1 Mayıs 2011 Pazar

BİR MEVTADAN MEKTUPLAR – 3

BİR MEVTADAN MEKTUPLAR – 3
         
         Biraz hayal kırıklığı yaşıyorum desem yeridir. Bu sizlere yazdığım üçüncü mektubum. Yazma şevkimde herhangi bir düşüş olduğu aklınıza gelmemeli. Ama şu da var ki, “gözden ırak olan, gönülden de ırak olur” derlerdi de inanmazdım. Buraya geleli bunca zaman oldu. Evet gözden epeyce ırak olduk, ama gönülde peçeli meçeli de olsa, en azından İran olabilseydik. İran falan işin latifesi. Ama yazdıklarıma karşılık, sizlerden hiç yanıt alamayınca gönlümü bir buğu bulutu kaplamadı değil. Oysa ben de bir iki satırcık alabilseydim, ziyadesi ile mutlu olup, rahatlayacaktım. Bunu da hemen iki arada bir derede itiraf etmiş olayım.
          Bu tarifi mümkün olmayan yeri anlatmaya çalışarak, üstesinden zor geleceğim bir yükün altına girdim. Çünkü dünyada olduğum zamanlar, bendeniz de burada olup bitenleri çok merak ediyordum. Aklıma esti ve bir defa girişmiş oldum bu işe. Görüyorum ki kendimi iyice kaptırmışım, yazdıkça yazıyor, tüm bildiklerimi ve gözlemlerimi sizlerle paylaşmaya çalışıyorum.  Şimdiye kadar bizim bu tarafa, yani dünyada bulunduğum esnada, öteki dünya diye adlandırdığımız bu gezegene milyarlarca insan göç etmek zorunda kaldı. Bu göçler tek tek olsa da, zaman zaman vahşice toplu katliamlar, gayri insani savaşlar, kimliği meçhul cinayetler ve daha sayamayacağım kadar nedenlerden dolayı olageldi. İnsanlar çıkarları için, gözlerini kırpmadan sinek öldürür gibi birbirlerinin kanına girdiler. Hayatı doyasıya yaşayamadan pek çok canı insafsızca bu tarafa yollandılar. İnsan görünümlüler bu yollama işini, bizim Azrail hazretlerinden daha çok benimsemiş durumdalar. Bildiğim kadarı ile Azrail önce hastalanmanı, uzun uzadıya hastanede, evde istirahat etmeni sağlıyor. Hatta bazen tedavini yapmak için uğraşan doktorunun kulağına;
    “Doktor, söyle ona veya yakınlarına, bu kadar zamanı kaldı. Onu gelip, bu tarihe yakin bir zamanda alıp, beraberimde götüreceğim.” Doktor da sanki kendisi biliyormuş gibi bir edayla (çoğu zaman da bunun karşı taraf üzerinde ne kadar büyük bir moral ve motivasyon bozukluğuna neden olacağını gözetmeden, işin empatisini ise hiç yaşamadan), baklayı ağzından çıkarır.
    “Efendim, yaptığımız tedaviler sonuç vermedi. Allah’tan umut kesilmez ama, en iyi koşullarda iki aylık, bilemediniz üç aylık bir zamanınız kaldı.” Azrail burada pazarlık payı bırakarak, durumun fazla vahim olması veya çok diretme söz konusu ise “bilemedin üç ay” olur, şeklinde açık bir kapı bırakır.
         Düşünüyorum da insanlar başkalarının köküne kibrit suyu dökmek için ne kadar makine, alet edevat veya diğer adıyla silah üretmişlerdi. Ben artık orada olmadığımdan böyle söylemek zorunda kalıyorum. Öyle ki bir düğmeye basılması halinde, milyonlarca insanı öldürebilecek kapasitede ve hangi akla hizmet ettiği bilinmeyen insan beyninin eseri sistemler ortaya konmuş. Tüm bunları düşününce, hele de yaban elde daha bir hayıflanıyorum. Ama yapılacak bir şey yok. Güç canavarların elinde.
         Bu sıralar postacılar daha hızlı çalışır oldular. Etraftaki komşuların çoğuna, o daha önce sözünü ettiğim mektuplardan getirdiler. Alttaki, hani şu birlikte Hayyam’ın şiir dinletisine gittiğim, Azeri komşuma da dün bu mektuptan geldi. Halbuki Azeri Samet buraya benden üç hafta sonra gelmişti. Bana henüz böyle bir şey gelmedi. Hadi hayırlısı. Gelen evrak mahkeme celbi gibi resmi bir belge. Komşu göz ucuyla bana da korka korka gösterdi. Belgenin altında adını sanını duymadığım onlarca meleğin imzası vardı. Samet’e bir ay sonrası için randevu vermişler. Yirmi adet vesikalık resim, harç pulu, Araf Mahalle Muhtarlı’ğindan ikamet belgesi, iş kontratı gibi pek çok şey istemişler. Muhtarlıkta bu işler için bir fotokopi makinesının ve bilgisayarın tahsis edildiğini, gerekirse bunlardan ücretsiz yararlanabileceğini de belirtmişler. Aman ne hizmet! Tabi ben bunları sonradan komşumdan duydum. Kendisi oldukça tedirgin ve telaşlıydı. Tüm bu verilere bakıp, komşunun cennete mi, yoksa cehenneme mi gideceği belirlenecek sanıyorum. Zaten arşivlerdeki kalın defterlerde her şey olduğu gibi yazılıymış. Geçen gün üst üste bir kaç gün çok sıkı korunan bu arşivlerin bulunduğu devasa binaya bir kaç kişiyi girip, belgelerde değişiklik yapmak isterlerken yakalamışlar. Zaten zor olan durumlarını daha da güçleştirdiler. Anlayacağınız bizim Azeri Samet’in durumu pek “yahşi” değil. Burada torpil ve rüşvet verme durumları da yok. Kartvizit alıp, “gelen yakinimdir” diye arkasına yazdıramıyorsun. Allah bu güzel insanın yardımcısı olsun, ne diyebilirim ki. Kimileri de, her an genel bir af çıkacak diyorlar. Bu ne derece doğru bilemiyorum. Öyle ya dünya malı dünyada kalır denildiğine göre, hani çok çok ağır değilse, dünya günahı da aynen orada kalmalı derim, ama beni kim dinler. Bazılarına benzememek için sakal bırakamıyorum, bir karış sakalım da olsa, söylediklerimin bir hükmü olmayacaktır.
         Bu demektir ki; bugün yarın ben de böyle bir evrak alıp, soğuk terler dökebilirim. Pek çok belge isteniyor ve bu geldiğin ülkeye, bağlı bulunduğun inanışa, hangi milletten oluşuna ve daha pek çok özel durumlara bağlı olarak değişebiliyormuş. Ayıkla pirincin taşını. Bana göre işlediğim günahlar nelerdir? Ne bileyim kardeşim. Unuttum gitti. Herhangi bir günah işlemedim diyeceğim ama günah denilen kavramın kıstası ve ölçüleri nelerdir, bilemiyorum. Ben bunları söylemesem dahi, tüm bunların dokümanı kronolojik bir sıralama ile onlarda kayıtlıymış. Sizde kaydı varsa, ben garibandan ne diye tüm bunları istersiniz. Sonra yirmi adet resim. Benim bildiğim en fazla altı tane istenirdi. Bürokraside saçmalığın hattı hesabı yok.
         Gün boyu çalıştım. Kendimi çok yorgun hissetmeme rağmen yine de yazmaya devam etmek istiyorum. Yazıp, burada olup biteni dilim döndüğünce anlatmanın beni kaygılarımdan biraz olsun uzaklaştırıp, rahatlattığını hissettim. Aksi taktirde her şeyi içine atmanın da bir anlamı yok. Sonuçta bir yanardağ gibi lavlarını dışarı atıp, çevreme zarar vermek niyetinde değilim. Onun için her şeyde olduğu gibi (“yarin yanağı hariç”) paylaşım güzeldir, paylaşım rahatlatıyor.
         Cennete veya cehenneme gönderilsen, burada yaşam sonsuz olduğu için insanlara ne çocuk, ne de yaşlı denmemesi için ortalama bir yaş düşünülmüş. Herkes yaklaşık otuz beş yaş görünümünde. Çocuklar da büyüdükleri zaman gelip bu yaşta kalacaklar. Bundan sonra ölümsüzleşecekler ve daha fazla yaşlanma da olmayacak. Ben minyon tipli olduğum için otuz beş yaşına indirildiğim halde, daha genç gösteriyorum. Aslına bakarsanız buradaki teknoloji bazı alanlarda uygulanması halinde dünyadaki nano teknolojilerine taş çıkartacak cinsten. Şöyle anlatayım; ilk gelişte bir kapıdan geçiyorsunuz. Size yansıtılan bir ışın ile doksan yaşında veya iki bin yıl önce doğmuş olsanız da, hemen otuz beş yaşına geliyorsunuz. Çok biçimli bir ağız, burun ve gözler yüzünüzde hemen kendiliğinden oluşuyor. Çok daha farklı bir insan oluyorsunuz. Yeni görünümüne alışman elbette uzunca bir zamanını alıyor. Cüceler dahi yaklaşık bir seksen, bir doksana boyuna getiriliyor. Akla gelmeyecek yerlerinden yağlar aldırmana, boks ringinden yeni inmişsin gibi mor ve bantlı burunla haftalarca dolaşmana gerek yok. Bazı cüceler kendileri ile oldukça barışık olduklarından, oldukları gibi kalmak isteseler de, nafile. Hiç bir operasyona gerek kalmadan, neşter kullanılmadan, bir saniyede çok yakışıklı veya oldukça güzelleştiriliyorsunuz. Dişler incileşirken, dökülen saçlar sırmalaşıyor, isteğe göre kömür karası, saman sarısı veya kumrallaştırılıyor. Bayanların örtünme, peçe, turban veya eşarp bağlamalarına gerek yok. Tüm bayanların başları açık. Abartılı olmasa da hepsi hafif makyajlı ve güzel parfümlü kokular saçıyorlar. İnsanlığı radikal değişiklikler bekliyor. Bu neden ile tüm bunlara hazırlıklı olmak lazım.
         Belli bir geçiş dönemi olduğu için olsa gerek; insanlarda cinsellik içgüdüsü de sıfırlanmış durumda. İçki günde iki kadehi geçmeyecek şekilde ayarlanmış. Sadece şarap ve bira mevcut. Bıkıp usanmadan her defasında rakı sorduğum halde, bunun olmadığını, gelip gelmeyeceğini de bilmediklerini söylüyorlar. Oysa bir kadeh buzlu rakı, yanında da bir dilim kavun ve beyaz peynir ne kadar da iyi olurdu.
         Polis, jandarma veya herhangi bir güvenlik gücü mevcut değil. Zaten herkes sindirilmiş durumda. Alabildiğine tedirgin ve kafalar “belkilerle” dolu. Bütün insanlar apart türü evlerde yaşıyorlar. Bir oda, salon, açık bir mutfak ve diğer bölümeler. Karı koca da olsan, insanlar birbirlerinden bi haberler. Sorup soruşturmak gerekiyor ki, zaten çoğu kadın ve erkek dünyada birbirlerinden bıktıkları için, arayıp sormak akıllarına dahi gelmiyor.
         Müslüman, hiristyan, musevi, budist ve ger türlü inançtan insan bir arada yaşıyor. Ortak dil Arafgi denilen bir lisan ve çok çabukça özel yöntemlerle öğretiliyor.
         Her tarafta sürekli klasik müzik çalıyor. Günün yirmi dört saati diyeceğim ama değil (burada günler otuz altı saatten oluşuyor), tüm gün boyunca klasik müziğin tüm dönemlerinden kesitler sunuluyor. Sırayla rönesans, barok, klasik, romantik ve modern döneme ait dünyadan bildiğimiz melodiler art arda tüm sokaklarda yankılanıyor. Özlemlerimden büyük olanlardan biri de, bize özgü o güzelim melodiler. Günlerden bir gün şöyle Neşet Ertaş’tan “Bağa gel bostana gel” türküsü apansız kulaklarımda çınlasa ne kadar mutlu olacağım, ama kim bilir bir gün o da olur! Çıkmış canın da umudu başka oluyor, sanırım.
         Kaldığımız Arafgrad şehrinde çok büyük bir çarşı var. Çarşıda her türlü mağaza, kafe, restaurant ve benzeri dükkanlar mevcut.  Para ile alış veriş olmadığından dolayı, bize verilen karneler ile istihkakımız olan her şeyi alabiliyoruz. Kafelerde istediğin kadar çay ve kahve içebiliyorsun. Alkollü içki olarak, sadece şarap ve bira mevcut. İki bardaktan daha fazla içme hakkın maalesef yok. Bu veriler karnene günlük olarak işlendiğinden, başka bir yerde üçüncü bir kadeh daha içemiyorsun.
         Diğer önemli bir konu da ibadet yapmana gerek yok. Zaten daha önce yaptıkların sayılıyor ve bundan sonra yapacaklarının bir kıymeti harbiyesi olmadığı düşünüldüğünden, böylesi bir uygulamaya gidilmiş. On iki yaşından küçük tüm çocuklara herhangi bir sorgu ve sual  yapılmadan hemen cennete gönderilecekleri söyleniyor.
         Milyarlarca insan günümüze değin ketumluğunu korudu. Buraya ait tek bir noktayı dışarı yansıtmadı. Şimdilik benden de bu kadar bilgi yeterli olsa gerek. Umarım bunca sitemden sonra, sizler de bana yazar ve beni bir başıma bırakmazsınız. İkinci mektubumda adresimi sizlere iletmiştim. Şimdiden zahmetleriniz işin çok teşekkürler. Gönlümü bu garip yerde, sizler hiç değilse yazacağınız bir iki satırla hoş tutun, lütfen.
“Aklım mı?
O yüzsüz bir misafir
Hep sende
 kalıyor”  diyordu, Cemal Süreya. Benim aklım da sizlerde kalıyor. Dünyanın tüm insanlarını fark gözetmeksizin çok seviyorum. Bir Cahit Sıtkı şiiri ile sizlere veda etmek istiyorum. Hepinize kucak dolusu taze ekmek sıcaklığında selamlar. Sevgi ve saygılarımla.


DALGIN ÖLÜ
"Dün güzel bir kadın geçti
Kabrimin yakınından
Doya doya seyrettim
Gün hazinesi bacaklarını
Gecemi altüst eden
Söylesem inanmazsınız
Kalkıp verecek oldum
Düşürünce mendilini
Öldüğümü unutmuşum "


Mevta Mevtaoğlu
Arafgrad, 29 Nisan 2011 

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

KORKU

      KORKU   “Elimde değil Olric! Ne efendimiz? Elleri Olric elleri…”   Oğuz Atay - Tutunamayanlar   Fırtınalı bir denizin da...