MEVTADAN MEKTUPLAR – 2
Canım çok sıkkın. Hani ne yapacağımı kestirebilsem, belki biraz olsun
rahatlarım. Durum böyle olmasına rağmen, daha önceki mektubumda, sizlere ilk
fırsatta yeniden yazacağıma dair söz verdiğimden, iş başa düştü. Bu nedenle
bunalım ve buhran hallerimi bir tarafa bırakıp, sizlere yeniden yazmalıyım,
diye düşündüm. Günlerdir her tarafta kaynayan kazanlar, burnuma gelen o iğrenç
ve yapış yapış katran kokuları, inşa halindeki ne idüğü belirsiz asma köprüler
ve diğer hazırlıklar; zaten darmadağın olan beynime, çok olmazsa olmazımmış
gibi bin türlü olumsuzluğu getirip, çöreklendiriyorlar. Derken insanda zırnık
kadar akıl ve moral kalmıyor. Sanki Allah’ın "ittir ettiği" bu yere gelmek için
bizzat kendim davetiye çıkarttırmışım da, bundan benim haberim yok. Bunalmamak
elde değil. Fakat yapılacak bir şey de yok elbet. Beklemek ve sabretmek paslı
bir tepside sunulan tek seçenek. Umarım uzun uzadıya yazmaya çalıştıklarımla
sizleri sıkmıyorumdur. Sürç-i lisan ediyorsam af ola. Bu satırları insanlık
adına sizlere tüm iyi niyetimle yazdığımı bilmenizi isterim.
Bir önceki mektubumda, adresim belli olursa bunu da ileteceğimi
belirtmiştim. Övünmek gibi olmasın ama gerek dünyada, gerekse burada sözümün
arkasında hep durdum ve bu nerede olursa olsun, iki elim kanda veya biri yağda
biri balda da olsa, bu böyle devam edecek. Ben de öyle hile hurda olmaz. Bu
satırları okurken hafiften dudaklarınızın tebessüm etmek için gerildiğini görür
gibi oluyorum. Duyduğunuz güvenden dolayı sizlere müteşekkirim. Beni bu nahoş ortamda,
bir yudum da olsa hoş kılıyorsunuz.
Bu diyarda yavaş yavaş kıdemli oluyorum. İnsanoğlu, her şeyin çaresi
olan zamanın (hızla olmasa da), kabullenilmesi olanaksızmış
gibi görünen tüm güçlükleri, sonuçta
özüne buyur etmek zorunda kalıyor ve akabinde de bunlara kanıksıyor. Size peşinen
söyleyeyim. Allah ömrünüzü uzun kılsın. Her beşerin yolculuğu er veya geç
buraya olacaktır ki, bu şimdiye değin hep böyle olageldi. Dediğim gibi
geldiğinizde, beni bulursanız kısıtlı da olsa tüm olanaklarımı size seferber
edeceğime dair de sizleri temin ediyorum. O yaşam aşkıyla pır pır eden
yüreğiniz rahat etsin.
Bu güzergaha doğru, dönüşü olmadığı söylenen yolculuğun konforu da yine maddi
durumunuza bağlı. Zenginin işi her zaman olduğu gibi, Almanya’dan daha iyi.
Onların gelişi son derece lüks uçakların kendilerine tahsis edilen VIP
kısımlarında oluyor. Fakir ve garibanlar da her an devrilecekmiş gibi yalpalayan, eski püskü
otobüsler ve diğer vasıtalar ile aylarca süren bir yolculuk sonrasında bin bir zahmet
ve sıkıntı ile ulaşıyorlar. Aslına bakarsanız çarçabuk ulaşmanın bir anlamı da
yok. Zenginler onları nelerin beklediğini bilmedikleri ve keyiflerine olan
düşkünlüklerinden dolayı bu işi olabildiğince aceleye getiriyorlar. Koştura
koştura gelinen yer, bu zahmete hiç de değmiyor. Reklam olmasın ama ben
Mercedes marka bir araba ile geldim. Yolculuk oldukça rahattı. Yolda piknik
falan yaptık, konakladık ve kendimizi fazla yormadık. Ben bu zorunlu yolculuğa,
gece ve gündüz gidilecek, ince ve uzun olarak tarif edilen yola bir tanıdık ile
birlikte çıktım. Gerçi fazla samimiyetimiz yoktu ama aynı mahallede
oturuyorduk. Yol arkadaşımın kendisinden pek de hoşlanmazdım. Bunu mahallede
her ne kadar belli etmemeye çalışsam da vücut dilim ele verirdi. Kendisi oldukça varlıklı sayılırdı. Dünya
görüşünün bana ters olması, ister istemez aramızda belli bir mesafenin
oluşmasına neden oluyordu. Ama yine de sağ olsun, rica minnet sonrasında beni arabasına
aldı.
Bulunduğumuz yeri biraz tarif edecek olursam. Burası yüksek tepelerden
oluşan, engebeli bir yer. Öyle fazla bir yeşillik, park, bağ ve bahçe yok. Bir
kaç tane nehir geçiyor. Fakat bunlar nereden doğarlar ve nereye dökülürler, henüz
bu coğrafi bilgileri edinemedim. Gereksiz bir bilgi olduğu için acelesi de yok.
Dünyayı karış karış belledik de ne oldu sanki. İşte sonumuz bu. Bu deve öyle
veya böyle güdülecek. Çünkü bu diyardan ayrılmak yok. Bulunduğumuz yer oldukça geniş bir alan. Çok ilerilerde göğe kadar kara perdeler
yükseliyor. Bu perdelerin arkasını göremiyoruz. Söylenen o ki; perdenin bir
tarafı cennet, diğer tarafı ise cehennemmiş. Ben de buradakilerin yalancısıyım.
Kendi gözlerimle henüz göremedim.
Size,
bana yazmanız için, daha yeni edindiğim adres bilgilerimi vereceğim.
Buraya Araf Mahallesi diyorlar. Henüz posta kodu uygulamasına geçilmemiş. Ama
Pazar günleri de dahil postacıyı her gün görüyorum. Kapı kapı dolaşıp, duruyor.
Ben daha herhangi bir mektup almadım. Anlayamadığım; siyah üniformalı posta
görevlisi, kime mektup verse, sanki celpname vermiş gibi, alıcıya hemen
elindeki kirlenmiş buruşuk defteri imzalatıyor. İşin tuhaf yani da, her imza
atanın yüzü kızarıyor ve soğuk terler döktüğünü gözleminizden kaçırmıyorsunuz.
Gördüğüm bu, sanırım pek hayra yorulacak haberler yer almıyor. O nedenle
böylesi bir mektubun gecikmesi veya hiç gelmemesi daha iyi olacağı kanaatindeyim.
Size vermek için adresim tam belli oldu, ama kartvizit bastırma olanağım henüz
olmadı. Yoksa bu mektup ile birlikte bir de kartımı eklerdim. Hamiline falan
yazmama da gerek kalmazdı. Her hâlükârda yakınım sayılırsınız. Mekânımın ve
gönlümün kapılarının her zaman içe doğru açık olduklarını bilmenizi isterim.
Yukarıda da yazdığım gibi buraya
geldiğinizde hiç değilse, size biraz olsun yol gösterir ve rehberlik ederim.
Karınca kararınca da olsa bir nebze yardımımın dokunması halinde kendimi
ziyadesi ile mutlu hissedeceğim. Unutmadan adresimi aynen yazıyorum.
Rahmetli Mevtaoğlu
Araf Mahallesi
Sırat Köprüsü Bulvarı
Kazancılar Sokak No: 2. Katran Sitesi
Arafgrad/ Mevtanistan
Arafgrad şehri çok yüksek tepelerin üzerine inşa edilmiş.
Manzara fena değil. Söylentiye göre; buraya getirilen bizler, cennet veya
cehenneme gönderilmeden önce burada bekletiliyormuşuz. Herkes yüreği ağzında ne
ile karışılacağını bekliyor. Görünen o ki, daha çok bekleyecek gibiyiz.
Aramızda şöyle sakallı cinsinden olan bazıları kendilerinden pek emin görünüyorlar.
Onlara göre cennetin zümrüt taşlı altın anahtarı kendilerine her an takdim
edilebilir. Volta atıp, ellerini kıçlarının üstünde birleştirip, “benim yerim
kesin cennet” diyorlar. Ama yine de kimin ne olacağı belli olmaz. Ben nereye
gideceğimi pek kestiremiyorum.
Doğrusu o kadar da kötü bir insan da değildim. Aynada
kendime bakıp, aynayı taşlamamın gereği yok. Hiç bir Allah’ın kuluna zararım
olmadı. Evet, yeri geldi, eğlendim, içtim, gezdim tozdum. Bildiğim kadarı ile
hiç bir insana iğne ucu kadar zararım olmadı. Bu konuda değil aynada kendimi
taşlamak, sevsem abartmamış olurum. Kendimden eminim ve zaten bu tüm çıplaklığı
ile dosyamda da yazılmış olması gerekir. Yine de zamanı geldiğinde hangi
tombala taşını çekeceğiz, bilemiyorum.
Size sözünü ettiğim perdelerin ardının bir tarafının cennet, bir
tarafının da cehennem olduğunu söylüyorlar. Kulağıma gelen anlatımlara göre;
cennet kat kat yükseliyormuş. Her yükseltinin malikleri, kişilerin amellerinin
iyilik oranına göre belirlenecekmiş. Yani en iyiler, en üst katlarda ikamet
edeceklermiş. Cehennem ise uçsuz bucaksız bir uçurum. Keşke size daha güzel
şeylerden söz edebilsem ama yok. Gidişat içimi burkup, kıyım kıyım ediyor.
Sizin de moralinizi allak bullak ediyorumdur. Yükü duygudan ibaret
yüreklerinize korku salmak değil amacım. Zaten korkulacak bir şey de yok. Hâkim
olan salt bir belirsizlik. O kadar. Aklınıza sakın kötü şeyler getirmeyin. İyi
birer insan olmaya çalışmışsanız burada cennete girmek için değildir elbette.
İyi olmak içinizde vardı. Aksi takdirde bir nevi alış veriş ve sahtecilik
olurdu ki, bu da sizi ziyadesiyle mutsuz kılardı.
Bu karanlık
konuları daha fazla deşmemin anlamı olmasa gerek. Vereceklerini söyledikleri
kırk tane Huri veya Nuri de hiç ilgimi çekmiyor. Hangi dünyada olursa olsun,
dünyalar kadar sevdiğim eşim ile bir birliktelik bana yeter.
İçimizde bir umut ile yaşıyoruz. Bulunduğumuz çizgi belki de
güzelliklerin sonu, kötülüklerin başı değildir diye. Kaldığımız bu tampon
bölgenin özelliği bu.
Oldum olası şiire meraklıyımdır. Bizim binanın alt kısmında İranlı bir
Azeri kalıyor. Geçenlerde Ömer Hayyam’ın şiir akşamı düzenlediğini söyledi. Büyük bir coşku ile kalktık gittik.
Organizasyon çok muhteşemdi. Doğrusu büyük keyif aldım. Hayyam o ölümsüz
rubailerini ince uzun sakallarını sıvazlayıp okurken, komşum da elini ağzına
siper ederek, bana Azeri Türkçesi ile aktarıyordu. Fakat okuduğu tüm rubailer
bildiğimiz rubailerdi. Adamcağız yüzlerce yıldır burada olduğu halde
yazdıklarına tek satır eklememişti.
Şaşkınlığımı üzerimden atamadıysam da, yine de çok güzeldi.
Antepli Abdullah Dayımı, Zeki Müren ve Ayhan Işık'ı hala arıyorum.
Sanırım yakında izlerine rastlarım. Bu konu da yeni yeni edinmeye başladığım
ahbaplarım da bana yardımcı olacaklar. Bakalım onlar ne durumdalar. Bu konuda
sizleri de elimden geldiğince bilgilendirmeye çalışırım. Aslına bakarsanız
gidip, görülmesi gereken o kadar çok insan var ki, hangi birisini gidip
göreceksiniz. Zaten haftada bir gün iznimiz var. Burada on güne bir hafta
diyorlar. Bir ay kırk günden, bir yıl ise on sekiz aydan oluşuyor.
Saçmalıkların bini bir para. Diyeceğim dokuz gün karın tokluğuna her gün on beş
saat çalışıp, ancak bir gün tüm yorgunluğunun üzerine gelip çullandığı gün
dinlenme günümüz oluyor.
Memleketim, eşim çocuklarım, akrabalarım, arkadaşlarım ve dostlarım
burnumda tütüyor. Aklıma geldikçe yüreğim daralıyor, adeta nefes alamaz hale
geliyorum. Kendi kendime konuşuyor, bağırıyor, çağırıyorum. Ancak sesimi kime
duyurabilirim ki? Kim bilir ardımdan ne büyük bir yas tutmuşlardır. Sağ
olsunlar, ailemin yanı sıra sevenim çoktu. İnanmayacaksınız ama bir kaç kez de
ben kendim için ağladım, saatlerce gözyaşı döktüm.
Sizlere yazmaya devam edeceğim. Yeni gelişmeler ile bu çok merak
ettiğiniz diyardan haberdar etmeye çalışacağım. Bu sır perdesini kimselere
sezdirmeden aralayıp, bir ilki gerçekleştireceğim. Bendeniz de Neşet Ağamın
dediği gibi: “Ayaklarınızın turabı, gönüllerinizin hızmatçısıyım.” Dünyadaki
tüm insanların büyüklerinin ellerinden, küçüklerinin gözlerinden; dil, ırk, din
ve mezhep gibi yapay kavramları gözetmeksizin öperim. Mutlu kalın. Sağlıcakla kalın!
Amsterdam, 25 Nisan 2011