SALAVAT
Yaklaşık yetmiş beş yıl
kadar öncesi (fazla kelime arayışı
içine girmeden) “o zamanlar” diye adlandırılacak olursa, Camili Köyünde susuzluk o zamanlarda da büyük bir sorundu. Günümüzde “devlet babanın” onlarca
yıl sonra da olsa uzanmakta hayli geciken kırık eli kısmen çözüm getirse de,
aynı çıkmaz başka bir boyutu ile devam ediyor. Kana kana içilecek, ansızın
çıkagelen Tanrı misafirine yapılacak bir bardak çay, bunaltan sıcak yaz
günlerinde tozlu balkonların serinletilmesi için serpiştirilecek, genç kızların
sürmeli güzel gözlerini andıran siyah zeytinlerin resmedildiği zeytinyağı
tenekelerinin içine dikilen salkım salkım küpe çiçeklerine verilecek veya
nefeslerin tüketilerek sarmaş dolaş yaşandığı şehvetli bir gecenin ardından,
çok zaruri olarak alınması gereken gusül abdesti için bir bidon suyun yokluğu,
Camili Köyünde sahipsiz bir ölü misali her daim sorun olarak orta yerde
kalakaldı.
Yaşanan Afrika kuraklığı diğer komşu köylerin diline pelesenk olup alay konusu olarak
gündemdeki yerini her daim korudu. Camililer yakalarına
“kader” adı altında bir sülük gibi yapışan susuzluğun getirisi perişanlığı
onlarca yıl üzerlerinden silkeleyemediler. Susuzluk belası ile adeta eşleştiler.
Kuraklık söz konusu
olunca, bağ ve bahçe işleri de haliyle yapılamıyordu. “Taşıma su ile değirmen
dönmediği” gibi, zaten kırılmaya yüz tutmuş değirmeni döndürmeye yakın bir
yerlerden taşınacak su da nafileydi. Bazı gereksinimler konusunda dışarıya
bağımlı bir ülke misali, Camili ve yörede yer alan diğer Kürt köyleri de sebze,
meyve ve diğer bazı zaruri gıdaların edinimi için suların coşku ile çağıldadığı
yeşillikler içindeki komşu Türk köylerine göbeğinden bağlıydılar. Hemen yanı
başlarındaki komşu ilçe Kaman’ın köylerinden çerçiler cılız iki öküzün koşulu
olduğu bir kağnı arabasına doldurduğu sebze ve meyveleri ile tekerlek
gıcırtıları eşliğinde yaklaşık beş-altı saatlik bir yolculuğun ardından soluğu
tezelden bölgedeki Heciban köylerinde alıyorlardı.
Camili Köyünden Seyfettin
de, bu öykünün ilk satırlarında belirtilen ve “o zamanlar” diye adlandırdığımız
zaman diliminin bir bahar gününde Küçük Camili Köyünün ileri gelenlerinden
Hüseyin ağanın kızı Fayqe ile üç gün üç gece süren bir düğünle dünya evine
girdi. Çifte davulun vurulduğu ve çifte zurnanın öttürüldüğü yüzlerce metreyi
aşan halka halka halayların çekildiği dillere destan şenlikte bir düğündü.
Fayqe Gelin babasının
varlıklı olmasından dolayı oldukça mağrur ve gururlu bir yapıya sahipti.
Herkesi aşağılar, aç olarak görür ve her insanı hor görürdü. Ona göre dünyada
en asil, varlıklı, soylu ve soplu bir tek onun ailesiydi. Ağa kızıydı ve ondan
gayrısının hiçbir ehemmiyeti yoktu. "Gökten zembille inmek" bu olsa
gerekti.
Çerçi Sadık Kaman
ilçesinin yeşillikler içinde kaybolan Bayramözü Köyünden bir kağnı salatalık
ile alaca karanlıkta, daha şafak sökmeden yola çıktı. Ağaçsız da olsa baharla
birlikte tepeliklerin ve yer yer düzlüklerin baştanbaşa canlı bir yeşile
büründüğü bahar sabahında Kuyular Köyüne ulaştı. Güneş, onun köyü gibi yeşil
ama uykusuz olan gözlerine doluşuyor, kağnısının arka tarafına yan ilişmiş bir
halde yol alıyordu. Bahar ile birlikte göç eyledikleri uzak diyarlardan gelen
bin bir çeşit kuş kendilerine has ötüşleri ile Heciban köylerinin mavi semalarında
uçuşuyorlardı. Cılız akan derelerden kurbağa sesleri yükseliyor ve Kızılırmak;
yola kaplumbağa hızında devam eden kağnısı ile Çerçi Sadık’ın ardında safir bir
gerdanlık gibi kalıyordu.
Sadık bütün tepelikleri
aştı. Hirfanlı Barajını olanca güzelliği ile ardında bıraktı. Ter ve kir ile
ağırlaşan kasketini bir çırpıda salatalıkların üzerine attı. Yokuşlarda
arabasından indi, ekmek teknesinin yanı başında yürüdü. Öküzleri Kazım ve
Hamza'nın sırtlarını şefkatle sıvazladı. Kazım güçlü ve atik, Hamza ise tembel
ve hilekâr bir öküzdü. O nedenle Hamza'nın koşulu olduğu taraf geride kalıyor
ve hep yöne doğru çekiyor, zaman zaman araba yoldan çıkıyordu. Hamza'yı satıp
Kazım gibi başka bir öküz almalıydı ama şu an durumu buna hiç de elvermiyordu.
Yokuş aşağı kağnısına
tekrar bindi. Elini kulağına götürüp yörede çokça sevilen bozlaklardan birini
avazı çıktığı kadar bağıra çağıra yanık bir sesle dile getirdi. Heciban
ellerinin bozkırında Bayramözlü çerçinin yanık sesi inledi. Aydınlanmak üzere
olan ve umuda gebe güne merhaba dedi. Güneş ışınları ısınmaya yüz tutan
kemikleri ile birlikte içine tatlı bir ürperti saldı. Kendisinden alabildiğine
geçti. Farkında olmaksızın yukarılara baktı ve art arda bütün şirinliği ile
Tanrıya gülümsedi. Bu ticareti iyi olacak ve eve yüklü bir para ile dönecekti.
Yol boyunca uğradığı
diğer Heciban köylerinde, arabasını balık istifi doldurduğu yükünün yarısını
sattıktan sonra, ikindi üzeri Camili Köyüne ulaştı. Köyde büyük bir düğünün daha
bir hafta öncesinde yapıldığını ve komşu köyün ağasının kızının da gelin olarak
geldiğini duymuştu. O halde bu gelin kendisi için yağlı bir müşteri olabilirdi.
Düğün bitmiş olsa da şenliği hala kulaktan kulağa aktarılıp anlatılıyordu.
Çerçi Sadık da bu duyumları köye girer girmez aldı. Düğün dağılmış olsa da, bu
şenlik için Küçük Camililerden gelen davetlilerden bazıları akrabalarının yanında birkaç
gün daha kalmak istemişlerdi. Sultan da bu kalanlar arasındaydı. Kardeşi
Gafur’u ve çocuklarını hayli zamandır görmemişti. Köyler arasındaki mesafe çok
uzak değilse de evli ve çoluk çocuk sahibi olunca bunu her istediğinde
yapamıyordu. Yaşlılığında onları yeniden gelip görmek ve hasretlik gidermek
için yeğeni Fayqe’nin düğünü vesile olmuştu.
Çerçi Sadık tekerlek
gıcırtıları eşliğinde öküzlerini ucunda küçük bir çivi bulunan gürgen ağacından
yaptığı değneğini dürte dürte taze gelin Fayqe’nin evine yaklaştı. Aynı esnada
Sultan da misafirlikte bulunduğu kardeşi Gafur’un evinden çıkıp aheste
adımlarla, düğün sonrası görmediği yeğeni taze gelin Fayqe’yi gelip görmek
istedi. Fayqe’nin evine geldiğinde, yeğenin Çerçi Sadık’tan aldığı kocaman bir
kasnak* dolusu salatalıkla evine doğru yürüyordu. Ardından kendisine yetişti.
Yeğenin lütfedercesine kendisi ile hal hatır sormasının ardından, iri kıyım
burnunun deliklerinden salatalıkların o dayanılmaz kokusu ciğerleri ile
buluştu. Güzelim koku biraz da mide kazıntısından olacak ki, bir anda başını
alabildiğine döndürmeye yetti. Çok geçmeden bütün cesaretini topladı. Yanı sıra
eve doğru yürüdüğü yeğeni Fayqe’nin aldığı ve iki eli ile zorlanarak taşıdığı,
canının o an çok çektiği salatalıklardan bir hamlede birisini sormadan kaptı.
Tam ağzına götüreceği sırada elindeki salatalıkları hışımla yere koyan Fayqe,
halasına beklenmedik bir şiddetle saldırdı. Onu, büyük bir öfke ile itip yere
düşürdü. Sultan yaşlı haliyle neye uğradığına şaşırıp kalma fırsatını dahi
bulamadan yan tarafta yerde bulunan büyükçe bir taşın üzerine düştü. Feryat
figan eyleyip duyduğu acıyı bas bas iniltilerle dile getirdi. Çok geçmeden
komşular Sultan’ı yerden kaldırdıklarında, dört kaburgasının kırıldığını
anlamakta zorlanmadılar.
Fayqe süt dökmüş kedi
konumunda süklüm püklüm evinin kapısından salatalıkları ile içeri girdi. O da
böyle olsun istememişti. Nasıl olduysa bir an kendisini tutamamıştı. Bu açlar
da hep kendisini mi buluyorlardı. Yine de varsın olsun, akrabası da olsa bu tür
aç insanlar onun asaletine gölge düşürüyorlardı. Elbette bir ağa kızı olmanın
getirmiş olduğu ayrıcalıkla bu durum da kabullenilecek gibi değildi. Böylelikle
ona da dersini vermiş oldu. Değil izinsiz salatalık almak, yanına yöresine dahi
yaklaşmamalıydı. Herkes haddini bilmeliydi. Yoksa bu açlar ordusu ile başa
çıkılamazdı.
Sultan'ın tedavisi için
köyde böylesi sağlık sorunlarının oluşması halinde becerisi ile bilinen Keklik
Kadını çağırdılar. Gafur’un evine götürdükleri Sultan’a gerekli bakım yapıldı.
Keklik Kadın kendi el yapımı olan sabun ve yumurta karışımı bir merhemi sürdü.
En az bir hafta süre ile hastanın hareket etmemesi gerekiyordu. Bütün hafta
boyunca Keklik Kadın her gün gelip gerekli bakımı yaptı. Bir hafta sonra da
Sultan’ı bir at arabası ile Küçük Camili’deki evine götürdüler.
Aradan yıllar geçti.
Fayqe aynı gurur ve mağrurlukla etrafındakileri hor görmeye devam ederek, taze
gelinliğini önüne geçilmez bir mağrurlukla ardında bıraktı. Halası Sultan
birkaç aylık sıkıntının ardından iyileşmişti. Ama aradan geçen yılların
ardından Sultan’ın yaşı da bir hayli ilerledi. Artık bir ayağı derin bir
çukurdaydı. Hastaydı. Bir yerde son anlarını yaşıyordu. Etrafın baskısı ile
Fayqe de kocası Seyfettin’i de yanına aldı, halasının ve kendisinin eski köyü
Küçük Camili’nin yolunu tuttu.
Kocası Seyfettin ile
halasının evine geldiğinde, torunları Hediye ve Meryem onları ağlamaklı ve
üzüntülü karşıladı. Babaannelerinin ölmek üzere olduğunu söyledi. Fayqe ve
Seyfettin başları önlerinde üzüntü ile kendilerinin helallik almaya
geldiklerini söylediler. Hediye usulca Sultan’ın kapısını araladı ve odaya
girdi.
“Babaanne, Fayqe ve
Seyfettin Camili Köyünden geldiler. Seni görmek istiyorlar. Müsaaden olursa senden
helallik istemek için gelmişler. Sultan nefes almakta zorlanıyordu. Gözleri
kapanıyor ve hayata tutunmak için bir hayli çırpınıyordu. Gözlerini aralayıp,
gelsinler mahiyetinde başını hafifçe salladı.
Fayqe ve Seyfettin
olabildiğince bir suçluluk edası ile başları yere düşecekmişçesine önlerinde
inik tutmaya devamla odaya girdiler. Faqke ellerini göbeği üzerinde birleştirip
titrek bir sesle (O an iyi tarafından kalkmış olacak ki, kendisinden
beklenmeyecek bu saygı gösterisi, dudaklara apansız uçuklar konduracak kadar
şaşırtıcıydı.) söze girdi.
“Sultan Hala senden
helallik istemeye geldik. Üzerimizde çok hakkın var. Hakkını helal et. Varsa
kusurumuz görmezlikten gel. Bize hakkını helal ediyor musun?”
Sultan’ın derin iki
çukuru andıran gözlerine bir anda ağırlık çöktü. Ellerini çırpar gibi yaptı.
Sanki birileri boğazına bastırıyordu. Nefes alamaz oldu. Önce yeğeni Fayqe’ye
cevap vermesi gerekiyordu. Son salavatını daha sonra getirse de olurdu.
Boğazına yapışan görünmez elleri son bir çaba ile iteledi. Ardından inilti
halinde, sitem dolu bir hırıltıyla;
“Hıyar… Hıyar… Hıyar…” diyebildi. Salavat getiremeden
gözlerini bir daha açılmamak üzere yumdu. Camili Köyünde zeytinyağı
tenekelerinde boy veren küpe çiçekleri susuzluktan kurudu. Balkonlar
tozlarından arınamadılar. Gusül abdesti almak için su zor bulundu, ama yaşanan
şehvetli gecelerin tadı ağızlarda kaldı. Hayat olarak adlandırılan su yoktu.
Hayat yoktu.
Amsterdam, 9 Ekim 2019
*Kasnak: Buğday ve arpa elemek için kullanılan büyük
gözenekli bir tür elek.