Foto: Robin Yılmaz
ANNEM
Annem hasta. O yaşlı bedeni ve yüreği bir hayli zamandır yorgun. Orta Anadolu bozkırına öbek öbek köyler halinde serpişmiş olan Heciban
Aşiretinden, namı diğer annem “Kör Zewe’nin” kalbi son birkaç yıldır tekliyor
ve nefes almakta güçlük çekiyor. Zorlu bir yazma çabası içinde olduğum
öykülerimde; eskiden beri anneme köylülerimin de dediği gibi Kör Zewe diye
seslenmekte hiç ikirciklenmez ve zorlanmazdım.
Annemin böylesine çok yönlü bir öykü
kahramanım, tılsımım ve aynı zamanda ilham kaynağım olmasından dolayı kendimi oldukça ayrıcalıklı
hissediyorum. Aramızda sular seller gibi coşkulu bir dostluğumuz, arkadaşlığımız
ve göz kamaştıran bir hukukumuz var. Garabete bakın ki; hasta olan bir insana
hala "Kör Zewe" demeye devam ediyorum ve ağzıma en acısından isotlar
ve biberler sürmekten kaçınıyorum. Aslında yaramaz bir çocuk gibi bunu çoktan
hak ettiğimi de biliyorum. Devasa bir anne-oğul dostluğunun varlığından ve yekpareliğimizden
söz ediyorum, bu fütursuzluk ondan mıdır dersiniz? Belki de yıllardır edinilen bir kanıksamadır, diye de düşünüle bilinir.
Bu adla hitap ettiğimde asla gocunmaz o. Böylesi bir
sorunu yok. Hatta tam tersine gülümser. Ola ki kazara telaffuz ettiğimde, bunu
saygısızlık olarak da algılamaz. Ama, şimdilerde annem hasta ve kendisine böyle
seslenmeye dilim varmıyor artık. Annemin söylemeye alışık olduğum bu lakabı
dilimin ucuna geldiği zaman içimde gürültülerle bir şeyler kopuyor, kırılıyor
ve yüreğimde dayanılmaz bir acı hissediyorum bundan sonrasında. Annem hasta
artık!
Bir yıl gibi bir zaman dilimi içinde birkaç defa kalp krizi
geçirdi. Her defasında onunla
birlikte ben de gidip geldim, ölüp ölüp dirildim. Altmış yaşına kırık bir
merdiven dayayan ben, bir anda küçüldüm, çocuklaştım. Şimdilerde tam altı yaşındayım. Ürkek ve acemi gözlerle
etrafıma bakınıyorum. İçim ıslansa da, zaman zaman sessizce ağlamaktan kendimi
alıkoyamıyorum. Yıkıntılıyım. Ona bir şey olursa bu uçsuz bucaksız dünyada ne
yaparım, yapayalnız. El insaf, daha altı yaşındayım. Merhamet dileniyorum senden ey
Tanrım!
Aslında hiç büyümedim ki ben, hem onun gözünde ve hem
de benim anneme karşı olan hissiyatımda, her daim çocuk kaldım. Oysa hangimiz annemiz karşısında çocukluğumuzu ardımızda
bırakmış hissederiz ki? Renk renk misketlerimiz zulamızda bizi beklerken, ömrümüzü annemiz karşısında böyle süklüm püklüm geçiredururuz.
Küçüğüm ya; okumayı da hecelemelerle yeni yeni söküyorum. "Uyu Ali uyu." okuma fişlerindeki
meşhur Ali bana kalırsa çok uyudu, bu kadarı yeter. Dürte dürte zoraki uyandırdım onu. Kahvaltı yapmamış. Birlikte kahvaltı yaptık. Ali’ye geçen hafta ilk defa “topu
attırdım.” Şimdilerde Ayşe’ye başarabilirsem “ip atlatacağım.” Saklambaç
oyununda bu denli becerisizlik. İnanılır gibi değil. Sobe olmakta üstüme yok.
Laf aramızda yaşıtım bir kıza da aşığım. Adını söylemeyeyim. Bende saklı kalsın
olmaz mı? Bakla azıcık da olsa ağzımda ıslansın. Biraz ketum kalmanızı diz
kırıp rica ediyorum. Merak edip araştırmaya kalkmayın lütfen.
Annem benim. Her canlı böyle çok mu sever annesini?
Mesela kirpiler, kurtlar, kuşlar, böcekler, aslanlar, tilkiler, hatta ve hatta
kardeşlerim, köyün çobanı Aber, bekçi Memet, Deli Rısto, şairimizden kahraman
olarak ödünç aldığım Bursalı Havlucu Recep, "yüz yıldır yalnızlığa"
doyamayan Kolombiyalı yağız delikanlı Latino Gabo, Apartheid’in parlayan
yıldızı "dark çikolata" Madiba, Monet, Ara Güler, Yaşar Kemal ve
diğerleri annelerini benim kadar çok mu seviyorlar veya seviyorlardı?
Sanmıyorum. İmkânsız bu. Kıskanırım. Olmaz, olamaz, oldurmam ki! Onu her
anımsadığımda; süt köpüğü sularını yüreğimin irili ufaklı dağ ve tepelerinden
toplayan, adeta kendi denizini arayan bir sevgi nehri yüksek debisi ile
kayalara ve taşlara çarpa çarpa içimde akıp gider. İçim güneş altında kalan bir
çakıl taşı gibi ısınır. Bedenime dokunan elim yanar. Onun varlığı ile hayata
daha çok tutunurum.
Hastane yatağında bir başına, günlerce öylece yatması içimi lime lime ediyor, derinden acıtıyor. Onun bu hali, hüzünlenen yüreğimi bir beşik misali sallıyor. Kalksın,
onlarca yıl öncesinde olduğu gibi elimden tutsun, yine köy meydanına götürsün
beni. Amcalarımın çocukları ile oynarken, uzaktan bana baksın, gözetlesin,
kollasın, gerçekte ve hayatta da düşmemem için dualar etsin. Ama amcalarımın
çocukları benim gibi altı yaşında değiller ki. Elli-altmış yaşlarında onlar.
Benimle oynarlar mı ki?
Hiç olmazsa bir tarafa fırlatıversin takılı serum
hortumlarını, kutular dolusu kimyasal ilaçlarını. Başında zangoçlar misali
bekleyen beyaz gömlekli doktorlara; "Sağ olun, var olun iyileştim ben.
Başka hastalara bakın." desin.
Kar beyazı çarşaflı yatağının kenarına usulca oturdum. Kestane rengi gözleri ile uzun uzun hüzün damlayan kestane rengi gözlerimin içine baktı.
Kestane diyarının derinliklerinde kayboldum hepten. Konuşmadı. Yüzündeki
çizgileri demini iyice almış annem, derin bir suskuya büründü. İçindeki
sessizliği merak ettim. Serum takılı elini usulca ve şefkatle titreyen elimin
üzerine koydu. Bütün dallarım bir anda göverdi. Suskunluğu bitti. Bakışları ile
adeta öyküde olduğu gibi: “Kamber Ateş nasılsın?” diyordu. 12 Eylül döneminde
bildiğiniz bir öyküdür, Kamber Ateş öyküsü. Sevindirici olan ben mahkûm
değildim ve annem de demir parmaklıklar önünde ziyaretçim değildi. Ama yine de
dedim ya;
“Kamber Ateş nasılsın?” diye sordu bana.
“İyiyim annem, iyiyim. Var olasın. Asıl sen nasılsın?”
Gözlerini kenetlenen ellerimize indirdi. Nutkum tutuldu. Gözleri yeniden
konuştu.
“Kamber Ateş nasılsın?” Sözcükler boğazımda düğümlendi. Bir süre sonra heceler halinde
sesim yarım açık tülbendini aralayıp pür dikkat kesilen kulaklarına ulaştı.
“İyiyim annem, iyiyim. Sen
nasılsın? Ağrın, sızın var mı?
Sen iyiysen ben de iyiyim.” Onun gözleri ile sorduğu soruya benim sesli cevap
vermem üzere olabildiğince sevecenliğiyle gülü gülüverdi.
“Kamber Ateş nasılsın?” Onlarca kez daha aynı soruyu sordu. Uzun süre, süt beyazı tülbendinin altından taşan dalgalı saçlarına yıllar önce lapa lapa konan ve yaz ortasında dahi erimeyen karlara sessizce bakakaldım.
…….............................................................................................................
Annem mi? Bütün canlıların anneleri gibi iyidir annem. Yağmur kokulu bir rayiha, bir
iksirdir. Yumruk kadar yüreğinde eksik olmayan nevbahara dünyayı sığdırmakta şaşılası hünerdedir. Güzelliktir, sıcacık samimiyettir, akrabalıktır,
dostluktur, acı paylaşandır, mutluysanız mutlu olandır, gözleri ile gülendir,
hayattır ve her şeyden önce insandır. Şimdilerde ölürüm diye korkuyor. Lakin kim korkmaz ki "kalleş
ölümden?" Acısı ve tatlısı ile vazgeçilemeyen değil midir yaşamak? Hele
bir de ardında benim gibi altı yaşında bir çocuğu bırakmak. Olacak şey mi hiç?
Hayır… Hayır… Hiç de adil değil böylesi. Daha dün, bin beş yüzlü yılların
sonlarında tırnaklarını kuvvetlice yaşama kenetleyip gitmemekte direnmedi mi,
66. sonesinde hani “Kötülerin Yemen’e kadı olmasına” isyan edip, avazı çıktığı
kadar bağıran bizim İngiliz William Shakespeare?
“E… Kardeşim William, Londra nere, Yemen nere?” diye
sorsa da cahil.
“İyi ama kötüler kadı olmuş Yemen’e. Nerede kötü varsa
karşısındayım.” dese de, meramını anlatamaz ki Shakespeare.
Ama gelin görün ki, çekip gitmenin ne
denli zor olduğunu aynı sonede devamla, iki sihirli dizesi ile bir güzel dile
getirmedi mı kendileri?
“Vazgeçtim bu dünyadan, dünyamdan geçtim ama
Seni yalnız komak
var, o koyuyor adama.”
Tanrıya şükür en nihayetinde bu badireyi de atlattı anacığım. Sevgi ile bakmaya devam ediyor. Gözleri ile konuşuyor.
Dost gördüğü herkesi sıcacık bir samimiyetle buyur ediyor yanı başına. Yeri doldurulamaz
manevi gölgemiz olmaya devam ediyor. Onun duldasında kalmak bize bir hayli iyi geliyor. Ve
annem beş yüz yıl daha da var olacak. İnsanların hatırını bütün candanlığı ile
soracak.
Gözleri ile gülecek, sevgi ile etrafına bakınacak. Çaylar, şerbetler ve
patentli-üstü tavuk butları ile bezeli, tereyağlı Kürt Pilavı sunumu devam edecek anacığım. Bol köpüklü ayran ve kuru soğan da eksik olmayacak. Hadi çekinmeyin buyurun. Afiyet olsun.
Herkese yeter bu dünya. Herkese yer var bu sofrada. Her daim var olsun analar!
Amsterdam, 14
Haziran 2019