntüsü büyüktü. Kızı Sultana ve oyun arkadaşları ve aynı zamanda üvey çocukları Mustafa, Selim ve Arif’e sarılıp yürekleri dağlayan ağıtlar yaktı. 
Dul kalan Edul daha çok gençti. Sılo’nun kardeşleri bir araya gelip abilerinin dul eşinin istemesi halinde baba evine gitmesinde karar kıldılar. Sılo’nun çocukları buna karşı direndilerse de Edul’un da gitme yanlısı olduğunu görünce kabullenmek zorunda kaldılar. Sultan’a da kimsenin bakamayacağı düşünüldüğünden, Edul kızını da beraberinde alabilecekti. 
Ayrılık günü gelip çattı. Bunu öncesinde Sılo’nun kardeşleri Edul ile konuştular. Mal varlıklarının azımsanmayacak kadar çok olduğunu, kendisine istediği kadar para veya ne arzu ediyorsa verebileceklerini, buna hakkı olduğunu, ağabeylerinin ve çocuklarının üzerinde çok hakkı olduğunu söylediler. Dolayısıyla bunu hak ediyordu. Ancak Edul hiçbir şey istemediğini söyleyince, çok zorlamalarına rağmen kabul ettiremediler. 
O oyun arkadaşları üvey oğulları ile ayrılacağından dolayı çok üzülüyordu. Onları beter özleyecekti. Tek tek kucaklaşmalarla, hüzünle vedalaştı. Sevgi ile sırtlarını sıvazladı. Kendisini unutmamalarını ve mümkünse sıkça ziyaretine gelmelerini sıkıca tembihledi. İleride güzel kızlarla evlenmelerini, çok mutlu olmalarını ve babalarının mezarına gitmeyi ihmal etmemelerini söyledi.  
Rüzgâr uğultulu bir solukla esiyor. Bir sonbahar sabahıydı. Boynu bükük Edul sağ eli ile sıkıca kızının elini tuttu. Sol kolunun altına sıkıştırdığı altı varaklı ayna ile ağlamaklı, buruk duygularla Sılo’nun evinden, içinde ezilmiş bir gülün hüznü ile ayrıldı. Onu görenler kıymeti harbiyesi olmayan bir aynayı yanında götürmesine anlam veremediler. Ama bu ayna belki de onun tek umuduydu. Onu da beraberinde götürmek istemişti. Rüzgârın etkisi ile hafiften sallanan ayna etrafına güneşten aldığı ışıkları yansıttı. Bu genç dul kadını uğurlayanların gözleri kamaştı. Rüzgâr apansız dindi. Kocasının atı Bozo ahırda sesini yükselterek hüzünlü kişnedi. Kocabaş kuyruğunu sallayadurdu. "Gitme, ne olur." dercesine kırpıştırdığı parlak gözleri ile baktı. Olduğu yere çöktü. Bu sırada Edul’un kulaklarının dibinde bir fısıltı duyuldu. 
“Ağlama Edul ağlama! Yazık günah sana. Harap ettin kendini. Kazara beni de elinden düşüreceksin. Şuracıkta paramparça olacağım. Yeter. Senin için çok üzülüyorum. Ama yalvarıyorum ağlama artık!”
Gözyaşlarını sular seller akıtan Edul çok ilerlemeden hüznün de verdiği dalgınlıkla, köyünün yolunda aynasını elinden düşürdü. Paramparça olan ayna ile birlikte hayalleri de onu terk etti. Yüreğinin kapılarını sonuna kadar açabileceği, acısını ve dertlerini paylaşacağı kimsesi kalmamıştı. Kırılan aynanın her parçasına ağlayan anne ve kızın oldukça hüzünlü onlarca çehresi yansıdı. Boncuk boncuk akaduran yaşlarla cam kırıkları ıslandı. Kim bilir, bu belki de yaşanan acıya daha fazla dayanamayan, beraberinde götürdüğü dert ortağının intiharı idi.

Amsterdam, 5 Şubat 2019  
 
 

26 Ocak 2019 Cumartesi

MEHREŞ





MEHREŞ 

Heciban Aşireti İç Anadolu’ya göç eyleyeli asırlar oldu. Sere serpe, delice bir coşku ile yıllar yılı akaduran Kızılırmak'ın kıyılarına yerleşen, bu aşirete mensup köyler kendilerini geçen zamanla birlikte; Kesikköprü, Küçükcamili, Büyükcamili, Bektaşlı, Kuyular, Heştiyar ve diğer isimlerle adlandırdılar. Uzun süreli ikirciklenmelerinin ardından, en nihayetinde bozkırda yerleşik hayata geçtiler. Bundan sonrasında ise yeni büyük kayıplara, ağır bedellere ve zayiata mal olacak bir sergüzeşt yolculuğuna çıkmayı göze alamadılar. Yerleştikleri yeri kısa sürede benimsediler. Yad ellerde; ellerini uzattıkları komşu Türk köyleri ile sıkı dost oldular. 
Aylarca süren zahmetli sürgünlükleri esnasında, beraberlerinde getirdikleri koyun, keçi ve büyük baş hayvanları her geçen gün yeni sürüler halinde çoğalttılar. İlkel araçlarla da olsa bölgedeki uçsuz bucaksız arazilere buğday, arpa, kavun, karpuz ve mısır ektiler. Doğacak her yeni güne umut olsun diye en çok da bahar ektiler. Kendi aralarında kız alıp vermelerle akrabalıklarını da arttırdılar. İyi ve kötü günlerinde sarsılmaz destekleri ile yan yana dimdik durmasını bildiler.   
Osmanlı hükümeti göçe zorladığı Heciban Aşiretinin direnişini zamanla bastırmış olsa da ancak bölgeyi tamamı ile kontrolü altına almakta zorlandı. Son dönemlerde Kürt elleri Heciban Köylerinde Mehreş (Karayılan) adlı bir asinin adı çokça duyulur oldu. Köylüler bu eşkıyaya hayranlık duyuyor, sahip çıkıyor, onu öz evlatları gibi bağırlarına basıyor, üzerine titriyor ve kolluyorlardı. Öyle bir zaman geldi ki, Mehreş artık zenginlerin mal varlıklarının bir kısmına zorla el koyuyor, edindiği ganimeti fakirler arasında paylaşıyordu. Bu hareketi ile yoksulların gözündeki değeri her gün artıyordu. Hecibanlılar bir efsaneden bahsediyorlar gibi kendi aralarında, Mehreş'in kahramanlıklarını bire bin katımla anlatıyorlar ve onu adeta kutsuyorlardı. Onlara göre Mehreş ölümsüzlüğü olan mübarek bir şahsiyetti. Ne zenginlerin marabalarının ne de müfrezelerin kör kurşunu onun ölümsüz bedenine alimallah işlemezdi. O okunmuş, büyülü ve görünmez bir zırha bürülüydü. 
İri kıyım, dünya güzeli, süt beyaz gülüşlü, göynük çehreliydi Mehreş. Püskül püskül sarkan kaşlarının altındaki gözleri çakmak çakmak ve kartal bakışlıydı. Kumral burma bıyıkları onu daha da heybetli kılıyordu. Yosun gözlerinden birini hafifçe kısıp, bir kız güzelliğindeki yavuklusu mavzeri ile gezden-gözden ve arpacığın silme tepesinden nişan almaya görsün, hareket halindeki her canlıyı hayli uzağında da olsa yere sereceği gibi, meteliği bile havada vınlatacak kadar işinin ehliydi. Zorlandığı tek konu; olanca manevra yetisine, cesaretine rağmen, bulunduğu coğrafyanın çok da engebeli ve dağlık olmaması nedeni ile pisipisine bozkır düzlüğünde canlarından sorumlu olduğu özverili adamlarının avlanma kaygısıydı. 
Kıvrımlı, maviş Kızılırmak boyundaki kayalıklarda saklanmak artık mümkün değildi. Yakalanma tehlikesi dayatıyordu. Korunaklı herhangi bir mağara dahi bulunmuyordu. Bir an evvel yakınlarda sarp bir dağa sığınmalı ve orasını kalesi haline getirmeliydi. Bölgedeki araziyi avucunun içi gibi bildiğinden en nihayetinde Paşa Dağı'na sığınmakta karar kıldı. 1400 metrelere varan rakımı ile Paşa Dağı ona yar ve yurt olabilir, saklar ele vermezdi. 
Mallarını gasp ettiği, camız gibi semiren varsıllar kazan kaldırıp bu asinin bir an evvel yakalanması için Osmanlı hükümetine şikâyette bulundular. Zenginlerden gasp ettiklerini hakkaniyetli bir şekilde avurtları avurtlarına geçen yoksullara pay ediyordu. Mehreş altlarına atlar çektiği yeni adamlar edindi. Kendisini daha güçlü kıldı. Elleri mavzerli adamlarını sıkı bir silahlı eğitimden geçirdi. Sıkı talimlerin ardından bütün adamları iğneyi deliğinden vuracak kadar birer keskin nişancı haline geldiler. Artık kendisine kuvvet olan adamlarına daha çok güvendiğinden, gönlü de yeterince rahata ermişti. Sağlamdı. Varsın ölüm kendisini kollasındı. 
Bahardı. Yaşanan güzellik insanın ruhunu adeta kalaylıyordu. Doğan günün ardından yağmurun ha yağdı ha yağacak denildiği bir anda, gök kubbeden apansız ıslaklığın çiselediği bir sabah Paşa Dağı'na doğru yola çıktılar. Umutluydular. Güneş yeniden çıkageldi. Şerbet şirinliğinde bir göyüzü Camili Köyünün tavanında devasa camgöbeği mavisi bir çarşaf olup yayıldı. Uzaklarda at arabalarına yükledikleri birkaç ev eşyası ile Paşadağ ve Pur Yaylalarına doğru yola çıkan Camilili köylüler de tıpkı onlar misali umutluydular. At üstündeki adamlarının gölgeleri abartılı uzadı. Büyükcamili Köyü kırsalında yolları yarılanmış oldu. Mehreş kızıl yeleli atı Bozkır’ın üzerinde bir heykel misali dikeldi. Bozkır’ın ipeksi yelesini okşadı. Neşeliydi. Gözlerini kırpıştırdı. Derin bir nefes aldı. Sağa ve sola gerdan kıran, burnundan üst üste soluyan atının üzerinde binlerce dönüm ekili tarlanın zümrüdi yeşilliğine ve uzayıp giden bozkıra, gök maviliğindeki bir deryaya bakar gibi hayranlıkla bakakaldı. Bahar topraktan fışkıran tekmil tomurcuklarını patlatarak alabildiğine bir güzellikle hüküm sürüyordu.
Rengârenk kanatlı onlarca kelebek benekli atı Bozkır’ın şavkıyan bedenine kondu. İhtişamlı onca kelebeğin bir anda akın ettiğini gören birkaç çekirge küçük sıçramalarla kendilerine yer olmadığı hissi ile Mehreşin atından yere kondular. Narin gelincikler ve papatyalar boyun eğip saygıda kusur etmediler. Tavşanlar bir koldan selama durdular. Kaplumbağalar kabuklarına çekilip sessizlikleri ile duraksadılar. Kirpiler bin bir merakla ol dikenlerini sırtladılar. Burunlarını korkusuzca havaya kaldırdılar. Keklikler kendi aralarında konuşmadılar. Tilkiler bütün sevimlikleri ile gülümsediler. Tarla fareleri olup biteni görebilmek için inatla yukarılara zıpladılar. Deve dikenleri mor çiçekli topuz başları ile gelenleri buyur ettiler. Karıncalar ağızlarında sıkıca tuttukları darılarını bir kenara bıraktılar. Bir bok böceği samanyoluna doğru belirlediği yönünü duraksattı, arka ayakları ile itelediği kendisinden büyük larva topundan ayaklarını usulca çekti, ağzı açık olup biteni seyre daldı. Doğa bu atlı ve silahlı adamlarla barışıktı.   
Yağmurun araziyi ıslatması ile bozkır toprağının kendine özgü mis kokusu Mehreş’i ve adamlarını mest etmeye yetti. Doğanın kokusu gibisi yoktu. Dörtnala giden atlar Sırtladıkları yiğitleri uzaklara taşıdılar. Çimlerin arasında art arda derin topuk izleri bıraktılar. İleride Paşa Dağının bulunduğu istikamette bin bir renge bezeli, göz kamaştıran yay şeklinde bir alkım belirdi. Adeta nur halindeki bu renk cümbüşü Heciban Aşiretinin bu yiğidine varacağı dağı işaret etmek için apansız görünür oldu. 
Yola çıkmadan önce yanındaki adamlardan Reşo ile Bektaşlı Köyü’ndeki çocukluk arkadaşı, can ciğer dostu Çavuş’a haber saldı. Paşa Dağı’na yerleşeceğini ve kendisini bundan sonrasında orada bulabileceğini bildirmeyi ihmal etmedi. Can dostunun onun varlığından her an haberdar olması gerekiyordu. Çavuş’a en az kendisi kadar güveniyor, onun bir dediğini iki etmiyordu. Çavuş; arkadaşı-kardeşi Mehreş'in köyü Heştiyar'da ardında bıraktığı karısının bir oğlan çocuğu doğurduğunda, atına atladığı gibi biricik dostunun sığındığı yerde soluğu almış ve müjdeli haberi vermişti. Mehreş mutluluktan yanaklarından kirli sakalının ve burma bıyıklarının aralarında kaybolan gözyaşları ile arkadaşına sıkı sıkı sarılmıştı. Arkadaşının vefasını ve o anı hiç unutamıyordu. Aynı zamanda muhtar olan Çavuş köye döner dönmez, Mehreş’in dünyaya gelen ve Muhittin adını verdiği oğlu için konu komşuya lokum ve şerbet dağıttı. 
Mehreş'in Paşa Dağı’na adamları ile yerleşmesinin ardından, ikinci günü taş misali ağır bir gecenin şafağında, çakılların üzerinde yampiri adımlar atan Osmanlı müfrezeleri dağın çevresinde pusuya yattılar. Günün ağarması ve dağın tepesine oturması ile birlikte saldırmayı planladılar. Ancak Mehreş’in ileri gözetleyicileri kuşatmayı anında fark ettiler. Nefes nefese durumu liderlerine bildirdiler. Söken şafakla birlikte ilk atış hükümet güçlerinden geldi. Saatler boyu sürecek bir yaylım ateşi başladı. Her iki taftan kum misali kurşunlar kaynadı. Kayalıkların ardında siper alan Mehreş ve adamları ile amansız bir çarpışma yaşandı. Askerlerin çemberini kan ter içinde yardılar. Zenginden alıp fukaraya dağıtan Mehreş askerleri püskürtüp büyük bir yenilgiye uğrattı. Doğan öğle güneşi ile birlikte her yan yalıma kesiverdi. Paşa Dağı'nın gölgesi dev adamlar boyu uzadı. Sessizlik hâkim oldu. Ürküp kaçan tavşanlar, tilkiler, tarla fareleri ve diğer canlılar yeniden yuvalarına döndüler. 
Hükümetten bu konu ile ilgili olan görevliler, Mehreş’in Bektaşlı Köyünden Çavuş ile çok yakın arkadaş olduklarını biliyorlardı. Hasımlarını alt edemeyeceğini anlayan yetkililer Çavuş’un köyüne gitmeye karar verdiler. 
Çatışmanın ertesi günü öğle üzeri, başlarında bir zabit ile silahlı yeni bir birlik atlarını hızla Çavuş’un evine doğru koşturdular. Atların topuk seslerini duyan Çavuş merakla evinin kapısını açtı. Olup biteni görmek için iyice belerttiği gözleri ile baktı. Çok geçmeden bir süvari birliği atlarının ağızlarına takılı gemleri çekiştirip durdular. Atlar uyumlu bir koro halinde kişnediler. Çavuş’u ve bütün ailesinin etrafını kuşattılar. Omuzlarında pırpırları olan zabit püsküllü kamçısını çizmelerine hafiften vurup Çavuş’a hiddetli bir sesle gözdağı vermeye koyuldu. 
“Bak Çavuş Muhtar, senin vatan haini Eşkıya Mehreş ile ne kadar sıkı fıkı olduğunu bilmiyor değiliz. Aylardır bu asinin peşindeyiz. Bugün yarın kendisini haklayıp adalete teslim edeceğiz. Fakat bu iş fazlaca uzadı. Bu size ilk ve son ihtarımdır. Ya bu kara dinli eşkıya başını kendi ellerinizle yakalar ve devlete teslim edersiniz, ya da bu bozkırı siz Hecibanlılara haram eder, derilerinize saman doldurur, hepinizi hapislerde çürütür, sürüm sürüm süründürürüm. Ölümlerden ölüm beğenin. El mi yaman, bey mi yaman, hepiniz göreceksiniz. Bu konuda zinhar kancıklık istemiyorum. Size bir hafta kadar mühlet. Olmadı siz bilirsiniz.” Çavuş duydukları karşısında donakaldı. İki silahlı muhafızın kolları arasında korku ile yere diktiği bakışlarını kaldırdı ve komutana doğru seslendi. 
“İyi ama komutan sizin bu kadar top ve tüfekle yakalayamadığınız Mehreş’i biz nasıl yakalarız? Nasıl olur böyle bir şey. Size aşiretimiz adına yalvarıyorum. Medet. Yapmayın etmeyin. Ayaklarınızın altını öpeyim, biz nasıl başa çıkarız. Allah rızası için acıyın bize.” Sesi ağıt gibi duyuldu. Olmadı. Sustu. Telaşla askerlerin kolları arasında etrafına bakındı. Beklediği mucize ortaya çıkmadı. 
“Rızası mızası yok. Ben diyeceğimi dedim ve emrim kesindir. Gözünüzün yaşına bakmam. Siz Kürtlerin dediği gibi: 'Ya herro ya merro.' O kadar. Bir hafta sonra gelip o eşkıyayı sizden alacağım.” Komutan tehdit savurmaya devam ededururken, adamlarına ‘yürüyün’ mahiyetinde püsküllü kamçısını havada sallayıp atına atladı. Köy arasındaki patika yoldan metrelerce yükseklikte ve uzunlukta bir toz bulutu yükseldi. 
Gün kuşluk oldu. Kara haber çok geçmeden Hecibanlılar arasında duyuldu. Çavuş arkadaşına nasıl ihanet edeceğini bilemiyordu. Bunu yapmak yerine toprağın altını boylaması daha yeğdi. Lakin bu durum yalnız kendisini ilgilendirmiyordu. Devletin zulmü bütün Hecibanlıları yerinden yurdundan edecek, süründürecekti. Devlet dediğim dedikti. Yapacağım dediği zaman uçarı kaçarı yok, sözünü yerine getirirdi. Çarnaçar bunu yapmaya mecburdu.  
Muhtar Çavuş adamları ile uzun uzadıya düşündü ve sonunda bir karara vardılar. Mehreş’i yakalayıp teslim etmekten başka çareleri yoktu. Köyden güvendiği bir haberciyi Paşa Dağı’na Mehreş’in yanına saldı. “Önemli bir konuda kendisinin yardımına ihtiyaç duyduğunu ve akşam yemeğinde kendisini ağırlamak istediğini” iletti. Mehreş akşamüzeri bir başına bastıran karanlığın üstüne yürüdü. Arkadaşı Çavuş’a doğru, doludizgin atını çatlatırcasına koşturdu. İki saat gibi bir süre sonra kapının önünde heyecan içinde beliren arkadaşına sıkı sıkı sarıldı. Gözlerinden öptü. Arkadaşının saklamaya çalıştığı tedirginliği ise gözünden kaçmadı. 
“Hayrola Çavuşum? Nedir bu garip halin? Yaban mıyız? Bir şey mi oldu? 
Anlayamadım bu olmadık telaşın neden?” 
“Kardeşim gelmiş, senin ki de laf mı? Ben heyecanlanmayayım da kim heyecanlansın. Buyur başım gözüm üstüne hanemden içeri buyur. Hoş geldin, sefalar getirdin. Nicedir gözüm yolundaydı. Çok göresim geldi. Hemen sofraya buyuralım. Yoldan geldin. At koşturdun. Bir lafımızla hemen geldin. Sağ olasın, var olasın.” 
Çavuş etrafına emirler yağdırdı. Çok geçmeden krallara layık bir yer sofrası kuruldu. Özlem gidererek iştahla yemeklerini yediler. Sakız gibi apak bir sofra örtüsünün üzerinde sunulan izzeti ikramın ardından, sıra tavşankanı çaylara geldi. Çaylar yudumlandı. Çavuş eliyle doldurduğu dördüncü çay bardağını uzattı. Bakışlarını Mehreş’in mavzerine çevirdi. 
“Mehreş can bu mavzer yeni mi? Ne kadar güzel. Bir bakabilir miyim?” Çavuş mavzeri eline aldı ve ilgiliymiş gibi gözükmeye çalışıp silaha göz gezdirdi. Ardından mavzeri ardına koydu. 
“Ooo… Mehreş can sanıyorum hançerin de yeni. Üzerindeki taşlar da kıymetli olsa gerek. Ona da bakabilir miyim?” Mehreş kuşağından çektiği hançeri hiç kuşkulanmadığı can yoldaşına uzattı. Çavuş hançeri alır almaz ardına attı. Bu sırada Mahreş’in yanında bulunan Çavuş’un adamları topluca üzerine çullandılar. Onu kıskıvrak yakaladılar. Ellerini ve ayaklarını sıkıca bağlayıp bir odaya kilitlediler. Mehreş kapatıldığı odadan avaz avaz bağırdı. Celallendi. 
“Çavuşşşş… Çavuş. Kavlimiz bu muydu? Bu yaptığın hiç kardeşliğe sığdı mı? Ben sana arımı, namusumu teslim ettim. Hayâ etmeden bana bunu nasıl yaptın. Tüh sana. Boyundan posundan da mı arlanmadın. Allah belanı versin. Ama ben bunu senin yanına komam. Er veya geç bunun hesabını sana sorarım. Burnundan fitil fitil getireceğim. Beni sırtımdan hançerledin. Yazıklar olsun sana. Çavuşşş… Çavuş. Kardeş bellediğim hain Çavuş. Şıvgalarımı kırdın. Bundan sonra en büyük düşmanım sensin. Bunu böyle bil.” 
Çavuş büyük bir utanç içerisinde eksiklenmiş bir halde evinden çıkıp dışarı çıktı. Hükümet güçlerine Mehreş’in yakalandığı haberi salındı. Sabaha doğru askerler tarafından kement üstüne atılan kementlerle elleri ve ayakları sıkı sıkıya bağlanan Mehreş’i, hapse tıkmak üzere yola çıktılar. 
En yakın dostu tarafından “pusatsız, duldasız ve üryan” bırakılan Mehreş yıllarca hapislerde yattı. Mahkemelerde süründü. Olmadık eziyet ve işkencelere maruz kaldı. Hapislik, eziyetler ve işkenceler hiç umurunda değildi. Sadece can arkadaşı bildiğinin kendisini gammazlaması ve sırtından hançerlemesi ona çok koyuyordu. Bu yapılan yenilir, yutulur cinsten değildi. Hapislerde çürüdü. Ama sonunda çıkan bir afla salıverildi. Çilesini doldurmuş ama yüreğinde yıllardır rahatsızlık veren duygularından arınamamıştı. Bu yarayı bir an evvel iyileştirmeliydi. Hiç oyalanmadan yola koyuldu. Ertesi gün akşamüzeri intikamını almak üzere köye ulaştı. 
Görünmeden Çavuş’un evinin etrafında saklana saklana dolandı. Onun karısının ve çocuklarının gözlerinin önünde intikamını almak istemiyordu. Evin yanındaki ahıra usulca kimselere görünmeden sığındı. Ahırda karanlıkta geviş getiren koyun ve keçilerin aynı anda kendisine doğrulan gözleri birer yıldız olup karanlığı deldiler. 
Durumdan huylanan Kart Horoz tünediği yerden havalanıp hesap sorarcasına Mehreş’in ayaklarının dibine kondu. Ahırın köşesinde başına geçirilen torbaya doldurulan arpalı samanla ziyafet çeken Çavuş’un kır atı kafasını kaldırıp huzursuzlukla kişnedi. 
Ahırın penceresinden bakan Mehreş ay ve yıldızlardan gün misali aydınlanan gecenin ilerleyen saatlerinde Çavuş'un elinde bir ibrik ile tuvalete gittiğini gördü. Yüreği hop etti. Anında eli belindeki tabancaya gitti. Tabancayı sıkıca kavradı. Pencereden Çavuş’u nişan aldı. Fakat içinden hiç değilse tuvalete gidip gelsin, ondan sonra deyip tabancasını yeniden beline koydu. Zaman geçmek nedir bilmiyordu. Geçen her dakika saatlere dönüştü. Nihayet Çavuş ağır adımlarla başı önünde dışarı çıktı. O an soluğu taştı. Mehreş tez elden kavradığı silahını eski arkadaşı hasmına doğrulttu. Eli tetikte titriyordu. Alnında terler boncuklar halinde akmaya başladı. Daha önce hiç böyle olmamıştı. Kalbi göğsünü yırtarcasına dövüyordu. Ellerinin titremesini bütün çabasına rağmen durduramadı. Silah tutan eli ölü gibi yanına düşüverdi. Kendisini kavi tutmak için dişlerini sıkıp direndiyse de nafile. Bir an durdu kalbinin sesini dinledi. Olmadı. 
Çavuş evinin kapısını gıcırtılarla aralayıp tekrar içeri daldı. Yatakta horlayan karısının yanına uzandı. Kolunu kısık, ölgün titreşimli gaz lambasının loş karanlığında onun boynuna doladı. Karısının boynundaki tuzlu ter koluna yapıştı. Horlaması duruldu. Sökün eden sessizlik dalıp gitmesine neden oldu. Mehreş'i düşündü. Bir anda gözlerinden boncuklar halinde nedamet yaşları yanaklarından boynuna doğru aktı. Hayatının en büyük seçimini yapmak zorunda bırakılmıştı. Bir yanda insanları ve bir yanda da kardeşten de çok ileri dostu. Çıkan af ile o da salındı mı? Şimdilerde nerede ve nasıldı? Bilemiyordu. Gelsin, alsındı canını. Gıkı çıkmazdı. Yüreğinde ayyuka çıkan depreşen bir utançla, kaplumbağa misali kabuğuna çekildi. 
Mehreş öfkeyle ahırın içinde hapiste yıllarca attığı voltaların benzeri ile fır döndü. Deliye döndü. Gözlerinden alevler fışkırıyordu. Bu denli zayıf olamazdı. Karamsarlıkla içine döndü. Kendisini derinlerinden kabarcıklar halinde yukarı doğru fışkıran suyu ile boğulan bir kuyu gibi hissediyordu. Çavuş'un al kanını mutlaka akıtmalıydı. Lakin yapamadı ve bunu kendisine bir türlü kabullendiremedi. Küplere binen bu adamı gören koyun ve keçiler ürküp yana çekildiler. Kınalı Eşek hiçbir şeye aldırmadan kıçını döndü. Ne yapacağını bilemiyordu. Ama kan dökmeden de kalbi rahatlamayacaktı. 
Gökyüzünün kırpık ve parlak yıldızların arkasına saklandığı bir geceydi. Dört bir yan yayılan nurdan balkıyordu. Çavuş derin uykusunda duyduğu yankılı bir silah sesiyle uyandı. Yalım karası gözlerini sıkıca kapamış olan karısının boynundan kolunu hızla çekti. Çok ürktü. Silah sesinin geldiği ahıra doğru koşturdu. Kapıyı açıp baktığında benekli atının kanlar içinde yere yığıldığını gördü. Ortalarda kimseler yoktu. Ahırda yoğun gübre kokusuna genzini yakan bir barut kokusunun karıştığını hissetti. Atın al kanından yükselen buğu gözlerine doluştu. Çavuş en yakın arkadaşına ettiği ihanetin utancı ile yere çöktü. Atının üzerine kapandı. Gözyaşlarına boğuldu. İçi burkuldu. İri elleri ile dizlerini dövdü. Gün yüzüne çıkmak istemedi. Son pişmanlığın fayda getirmeyeceğini biliyordu. Bağırdı, çağırdı. Ama sesini duyan olmadı. 
Kart Horoz erkekliğinin sarsılmaz şanından olsa gerek, yaşadığı korkuları bir tarafa bıraktı. Yeni günü muştulamak üzere gagasını olabildiğince açık bir halde havaya kaldırdı. Defalarca öttü. Sabahın bakirliğinde, bozkıra ipil ipil bir gün doğdu. 

Amsterdam, 26 Ocak 2019    


  

KIPRAŞMA

      KIPRAŞMA   Yıllar önce köyü Camili’den Ankara’ya göç eden, eğitim hayatının ardından da oraya yerleşen Halis Bey, geldiği yörede...