26 Ocak 2019 Cumartesi

MEHREŞ





MEHREŞ 

Heciban Aşireti İç Anadolu’ya göç eyleyeli asırlar oldu. Sere serpe, delice bir coşku ile yıllar yılı akaduran Kızılırmak'ın kıyılarına yerleşen, bu aşirete mensup köyler kendilerini geçen zamanla birlikte; Kesikköprü, Küçükcamili, Büyükcamili, Bektaşlı, Kuyular, Heştiyar ve diğer isimlerle adlandırdılar. Uzun süreli ikirciklenmelerinin ardından, en nihayetinde bozkırda yerleşik hayata geçtiler. Bundan sonrasında ise yeni büyük kayıplara, ağır bedellere ve zayiata mal olacak bir sergüzeşt yolculuğuna çıkmayı göze alamadılar. Yerleştikleri yeri kısa sürede benimsediler. Yad ellerde; ellerini uzattıkları komşu Türk köyleri ile sıkı dost oldular. 
Aylarca süren zahmetli sürgünlükleri esnasında, beraberlerinde getirdikleri koyun, keçi ve büyük baş hayvanları her geçen gün yeni sürüler halinde çoğalttılar. İlkel araçlarla da olsa bölgedeki uçsuz bucaksız arazilere buğday, arpa, kavun, karpuz ve mısır ektiler. Doğacak her yeni güne umut olsun diye en çok da bahar ektiler. Kendi aralarında kız alıp vermelerle akrabalıklarını da arttırdılar. İyi ve kötü günlerinde sarsılmaz destekleri ile yan yana dimdik durmasını bildiler.   
Osmanlı hükümeti göçe zorladığı Heciban Aşiretinin direnişini zamanla bastırmış olsa da ancak bölgeyi tamamı ile kontrolü altına almakta zorlandı. Son dönemlerde Kürt elleri Heciban Köylerinde Mehreş (Karayılan) adlı bir asinin adı çokça duyulur oldu. Köylüler bu eşkıyaya hayranlık duyuyor, sahip çıkıyor, onu öz evlatları gibi bağırlarına basıyor, üzerine titriyor ve kolluyorlardı. Öyle bir zaman geldi ki, Mehreş artık zenginlerin mal varlıklarının bir kısmına zorla el koyuyor, edindiği ganimeti fakirler arasında paylaşıyordu. Bu hareketi ile yoksulların gözündeki değeri her gün artıyordu. Hecibanlılar bir efsaneden bahsediyorlar gibi kendi aralarında, Mehreş'in kahramanlıklarını bire bin katımla anlatıyorlar ve onu adeta kutsuyorlardı. Onlara göre Mehreş ölümsüzlüğü olan mübarek bir şahsiyetti. Ne zenginlerin marabalarının ne de müfrezelerin kör kurşunu onun ölümsüz bedenine alimallah işlemezdi. O okunmuş, büyülü ve görünmez bir zırha bürülüydü. 
İri kıyım, dünya güzeli, süt beyaz gülüşlü, göynük çehreliydi Mehreş. Püskül püskül sarkan kaşlarının altındaki gözleri çakmak çakmak ve kartal bakışlıydı. Kumral burma bıyıkları onu daha da heybetli kılıyordu. Yosun gözlerinden birini hafifçe kısıp, bir kız güzelliğindeki yavuklusu mavzeri ile gezden-gözden ve arpacığın silme tepesinden nişan almaya görsün, hareket halindeki her canlıyı hayli uzağında da olsa yere sereceği gibi, meteliği bile havada vınlatacak kadar işinin ehliydi. Zorlandığı tek konu; olanca manevra yetisine, cesaretine rağmen, bulunduğu coğrafyanın çok da engebeli ve dağlık olmaması nedeni ile pisipisine bozkır düzlüğünde canlarından sorumlu olduğu özverili adamlarının avlanma kaygısıydı. 
Kıvrımlı, maviş Kızılırmak boyundaki kayalıklarda saklanmak artık mümkün değildi. Yakalanma tehlikesi dayatıyordu. Korunaklı herhangi bir mağara dahi bulunmuyordu. Bir an evvel yakınlarda sarp bir dağa sığınmalı ve orasını kalesi haline getirmeliydi. Bölgedeki araziyi avucunun içi gibi bildiğinden en nihayetinde Paşa Dağı'na sığınmakta karar kıldı. 1400 metrelere varan rakımı ile Paşa Dağı ona yar ve yurt olabilir, saklar ele vermezdi. 
Mallarını gasp ettiği, camız gibi semiren varsıllar kazan kaldırıp bu asinin bir an evvel yakalanması için Osmanlı hükümetine şikâyette bulundular. Zenginlerden gasp ettiklerini hakkaniyetli bir şekilde avurtları avurtlarına geçen yoksullara pay ediyordu. Mehreş altlarına atlar çektiği yeni adamlar edindi. Kendisini daha güçlü kıldı. Elleri mavzerli adamlarını sıkı bir silahlı eğitimden geçirdi. Sıkı talimlerin ardından bütün adamları iğneyi deliğinden vuracak kadar birer keskin nişancı haline geldiler. Artık kendisine kuvvet olan adamlarına daha çok güvendiğinden, gönlü de yeterince rahata ermişti. Sağlamdı. Varsın ölüm kendisini kollasındı. 
Bahardı. Yaşanan güzellik insanın ruhunu adeta kalaylıyordu. Doğan günün ardından yağmurun ha yağdı ha yağacak denildiği bir anda, gök kubbeden apansız ıslaklığın çiselediği bir sabah Paşa Dağı'na doğru yola çıktılar. Umutluydular. Güneş yeniden çıkageldi. Şerbet şirinliğinde bir göyüzü Camili Köyünün tavanında devasa camgöbeği mavisi bir çarşaf olup yayıldı. Uzaklarda at arabalarına yükledikleri birkaç ev eşyası ile Paşadağ ve Pur Yaylalarına doğru yola çıkan Camilili köylüler de tıpkı onlar misali umutluydular. At üstündeki adamlarının gölgeleri abartılı uzadı. Büyükcamili Köyü kırsalında yolları yarılanmış oldu. Mehreş kızıl yeleli atı Bozkır’ın üzerinde bir heykel misali dikeldi. Bozkır’ın ipeksi yelesini okşadı. Neşeliydi. Gözlerini kırpıştırdı. Derin bir nefes aldı. Sağa ve sola gerdan kıran, burnundan üst üste soluyan atının üzerinde binlerce dönüm ekili tarlanın zümrüdi yeşilliğine ve uzayıp giden bozkıra, gök maviliğindeki bir deryaya bakar gibi hayranlıkla bakakaldı. Bahar topraktan fışkıran tekmil tomurcuklarını patlatarak alabildiğine bir güzellikle hüküm sürüyordu.
Rengârenk kanatlı onlarca kelebek benekli atı Bozkır’ın şavkıyan bedenine kondu. İhtişamlı onca kelebeğin bir anda akın ettiğini gören birkaç çekirge küçük sıçramalarla kendilerine yer olmadığı hissi ile Mehreşin atından yere kondular. Narin gelincikler ve papatyalar boyun eğip saygıda kusur etmediler. Tavşanlar bir koldan selama durdular. Kaplumbağalar kabuklarına çekilip sessizlikleri ile duraksadılar. Kirpiler bin bir merakla ol dikenlerini sırtladılar. Burunlarını korkusuzca havaya kaldırdılar. Keklikler kendi aralarında konuşmadılar. Tilkiler bütün sevimlikleri ile gülümsediler. Tarla fareleri olup biteni görebilmek için inatla yukarılara zıpladılar. Deve dikenleri mor çiçekli topuz başları ile gelenleri buyur ettiler. Karıncalar ağızlarında sıkıca tuttukları darılarını bir kenara bıraktılar. Bir bok böceği samanyoluna doğru belirlediği yönünü duraksattı, arka ayakları ile itelediği kendisinden büyük larva topundan ayaklarını usulca çekti, ağzı açık olup biteni seyre daldı. Doğa bu atlı ve silahlı adamlarla barışıktı.   
Yağmurun araziyi ıslatması ile bozkır toprağının kendine özgü mis kokusu Mehreş’i ve adamlarını mest etmeye yetti. Doğanın kokusu gibisi yoktu. Dörtnala giden atlar Sırtladıkları yiğitleri uzaklara taşıdılar. Çimlerin arasında art arda derin topuk izleri bıraktılar. İleride Paşa Dağının bulunduğu istikamette bin bir renge bezeli, göz kamaştıran yay şeklinde bir alkım belirdi. Adeta nur halindeki bu renk cümbüşü Heciban Aşiretinin bu yiğidine varacağı dağı işaret etmek için apansız görünür oldu. 
Yola çıkmadan önce yanındaki adamlardan Reşo ile Bektaşlı Köyü’ndeki çocukluk arkadaşı, can ciğer dostu Çavuş’a haber saldı. Paşa Dağı’na yerleşeceğini ve kendisini bundan sonrasında orada bulabileceğini bildirmeyi ihmal etmedi. Can dostunun onun varlığından her an haberdar olması gerekiyordu. Çavuş’a en az kendisi kadar güveniyor, onun bir dediğini iki etmiyordu. Çavuş; arkadaşı-kardeşi Mehreş'in köyü Heştiyar'da ardında bıraktığı karısının bir oğlan çocuğu doğurduğunda, atına atladığı gibi biricik dostunun sığındığı yerde soluğu almış ve müjdeli haberi vermişti. Mehreş mutluluktan yanaklarından kirli sakalının ve burma bıyıklarının aralarında kaybolan gözyaşları ile arkadaşına sıkı sıkı sarılmıştı. Arkadaşının vefasını ve o anı hiç unutamıyordu. Aynı zamanda muhtar olan Çavuş köye döner dönmez, Mehreş’in dünyaya gelen ve Muhittin adını verdiği oğlu için konu komşuya lokum ve şerbet dağıttı. 
Mehreş'in Paşa Dağı’na adamları ile yerleşmesinin ardından, ikinci günü taş misali ağır bir gecenin şafağında, çakılların üzerinde yampiri adımlar atan Osmanlı müfrezeleri dağın çevresinde pusuya yattılar. Günün ağarması ve dağın tepesine oturması ile birlikte saldırmayı planladılar. Ancak Mehreş’in ileri gözetleyicileri kuşatmayı anında fark ettiler. Nefes nefese durumu liderlerine bildirdiler. Söken şafakla birlikte ilk atış hükümet güçlerinden geldi. Saatler boyu sürecek bir yaylım ateşi başladı. Her iki taftan kum misali kurşunlar kaynadı. Kayalıkların ardında siper alan Mehreş ve adamları ile amansız bir çarpışma yaşandı. Askerlerin çemberini kan ter içinde yardılar. Zenginden alıp fukaraya dağıtan Mehreş askerleri püskürtüp büyük bir yenilgiye uğrattı. Doğan öğle güneşi ile birlikte her yan yalıma kesiverdi. Paşa Dağı'nın gölgesi dev adamlar boyu uzadı. Sessizlik hâkim oldu. Ürküp kaçan tavşanlar, tilkiler, tarla fareleri ve diğer canlılar yeniden yuvalarına döndüler. 
Hükümetten bu konu ile ilgili olan görevliler, Mehreş’in Bektaşlı Köyünden Çavuş ile çok yakın arkadaş olduklarını biliyorlardı. Hasımlarını alt edemeyeceğini anlayan yetkililer Çavuş’un köyüne gitmeye karar verdiler. 
Çatışmanın ertesi günü öğle üzeri, başlarında bir zabit ile silahlı yeni bir birlik atlarını hızla Çavuş’un evine doğru koşturdular. Atların topuk seslerini duyan Çavuş merakla evinin kapısını açtı. Olup biteni görmek için iyice belerttiği gözleri ile baktı. Çok geçmeden bir süvari birliği atlarının ağızlarına takılı gemleri çekiştirip durdular. Atlar uyumlu bir koro halinde kişnediler. Çavuş’u ve bütün ailesinin etrafını kuşattılar. Omuzlarında pırpırları olan zabit püsküllü kamçısını çizmelerine hafiften vurup Çavuş’a hiddetli bir sesle gözdağı vermeye koyuldu. 
“Bak Çavuş Muhtar, senin vatan haini Eşkıya Mehreş ile ne kadar sıkı fıkı olduğunu bilmiyor değiliz. Aylardır bu asinin peşindeyiz. Bugün yarın kendisini haklayıp adalete teslim edeceğiz. Fakat bu iş fazlaca uzadı. Bu size ilk ve son ihtarımdır. Ya bu kara dinli eşkıya başını kendi ellerinizle yakalar ve devlete teslim edersiniz, ya da bu bozkırı siz Hecibanlılara haram eder, derilerinize saman doldurur, hepinizi hapislerde çürütür, sürüm sürüm süründürürüm. Ölümlerden ölüm beğenin. El mi yaman, bey mi yaman, hepiniz göreceksiniz. Bu konuda zinhar kancıklık istemiyorum. Size bir hafta kadar mühlet. Olmadı siz bilirsiniz.” Çavuş duydukları karşısında donakaldı. İki silahlı muhafızın kolları arasında korku ile yere diktiği bakışlarını kaldırdı ve komutana doğru seslendi. 
“İyi ama komutan sizin bu kadar top ve tüfekle yakalayamadığınız Mehreş’i biz nasıl yakalarız? Nasıl olur böyle bir şey. Size aşiretimiz adına yalvarıyorum. Medet. Yapmayın etmeyin. Ayaklarınızın altını öpeyim, biz nasıl başa çıkarız. Allah rızası için acıyın bize.” Sesi ağıt gibi duyuldu. Olmadı. Sustu. Telaşla askerlerin kolları arasında etrafına bakındı. Beklediği mucize ortaya çıkmadı. 
“Rızası mızası yok. Ben diyeceğimi dedim ve emrim kesindir. Gözünüzün yaşına bakmam. Siz Kürtlerin dediği gibi: 'Ya herro ya merro.' O kadar. Bir hafta sonra gelip o eşkıyayı sizden alacağım.” Komutan tehdit savurmaya devam ededururken, adamlarına ‘yürüyün’ mahiyetinde püsküllü kamçısını havada sallayıp atına atladı. Köy arasındaki patika yoldan metrelerce yükseklikte ve uzunlukta bir toz bulutu yükseldi. 
Gün kuşluk oldu. Kara haber çok geçmeden Hecibanlılar arasında duyuldu. Çavuş arkadaşına nasıl ihanet edeceğini bilemiyordu. Bunu yapmak yerine toprağın altını boylaması daha yeğdi. Lakin bu durum yalnız kendisini ilgilendirmiyordu. Devletin zulmü bütün Hecibanlıları yerinden yurdundan edecek, süründürecekti. Devlet dediğim dedikti. Yapacağım dediği zaman uçarı kaçarı yok, sözünü yerine getirirdi. Çarnaçar bunu yapmaya mecburdu.  
Muhtar Çavuş adamları ile uzun uzadıya düşündü ve sonunda bir karara vardılar. Mehreş’i yakalayıp teslim etmekten başka çareleri yoktu. Köyden güvendiği bir haberciyi Paşa Dağı’na Mehreş’in yanına saldı. “Önemli bir konuda kendisinin yardımına ihtiyaç duyduğunu ve akşam yemeğinde kendisini ağırlamak istediğini” iletti. Mehreş akşamüzeri bir başına bastıran karanlığın üstüne yürüdü. Arkadaşı Çavuş’a doğru, doludizgin atını çatlatırcasına koşturdu. İki saat gibi bir süre sonra kapının önünde heyecan içinde beliren arkadaşına sıkı sıkı sarıldı. Gözlerinden öptü. Arkadaşının saklamaya çalıştığı tedirginliği ise gözünden kaçmadı. 
“Hayrola Çavuşum? Nedir bu garip halin? Yaban mıyız? Bir şey mi oldu? 
Anlayamadım bu olmadık telaşın neden?” 
“Kardeşim gelmiş, senin ki de laf mı? Ben heyecanlanmayayım da kim heyecanlansın. Buyur başım gözüm üstüne hanemden içeri buyur. Hoş geldin, sefalar getirdin. Nicedir gözüm yolundaydı. Çok göresim geldi. Hemen sofraya buyuralım. Yoldan geldin. At koşturdun. Bir lafımızla hemen geldin. Sağ olasın, var olasın.” 
Çavuş etrafına emirler yağdırdı. Çok geçmeden krallara layık bir yer sofrası kuruldu. Özlem gidererek iştahla yemeklerini yediler. Sakız gibi apak bir sofra örtüsünün üzerinde sunulan izzeti ikramın ardından, sıra tavşankanı çaylara geldi. Çaylar yudumlandı. Çavuş eliyle doldurduğu dördüncü çay bardağını uzattı. Bakışlarını Mehreş’in mavzerine çevirdi. 
“Mehreş can bu mavzer yeni mi? Ne kadar güzel. Bir bakabilir miyim?” Çavuş mavzeri eline aldı ve ilgiliymiş gibi gözükmeye çalışıp silaha göz gezdirdi. Ardından mavzeri ardına koydu. 
“Ooo… Mehreş can sanıyorum hançerin de yeni. Üzerindeki taşlar da kıymetli olsa gerek. Ona da bakabilir miyim?” Mehreş kuşağından çektiği hançeri hiç kuşkulanmadığı can yoldaşına uzattı. Çavuş hançeri alır almaz ardına attı. Bu sırada Mahreş’in yanında bulunan Çavuş’un adamları topluca üzerine çullandılar. Onu kıskıvrak yakaladılar. Ellerini ve ayaklarını sıkıca bağlayıp bir odaya kilitlediler. Mehreş kapatıldığı odadan avaz avaz bağırdı. Celallendi. 
“Çavuşşşş… Çavuş. Kavlimiz bu muydu? Bu yaptığın hiç kardeşliğe sığdı mı? Ben sana arımı, namusumu teslim ettim. Hayâ etmeden bana bunu nasıl yaptın. Tüh sana. Boyundan posundan da mı arlanmadın. Allah belanı versin. Ama ben bunu senin yanına komam. Er veya geç bunun hesabını sana sorarım. Burnundan fitil fitil getireceğim. Beni sırtımdan hançerledin. Yazıklar olsun sana. Çavuşşş… Çavuş. Kardeş bellediğim hain Çavuş. Şıvgalarımı kırdın. Bundan sonra en büyük düşmanım sensin. Bunu böyle bil.” 
Çavuş büyük bir utanç içerisinde eksiklenmiş bir halde evinden çıkıp dışarı çıktı. Hükümet güçlerine Mehreş’in yakalandığı haberi salındı. Sabaha doğru askerler tarafından kement üstüne atılan kementlerle elleri ve ayakları sıkı sıkıya bağlanan Mehreş’i, hapse tıkmak üzere yola çıktılar. 
En yakın dostu tarafından “pusatsız, duldasız ve üryan” bırakılan Mehreş yıllarca hapislerde yattı. Mahkemelerde süründü. Olmadık eziyet ve işkencelere maruz kaldı. Hapislik, eziyetler ve işkenceler hiç umurunda değildi. Sadece can arkadaşı bildiğinin kendisini gammazlaması ve sırtından hançerlemesi ona çok koyuyordu. Bu yapılan yenilir, yutulur cinsten değildi. Hapislerde çürüdü. Ama sonunda çıkan bir afla salıverildi. Çilesini doldurmuş ama yüreğinde yıllardır rahatsızlık veren duygularından arınamamıştı. Bu yarayı bir an evvel iyileştirmeliydi. Hiç oyalanmadan yola koyuldu. Ertesi gün akşamüzeri intikamını almak üzere köye ulaştı. 
Görünmeden Çavuş’un evinin etrafında saklana saklana dolandı. Onun karısının ve çocuklarının gözlerinin önünde intikamını almak istemiyordu. Evin yanındaki ahıra usulca kimselere görünmeden sığındı. Ahırda karanlıkta geviş getiren koyun ve keçilerin aynı anda kendisine doğrulan gözleri birer yıldız olup karanlığı deldiler. 
Durumdan huylanan Kart Horoz tünediği yerden havalanıp hesap sorarcasına Mehreş’in ayaklarının dibine kondu. Ahırın köşesinde başına geçirilen torbaya doldurulan arpalı samanla ziyafet çeken Çavuş’un kır atı kafasını kaldırıp huzursuzlukla kişnedi. 
Ahırın penceresinden bakan Mehreş ay ve yıldızlardan gün misali aydınlanan gecenin ilerleyen saatlerinde Çavuş'un elinde bir ibrik ile tuvalete gittiğini gördü. Yüreği hop etti. Anında eli belindeki tabancaya gitti. Tabancayı sıkıca kavradı. Pencereden Çavuş’u nişan aldı. Fakat içinden hiç değilse tuvalete gidip gelsin, ondan sonra deyip tabancasını yeniden beline koydu. Zaman geçmek nedir bilmiyordu. Geçen her dakika saatlere dönüştü. Nihayet Çavuş ağır adımlarla başı önünde dışarı çıktı. O an soluğu taştı. Mehreş tez elden kavradığı silahını eski arkadaşı hasmına doğrulttu. Eli tetikte titriyordu. Alnında terler boncuklar halinde akmaya başladı. Daha önce hiç böyle olmamıştı. Kalbi göğsünü yırtarcasına dövüyordu. Ellerinin titremesini bütün çabasına rağmen durduramadı. Silah tutan eli ölü gibi yanına düşüverdi. Kendisini kavi tutmak için dişlerini sıkıp direndiyse de nafile. Bir an durdu kalbinin sesini dinledi. Olmadı. 
Çavuş evinin kapısını gıcırtılarla aralayıp tekrar içeri daldı. Yatakta horlayan karısının yanına uzandı. Kolunu kısık, ölgün titreşimli gaz lambasının loş karanlığında onun boynuna doladı. Karısının boynundaki tuzlu ter koluna yapıştı. Horlaması duruldu. Sökün eden sessizlik dalıp gitmesine neden oldu. Mehreş'i düşündü. Bir anda gözlerinden boncuklar halinde nedamet yaşları yanaklarından boynuna doğru aktı. Hayatının en büyük seçimini yapmak zorunda bırakılmıştı. Bir yanda insanları ve bir yanda da kardeşten de çok ileri dostu. Çıkan af ile o da salındı mı? Şimdilerde nerede ve nasıldı? Bilemiyordu. Gelsin, alsındı canını. Gıkı çıkmazdı. Yüreğinde ayyuka çıkan depreşen bir utançla, kaplumbağa misali kabuğuna çekildi. 
Mehreş öfkeyle ahırın içinde hapiste yıllarca attığı voltaların benzeri ile fır döndü. Deliye döndü. Gözlerinden alevler fışkırıyordu. Bu denli zayıf olamazdı. Karamsarlıkla içine döndü. Kendisini derinlerinden kabarcıklar halinde yukarı doğru fışkıran suyu ile boğulan bir kuyu gibi hissediyordu. Çavuş'un al kanını mutlaka akıtmalıydı. Lakin yapamadı ve bunu kendisine bir türlü kabullendiremedi. Küplere binen bu adamı gören koyun ve keçiler ürküp yana çekildiler. Kınalı Eşek hiçbir şeye aldırmadan kıçını döndü. Ne yapacağını bilemiyordu. Ama kan dökmeden de kalbi rahatlamayacaktı. 
Gökyüzünün kırpık ve parlak yıldızların arkasına saklandığı bir geceydi. Dört bir yan yayılan nurdan balkıyordu. Çavuş derin uykusunda duyduğu yankılı bir silah sesiyle uyandı. Yalım karası gözlerini sıkıca kapamış olan karısının boynundan kolunu hızla çekti. Çok ürktü. Silah sesinin geldiği ahıra doğru koşturdu. Kapıyı açıp baktığında benekli atının kanlar içinde yere yığıldığını gördü. Ortalarda kimseler yoktu. Ahırda yoğun gübre kokusuna genzini yakan bir barut kokusunun karıştığını hissetti. Atın al kanından yükselen buğu gözlerine doluştu. Çavuş en yakın arkadaşına ettiği ihanetin utancı ile yere çöktü. Atının üzerine kapandı. Gözyaşlarına boğuldu. İçi burkuldu. İri elleri ile dizlerini dövdü. Gün yüzüne çıkmak istemedi. Son pişmanlığın fayda getirmeyeceğini biliyordu. Bağırdı, çağırdı. Ama sesini duyan olmadı. 
Kart Horoz erkekliğinin sarsılmaz şanından olsa gerek, yaşadığı korkuları bir tarafa bıraktı. Yeni günü muştulamak üzere gagasını olabildiğince açık bir halde havaya kaldırdı. Defalarca öttü. Sabahın bakirliğinde, bozkıra ipil ipil bir gün doğdu. 

Amsterdam, 26 Ocak 2019    


  

2 yorum:


  1. En karanlık anın yırtıcısı kart horozlar öykünün gün ışığına çıkması, iletisini daha güçlü kılmış. Betimleyen kalemine sağlık Aydın dostum.

    YanıtlaSil
    Yanıtlar
    1. Yorumunuzun altında adınızı göremiyorum ama bu yorumunuzu da ancak 1,5 yıl sonra görebildim ve bugüne kadar yanıtlamamış olmaktan mahçubiyet duydum. Güzel yorumunuz için teşekkürler. Selam ve sevgiler...

      Sil

KORKU

      KORKU   “Elimde değil Olric! Ne efendimiz? Elleri Olric elleri…”   Oğuz Atay - Tutunamayanlar   Fırtınalı bir denizin da...