15 Temmuz 2011 Cuma

HENDEK




HENDEK


Büyük bir korku ve ürpertiyle kanatlarını hızla çırpıp, dışı çamur ve pencerelerinin etrafı kireç ile sıvalı, tek katlı evin bacasından yere doğru, annelik telaşı ile hızlı bir dalış yaptı. Minnacık kalbi korkudan duracak gibiydi. Yuva kurduğu evin yarıya kadar yıkılmış olan bacasından yavrularından biri mamasını yerken, kaza ile yere düşmüştü. Anne serçe yerde çırpınıp duran yavrusunun imdadına hızır gibi yetişti. Fakat bütün çabasına rağmen serçecik; canından çok sevdiği güzeller güzeli yavrusunu, minik gagası ile tutup kaldırmaya çalışsa da bunu bir türlü başaramıyordu. En büyük korkusu; ansızın evin büyük kara kedisi Pısreş’in o’nun zavallı yavrusunu görmesi ve bir hamlede yutmasıydı. Tanrıya şükürler olsun, korktuğu başına gelmedi. Pısreş o sırada evin mutfağında iki minik yavrusu ve karısı Zülfiye ile huzur içinde bir hayat sürdüren Fare Murtaza ile köşe kapmaca oynuyordu. Pısreş’in serçe yavruları gibi tatsız lokmalara ayıracak zamanı yoktu, kendileri çok meşguldü.
Cemo gür kıvırcık saçlarını elleri ile ıslatıp ince uzun parmaklarını tarak gibi kullanarak düzeltti. Kapıyı usulca kapatıp dışarı çıktı. Dışarıda oldukça güneşli bir hava hakimdi. Gökyüzü bulutsuz ve masmavi idi. Etraftan çığlık çığlığa kuş sesleri geliyordu. Doğrusu güzel bir bahar günüydü. İçi bir hoş oldu, gülümsedi ve evlerinin kapısının önünü merakla kolaçan etti. Çok geçmeden olup biteni gördü. Hemen oraya doğru yöneldi. Gerek serçeye, gerekse de yavrusuna çok acıdı. Tez elden gidip, minik yavruyu yerden kaldırdı ve minnacık gagasındaki tozları silkeledi. Alçak uçuşlar yapıp, sürekli öten anne serçe, daha da bir telaşlandı. Cemo’nun etrafından telaşla dört dolanıp, uçuşuyordu. Cemo büyük bir şefkatle, incitmeden aldığı serçe yavrusunu, evin damına dayalı olan, kırık dökük tahta merdivende hızla yükselip, bacanın üstündeki serçe yuvasına sevgi ve şefkatle öpücük kondurduğu minik serçeyi bıraktı. Cemo damın diğer tarafına yönelirken, anne serçe büyük bir sevgi coşkusu ile yuvasına korkusuzca uçtu. Kanat çırpışlarıyla adeta Cemo’ya hem teşekkür ediyor gibiydi.
Cemo merdivenden aşağı inmeden önce Buca köyünün derinliklerine doğru göz attı. Köyündeki bir evi özellikle çok merak ediyordu. Bu evde bulunan birileri onu çok ilgilendiriyor ve kalbinin atışını hızlandırıyordu. Bakışlarını o eve odaklandırdı ve daha iyi görebilmek için elini siper etti. Uzun uzadıya baktıysa da kimseleri göremedi. Umudu kırılmış bir halde isteksizce merdivenden aşağıya indi.
Cemo çok gençti. Bıyıkları yeni yeni terlemiş, yaşı gelmiş olmasına rağmen, alımlı yüzünün de bazı kısımlarında sakalları henüz çıkmamıştı. Filinta gibi bir delikanlı, yakışıklı, siyah kıvırcık saçlı, küçük çeneli, düzgün çehreli bir delikanlı. Cıvıl cıvıl olan koyu kahve rengi gözleri ile karşı karşıya gelenlerin içi hemen bir hoş ısınırdı. Köyünde yediden yetmişe herkes tarafından, dürüstlüğü ve ahlakı ile çok seviliyor ve gençlere örnek olarak gösteriliyordu.
İki ay kadar önce köyün en güzel kızlarından, sırılsıklam aşık olduğu Döne ile nişanlanmış, o nedenle başında insanı yaz ortasında dahi gripten yataklara düşürecek, mutluluktan alabildiğine serin mi serin esen kavak yelleri ile dolaşıyordu. Döne’si al yanakları, bukleli kömür karası saçları ile etrafına her daim gülen zeytin gözleri ile gülücükler saçan, biraz tombulca gencecik, on dokuz ya;ina daha yeni girmiş bir kızdı. Cemo uzunca bir zamandır, gizliden gizliye bu yanıp tutuştuğu komşu kızı Döne ile en nihayetinde; başlık parası, garibanlık, kimsesizlik, fakirlik ve diğer benzeri engelleri birer birer aşıp, nişan takmıştı. Sevincinden hüngür hüngür ağladı. Ardından soluğu köyün camisinde alıp, Tanrısına sığınarak, uzun uzun dualar etti. Şükran duyguları ile yalvardı, yakardı. Büyülendiği bu mekanda, bildiği bütün duaları sıralayıp, alabildiğine bir minnet hissiyatıyla secde etti. Onlarca rekat namaz kıldı, diz çöküp, boyun eğdi. İlk iş olarak kurban kesip, konu ve komşusuna dağıtacaktı. Gönül rahatlığıyla Tanrının huzurundan ayrılıp, koşa koşa evinin yolunu tuttu. Yüce Tanrıya bin şükürler olsun, sonunda O’nun varlığını da görüp, muradına erdirmişti. Aman tanrım, ne şaşılası duygular hissediyordu. O’na göre; keşke her insan sevginin bu büyülü ortamında hayatını sürdürebilseydi. Sevgililer hiç bir engele takılmadan, sevenler sevgilerini gönüllerince yaşasalardı. Dünyanın rengi değişmiş, herkes iyi insan, mavi daha bir deniz mavisi, kırmızı daha bir kan kırmızı, ekmek daha bir ekmek oluvermişti. Köyü daha güzel, babasının bakışları daha yumuşak, annesi daha şefkatlı oluvermişti. Ve o Tanrının sevgili bir kuluydu.
Köyün bu en güzel kızına aşık, sevdalı, körkütük vurgundu. Kalbi sabote edilip yangın yerine çevrilen, bir tek Cemo değildi elbette. Döne’nin adı geçtiği zaman, bütün gençler yüreklerini sıkışmış hissedip, adeta bin ah çekiyorlardı. Süleyman da bu bağrı iyice kavrulmuş olan gençlerden biriydi. Gözü kara, tuttuğunu koparan, biraz da fazla çekincesi olmayan bir gençti. Sevdiği için yapmayacağı yoktu. Günün yirmi dört saati sevdasını düşünüyor, yumruklarını sıkıp duvarlara vuruyor, kendisini kahrediyordu. Göz göre göre bu büyük aşkını en yakın arkadaşına kaptırmıştı. Mümkün olduğu kadar Cemo ile bir araya gelmiyor, O’na içten içe kin bağlıyordu. Cemo O’nun için artık en yakın arkadaş değil, en büyük düşmanıydı. Bir gün öyle veya böyle Cemo ile bunun hesabını mutlaka görecek ve Cemo’nun defterini dürecekti. Döne’nin Cemo’yu tercih etmesini bir türlü anlayamıyordu. Bunu kabullenemiyor, gururuna yediremiyordu. Bu duygular, içini adeta küçük bir kurt gibi kemiriyordu. Daha çok sigara içiyor, sesi kırılıp, çatallaşıyor, boğazında bir şeyler üst üste düğümleniyordu.
Aradan iki ay kadar zaman geçmiş, Cemo hiç değilse haftada bir gün, kayın babasının evde olmadığını sezinlediği zamanlarda kaçamak yapıp, Döne’nin penceresini yüreği ağzında tıklatıyor, cennetine gizlice alınıyordu. Her kaçamak ziyaretinde, Bakkal Kamo’nun dükkanından aldığı lokum, bisküvi ve çerezi bir beze sarıp, cennetine götürmeyi de ihmal etmiyordu. Mutlululuklarına doğrusu diyecek yoktu. Birbirlerini çok seviyorlar, dillere destan Mem û Zin’in sevdasını aratmayacak olan aşklarına sahip çıkıp, onun köklerini daha da derinlere salıyorlardı. Daha iyi yeşermesi, bütün güçlüklere rağmen dimdik ayakta kalması için ellerinden gelen her türlü özveriden kaçınmıyorlardı. Döne ile hayallere dalıyor, geleceğe dair rengarenk planlar yapıyorlardı. Kaç tane çocuk yapacaklarına, çocuklarının adının ne olacağına dahi karar vermişlerdi. Çocukları okuyacak, her biri büyük adam olacak, insanların hayır dualarının yağmuruna tutulacaklardı. En önemlisi de hiç kimseye muhtaç olmadan, kendilerinin çektiği sıkıntıları çekmeden mutlu yaşayacaklardı.
Bulundukları yöreden ve onun püsküllü cehaletinden yakasını çekip, koparamıyordu. Süleyman’ın kendisine diş bilediğini biliyordu. Ama O'nun başının belası asıl başkaydı. Otuz yıldır devam edegelen bir kan davası gölge gibi peşini bırakmıyordu. Kendisinin suçu veya günahı neydi, buna bir türlü akıl erdiremiyor ve olup biten gayri insaniliğe şaşıp kalıyordu. O zamanlar Cemo daha doğmamıştı bile. Doğumundan onlarca yıl önce yaşananları, bu insanlık dışı olumsuzlukların ceremesini çekiyor ve zaman zaman soğuk terler döküyordu. Hasımları sürekli onlardan birilerini daha devirip, defalarca aldıkları intikamlarını daha katmerli hale getirmek istiyorlardı. Dolayısı ile hedef tahtasında bulunanlardan biri de, daha çiçeği burnunda olan yeni nişanlı Cemoýdu. Onlarca defa onu kıstırdıkları halde, her seferinde postu deldirmeden olay yerinden uzaklaşmayı başarmıştı.
Kötü haber tez yayılıyordu. Oturma odasının bir köşesinde oturmuş, tavşan kanı çayını yudumlarken, bir yandan da annesine belli etmeden cebinden çıkardığı Döne’sinin bir tutam bukleli saçını kokluyordu. Bir anda dışarıda karmaşık gürültülerin yükseldiğini duydular. İnsanlar korku ile bağrışıp, silah seslerinin geldiği yönü gösteriyorlar ve büyük bir panik yaşıyorlardı. Köyün epeyce ilerisinde bir çatışma yaşandığı ve akrabalarından eli silah tutan tüm erkeklerin çatışma yerine ulaşmaya çalıştığını öğrendi. Acele ile atının terkisine binip, ardında dereleri ve tepeleri toz duman içinde bırakan Cemo en kısa zamanda akrabalarının yanında yer almak için atını çatlatırcasına koşturdu. Yıldırım hızıyla gelip sipere yattı. Düşmana göz açtırmadan, mavzerinin kurma kolunu hızla çevirip, yeni mermiler sürüyor ve göz kamaştıran bir hızla silahını yeniden ateşleyip, hasımlarına doğrultuyordu. Sık sık bulunduğu mevziden çıkıp diğer mevzideki akrabalarına haykırıyor, onlara ne yapmaları gerektiğini avazı çıktığı kadar bağırıyor, tekrar sipere giriyordu. Etrafta yüksek toz duman bulutları kalkıyor, tüfeklerden çıkan barut kokuları siperlerdeki tüm öldürücülerin genzini yakıyordu. Küllük tepesinde barış ortamı içinde yaşıyan benekli tavşanlar, tarla fareleri, korkularından yokuş yukarı hızla koşarak, olup bitene bir anlam vermekte güçlük çektiler. Yürekleri kafeslerinden çıkacakmış gibi hızla atıp, yer altındaki yuvalarında soluğu aldılar. Kümes hayvanlarının avına çıkmak isteyen tilkiler, bütün kurnazlıklarına ve sivri zekalarına rağmen olup bitenden hiç bir şey anlamadan, arkalarına bakmadan bölgeyi terk ettiler. Kınalı keklikler hüzünle yuvalarını, kuluçkaya yattıkları yumurtalarını geride bırakıp, içlerinde buruk bir acıyla kanat çırpmalarıyla bölge insanlarına küskün, uzaklaştılar.
Cemo’nun gösterdiği kahramanlık etkisini gösterdi. Karşı taraf en nihayetinde püskürtülmüştü. Cemo gösterdikleri başarıyı görüp, bunu akrabaları ile paylaşmaya giderken, karşı cephede sessiz ve sinsice siperinde yatmaya devam eden hasımlarından birisi tarafından fark edildi. Daha fazla beklemeden; gezden, gözden ve arpacıktan nişan alıp, Döne’sinin aşkı ile minik bir kuş gibi pır pır atan yüreğini bir daha atmayacak şekilde durdurdu. Cemali güzel Cemo’nun dizlerinin bağı çözüldü, sıkıca tuttuğu mavzeri ile olduğu yerde bir çam ağacı gibi devrildi, yığılıp kaldı. Sevgiyi, aşkı, mutluluğu ve insani bütün güzellikleri göğsünden vurdular. Dudaklarının arasından kızıl bir kan göleti akıp, Küllük Tepesi’ndeki çakıl taşlarının arasından derinlere süzüldü. Cemo’nun al kanı kızıl güller halinde toprağa karıştı. Kömür karası bukleli genç bir kızın saçları yüzünü okşarken, ışıldayan gözlerini bir daha açmamak üzere yumdu.
Düşmanının tüfeğinden çıkan yağlı kurşun gelip, Cemo’nun yüreği ile buluştuğu anda Döne’yi ani bir titreme aldı. Kalbi daraldı, yanaklarındaki allıklar kaybolup yerini solgun bir çehreye bıraktı. Gözlerinin feri kaçtı, kalbi sıkıştı. Annesi ne olup bittiğine bir anlam vermeden, kızı için panikleyip, bağırmaya başladı. Bir bardak su alıp, kızına içirdikten sonra anlını ve solgun yanaklarını tütün kolonyası ile bir güzel ovuşturdu. Kendisine yavaş yavaş gelen Döne etrafına anlamsız anlamsız bakmakla yetindi. Sızlayan kalbine elini olanca gücüyle bastırdı. İçi tarifsiz bir şekilde acıyordu. Kötü şeyler olmuş ve içine aniden düşen darlık, büyük bir felaketin habercisiydi.
Cemo’nun ölüm haberi köyün dört bir tarafında, tez duyuldu. Buca köylüleri yiğitlerini yürekleri yerinden eden, hazin bir törenle defnettiler. Şehidin huzurunda tüm köy halkı saygı duruşunda bulundu. Haklarını helal edip, bildikleri bütün duaları okuyup, O’nun layık olduğu yere gitmesi için yaradana bUtUn kalpleriyle dua ettiler.
Döne, insanın bakmaya kıyamadığı kıvrım kıvrım bukleli saçlarını yolup, doğal allıklı yanaklarını kanatarak, yiğidinin ardından yürek dağlayan ağıtlar yaktı. Göğüs kafesini büyük taşlarla kırarcasına yumruklayadurdu. O’nu bu halde görenler, insanlıklarından hicap duyup başlarını suçlular gibi önlerine eğiyorlardı.
Filinta delikanlı Cemo önündeki bütün engelleri aşmasını bilmiş, fakat bu son hendeği aşarken, mertliği asırlardır ortadan kaldıran delikli bir demirden çıkan kurşunla yoncalarla kaplı, bir yükseltinin üzerine yığılıvermişti. Döne’nin yüreğindeki yangın aylarca sönmek nedir bilmedi. Süleyman da dahil, büyük ısrarlarla kapılarına dayanan bütün taliplerini her defasında hıçkırıklara boğularak, geri çevirdi. Bir başına kalan Döne; köyde doğum yapan her anneye koşarak, çocuğunun adını Cemo koyması ricasında bulundu. Ömrünün kalan yıllarını, hayata küskün bir şekilde karalar içinde, kimseye yar olmadan, yüreğindeki tılsımı tamamıyla yitirdi. Hayatla olan bütün bağlarını kökünden kopardı ve güneş O’nun için bir daha doğmamak üzere bozkırda yerde söndü.


Amsterdam, 01 Ağustos 2006







16 Haziran 2011 Perşembe

SOBE

SOBE

Söyle á mutluluk,
Abidin' in dahi çizemediği,
Keskin bıçak sırtında raks eden,
Tutarsız,
Elde, avuçta tutulamayan,
Binnaz mutluluk.
Saklambaç mı oynuyoruz seninle. 
Bağırıyorum öyle ise,
Çıktığı kadar avazım;
‘Elmaaa... Elmaaa...'
Yeter, yeter artık,
Çık ortaya,
Ortaya çık.
Sobe!


Amsterdam, 01 Ağustos 2005

31 Mayıs 2011 Salı

MEVTADAN FİNAL MEKTUP

 MEVTADAN FİNAL MEKTUP

       
          
"Ne gördün bütün kapıların birer birer kapandığı bu dünyada? Hangi kusurunu düzeltmene fırsat verdiler? Son durağa gelmeden yolculuğun bitmek üzere olduğunu haber verdiler mi sana? Birdenbire: “Buraya kadar!” dediler. Oysa, bilseydin nasıl dikkatle bakardın istasyonlara; pencereden görünen hiçbir ağacı, hiçbir gökyüzü parçasını kaçırmazdın. Bütün sularda gölgeni seyrederdin. Üstelik, daha önce haber vermiştik, derler onlar. Her şeyin bir sonu olduğunu genel olarak belirtmiştik. Yaşarken eskidiğini ve eskittiğini söylemiştik." 

Oğuz ATAY – Tutunamayanlar

          Pencereden hafif  bir esinti, komşum Azeri Samet´in bahçesine ektiği hüsnüyusuf çiçeklerinin kokusunu bir anda alıp, ciğerlerime armağan olarak sundum. Çiçek kokularının odamda bölünmüş bir ekmek buğusu olup, kelebekler misali havada uçuştuklarını görüyorum. Ciğerlerimin derinliklerine çektiğim güzelim kokular ile içim bir hoş. Karabasanlar gibi üstüme günlerdir çöken karamsarlığı üzerimden hiç beklemediğim bir anda attım. Bu hız ve moral ile sizlere yazıyorum.
         Komşum her yönü ile tam bir insan güzeli. Samet´i çok seviyorum. Onu anımsayınca içimi ısırgan bir hüzün kapladı. Araf’ daki yetkililerden mektup aldığı günden beri, pek kendisinde değil. Savunmasını nasıl yapacak, hazırlanmaya çalışıyor ama dağınık olan zihni ile söylemek istediklerini toparlayamadığını söylüyor. Dünyadaki yaşamımda Samet’i tanımadığım için, kendisine yardımcı olamıyorum. Hani aynı mekanda, aynı ülkede olsaydık ve ben Onun bir iki olayına, geçmişine tanıklık etmiş olsaydım, yol yordam göstermeye çalışırdım. Savunma esnasında avukat falan da yokmuş zaten. Dilin döndüğünce savunmanı, kendi argümanların ile bizzat kendin yapman gerekiyormuş. Her ne kadar teselli etmeye çalışsam da fayda etmiyor. Ona baktığım zaman,  sanki hızla akan bir suya yüzükoyun kendisini bırakmış, bir insan görüyorum. Batmıyor ama büyük bir hızla büyük bir uçurumdan aşağı düşecekmiş gibi bir his veriyor bana. Doğrusu Onun bu halini görünce sıranın bana da gelmek üzere olduğunu beynimden atamıyorum. Eli kulağındadır, bugün veya yarın benim elime de böyle bir mektup tutuştururlar elbet. Ondan sonra ayıkla bakalım pirincin taşını. Benim Tosya pirincim de bir hayli taşlı. Öyle büyük taşlar değil elbet. İnsani gereksinimlerin, hayata renk katmaların getirisi olan küçük çakıllar. Yoksa onun bunun malında gözüm yoktu, bankalara yangın hortumu falan bağlamadığım gibi, kimseye kötülüğüm olmadı. İnsanları kınamadım, işkence yapmadım, hakir görmedim. Yine de bilemiyorsun. Çok ince bir çizgi. Sanırım böylesi kritik bir konumda;  “kazı da çeviremezsin,” bakalım şişi veya kebabı ne denli yakacağız!
         Seri mektuplar yazmak niyetinde değilim. Böylesi bir uzatmanın sizleri de sıkacağını biliyorum. Her şeyin yeri ve zamanı olmalı. Salt sizlere, büyük bir dehliz misali karanlık olan bu alemden, mikro düzeyde de olsa bir ışık tutmak, işmar etmekti. Umarım kendi çapımda, cüzi de olsa faydalı olmuşumdur. Sizleri ön tanışma türünden biraz bilgilendirdim. Keşke bu işi büyük bir gizlilik içinde değil de, serbestçe yapabilseydim, olup biteni, gördüklerimi ve gözlemlerimi daha detaylı ve açıkça sizlere yazabilsem. Şimdilik bu pek mümkün gözükmüyor.
         İlk mektubumda Antepli Abdullah Dayımdan söz etmiştim. O zaman daha yeni olduğum için hemen gidip, kendisini göreceğimi ve birlikte kol kola girip, bize yan bakanlara Araf’ ı dar edeceğimi de belirtmiştim. Zeki Muren’i, Ayhan Işık’ı ziyaret edeceğimi de belirtmiştim. Oysa böylesi bir durum yok. Kim bilir ne haldedirler. Dünyadaki ihtişamlarından sonra yaşanılan bu mütevazi hayat mutlaka ağırlarına gidiyordur. Bu hallerini gördüğüm zaman onlar adına çok üzüleceğim. 
         Bugüne değin hep yazdıklarımın karşılıksız kaldığından yakınmıştım. Bunda haklılık payım da vardı, elbet. Ben kendi hayatımı ortaya koyup, karınca kararınca da olsa sizlerle bazı bilgileri paylaşmak istediğim halde, sizlerde büyük bir sessizlik hakimdi. Allah’tan Araf  Dağındaki kurt ölünce, şeytanın bacağını dostum Kunduracı Metin kırdı ve kendisinden bir mektup aldım. Dünyalar benim oldu. Ailemden haber salmıştı. Çok şükür herkes iyi ve sağlıklı diye yazmış. Bir iki satırlık da olsa, benim için büyük teselli oldu. Allah da onun gönlüne göre versin. Yazdıklarımı Wikileaks açıklamalarına benzetmiş. Ben ise bunları  “MevtaLeaks Açıklamaları” olarak adlandırıyorum.
         Kunduracı dostumdan aldığım mektubu, efsanevi ozanımız Neşet Ertaş’ın televizyonlarda anlattığı bir anısına benzettim. Yıllarca önce ozanın yolu turnelerden dolayı Almanya’ya kadar uzanır. Turne dönüşü kara yolu ile Türkiye’ye dönen Neşet Ertaş, Yugoslavya’da arabası ile bir kazaya sebebiyet verir ve tutuklanır. Aylarca hapis yatar. Dillere destan o ünlü türküsü “mahpushanelere güneş doğmuyor” u burada besteler, nazlı sazının tellerine içini döküp, büyük bir yalızlık duygusu ile söyler. Arayanı soranı olmaz. Konsolosluğa, Türkiye’deki yetkililere ve dünyanın dört bir yanındaki dost bildiklerine mektuplar yazar. Kendisi için bir şeyler yapmalarını rica eder. Fakat hiç kimse, parmaklıklar ardındaki ozana elini uzatmaz. Çok karamsarlaştığı bir günde, gardiyan bir kitap getirir ve kendisine teslim eder. Bir Yaşar Kemal romanıdır bu. Büyük ozan kitabın kapağını açıp, yazılanları okuduğunda çok duygulanır. Kapağa bir kaç arkadaşı aynen şöyle yazmıştır. “Bozkırın tezenesine selamlar.” Bir kaç tane dost adı ve imzaları. Kunduracı Metin’den aldığım mektup, bana da aynı duygu yoğunluğunu yaşattı. Ben herhangi bir kazaya sebep olup tutuklanmadım. Bundan sonra sonsuza kadar; canım, ciğerim, oğlum, kızım, kardeşim, eşim, yoldaşım dediğim hasretleri ile burnumun direğini titreten yüzlerce insanımdan uzaklardayım. Lous Aragon, eşinin ölümünden sonra yazdığı bir şiirinde; “Yarım kalmış bir cümle gibi bırakıp gittin”.  diyor. Bilinen o ki hiç kimse, bu cümlenin yarım kalmasını istemezdi. Fakat elimizden gelen bir şey yok.
         Bir çok insan günde sadece iki kadeh içki serbestisinden bir hayli şikayetçi. Bunun en azından üç kadehe çıkarılmasını istiyorlar. İşin garip tarafı daha önceki yaşamlarında ağızlarına bir damla alkol almayanlar, bu uygulamadan en fazla rahatsız olanlar. Yarın bu uygulamayı tel’in etmek maksadı ile büyük bir korsan gösteri yapılacak. Ben de bu mitinge katılmak taraftarıyım. Ne bileyim, nerede ince ise orada kopmasının zamanı geldi gibi oldu. Bunu komşum Samet’e de fısıldadım. O da gelecek. Zaten kendisi de organizasyonda yer alıyormuş. Haberim yoktu. Bu akşam birlikte bir pankart hazırlayacağız. İngilizce, Türkçe ve arapça aynen şöyle yazacağız: “Bir kadeh HİÇ, iki kadeh AZ, üç kadeh yetmez - ama EVET.” Samet’in el yazısı oldukça güzel. Bende bir tane kırmızı eski çarşaf var, kırmızı ilgi çeker, onu kullanacağız. Merdiven altındaki kilerde, kullanabileceğimiz sopaya benzer iki tane değnek var. Kırmızı zemin üzerine beyaz boya ile istemlerimizi yazacağız. Bu katıldığım ilk eylem olacak. Umarım büyük bir katılım ile istediğimiz sonucu elde ederiz.
          İnanın çok komik şeyler oluyor. Her gün ilginç bir olaya şahit oluyorum. Geçen hafta pazara gidiyordum. Az ileride üç kişinin  telaşlı telaşlı yürüdüğünü ve ortadakinin sıkça arkasına dönüp, birilerine sert ve tehdit edercesine baktığını görünce iyice yaklaştım. Dikkatlice baktım, inanamazsınız; ortada Hitler, sağında Musolini ve solunda da Franko’yu görünce çok şaşırdım. Artlarından gelip, onlara yalvar yakar katılmak isteyene dikkatli baktım. Başına sardığı arap kefiyesinin altında, bu gür bıyıklı adamı hemen tanıdım. Saddam Hüseyin celladı. Hitler sonunda dayanamadı ve avazının çıktığı kadar Almanca: “Raussss…. Raussss…” diye bağırdı. Ardından da: “Siktir ol git lan… Bir kaç bin zavallı Kürdü kimyasal gazlarla öldürmekle bize katılacağını mı sanıyorsun. Bırak peşimizi.”  Gözlerime ve kulaklarıma inanamadım. Önceleri epeyce ürperdiysem de, sonradan kendimi toparlamakta gecikmedim.
         Bu tüylerimi ayağa kaldıran sahneden sonra, iki güzel müzik konserine şahit oldum. Ansızın kulaklarıma tanıdık bir klarnet müziğinin sesi gelir gibi oldu. Müziğin geldiği yöne doğru yöneldiğimde onu da hemen tanıdım. Bu Deli Selim’den başkası değildi. Yeni bir ekip oluşturmuştu. Sevdiğim iki müzik grubunun arasında kalmıştım.Diğer tarafta , Bob Marley izleyenler oldukça fazlaydı. Deli Selim de hatırı sayılır bir kalabalık toplamıştı. Adeta karşılıklı atışma halindeydiler. Birbirini tanımayan ve dünyanın ayrı bölgelerinden gelen bu iki sanatçının gösterileri büyüleyiciydi. Bob Marley rastalarını ve bedenini melodilerin ritmine göre ustaca sallarken, Deli Selim de klarnetini ani hareketlerle yukarı doğru kaldırarak seyircilerini kendilerine hayran kılıyorlardı. Bob Marley:“No womanno cry…” derken ardından Deli Selim’in solisti:  Kara Ali geldi düğüne, Zurnayı verdik eline. Öyle güzel üfledi ki, Doyamadık tadına. Çal be kabaracı çal. Çal be zurnacı çaaallll.” Diye meydan okuyordu. Daha sonra Bob Marley sözü alıp: “Stand up get up for your right”  adlı şarkısı ile meydan okurken, Deli Selim klarneti ile şarkının girişini yapıp, sözü yeni solistine bırakıyordu. “Al kızını koy çuvala, salla salla vur duvara”. Çuvala koyup, duvara vurmak epeyce hunharcaydı ama sözler böyleydi ve ben kendimi acaba kızın suçu ne diye sorgulamaktan uzun süre alıkoyamamışım .
         Anlatmaya çalıştığım gibi, burası tam bir curcuna. Dünyanın en renkli simalarına her an rastlayabilirsiniz. Kimin eli kimin cebinde, yaşanan hengame inanılır gibi değil Kulağıma Bin Ladin’in de geldiği haberi geldi. Fakat bu çok sağlıksız bir haberdi. Kimilerinin düşüncesi, o’nun çoktan buralara teşrif ettiği yönünde. Bazıları da, ya daha yeni geldi veya daha gelmedi türünden karmaşık rivayetler.
         Fakat o da ne? Postacı elinde bir mektup ile bizim binaya doğru geliyor. Sanırım bu durumda sizlere veda etmeliyim. Korktuğum nihayet başıma geldi. Biraz önce tavana vuran moral ibrem, benzini biten otomobilin göstergesi gibi aniden aşağılara inip, kırmızıya dayandı. İçimi kaplayan hüzün ve tedirginlik, yüreğimi ikiye böldü. Mektup bana ise yandım demektir. Bir daha yazmaya moralman uygun olmayabilirim. Kalın sağlıcakla diyeyim. Bütün güzellikler ve sevgim, güzelliklerden yana olan insanların olsun.
Saygılar...

Mevta Mevtaoğlu

Amsterdam, 30 Mayıs 2011  



16 Mayıs 2011 Pazartesi

RISTO’NUN ÇETELESİNDEN KESİTLER



  
RISTO’NUN ÇETELESİNDEN KESİTLER
            
            Ben Deli Rısto. Adımdan da anlaşılacağı gibi, pek akıllı olmadığım konusunda, bazılarının haklılık payları yok değil elbette. Belki de sadece farklıyım, o kadar. Farklılığımı seviyorum, ayrıcalıklı olmak, genelleme çemberinin dışına taşmak, bana kalırsa güzel bir duygu. Bu konuda asla şikayetim olmadı. Bendeniz, aslen Orta Anadolu'da yerleşik vaziyete geçen Heciban Kürt Köylerinde camisi büyük olan, Büyükcamili Köyü’ndenim. Kaç yıl önce dünyaya geldiğimi bilemiyorum. Bunu günümüze değin, kulağıma fısıldayan da olmadı. Üstelik o kadar da önem teşkil edecek bir konu değil. Bildiğim tek şey, kimim kimsemin olmadığıdır. Gökten zembil ile inmediğim kesin. Beni de bir ananın doğurduğu kaçınılmaz bir gerçek. Ama, ne gariptir ki; beni bu güne değin sahiplenen de olmadı. Anne, baba, kardeş, bacı, abla, amca, dayı ve diğer tüm hısım ve akrabalıklar hak getire. Belki de olmadığı daha iyi, kendimle mi, yoksa onlarla mı uğraşacağım? Camili’de çocukların ve büyüklerin tek alay konusu benim. Büyükler adam yerine koymazlar, çocuklar ise taşa tutarlar.
“Rısto... Rısto... Doxin sisto – Rısto... Rıstoo... Uçkuru gevşek..” diye, tefe koyup, ardım sıra tempo tutup, bir ağızdan çığrışırlar. Ben duymamazlıktan gelip, atılan taşlardan kendimi olabildiğince sakınırken, o günü de mümkün olduğu kadar az yara ve bere ile atlatmaya çalışır, alın yazımın dışına bir damla olsun taşamam. Alnımın geniş olmasından olacak, o kadar çok detaya inilmiş ki, tam bir roman mübarek. Hani bir iki satırcık da olsa iyi konulara değinilmiş olsaydı, biraz olsun denge sağlanmış olacaktı. Senarist veya yazar oldukça karamsar bir tablo koymuş ortaya. Anlayacağınız isyanım var, kendilerine.
Adam yerine zat-i alileri tarafından konulmadığım, büyük görünümlü anne veya babaların büyüklükleri de çocuklarına bir gün olsun;
“Yapmayın, etmeyin. Yaptığınız ayıptır, günahtır” demeyecek kadardır. Kırış kırış kalın boynumu, tüm mahzunluğumu yüreğimde bir kum torbası gibi hissederek, sözüm ona baba ve anne olacaklara maruzatımı bakışlarımla anlatmaya çalışsam da çaldığım davul ve zurna onlara az gelir. Yüzümü döker, olay mahallinden suçlu gibi çekip, giderim.
Tanrı indinde, bir araya gelip gelmediği beni ilgilendirmeyen, iki yakasına yapışacağım insan sayısı hiç de az değil. Lakin günü geldiği zaman da benim bu kirli yakalara ellerimi sürüp, sürmeyeceğim de belli değil. Yıllardır bin bir türlü gadre uğradığım bu dünyada, gardımı alıp kimlerden hesap soracağımı da ne yazık ki bilemiyorum.
Teveccüh buyurup da, beni şöyle tepeden tırnağa süzüp, iri yarı suratımı kaplayan kırçıl, kıvır kıvır, kısa sakalımı, kırışık geniş anlımı, iri bön gözlerimi, suratımın tam ortasında pörsüdükçe mantar gibi büyüyen burnumu görenler; kanımca, yaklaşık altmış beş yaşında olduğumu tahmin etmekte fazla zorlanmazlar. Biliyor musunuz? Çocukluğumdan beri yaşadıklarımı, dünyada olup bitenleri ve Allah’ın her günü dağarcığımdaki, hoşuma giden bir deyim, atasözü, özdeyiş veya aforizma ile mutlaka süsler, olur da bir gün okuyacak birileri olur ve böylelikle bunları başkaları ile paylaşırım mutluluğunun umudu ile yazıyorum. Bu beni taze selluka çiçeği gibi saran yazma işinden kalan tüm zamanımda da bir köşede oturur, bulduğum her kağıt parçasına garip resimler çizerim. Şiir ile de epeyce ilgiliyim. Şiir sözcüğü nerede olursa olsun, kulaklarıma ulaşmaya görsün, her defasında hafifçe gülümserim. Yazmaya çalıştıklarım ve dünya şairlerinin o ölümsüz eserleri, bal tadındaki aşk, sevda ve kavga şiirleri, mısralar halinde, bir çırpıda, apansız bulanık bön gözlerimin önünde, ikametgahım cami avlusu kapısı gibi açık olan zihnimde, adeta bedenimdeki sonsuz sayıdaki her hücrede bir bir dolaştıklarını, kimi zaman bağıra bağıra, kimi zamanda ürkekçe dans eden bir mum ışığında kadife bir sesle okunduklarını hissederim. Niyetim, sizlere yeniden hikayemi anlatmak değil. Sadece ilginç olabileceğini düşündüğüm, çetelemden 1963 yılına ait bazı kesitleri paylaşacağım. Tuttuğum günlüklerin defter olarak sayısı dokuzu buldu. Doğrusu işimi ciddiye alıyorum. Ülkemizdeki politikacılar gibi notlarımı veya isteklerinizi, sigara paketlerine yazmıyorum. Bunun için büyük emek harcıyor ve bundan dehşetli keyif alıyorum. Allah´ın her günü, herhangi bir olay olsun veya olmasın bunu mutlaka yazıyorum. Hepsini zaten okumanıza zamanınız yoktur. Yazdıklarımdan kısa bir kesit, bir kaç günlük de olsa, okumanızı canı gönülden isterim. Güncemi okurken Kum Kentliler diye seslendiğimi göreceksiniz. İyi okumalar. Umarım yok yere vaktinizi almamış olurum.
1 Şubat 1963- Cuma
Sevgili Kum Kentliler,
Günlerden mübarek Cuma. Ramazan ayının altıncı günü. Hava çok da soğuk değil, ara sıra yağmur çiseliyor. İnsanlar acelesi olmayan adımlarla benim mekanım olan cami avlusunu, evlerine gitmek üzere terk ettiler. Sık sık köstekli Devlet Demir Yolları marka saatlerini gururla çıkarıp, iftar için ne kadar zamanlarının olduğunu, önce kendileri iyice bir idrak etmeye çalışıyor ve ardından yanındakilere, “Daha iftara dört saat, on beş dakika var.” diyorlardı. Böylelikle ben de saatim olmadığı için, ne kadar zaman kaldığını sormadan öğrenmiş oluyordum. Derken öngörülen zaman geçti ve herkes birer birer yere bağdaş kurup, dizlerinin üzerine Beypazarı’nın meşhur el baskısı geyik desenli, siyah beyaz sofra bezlerini çekip, kaşıklarını kaptıkları gibi yemeğe başladılar. İçlerinden çok inançlı gibi görünmek isteyenler, çaktırmamaya özen göstererek, hiç acıkmamışlar gibi davranmaya çalışıp önce uzun uzadıya besmele çekmeyi ihmal etmediler. Su kıtlığının sürekli yaşandığı Camili’de, petrol kıymetinde olan bir bardak sularını içip, daha sonra onlar da tam hız kaşıklama işine başladılar. Bütün bunlar olup biterken, başkentten gelen haberler pek iç açıcı değildi. Ankara’nın Ulus semti üzerinde; bir Türk ve bir Lübnan uçağı havada çarpışmış ve Zincirli Cami yakınlarına düşmüştü. Kazanın çok feci olduğu söyleniyordu. Pek çok bina yıkılmış. Etrafta yanık insan ve lastik kokularından geçilmiyormuş. Ölü sayısının yüz yirmi olduğu söyleniyor. Haberler oldukça kötüydü. Camililer her şeyden bihaber, tereyağlı bulgur pilavlarının üzerindeki tavuk etlerini bitirdiler ve hala yemeye devam ediyorlar.
Günün atasözü: “Bir şekilde doğar, fakat bin bir şekilde ölürüz.”
Yugoslavya Atasözü
17 Şubat 1963 – Çarşamba
Sevgili Kum Kentliler,
Beni bir tarafa bırakalım, ama köylülerimin yoksulluğu, tam anlamı ile diz boyu. Ne üstte var, ne de başta. İnsanlar çeşitliliğin çok uzağında, tekdüze besleniyorlar. Camililerin sofralarını ekmek, bulgur, soğan ve keşkek çorbası süslüyor. Bunun dışına çıkılamıyor. Bayramlar, özel günler gelip geçiyor, ama hiç bir anne ve baba yeni giysi, ayakkabı, bir tutam şeker veya bir oyuncakla çocuklarının yüzünü güldürme mutluluğunu yaşayamıyorlar. Tarla ve tapanı çok olan bazı aileler de zaten bu kültürden yoksunlar. Çocuklar yine mahzun ve perişan. Bana taş attıkları zaman kaşla göz arasında da olsa onları gözlemlerim, üstlerine başlarına bakar içimin acıdığını görür ve buna katlanmak bana hep güç gelir. Her pantolonda bir kaç tane yama mutlaka var. Çocuklar adına yüreğimden kederim, sular seller halinde akıp, gider. Cıvıl cıvıl olan bu çiçeklerin suçu ne, yoksulluk neden bu küçük insanları gelip bulur diye kendi kendime isyan ederim. Bu böyle olmamalı, çocuklar dünyanın pire ile deve orantısındaki adaletsiz paylaşımından insani çileden çıkartacak şekilde etkilenmemeli. Hem oyuncakları olsa belki beni de taşlamazlar, öyle değil mi?
Amerikalı ünlü şair Sylvia Plath intihar etti. O buhranlı olan yaşantısına daha fazla vize vermek istemedi. Buna dur deyip, noktayı kendisi koydu. Çok hazin, üzülmemek elde değil. Geriye kendisinden iz olarak, onun şiirlerini sevenler tarafından iyi bilinen pek çok ahenkli mısra kaldı. Kendisi de deli bir kız olabilir mi, bilemiyorum. Ama Sylvia Plath’ın, bildiğim bir şiirde bir kaç mısra kabul buyurursanız, sizlere armağan ediyorum.
“Deli Kızın Aşk Şarkısı
Düşledim büyüyle beni yatağa çektiğini
Ve çılgınca öptüğünü, delice şarkı söylediğini.
(Sanıyorum kafamdan uydurdum seni.)”
Bugün aklıma her hangi bir deyim veya atasözü gelmedi. Kusuruma bakmayınız, lütfen!
19 Şubat 1963 – Cuma
Sevgili Kum Kentliler,
Tekel mallarına zam yapıldı. Üst üste gelen zamlar altından kalkılır gibi değil. Milletin tek teselli kaynağı olan sigara ve rakıya büyük zamlar geldi. Yeni Büyük Rakı 7 lira 10 kuruş, Yeni Harman Sigarası 2 lira 50 kuruş, Birinci sigarası da 85 kuruş olmuş. Tuz, kahve, Üçüncü ve Halk sigarası bu zamlardan, çok iyi kuytu bir köşede saklandıkları için nasiplerini alamamışlar.
“Vermeyince Mabud, ne yapsın Sultan Mahmut.”
1 Nisan 1963 – Pazartesi
Sevgili Kum Kentliler,
Cami avlusunda uzun uzadıya volta attıktan sonra, köyün içine doğru yürüdüm. Erkekler bahar güneşinin altında üçer beşer kişi bir araya gelip, sigaralarını büyük keyifle tüttürürlerken, kadınlar yine hummalı bir çalışma içindeydiler.
Köyde ilk tepik (tezek) üretiminin açılışı Şixi Hecike’nin karısı Cune tarafından yapıldı. Açılış için herhangi bir protokol veya seremoni yoktu. Fakat komşu kadınlar Cune’nin maharetli ellerinin atikliğine ve üretiminin seriliğine büyük hayranlık ve gıpta ile bakıyorlardı. Çarçabuk yaptığı tepikleri evinin duvarına bir vuruşta yapıştırmasını ise, garip kaçmasa alkışlayacaklardı. Fakat her defasında, kendilerine hakim olarak, bu eylemlerinden vazgeçiyorlardı. Bugün Camili Köyü için tarihi bir gündü. Tepikler hayırlı ve uğurlu olsun. İşin ustası Cune açılışı yaptığına göre, fazla gecikmeden, köyün diğer hanımları da kollarını sıvayabilirler.
Günün deyimi: “Zurnacının karşısında limon yemek.”
Saygılar...
3 Haziran 1963 - Pazartesi
Sevgili Kum Kentliler,
Bugün yıllarca “ensesinde boza pişirdiğimiz – dar kafalılığımız ile dünyayı kendisine alabildiğine dar ettiğimiz” kainatın en büyük şairlerinden Nazım Hikmet öldü. İçimden bir şeyler koptu, aktı ve paramparça oldu. Ayaklarım, ellerim tutmaz , sesim çıkmaz oldu. Göğsüm bıçaklanmış gibi ağrımaya başladı. Bedenim bütünüyle titredi. Kendimi hepten kaybettim. Kendime biraz olsun geldiğimde, dayak yemiş gibiydim. O insan ki, bütün olumsuzluklara karşın, çok güzel bulduğu hayata, içler acısı bir vatan hasretini, güzel yüreğinin derinliklerinde her daim hissederek, Marmara Denizi mavisi fırtınalı gözlerini sürgünde yumdu. Akla ilk gelen sorular; karanlıkların aydınlığa çıkmasını “gayrık yeter” deyip, bundan kelli kim sorgulayacak, bu mendebur düzenden kim hesap soracak? Sevgiliye kim şiirler yazıp, aynı yavukluya “fasulyenin bir türlü pişip pişmediğini” düşündürecek, kim tutkuyla seven kıpır kıpır yürekleri hüzünlendirip, insanları güldürüp, umutlandıracak? Bugün Nazim’in ölüm haberi, O’nun gibi ulu çınarlar yetiştiren, doğduğu bu bereketli topraklara, kızgın bir demir tabakaya, büyük bir damla su gibi düştü. Sevdalısı olduğu İstanbul’una, yanıp tutuştuğu saman sarısı saçlı Vera’sini getirip gezdiremedi. İki sevdasını bir araya getiremedi. Aşığı olduğu Türkiye insanının, Balaban, Yasar Kemal ve Orhan Kemal’lerin kulaklarında ölüm haberi çınladı, sevenleri biçare boyunlarını büktüler. Nazım öldü. Ama Camililer bundan haberdar değiller. Cami avlusunda yalnız başıma kimselere sezdirmeden, iki dakikalık saygı duruşunda bulundum. Bunu salt şaire olan büyük saygımdan ve kendi yüreğimin iç huzuru için yaptım. Büyük ozan huzur içinde yatsın.
Günün deyimi: “Ensesinde boza pişirmek.”
5 Haziran 1963 – Çarşamba
Sevgili Kum Kentliler,
Nazım’ın, yani şairin ölümü; yüreğimi dağlamaya devam ediyor. Bütün hücrelerimde derinden hissettiğim sızıyı, onun bildiğim şiirlerini kimseler duymayacak şekilde kendi kendime mırıldanıyorum. Şair sürgünde, Moskova’daki evinde her zaman olduğu gibi, yine memleket hasreti ile çok erkenden kalkmış. Saat 6.30 da ikinci kattaki evinin merdivenlerini inerek, memleketimden acep bir haber var mı kaygısı ile gazetesini almak istemiş. Fakat gazetesine uzanırken, hasreti ile yanıp kavrulduğu memleketinden tek haber okuyamadan, duygu ve güzellik dolu kalbi onu yarı yolda bırakıyor. Bu ölüm bana çok ağır geldi. Dünya fakirleşip, acınacak hale geldi, bana soracak olursanız. Ne yazık dünyaya, onun bir Nazım’ı yok artık.
Camili Köyü sessiz ve sakin. Çıt çıkmıyor. Yakında arpa tarlaları biçilecek. Camililer ceplerini çil paralarla dolduracaklar. Acaba çocuklarına üst baş ve oyuncaklar alırlar mı, bilemeyeceğim. Kim bilir içlerinden bunu düşünenler de olur belki. Haydi hayırlısı, bugünlük de bu kadar. Sevgi ve saygılarımla.
Günün deyimi: “Akıl akıl, gel çengele takıl.”
16 Haziran 1963 – Pazar
Sevgili Kum Kentliler,
Günlerden Pazar olmasına rağmen, eloğlu, hem de pek çoğunuzun sevmediği kızılı türünde olanı, tatil günü falan demeden; tasını, tarağını, cımbızını, aynasını ve kızıl rujunu alıp, uzaya çıktı. Bir Rus hanımı. Hem de dünyada bir ilki gerçekleştirdi, bayan Valentina Tershkova. Doğrusu ne diyeyim, Rusların kovaları ters de olsa, bizim “Düzkova” larımız ne yapıyorlar ki? Yiğidi ne öldürelim, ne de hakkını yiyelim derim. Doğru olan da bu kanımca. Anımsayacağınız gibi, daha bir kaç gün önce yazmıştım. Cune’nin yaptığı “tepikleri” de elbette kızıl Tershkova Hanım yapamaz. Eğri oturup, düz konuşmaya gereksinim duymadan, konumuz ile ilintili güzel bir Nazım Hikmet (gerçi O da kızıl ama ne yapacaksınız ortalık kızıl dolu. Gözlerim kamaşıyor. Yanılıyor muyum dersiniz? Galiba tüm güzellikleri de kızıllar yapıyorlar, diyeceğim ama... sümme haşa beni de kızıl sanacaksınız. Töbeee... Töbee...)
“Aya gidilecek
daha da ötelere,
teleskopların bile görmediği , yere.
Ama bizim dünyada ne zaman kimse aç
kalmayacak,
korkmayacak kimse kimseden,
emretmeyecek kimse kimseye,
yermeyecek kimse kimseyi,
umudunu çalmayacak kimse kimsenin?
……………………………………………”
Nazım Hikmet Ran”
Günün özdeyişi: “Eğri düzü beğenmez, bu da bizi beğenmez.”
Saygılar...
Amsterdam, 16 Haziran 2011

1 Mayıs 2011 Pazar

BİR MEVTADAN MEKTUPLAR – 3

BİR MEVTADAN MEKTUPLAR – 3
         
         Biraz hayal kırıklığı yaşıyorum desem yeridir. Bu sizlere yazdığım üçüncü mektubum. Yazma şevkimde herhangi bir düşüş olduğu aklınıza gelmemeli. Ama şu da var ki, “gözden ırak olan, gönülden de ırak olur” derlerdi de inanmazdım. Buraya geleli bunca zaman oldu. Evet gözden epeyce ırak olduk, ama gönülde peçeli meçeli de olsa, en azından İran olabilseydik. İran falan işin latifesi. Ama yazdıklarıma karşılık, sizlerden hiç yanıt alamayınca gönlümü bir buğu bulutu kaplamadı değil. Oysa ben de bir iki satırcık alabilseydim, ziyadesi ile mutlu olup, rahatlayacaktım. Bunu da hemen iki arada bir derede itiraf etmiş olayım.
          Bu tarifi mümkün olmayan yeri anlatmaya çalışarak, üstesinden zor geleceğim bir yükün altına girdim. Çünkü dünyada olduğum zamanlar, bendeniz de burada olup bitenleri çok merak ediyordum. Aklıma esti ve bir defa girişmiş oldum bu işe. Görüyorum ki kendimi iyice kaptırmışım, yazdıkça yazıyor, tüm bildiklerimi ve gözlemlerimi sizlerle paylaşmaya çalışıyorum.  Şimdiye kadar bizim bu tarafa, yani dünyada bulunduğum esnada, öteki dünya diye adlandırdığımız bu gezegene milyarlarca insan göç etmek zorunda kaldı. Bu göçler tek tek olsa da, zaman zaman vahşice toplu katliamlar, gayri insani savaşlar, kimliği meçhul cinayetler ve daha sayamayacağım kadar nedenlerden dolayı olageldi. İnsanlar çıkarları için, gözlerini kırpmadan sinek öldürür gibi birbirlerinin kanına girdiler. Hayatı doyasıya yaşayamadan pek çok canı insafsızca bu tarafa yollandılar. İnsan görünümlüler bu yollama işini, bizim Azrail hazretlerinden daha çok benimsemiş durumdalar. Bildiğim kadarı ile Azrail önce hastalanmanı, uzun uzadıya hastanede, evde istirahat etmeni sağlıyor. Hatta bazen tedavini yapmak için uğraşan doktorunun kulağına;
    “Doktor, söyle ona veya yakınlarına, bu kadar zamanı kaldı. Onu gelip, bu tarihe yakin bir zamanda alıp, beraberimde götüreceğim.” Doktor da sanki kendisi biliyormuş gibi bir edayla (çoğu zaman da bunun karşı taraf üzerinde ne kadar büyük bir moral ve motivasyon bozukluğuna neden olacağını gözetmeden, işin empatisini ise hiç yaşamadan), baklayı ağzından çıkarır.
    “Efendim, yaptığımız tedaviler sonuç vermedi. Allah’tan umut kesilmez ama, en iyi koşullarda iki aylık, bilemediniz üç aylık bir zamanınız kaldı.” Azrail burada pazarlık payı bırakarak, durumun fazla vahim olması veya çok diretme söz konusu ise “bilemedin üç ay” olur, şeklinde açık bir kapı bırakır.
         Düşünüyorum da insanlar başkalarının köküne kibrit suyu dökmek için ne kadar makine, alet edevat veya diğer adıyla silah üretmişlerdi. Ben artık orada olmadığımdan böyle söylemek zorunda kalıyorum. Öyle ki bir düğmeye basılması halinde, milyonlarca insanı öldürebilecek kapasitede ve hangi akla hizmet ettiği bilinmeyen insan beyninin eseri sistemler ortaya konmuş. Tüm bunları düşününce, hele de yaban elde daha bir hayıflanıyorum. Ama yapılacak bir şey yok. Güç canavarların elinde.
         Bu sıralar postacılar daha hızlı çalışır oldular. Etraftaki komşuların çoğuna, o daha önce sözünü ettiğim mektuplardan getirdiler. Alttaki, hani şu birlikte Hayyam’ın şiir dinletisine gittiğim, Azeri komşuma da dün bu mektuptan geldi. Halbuki Azeri Samet buraya benden üç hafta sonra gelmişti. Bana henüz böyle bir şey gelmedi. Hadi hayırlısı. Gelen evrak mahkeme celbi gibi resmi bir belge. Komşu göz ucuyla bana da korka korka gösterdi. Belgenin altında adını sanını duymadığım onlarca meleğin imzası vardı. Samet’e bir ay sonrası için randevu vermişler. Yirmi adet vesikalık resim, harç pulu, Araf Mahalle Muhtarlı’ğindan ikamet belgesi, iş kontratı gibi pek çok şey istemişler. Muhtarlıkta bu işler için bir fotokopi makinesının ve bilgisayarın tahsis edildiğini, gerekirse bunlardan ücretsiz yararlanabileceğini de belirtmişler. Aman ne hizmet! Tabi ben bunları sonradan komşumdan duydum. Kendisi oldukça tedirgin ve telaşlıydı. Tüm bu verilere bakıp, komşunun cennete mi, yoksa cehenneme mi gideceği belirlenecek sanıyorum. Zaten arşivlerdeki kalın defterlerde her şey olduğu gibi yazılıymış. Geçen gün üst üste bir kaç gün çok sıkı korunan bu arşivlerin bulunduğu devasa binaya bir kaç kişiyi girip, belgelerde değişiklik yapmak isterlerken yakalamışlar. Zaten zor olan durumlarını daha da güçleştirdiler. Anlayacağınız bizim Azeri Samet’in durumu pek “yahşi” değil. Burada torpil ve rüşvet verme durumları da yok. Kartvizit alıp, “gelen yakinimdir” diye arkasına yazdıramıyorsun. Allah bu güzel insanın yardımcısı olsun, ne diyebilirim ki. Kimileri de, her an genel bir af çıkacak diyorlar. Bu ne derece doğru bilemiyorum. Öyle ya dünya malı dünyada kalır denildiğine göre, hani çok çok ağır değilse, dünya günahı da aynen orada kalmalı derim, ama beni kim dinler. Bazılarına benzememek için sakal bırakamıyorum, bir karış sakalım da olsa, söylediklerimin bir hükmü olmayacaktır.
         Bu demektir ki; bugün yarın ben de böyle bir evrak alıp, soğuk terler dökebilirim. Pek çok belge isteniyor ve bu geldiğin ülkeye, bağlı bulunduğun inanışa, hangi milletten oluşuna ve daha pek çok özel durumlara bağlı olarak değişebiliyormuş. Ayıkla pirincin taşını. Bana göre işlediğim günahlar nelerdir? Ne bileyim kardeşim. Unuttum gitti. Herhangi bir günah işlemedim diyeceğim ama günah denilen kavramın kıstası ve ölçüleri nelerdir, bilemiyorum. Ben bunları söylemesem dahi, tüm bunların dokümanı kronolojik bir sıralama ile onlarda kayıtlıymış. Sizde kaydı varsa, ben garibandan ne diye tüm bunları istersiniz. Sonra yirmi adet resim. Benim bildiğim en fazla altı tane istenirdi. Bürokraside saçmalığın hattı hesabı yok.
         Gün boyu çalıştım. Kendimi çok yorgun hissetmeme rağmen yine de yazmaya devam etmek istiyorum. Yazıp, burada olup biteni dilim döndüğünce anlatmanın beni kaygılarımdan biraz olsun uzaklaştırıp, rahatlattığını hissettim. Aksi taktirde her şeyi içine atmanın da bir anlamı yok. Sonuçta bir yanardağ gibi lavlarını dışarı atıp, çevreme zarar vermek niyetinde değilim. Onun için her şeyde olduğu gibi (“yarin yanağı hariç”) paylaşım güzeldir, paylaşım rahatlatıyor.
         Cennete veya cehenneme gönderilsen, burada yaşam sonsuz olduğu için insanlara ne çocuk, ne de yaşlı denmemesi için ortalama bir yaş düşünülmüş. Herkes yaklaşık otuz beş yaş görünümünde. Çocuklar da büyüdükleri zaman gelip bu yaşta kalacaklar. Bundan sonra ölümsüzleşecekler ve daha fazla yaşlanma da olmayacak. Ben minyon tipli olduğum için otuz beş yaşına indirildiğim halde, daha genç gösteriyorum. Aslına bakarsanız buradaki teknoloji bazı alanlarda uygulanması halinde dünyadaki nano teknolojilerine taş çıkartacak cinsten. Şöyle anlatayım; ilk gelişte bir kapıdan geçiyorsunuz. Size yansıtılan bir ışın ile doksan yaşında veya iki bin yıl önce doğmuş olsanız da, hemen otuz beş yaşına geliyorsunuz. Çok biçimli bir ağız, burun ve gözler yüzünüzde hemen kendiliğinden oluşuyor. Çok daha farklı bir insan oluyorsunuz. Yeni görünümüne alışman elbette uzunca bir zamanını alıyor. Cüceler dahi yaklaşık bir seksen, bir doksana boyuna getiriliyor. Akla gelmeyecek yerlerinden yağlar aldırmana, boks ringinden yeni inmişsin gibi mor ve bantlı burunla haftalarca dolaşmana gerek yok. Bazı cüceler kendileri ile oldukça barışık olduklarından, oldukları gibi kalmak isteseler de, nafile. Hiç bir operasyona gerek kalmadan, neşter kullanılmadan, bir saniyede çok yakışıklı veya oldukça güzelleştiriliyorsunuz. Dişler incileşirken, dökülen saçlar sırmalaşıyor, isteğe göre kömür karası, saman sarısı veya kumrallaştırılıyor. Bayanların örtünme, peçe, turban veya eşarp bağlamalarına gerek yok. Tüm bayanların başları açık. Abartılı olmasa da hepsi hafif makyajlı ve güzel parfümlü kokular saçıyorlar. İnsanlığı radikal değişiklikler bekliyor. Bu neden ile tüm bunlara hazırlıklı olmak lazım.
         Belli bir geçiş dönemi olduğu için olsa gerek; insanlarda cinsellik içgüdüsü de sıfırlanmış durumda. İçki günde iki kadehi geçmeyecek şekilde ayarlanmış. Sadece şarap ve bira mevcut. Bıkıp usanmadan her defasında rakı sorduğum halde, bunun olmadığını, gelip gelmeyeceğini de bilmediklerini söylüyorlar. Oysa bir kadeh buzlu rakı, yanında da bir dilim kavun ve beyaz peynir ne kadar da iyi olurdu.
         Polis, jandarma veya herhangi bir güvenlik gücü mevcut değil. Zaten herkes sindirilmiş durumda. Alabildiğine tedirgin ve kafalar “belkilerle” dolu. Bütün insanlar apart türü evlerde yaşıyorlar. Bir oda, salon, açık bir mutfak ve diğer bölümeler. Karı koca da olsan, insanlar birbirlerinden bi haberler. Sorup soruşturmak gerekiyor ki, zaten çoğu kadın ve erkek dünyada birbirlerinden bıktıkları için, arayıp sormak akıllarına dahi gelmiyor.
         Müslüman, hiristyan, musevi, budist ve ger türlü inançtan insan bir arada yaşıyor. Ortak dil Arafgi denilen bir lisan ve çok çabukça özel yöntemlerle öğretiliyor.
         Her tarafta sürekli klasik müzik çalıyor. Günün yirmi dört saati diyeceğim ama değil (burada günler otuz altı saatten oluşuyor), tüm gün boyunca klasik müziğin tüm dönemlerinden kesitler sunuluyor. Sırayla rönesans, barok, klasik, romantik ve modern döneme ait dünyadan bildiğimiz melodiler art arda tüm sokaklarda yankılanıyor. Özlemlerimden büyük olanlardan biri de, bize özgü o güzelim melodiler. Günlerden bir gün şöyle Neşet Ertaş’tan “Bağa gel bostana gel” türküsü apansız kulaklarımda çınlasa ne kadar mutlu olacağım, ama kim bilir bir gün o da olur! Çıkmış canın da umudu başka oluyor, sanırım.
         Kaldığımız Arafgrad şehrinde çok büyük bir çarşı var. Çarşıda her türlü mağaza, kafe, restaurant ve benzeri dükkanlar mevcut.  Para ile alış veriş olmadığından dolayı, bize verilen karneler ile istihkakımız olan her şeyi alabiliyoruz. Kafelerde istediğin kadar çay ve kahve içebiliyorsun. Alkollü içki olarak, sadece şarap ve bira mevcut. İki bardaktan daha fazla içme hakkın maalesef yok. Bu veriler karnene günlük olarak işlendiğinden, başka bir yerde üçüncü bir kadeh daha içemiyorsun.
         Diğer önemli bir konu da ibadet yapmana gerek yok. Zaten daha önce yaptıkların sayılıyor ve bundan sonra yapacaklarının bir kıymeti harbiyesi olmadığı düşünüldüğünden, böylesi bir uygulamaya gidilmiş. On iki yaşından küçük tüm çocuklara herhangi bir sorgu ve sual  yapılmadan hemen cennete gönderilecekleri söyleniyor.
         Milyarlarca insan günümüze değin ketumluğunu korudu. Buraya ait tek bir noktayı dışarı yansıtmadı. Şimdilik benden de bu kadar bilgi yeterli olsa gerek. Umarım bunca sitemden sonra, sizler de bana yazar ve beni bir başıma bırakmazsınız. İkinci mektubumda adresimi sizlere iletmiştim. Şimdiden zahmetleriniz işin çok teşekkürler. Gönlümü bu garip yerde, sizler hiç değilse yazacağınız bir iki satırla hoş tutun, lütfen.
“Aklım mı?
O yüzsüz bir misafir
Hep sende
 kalıyor”  diyordu, Cemal Süreya. Benim aklım da sizlerde kalıyor. Dünyanın tüm insanlarını fark gözetmeksizin çok seviyorum. Bir Cahit Sıtkı şiiri ile sizlere veda etmek istiyorum. Hepinize kucak dolusu taze ekmek sıcaklığında selamlar. Sevgi ve saygılarımla.


DALGIN ÖLÜ
"Dün güzel bir kadın geçti
Kabrimin yakınından
Doya doya seyrettim
Gün hazinesi bacaklarını
Gecemi altüst eden
Söylesem inanmazsınız
Kalkıp verecek oldum
Düşürünce mendilini
Öldüğümü unutmuşum "


Mevta Mevtaoğlu
Arafgrad, 29 Nisan 2011 

KIPRAŞMA

      KIPRAŞMA   Yıllar önce köyü Camili’den Ankara’ya göç eden, eğitim hayatının ardından da oraya yerleşen Halis Bey, geldiği yörede...