16 Mayıs 2011 Pazartesi

RISTO’NUN ÇETELESİNDEN KESİTLER



  
RISTO’NUN ÇETELESİNDEN KESİTLER
            
            Ben Deli Rısto. Adımdan da anlaşılacağı gibi, pek akıllı olmadığım konusunda, bazılarının haklılık payları yok değil elbette. Belki de sadece farklıyım, o kadar. Farklılığımı seviyorum, ayrıcalıklı olmak, genelleme çemberinin dışına taşmak, bana kalırsa güzel bir duygu. Bu konuda asla şikayetim olmadı. Bendeniz, aslen Orta Anadolu'da yerleşik vaziyete geçen Heciban Kürt Köylerinde camisi büyük olan, Büyükcamili Köyü’ndenim. Kaç yıl önce dünyaya geldiğimi bilemiyorum. Bunu günümüze değin, kulağıma fısıldayan da olmadı. Üstelik o kadar da önem teşkil edecek bir konu değil. Bildiğim tek şey, kimim kimsemin olmadığıdır. Gökten zembil ile inmediğim kesin. Beni de bir ananın doğurduğu kaçınılmaz bir gerçek. Ama, ne gariptir ki; beni bu güne değin sahiplenen de olmadı. Anne, baba, kardeş, bacı, abla, amca, dayı ve diğer tüm hısım ve akrabalıklar hak getire. Belki de olmadığı daha iyi, kendimle mi, yoksa onlarla mı uğraşacağım? Camili’de çocukların ve büyüklerin tek alay konusu benim. Büyükler adam yerine koymazlar, çocuklar ise taşa tutarlar.
“Rısto... Rısto... Doxin sisto – Rısto... Rıstoo... Uçkuru gevşek..” diye, tefe koyup, ardım sıra tempo tutup, bir ağızdan çığrışırlar. Ben duymamazlıktan gelip, atılan taşlardan kendimi olabildiğince sakınırken, o günü de mümkün olduğu kadar az yara ve bere ile atlatmaya çalışır, alın yazımın dışına bir damla olsun taşamam. Alnımın geniş olmasından olacak, o kadar çok detaya inilmiş ki, tam bir roman mübarek. Hani bir iki satırcık da olsa iyi konulara değinilmiş olsaydı, biraz olsun denge sağlanmış olacaktı. Senarist veya yazar oldukça karamsar bir tablo koymuş ortaya. Anlayacağınız isyanım var, kendilerine.
Adam yerine zat-i alileri tarafından konulmadığım, büyük görünümlü anne veya babaların büyüklükleri de çocuklarına bir gün olsun;
“Yapmayın, etmeyin. Yaptığınız ayıptır, günahtır” demeyecek kadardır. Kırış kırış kalın boynumu, tüm mahzunluğumu yüreğimde bir kum torbası gibi hissederek, sözüm ona baba ve anne olacaklara maruzatımı bakışlarımla anlatmaya çalışsam da çaldığım davul ve zurna onlara az gelir. Yüzümü döker, olay mahallinden suçlu gibi çekip, giderim.
Tanrı indinde, bir araya gelip gelmediği beni ilgilendirmeyen, iki yakasına yapışacağım insan sayısı hiç de az değil. Lakin günü geldiği zaman da benim bu kirli yakalara ellerimi sürüp, sürmeyeceğim de belli değil. Yıllardır bin bir türlü gadre uğradığım bu dünyada, gardımı alıp kimlerden hesap soracağımı da ne yazık ki bilemiyorum.
Teveccüh buyurup da, beni şöyle tepeden tırnağa süzüp, iri yarı suratımı kaplayan kırçıl, kıvır kıvır, kısa sakalımı, kırışık geniş anlımı, iri bön gözlerimi, suratımın tam ortasında pörsüdükçe mantar gibi büyüyen burnumu görenler; kanımca, yaklaşık altmış beş yaşında olduğumu tahmin etmekte fazla zorlanmazlar. Biliyor musunuz? Çocukluğumdan beri yaşadıklarımı, dünyada olup bitenleri ve Allah’ın her günü dağarcığımdaki, hoşuma giden bir deyim, atasözü, özdeyiş veya aforizma ile mutlaka süsler, olur da bir gün okuyacak birileri olur ve böylelikle bunları başkaları ile paylaşırım mutluluğunun umudu ile yazıyorum. Bu beni taze selluka çiçeği gibi saran yazma işinden kalan tüm zamanımda da bir köşede oturur, bulduğum her kağıt parçasına garip resimler çizerim. Şiir ile de epeyce ilgiliyim. Şiir sözcüğü nerede olursa olsun, kulaklarıma ulaşmaya görsün, her defasında hafifçe gülümserim. Yazmaya çalıştıklarım ve dünya şairlerinin o ölümsüz eserleri, bal tadındaki aşk, sevda ve kavga şiirleri, mısralar halinde, bir çırpıda, apansız bulanık bön gözlerimin önünde, ikametgahım cami avlusu kapısı gibi açık olan zihnimde, adeta bedenimdeki sonsuz sayıdaki her hücrede bir bir dolaştıklarını, kimi zaman bağıra bağıra, kimi zamanda ürkekçe dans eden bir mum ışığında kadife bir sesle okunduklarını hissederim. Niyetim, sizlere yeniden hikayemi anlatmak değil. Sadece ilginç olabileceğini düşündüğüm, çetelemden 1963 yılına ait bazı kesitleri paylaşacağım. Tuttuğum günlüklerin defter olarak sayısı dokuzu buldu. Doğrusu işimi ciddiye alıyorum. Ülkemizdeki politikacılar gibi notlarımı veya isteklerinizi, sigara paketlerine yazmıyorum. Bunun için büyük emek harcıyor ve bundan dehşetli keyif alıyorum. Allah´ın her günü, herhangi bir olay olsun veya olmasın bunu mutlaka yazıyorum. Hepsini zaten okumanıza zamanınız yoktur. Yazdıklarımdan kısa bir kesit, bir kaç günlük de olsa, okumanızı canı gönülden isterim. Güncemi okurken Kum Kentliler diye seslendiğimi göreceksiniz. İyi okumalar. Umarım yok yere vaktinizi almamış olurum.
1 Şubat 1963- Cuma
Sevgili Kum Kentliler,
Günlerden mübarek Cuma. Ramazan ayının altıncı günü. Hava çok da soğuk değil, ara sıra yağmur çiseliyor. İnsanlar acelesi olmayan adımlarla benim mekanım olan cami avlusunu, evlerine gitmek üzere terk ettiler. Sık sık köstekli Devlet Demir Yolları marka saatlerini gururla çıkarıp, iftar için ne kadar zamanlarının olduğunu, önce kendileri iyice bir idrak etmeye çalışıyor ve ardından yanındakilere, “Daha iftara dört saat, on beş dakika var.” diyorlardı. Böylelikle ben de saatim olmadığı için, ne kadar zaman kaldığını sormadan öğrenmiş oluyordum. Derken öngörülen zaman geçti ve herkes birer birer yere bağdaş kurup, dizlerinin üzerine Beypazarı’nın meşhur el baskısı geyik desenli, siyah beyaz sofra bezlerini çekip, kaşıklarını kaptıkları gibi yemeğe başladılar. İçlerinden çok inançlı gibi görünmek isteyenler, çaktırmamaya özen göstererek, hiç acıkmamışlar gibi davranmaya çalışıp önce uzun uzadıya besmele çekmeyi ihmal etmediler. Su kıtlığının sürekli yaşandığı Camili’de, petrol kıymetinde olan bir bardak sularını içip, daha sonra onlar da tam hız kaşıklama işine başladılar. Bütün bunlar olup biterken, başkentten gelen haberler pek iç açıcı değildi. Ankara’nın Ulus semti üzerinde; bir Türk ve bir Lübnan uçağı havada çarpışmış ve Zincirli Cami yakınlarına düşmüştü. Kazanın çok feci olduğu söyleniyordu. Pek çok bina yıkılmış. Etrafta yanık insan ve lastik kokularından geçilmiyormuş. Ölü sayısının yüz yirmi olduğu söyleniyor. Haberler oldukça kötüydü. Camililer her şeyden bihaber, tereyağlı bulgur pilavlarının üzerindeki tavuk etlerini bitirdiler ve hala yemeye devam ediyorlar.
Günün atasözü: “Bir şekilde doğar, fakat bin bir şekilde ölürüz.”
Yugoslavya Atasözü
17 Şubat 1963 – Çarşamba
Sevgili Kum Kentliler,
Beni bir tarafa bırakalım, ama köylülerimin yoksulluğu, tam anlamı ile diz boyu. Ne üstte var, ne de başta. İnsanlar çeşitliliğin çok uzağında, tekdüze besleniyorlar. Camililerin sofralarını ekmek, bulgur, soğan ve keşkek çorbası süslüyor. Bunun dışına çıkılamıyor. Bayramlar, özel günler gelip geçiyor, ama hiç bir anne ve baba yeni giysi, ayakkabı, bir tutam şeker veya bir oyuncakla çocuklarının yüzünü güldürme mutluluğunu yaşayamıyorlar. Tarla ve tapanı çok olan bazı aileler de zaten bu kültürden yoksunlar. Çocuklar yine mahzun ve perişan. Bana taş attıkları zaman kaşla göz arasında da olsa onları gözlemlerim, üstlerine başlarına bakar içimin acıdığını görür ve buna katlanmak bana hep güç gelir. Her pantolonda bir kaç tane yama mutlaka var. Çocuklar adına yüreğimden kederim, sular seller halinde akıp, gider. Cıvıl cıvıl olan bu çiçeklerin suçu ne, yoksulluk neden bu küçük insanları gelip bulur diye kendi kendime isyan ederim. Bu böyle olmamalı, çocuklar dünyanın pire ile deve orantısındaki adaletsiz paylaşımından insani çileden çıkartacak şekilde etkilenmemeli. Hem oyuncakları olsa belki beni de taşlamazlar, öyle değil mi?
Amerikalı ünlü şair Sylvia Plath intihar etti. O buhranlı olan yaşantısına daha fazla vize vermek istemedi. Buna dur deyip, noktayı kendisi koydu. Çok hazin, üzülmemek elde değil. Geriye kendisinden iz olarak, onun şiirlerini sevenler tarafından iyi bilinen pek çok ahenkli mısra kaldı. Kendisi de deli bir kız olabilir mi, bilemiyorum. Ama Sylvia Plath’ın, bildiğim bir şiirde bir kaç mısra kabul buyurursanız, sizlere armağan ediyorum.
“Deli Kızın Aşk Şarkısı
Düşledim büyüyle beni yatağa çektiğini
Ve çılgınca öptüğünü, delice şarkı söylediğini.
(Sanıyorum kafamdan uydurdum seni.)”
Bugün aklıma her hangi bir deyim veya atasözü gelmedi. Kusuruma bakmayınız, lütfen!
19 Şubat 1963 – Cuma
Sevgili Kum Kentliler,
Tekel mallarına zam yapıldı. Üst üste gelen zamlar altından kalkılır gibi değil. Milletin tek teselli kaynağı olan sigara ve rakıya büyük zamlar geldi. Yeni Büyük Rakı 7 lira 10 kuruş, Yeni Harman Sigarası 2 lira 50 kuruş, Birinci sigarası da 85 kuruş olmuş. Tuz, kahve, Üçüncü ve Halk sigarası bu zamlardan, çok iyi kuytu bir köşede saklandıkları için nasiplerini alamamışlar.
“Vermeyince Mabud, ne yapsın Sultan Mahmut.”
1 Nisan 1963 – Pazartesi
Sevgili Kum Kentliler,
Cami avlusunda uzun uzadıya volta attıktan sonra, köyün içine doğru yürüdüm. Erkekler bahar güneşinin altında üçer beşer kişi bir araya gelip, sigaralarını büyük keyifle tüttürürlerken, kadınlar yine hummalı bir çalışma içindeydiler.
Köyde ilk tepik (tezek) üretiminin açılışı Şixi Hecike’nin karısı Cune tarafından yapıldı. Açılış için herhangi bir protokol veya seremoni yoktu. Fakat komşu kadınlar Cune’nin maharetli ellerinin atikliğine ve üretiminin seriliğine büyük hayranlık ve gıpta ile bakıyorlardı. Çarçabuk yaptığı tepikleri evinin duvarına bir vuruşta yapıştırmasını ise, garip kaçmasa alkışlayacaklardı. Fakat her defasında, kendilerine hakim olarak, bu eylemlerinden vazgeçiyorlardı. Bugün Camili Köyü için tarihi bir gündü. Tepikler hayırlı ve uğurlu olsun. İşin ustası Cune açılışı yaptığına göre, fazla gecikmeden, köyün diğer hanımları da kollarını sıvayabilirler.
Günün deyimi: “Zurnacının karşısında limon yemek.”
Saygılar...
3 Haziran 1963 - Pazartesi
Sevgili Kum Kentliler,
Bugün yıllarca “ensesinde boza pişirdiğimiz – dar kafalılığımız ile dünyayı kendisine alabildiğine dar ettiğimiz” kainatın en büyük şairlerinden Nazım Hikmet öldü. İçimden bir şeyler koptu, aktı ve paramparça oldu. Ayaklarım, ellerim tutmaz , sesim çıkmaz oldu. Göğsüm bıçaklanmış gibi ağrımaya başladı. Bedenim bütünüyle titredi. Kendimi hepten kaybettim. Kendime biraz olsun geldiğimde, dayak yemiş gibiydim. O insan ki, bütün olumsuzluklara karşın, çok güzel bulduğu hayata, içler acısı bir vatan hasretini, güzel yüreğinin derinliklerinde her daim hissederek, Marmara Denizi mavisi fırtınalı gözlerini sürgünde yumdu. Akla ilk gelen sorular; karanlıkların aydınlığa çıkmasını “gayrık yeter” deyip, bundan kelli kim sorgulayacak, bu mendebur düzenden kim hesap soracak? Sevgiliye kim şiirler yazıp, aynı yavukluya “fasulyenin bir türlü pişip pişmediğini” düşündürecek, kim tutkuyla seven kıpır kıpır yürekleri hüzünlendirip, insanları güldürüp, umutlandıracak? Bugün Nazim’in ölüm haberi, O’nun gibi ulu çınarlar yetiştiren, doğduğu bu bereketli topraklara, kızgın bir demir tabakaya, büyük bir damla su gibi düştü. Sevdalısı olduğu İstanbul’una, yanıp tutuştuğu saman sarısı saçlı Vera’sini getirip gezdiremedi. İki sevdasını bir araya getiremedi. Aşığı olduğu Türkiye insanının, Balaban, Yasar Kemal ve Orhan Kemal’lerin kulaklarında ölüm haberi çınladı, sevenleri biçare boyunlarını büktüler. Nazım öldü. Ama Camililer bundan haberdar değiller. Cami avlusunda yalnız başıma kimselere sezdirmeden, iki dakikalık saygı duruşunda bulundum. Bunu salt şaire olan büyük saygımdan ve kendi yüreğimin iç huzuru için yaptım. Büyük ozan huzur içinde yatsın.
Günün deyimi: “Ensesinde boza pişirmek.”
5 Haziran 1963 – Çarşamba
Sevgili Kum Kentliler,
Nazım’ın, yani şairin ölümü; yüreğimi dağlamaya devam ediyor. Bütün hücrelerimde derinden hissettiğim sızıyı, onun bildiğim şiirlerini kimseler duymayacak şekilde kendi kendime mırıldanıyorum. Şair sürgünde, Moskova’daki evinde her zaman olduğu gibi, yine memleket hasreti ile çok erkenden kalkmış. Saat 6.30 da ikinci kattaki evinin merdivenlerini inerek, memleketimden acep bir haber var mı kaygısı ile gazetesini almak istemiş. Fakat gazetesine uzanırken, hasreti ile yanıp kavrulduğu memleketinden tek haber okuyamadan, duygu ve güzellik dolu kalbi onu yarı yolda bırakıyor. Bu ölüm bana çok ağır geldi. Dünya fakirleşip, acınacak hale geldi, bana soracak olursanız. Ne yazık dünyaya, onun bir Nazım’ı yok artık.
Camili Köyü sessiz ve sakin. Çıt çıkmıyor. Yakında arpa tarlaları biçilecek. Camililer ceplerini çil paralarla dolduracaklar. Acaba çocuklarına üst baş ve oyuncaklar alırlar mı, bilemeyeceğim. Kim bilir içlerinden bunu düşünenler de olur belki. Haydi hayırlısı, bugünlük de bu kadar. Sevgi ve saygılarımla.
Günün deyimi: “Akıl akıl, gel çengele takıl.”
16 Haziran 1963 – Pazar
Sevgili Kum Kentliler,
Günlerden Pazar olmasına rağmen, eloğlu, hem de pek çoğunuzun sevmediği kızılı türünde olanı, tatil günü falan demeden; tasını, tarağını, cımbızını, aynasını ve kızıl rujunu alıp, uzaya çıktı. Bir Rus hanımı. Hem de dünyada bir ilki gerçekleştirdi, bayan Valentina Tershkova. Doğrusu ne diyeyim, Rusların kovaları ters de olsa, bizim “Düzkova” larımız ne yapıyorlar ki? Yiğidi ne öldürelim, ne de hakkını yiyelim derim. Doğru olan da bu kanımca. Anımsayacağınız gibi, daha bir kaç gün önce yazmıştım. Cune’nin yaptığı “tepikleri” de elbette kızıl Tershkova Hanım yapamaz. Eğri oturup, düz konuşmaya gereksinim duymadan, konumuz ile ilintili güzel bir Nazım Hikmet (gerçi O da kızıl ama ne yapacaksınız ortalık kızıl dolu. Gözlerim kamaşıyor. Yanılıyor muyum dersiniz? Galiba tüm güzellikleri de kızıllar yapıyorlar, diyeceğim ama... sümme haşa beni de kızıl sanacaksınız. Töbeee... Töbee...)
“Aya gidilecek
daha da ötelere,
teleskopların bile görmediği , yere.
Ama bizim dünyada ne zaman kimse aç
kalmayacak,
korkmayacak kimse kimseden,
emretmeyecek kimse kimseye,
yermeyecek kimse kimseyi,
umudunu çalmayacak kimse kimsenin?
……………………………………………”
Nazım Hikmet Ran”
Günün özdeyişi: “Eğri düzü beğenmez, bu da bizi beğenmez.”
Saygılar...
Amsterdam, 16 Haziran 2011

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

KORKU

      KORKU   “Elimde değil Olric! Ne efendimiz? Elleri Olric elleri…”   Oğuz Atay - Tutunamayanlar   Fırtınalı bir denizin da...