14 Nisan 2011 Perşembe

BİR MEVTADAN MEKTUPLAR - 1


MEVTADAN MEKTUPLAR - 1
        Hayat mı? İstemim dışında var olan keyfime zoraki değmeselerdi, elbette tarifsiz güzeldi. Hani sıkıntılar girdabı, marazlı, hasta, sakat, kör, topal, yatalak da olsan, aksırsan tıksırsan da ve bir ekmeği beş nüfusa yetiremesen de dünyada yaşamanın güzelliği anlatılır gibi değildi. Hayatımın, yani sayılı günlerimin kıymetini iyi bildim sayılır. Yaşamın var olan bütün dallarını kıskıvrak elime geçirdim ve onlara olabildiğince sıkı sıkı tutundum. Tam anlamıyla keyfini çıkarıyordum, ta ki şu an içinde bulunduğum bu derin çukura birileri düşürene kadar. Anlayacağınız, kaçınılmaz son beni de gelip, buldu ve her şey olanca güzelliği ile geride kaldı.
        Kısa bir süre önce; uzun, kapüşonlu, entariye benzer elbisesi ve elinde büyük bir tırpan ile birileri gözüme ilişti. Gözüm pek tutmadı kendisini. Kötü şeyler olacaktı. Çok geçmeden tahminimde yanılmadığımı anladım. O her şeyi pervasızca alt üst etti, yaktı, yıktı, kül etti. İstemediğim halde beni alıp, bilmediğim bu yere getirdi. Benimle randevu yapmakta ısrar ediyordu. “Git başımdan kardeşim. Başka işin, gücün yok mu senin?” falan dedimse de, bir türlü başımdan savamadım. Dediklerime hiç kulak asmadı bile. Kardeşi falan da değilmişim. Ben de biliyorum kardeş olmadığımızı elbet, tanrı yazdıysa bozsun. Demem o ki, ben de lafın gelişi öyle söyleyip, başımdan savarım sandım. Lakin olmadı. Nuh dedi, peygamber demedi. İnadında sonuna kadar direndi. Yalvarmam ve yakarmam da, yanıma kâr kaldı.
        Zorla suçlu gibi getirildiğim bu yerde, işler tahmin edemeyeceğiniz kadar karışık ve yoğun. Kimin ne zaman ne olacağı belli değil. Başımızı kaşıyacak vaktimiz yok, her işe bizi koşuyorlar. Öyle yevmiye falan da yok. Kölelik devrinden çok daha kötü. Bu arada zaman kazanıp, randevu yaptığımız kişinin adını hatırlamaya çalışıyorum. Dedim ya öyle çok yapılacak şey var ki, başta akıl namına bir şey kalmadı. O nedenle her şeyi unutur olduk. Yanılmıyorsam adı “Azrail” olsa gerek. Doğru değilse siz düzeltiniz lütfen. Tanıştığımızda, ekselansları sanırım böyle bir isim söylemişti. Hatta kendisinin melek olduğunu falan da söylemişti. Her ne kadar “yaşamak direnmektir” dense de, en azından bu şiar buralarda tutmadı. Ben direnince, zaptı rapla ve bir sürü silahlı ve külahlı adamıyla gelip, beni de öteki dünya da denilen buraya yaka paça, hırpalayarak getirdiler.
        Biraz önce, beni alıp getireni çok merak ettiğim için, internet odasındaki görevliden rica minnet müsaade alıp, internete girdim. Aman allahım, ne kadar yavaş. Sayfanın açılması için yarım saat beklemek zorunda kaldım. Dünyadaki bağlantı buradakinden milyon defa daha hızlı. Ama neye mal olursa olsun öğrenmeliydim. Yoksa zaten tavşan uykusunu aratmayan yarım yamalak olan uykumuz da kaçacaktı. Öyle ya burada zaman kavramı yok, ona göre de kimsenin acelesi yok.
        Bu nedenle bağlantı ne kadar uzun sürerse sürsün. Sanırım teknoloji de dünyadakinden çok daha gerilerde. Alt yapı falan zaten hak getire, ara ki bulasın. İki lafın belini kıracağın kimsecikler yok. Ben de dahil, gördüğüm herkes düşünceli, dalgın ve tedirgin. İnsanı çıldırtan bir belirsizlik var. Bazen tanıdığım simalara rastladığım da oluyor. Kısa bir süre önce Liz Taylor’u gördüğüm de çok şaşırmıştım. Ben O’na o kadar hayran öldüğüm halde, hanım efendileri selamımızı bile almadı. Oysa ben peşinden koşup, imzalı bir resmini soracaktım. Bizim Ayhan Işık’ın yirmi kilometre ileride kaldığını söylediler. Zeki Müren de yakınlarda bir yerdeymiş. Memleketimin insanı. En azından gider onları görürüm ilk fırsatta. Hiç değilse oturur, varsa birlikte bir çay içer, memleketten bahsederiz. Memleket dedim de, buraya hiç haber ulaşmıyor. Çok zaman olmadı. Sanmıyorum ama Avrupa Birliği yolunda ilerleme var mı? Ergenekon davası ne oldu? Mısır ve diğer arap ülkelerinde herhangi bir değişiklik oldu mu? Saymakla bitmez, merak ettiğim o kadar çok şey var ki. Yakın zaman da memleketten tanıdık birileri gelse diyeceğim ama, olmayan düşmanım da gelmesin. Kalsın olduğu yerde. Gelirse biraz olsun merak ettiğim şeyleri öğrenirim. Tabi gelen kişi dünyadan bihaber değilse. Her şeyi ve herkesi öyle çok özledim ki, boynu bükük kalan çocuklarımı, bir güne bir gün beni incitmeyen dünyalar tatlısı karımı, arkadaşlarımı, kısacası herkesi. Siz de işiniz gücünüz yokmuş gibi, şimdi benim cennette mi yoksa cehennemde mi olduğumu da merak ediyorsunuzdur. Bırakın o da benim özelim olsun. Ben hiç bir şeyi ağzımdan kaçırmadım, tabi siz de duymadınız. Etraf tele kulak kaynıyor. Aslına bakarsanız şu mübarek ağzımda ıslanacak bakla falan da yok. Ama ne bileyim, bu diyarda daha çok yeniyim. Herhangi bir duyum almadım ama neme lazım; belki buraların da “ergenekonu, jitemi, her türlü kontrası ve derinlikler için hizmet veren bilumum vatan-millet-Sakarya hizmetinde kuruluşları vardır. Nerede kalmıştık. Evet, güç bela Azrail’in adını araştırmıştım, onu anlatmaya çalışıyordum. Buradaki ‘Google’a “Azrail’in diğer adı nedir?” diye girdiğiniz zaman, bir yerlerde “melek’ül mevt – ölüm meleği” yazsa da, asıl ilginç olan satırlar aynen şöyleydi. Azrailin diğer adı ‘Antep Canavarı Antep’li Abdullah Dayı” dır. Doğrusu şaştım da kaldım. Adamın ünü ta buralara kadar gelmiş. Biraz daha araştırdığımda, Antep’linin 1991 Haziranında benim gibi mevta olduğunu açıklıyordu. Anlaşılan Abdullah Dayı da buralarda olsa gerek. Sakın bir de o benimle randevu yapmaya kalkmasın. Bu kadarı yeter ama değil mi?
          İnsan bir defa ölür, on kez değil ya! Abdullah Dayı’nın hikayesi oldukça garip ve de tüyler ürpertici. Adam kendi çapında, yukarıda adını saymaya çalıştığım el pençe “vatan-millet ve Sakarya” hizmetlileri gibi bir kişiymiş. Gerçi onun öyle el pençe hizmet gibi bir kaygısı olmamış. İnanmayacaksınız ama Abdullah Dayı tam 43 kişiyi bu tarafa göndermiş. 38 ayrı cezaevinde 48 yıl hapis yatmış. 1991 Haziranında çıktıktan sonra da 48 gün yaşayamadan, bizim tarafa postaladıklarının ardından kendisi de, soluğu burada almış. Dayımın kitabını dahi kaleme almışlar. Dayıma ait bazı bilgileri not ettim. Aslında bilgisayarda çıktısını alacaktım ama yazıcı (printer) olmadığı için yapamadım. Ben de oradaki bir tükenmez kalemle hohlaya hohlaya kalemi ısıtıp bir kağıda bir şeyler karaladım. Oysa burası öyle sıcak ki, (dünyadan kalma alışkanlık işte, kalemi hohlamanın ne alemi var ) dışarıda yüzlerce kazan fokur fokur kaynıyor. Hayatımda hiç bu kadar çok çirkin kadını bir arada görmemiştim.
        Etrafta katran kokusuna benzer bir koku da var sanki. Her yüzlerce litrelik kazanın başında büyük kepçeleri ile birer çirkin kadın görevlendirmişler. Çirkin kadının yapacağı yemek de, olsa olsa kendisi gibi olur. Şahsen ben olsam; böyle binlerce insanımla bir yere yemeğe davet edilsem ve yemeğin bu kadar çirkin yaratık tarafından yapıldığını görsem, bunu kendime yapılmış bir hakaret sayarım. O yemeğe kaşığımın ucunu dahi daldırmadan çeker giderim. Bu kadar büyük kazanlarda kime yemek yapıp, kimi ağırlayacaklar bilemiyorum. Savaştan dönen bir ordu mu ağırlanacak acaba, dedim ya ben daha yeniyim bilemiyorum. Burnumu da her şeye sokmasam aslında iyi ederim. Sorması ayıp, bu kadar kazanı nereden buldular. Be mübarekler yüzlerce gereksiz kazanı alacağınıza, üç beş kuruş verip, şuraya bir yazcı alsanız daha iyi olmaz mıydı? Derdini kime anlatacaksın ki, Allah bilir burada Marko Paşa da yoktur. Ama olağan üstü bir hazırlık olduğu bes belli. Çünkü herhangi bir tören havası falan yok. Hadi hayırlısı bakalım ama, içim de pek rahat değil doğrusu. Bir tedirginliktir sardı, bütün bedenimi. Pek iyi şeyler olacağa benzemiyor. Az ileride de uzunca bir köprüyü andıran bir şeyler yapılıyor. Ben köprü diyorum ama, şimdilik sadece çok ince ve uzun bir ipi bir uçtan diğer uca gerdirmişler. Köprünün olduğu yer oldukça derin bir uçurum. Fakat müteahhit işi iyice ağırdan alıyor. Sanki köprü yapılmayacak da, bu ipte cambazları yarıştırıp, gösteri yapacaklar. Aklım epey eksik geldi, bunu da anlayamadım. Doğrusu dayımı oldukça çok sevdim. Nazım’in aynı cezaevinde olduğunu duyunca, onu da koğuşlarına almak için cezaevi müdürü ile görüşmüş. Nazım koğuşlarına verilirse bir daha adam öldürmeyeceğine dair, Bursa savcısına da yemin billah namus sözü vermiş. Hatta bunun için rüşvetini de eksik etmemiş. Çok geçmeden Nazım’ı aynı koğuşa vermişler. Burada dayımın kitabından biraz alıntı yapayım. Turhan Temuçin adlı tanımadığım bir yazar tarafından kaleme alınmış. Ne diyeyim eline, yüreğine sağlık, ama dayımda anlatım o biçim. ‘Savcının yanından çıkınca koğuşa gittim. Baktım ki eşyalar yeni koğuşa taşınmaya başlamış.Yeni koğuşa taşındığımızda, Nazım baba da biraz sonra eşyalarıyla geldi. Zaten bir eşyası da yoktu. Kalktım elini öpmek istedim vermedi, boynuma sarılıp beni öptü.
          "Abi" dedim, "senin suçun ne? Niye yatarsın burada?
          "Benim suçum kalemimdir. Şiirlerimdir. İnsanları sevmemdir. Memleketimi de çok severim."
          Peki abi, biz yazmasını bilmeyiz ama, bizde insanları severiz. İnsanlara kötülük gelmesin diye işler yaptık. Haksızlığa tahammül etmeyiz, haksızlığa uğrayanın yanında oluruz.
          Benim atalarım da bu memleket için savaşmıştır. cenk etmiştir. O zaman bizim bunlardan da suçumuzun olması mı gerekir?"
          "Yok, sizin bunlardan suçunuz olmaz. Size bunlardan bir şey demezler, bize derler. Bu yüzdende bana ceza verirler."
          "Neden?"
          "Çünkü bana komünist diyorlar."
          "Komünist ne demek ağam?"
          "İşte bu anlattıklarım, yazdıklarım, düşüncelerim komünistlik oluyor."
          Ben bu "komünist" sözünü yeni duyuyordum.
          Güldüm:
          "O zaman demek ki, ben de komünistim de haberim yokmuş."
          Bu kez de o dev gibi adam güldü:
          "Yok olmaz öyle şey. Çünkü sen haksızlıkların üzerine silahla gidiyorsun. İnsan sevgisini, haksızlık yapanı öldürerek göstermek istiyorsun. Ben bu işi kalemimle yapıyorum. Kalemimle anlatıyorum.Senin silahın patladığı yerde kalır, benim kalemimse bu haksızlıkları anlatarak, bir gün bu düzeni patlatır, anladın mı?"
          Hiç bir şey anlamamıştım, ama bu dev gibi yiğit adamı çok sevmiştim. Nazım daha sonra Ankara’dan gelen bir emirle başka bir yere nakledilince, Abdullah Dayı; “Savcı ile olan kavlimiz bozuldu” deyip, icraatlarına kaldığı yerden devam etmiş. Peki ben ne yapayım. İyisi mi sorup soruşturayım. Abdullah Dayıyı bulayım. Görünen o ki, burada her şey zorlaşacağa benziyor. Köprüler, kazanlar falan yüreğimi daralttı. İyisi mi dayımın adamı olayım, kendisi ile güzelce muhabbetimi artırayım. Koluna gireyim, dost olayım, aramızdan su sızmasın. Hatta olmadı naramızı atıp, bize yan bakan kimsenin olup, olmadığını öğrenelim. Etrafı kolaçan edelim. Bari onun sayesinde; burada iyice ıslanıp, erimeye yüz tutan tuzumuzu biraz olsun kuruturuz, diye düşünüyorum. Dedim ya hayat güzel, nerede olursa olsun. Madem bundan sonra bu mekandayız, o halde bunu iyi kılmanın yollarını araştırmak gerekiyor. “Ya Allah, ya bismillah.” Kolları sıvayıp Abdullah Dayıyı bulayım. O’nu bir güzel kucaklayayım, o mübarek ellerinden öpeyim. Saygıda kusur etmeyeyim. Ağzından çıkan her kelimeyi bir emir olarak göreyim. Hemşehri sayılırız, hatta akraba dahi olabiliriz diyeyim. “Abdullah Dayı nerelerdesin? Bekle beni geliyorum. Bekle ne olursun!” Mutlu olun. Beni kafanıza takıp, düşünmeyin. Hayatın tadını çıkarıp, diyarınızı peşin yaşanan cennet eyleyin. Ömrünüz bereketli olsun. Bir daha ki mektubumda adresim belli olursa yazarım. Kim bilir belki sizlerden de bana yazanlar olur.
          Kalın sağlıcakla. Selam ve sevgilerimle…

Adı – sanı mühim olmayan bir Mevta
Amsterdam, 10 Nisan 2011

6 Nisan 2011 Çarşamba

RAMİ’DE HÜZÜN


RAMİ’DE HÜZÜN
         
         Çok da uzaklarda değil, hemen karşıda, yüzlerce yıldır inatla dimdik ayakta kalarak, geçmişe tanıklık eden ve koskoca bir alana yayılan tarihi Rami Kışlası. Çok uzağında olan güneş, bulutların ardındaki nazlı misafirliğini sona erdirerek dünyadan el ayak çekince, türkülere konu olan bu tarihi yapı, daha önce binlerce defa olduğu gibi, başka bir günün karanlığına bürünüyordu. 1960 yılına kadar faal kalan Rami Kışlası, tüm anıları, tarihe yaptığı tanıklığı ile asırlarca; sayısız amansız savaşçının korunağı olmuştu. Düşman olarak adlandırılan insanlar, nasıl öldürülür, bağırlarına nasıl süngü saplanır,  kelleleri bir kılıç hamlesi ile gövdelerinden nasıl ayrılır, tüm bunların eğitimleri yine burada verilmişti. Ölümün adamlarına komutlar verilirken, istila akınlarının hareket noktası da olan bu mekanda, elde edilen ganimetler büyük kavgalar ve patırtılar ile yine bukışlada pay edilmişti. Ne yazık ki bu koskoca yapı; devasa duvarları, yüksek  kapıları, menteşelerindeki paslı çivileri, sıvasının her zerresi, her an düşecekmiş gibi duran duvardaki yontulmuş taşı, tozu ve toprağı ile pek çok olaya lallığı ile tanıklık ettiğinden, kırık dökük de olsa tek bir kelime olsun dışa vuramıyordu.
         Kışlanın Dumlupınar kapısının önünde, gündüze göre daha bir hareketlilik yaşanıyordu. Kapıdan girip çıkan kalabalığın ağızlarından dumanı andıran buharlar yükseliyordu. Hava soğuktu ve yer yer buzlanma hakimdi. Doktor Nevzat Bey, sahibi ve aynı zamanda başhekimi olduğu  altı katlı lüks polikliğinin penceresinden yakınındaki bu tarihi kışlanın önünde olup biteni, günün yorgunluğu tüm bedenine çöreklenmiş bir halde gözetliyordu. Bir yandan da hemen hemen her akşam olduğu gibi yine türküsünü mırıldanıyordu.

“Rami kışlası kapısı
Islak yıldızlara bakar
Sarı duvarlar ardında
Askerler gülleri bekler

Rami kışlası kapısı
Ardında kapalı düşler
Işır gecenin koynunda
Doğunca ıslak güneşler
......................................”
Bu türkü hem olanca yorgunluğunu alıp götürüyor, hem de yüreğinde her an hissettiği derin hüznünün, yıllardır kabuk bağlamayan yarasının ilacı ve bir nevi panzehri oluyordu. Yoğun bir günün daha sonuna gelmişti. Onlarca hastasına yardımcı olup, onların yaralarına merhem, acı dindirici ve çare bulucu olmaya çalışmıştı. Polikliniğin birinci katındaki pencerenin pervazına, boynunda çıkarmadığı stetoskobu ve beyaz önlüğü üzerinde olduğu halde, dayadığı sol omuzunu biraz hareket ettirerek, camın alt kısmını kaplayan buğuya dört harfli bir kelime yazdı. Sesli olarak okuyup, Suna... Suna...  diye, bir kaç kez tekrarladı. Yaşlılığın belirtilerinin iyice görüldüğü emektar elinin titreyerek ve içi burkularak  yazdığı, biricik kızlarının adıydı.
         Derin bir iç çekişin ardından önlüğünü ve stetoskobunu arkasındaki sandalyenin üstüne atıp, acele ile paltosunu giydi. Adımları O'nu parkın arkasında bulunan evine götürüyordu. Yol boyunca, yanından gelip geçenleri görmüyor, tanıdıkların verdiği selamları almıyordu. Dalgın dalgın kızını ve yaşlı yüzünde o inanılmaz güzelliğini hala koruyan, fedakar karısını düşünüyordu.
         Yaklaşık on dakikalık bir yürüyüşün ardından evine geldi. Üç basamaklı merdiveni çıkıp, haki yeşile boyalı, cam kısmı tamamen döküm demirli ağır kapıyı usulca ittirerek açtı. Nevzat Beyin  geldiğini duyan; karısı Suzan Hanım kocasını, yüzündeki ağır hüznün gölgesinde kalan bir sevinçle, boynuna sarılarak karşıladı. Ardından pileli beyaz önlüğü ile yardımcıları Fahriye geldi ve Nevzat Beyin paltosunu alıp, yan duvardaki vestiyere asmak istediyse de, Suzan Hanım buna müsaade etmedi. Paltosunu kendisi asıp, tüm gün görmediği kocası ile böylelikle yakınlaşacaktı. Buğulu gözlerini kocasından kaçırmaya çalışarak, gurur duyduğu bu adama sanki yıllarca görmemiş gibi boynuna sarılıp, uzun uzadıya kokladı. Nevzat Bey eşinin ellerinde tutup;
“Neyin var, ne oldu hayatım?”
“Gelmiyor Nevzat, gelmiyor. Kendi evinde kalmak istiyor. Nuh diyor, peygamber demiyor. O lanet olası kararından da vaz geçmiyor. Ne olacak böyle? Hangi anne ve baba böylesi bir karara kayıtsız kalır, yüreğimiz buna daha fazla nasıl katlanır?”
Nevzat Bey ağlamaklı bir sesle, çaresizce kafasını iki yana sallayıp;
“Bilemiyorum Suzan. Ben de ne yapacağımızı bilemiyorum.” demekten başka bir  şey söyleyemedi. Hüznü daha da artmış olarak, oturma odasına geçti. Güzel ve huzur dolu yuvalarında tam bir matem havası hakimdi.
         Suna yaklaşık on yıldır babasının evinden iki sokak ileride, yardımcısı Hanife ile birlikte kalıyordu. Koyu kahve rengi gözlerini kırpıştırarak, parmaklarına doladığı uzun ve bukleli kumral saçlarını durmadan çekiştiriyordu. Yüzü soluk ve gözlerinde ise fer kalmamıştı. Yine yıllardır sürekli ağrılar içinde uzandığı yatağındaydı. Çok önemli bir karar almış ve bunu anne ve babasına, doktorlarına bildirmişti. Bu kararında direnecek ve en küçük bir taviz vermeyecekti. Gözlerini hafif yana çevirerek, sesli olarak;
“Buraya kadarmış.” derken, ardından gözlerini usulca yumdu. Ömrü boyunca hayatında elle tutulur bir şey yoktu. Olumsuzluk diz boyunu aşıyordu. Yıllardır hastane, ilaç kokuları, duvarlara asılı iskelet afişleri, insanları susturmaya çalışan beyaz önlüklü hemşire resimleri, mavi önlükleri ile fakir görünümlü hasta bakıcıları, hastalarına tepeden bakan uzaylı doktorlar ve benzeri, görünümler ve objeler. Bu tek düzelikten artık iyiden iyiye gına gelmişti. Dünyada tutunacağı tek bir dal yoktu. O her gün derin bir uçurumdan aşağı hızla kayıyordu. Oysa daha otuz beşine yeni girmişti. Şaire göre yolun yarısı olsa da, onun için yolun sonuydu. Bir hayli engebeli olan yolu, artık hiç bir yere çıkmıyordu. Aklına yıllardır o çok tuttuğu Rus atasözü bir kez daha geldi.
“Şanslı insanların horozları bile yumurtlamaya başlar” . İçinden; “Horozlardan geçtim, bırakın onları bir tarafa, benim tavuklarım dahi yumurtlamıyor.” diye mırıldandı. Şans kendisinden yana değil gülmek, kaş göz bile etmiyordu.
         Oldukça varlıklı ve iyi kariyerleri olan bir anne ve babanın tek kızıydı. Çocukluğunda herkesin hayranlıkla gözlerini alamadığı şipşirin bir kızdı. O güzelim yıllar, el sallayıp, çar çabuk geride kalmıştı. İlkokuldan  itibaren bütün okullarda onun azmi, terbiyesi, zekası ve gösterdiği başarı konuşulur ve hep örnek olarak gösterilirdi. O yıllar arkadaşları, öğretmenleri ve çevresindekiler tarafından ne çok sevilirdi. Herkes kendisi ile arkadaş ve dost olmaya can atardı. Bulunduğu ortamda etrafına adeta pozitif enerji pompalardı. Fakat daha sonra karabasan gibi sökün eden zaman, ne yazık ki çok sevimsiz yıllardan oluşuyordu.
         Ortaokul son sınıfta, çok soğuk bir İstanbul günüydü. Suna ateşler içinde yüzü, gözü ve boğazı şişmiş bir halde eve döndü. Annesi Suzan Hanım biricik kızının bu halini görünce çok telaşlanıp, kocası Nevzat Beyi acele eve çağırdı. İlk muayeneyi Nevzat Bey yaptı. Ardından kızını acele ile kendisinin polikliniğine götürdü. Olup biteni babası da görmüştü, sadece aşırı soğuk algınlığıydı. Biraz dinlenme ve iyi bir vitamin takviyesi ile kısa sürede geçerdi. Doktor arkadaşı;
“Suna’nın bademcikleri çok şişmiş. Hocam isterseniz ileride tekrar sorun olmaması için bademcikleri alalım mı?” diye sorunca, anne ve baba da itiraz etmediler. Tıp dünyasında az görülen bir olay oldu. Alınan bademciklerin ardından bir çok hastalık adeta kol kola girip, bu dünya tatlısı küçük insan bedenini istila ettiler.  Astım, Şeker, tansiyon ve derken pek çok hastalık el birliği ile Suna’ya hayatı zindan ettiler. Yaşam kalitesi hepten yok oldu. Tedavi için gitmedikleri doktor, hastane ve ülke kalmadı. Fakat hiç bir doktor Suna’nın derdine derman olamıyordu. Okul dışındaki tüm zamanları ailecek hastaneleri dolaşmakla geçiyordu. Yıllar su gibi değil, var olan kahredici güçlükler ve ağrılarla geçti. Tedavi için İsviçre, Amerika, İngiltere ve Almanya’ya da gittiler, ama tüm uğraşıları sonuç vermedi. Liseden sonra İstanbul Teknik Üniversitesi’ nin bilgisayar mühendisliği bölümünde okumaya başladı ve onca hastalığa rağmen büyük başarılar gösterip, okulunu bitirdi. Üniversitenin son sınıfında aynı okuldan Ümit adlı bir arkadaşı oldu. O´na yakınlaştı, bağlandı ve çok sevdi. Yan yana yürüdükleri zaman dahi başını O´nun göğsünün hizasına getirip, kuytu bir liman gibi O´na sığınıyor, sıkıntılarını o an için olsun bir nebze unutuyordu. Hastalığı konusunda Ümit ile fazla konuşup, bu konuda O´na bilgi verememişti. Bedeninin her yanında acılar hissetse de, sevdiğinin elinden tutup yürümeyi, yatağında uzanmaya yeğliyordu. Kısa sürede pek çok şeyi paylaştılar. Ümit ile birlikteliğinde Suna’nın hayata bakış açısı alabildiğine değişmiş ve yaşama daha iyi tutunmaya başlamıştı. Güneşli güzel bir bahar gününde yine el ele dolaşırlarken, Suna’nın midesi aniden bulanmıştı. Ardından kendisini tutamamış, büyük bir mahcubiyet ve utanma duygusu ile sokak ortasında istifra etmek zorunda kalmıştı. O günden sonra da Ümit’i bir daha göremedi. Hastalığının nasıl olduğunu, onun arkadaşlarından gizlice öğrendiğinden, bunu ilişkilerinin önünde büyük bir engel olarak görmüş olmalıydı. Ümit de kendisine ne yazık ki umut olamamıştı. Can havli ile tutunmaya çalıştığı bu dal da zayıf çıkmış ve çatırdayarak kırılıp, O´nu bir kenara fırlatmıştı. Uzun zaman yaşadığı bu hayal kırıklığını unutamadı. Bu kısa süreli güzel günler, bir kaç tane fotoğrafta kaldı. Daha sonra yoğunlaşan ağrılar, hastane ziyaretleri ve tedavi uğraşıları bu kırgınlık alevinin üstün biraz olsun kül serpiştirdi.
         Gelinen zaman aşamasında ise kendisine göre, artık hayatla çok cılız olan bağlarını koparmanın zamanı gelmişti. Bunu daha fazla sürdürmenin hiç bir yararı yoktu. Bu nedenle bir an önce yaşam ile olan tatsız ve çelimsiz olan bağını koparmak için bütün tedavileri ret edecekti. Artık yeterdi. Bundan sonra hiç bir doktora gitmeyecek, ilaç almayacak, daha az gıda alacak, temiz ve daha çok oksijen almak için iki de bir gitmekten bıkıp usandığı Kaz Dağlarına da çıkmayacaktı. Tüm ilaçlarını çöpe attı. Hastaneler ile olan tüm randevularını iptal etti. Başta anne ve babası olmak üzere, onun tedavisini mutlaka sürdürmesi gerektiğini, yaptığının anlaşılır tarafının olmadığını, bunun bir cinayet olduğunu söyleyenlere karşı inatla ayak diredi.
         Şair Hilmi Yavuz’un bu dizelerini çok seviyordu. Bu dizeler adeta onun bu garip ve hüzün yüklü yolculuğunun rehberi gibiydi.
''..........................................................................
Acının vergisini verdik, gülün haracını ödedik,
Hüznü demirbaş defterinden düşmeye geldi sıra
............................................................................''

O Rami’nin hüznüydü. Bu hüznün de Rami’nin demirbaş defterinden düşürülmesinin zamanı gelmişti. Bunun için yardımcısı ile birlikte tüm hazırlıklarını tamamladı. Evine çağırdığı bir tabut yapımcısına ceviz ağacından, taslağını kendisinin çizdiği bir tabut yaptırdı. Tabutun baş tarafına gelecek şekilde mektup sığacak kadar bir de açıklık bıraktırdı.  Tüm akrabalarına, arkadaşlarına ve dostlarına kararını bildirip, ölümünden sonra kendisine mektuplar yazmasını ve bunları tabuttan içeri atmasını ve bu tabutla gömülmesini rica etti. Bu sevdiklerinden son isteği olmuştu.  Şaşkın bakışlarla bakanlara;
“Belli mi olur, belki yazdıklarınızı okuma olanağım olur. Ben de sizlere yazarım.” diyordu.  Facebook arkadaşlığından ve cep telefonlarından kendisinin hatırı için, verilerini silmemelerini de sıkıca tembihliyordu. Hatta öldükten sonra kendisini aramaları halinde, belki de telefonlarını yanıtlayabileceğini söylemeyi ihmal etmiyordu.
         Aylar sonra demirbaş defterinden Rami’deki hüzün düşürüldüğünde, Suna’nın tabutundan içeri doğru bukleli saçlarının arasına, gözlerinin üzerine, anlına ve tüm bedenin etrafına yüzlerce mektup doluştu. Dostları ve arkadaşları Suna’yı facebook sayfalarından ve cep telefonlarından silmedi. Aradan uzunca bir zaman geçmesine rağmen, kimse kimseye Suna’nın mektubuna yanıt verip, vermediğini veya O´na telefon edip etmediğini soramadı. Rami’de hüzün; yerini Suna ile dopdolu anılara ve inanılması güç insani ilklere bıraktı.

Amsterdam, 6 Nisan 2011
                                      


19 Şubat 2011 Cumartesi

GOYİM’ LERİ BEKLERKEN






GOYİMLERİ BEKLERKEN


Aldırmadan, acımadan, utanmadan
Kocaman yüksek duvarlar ördüler dört yanıma.
İşte oturuyorum şimdi umutsuz
Bu yazgı kemiriyor beynimi, başka şey yok aklımda;
Yapacak neler vardı dışarıda.
Ah, duvarları örerken nasıl görmedim onları?
Ne sesini duydum örücülerin, ne gürültüsünü.
Çıt çıkartmadan kapamışlar bana dünya kapılarını.”
Kavafis, Barbarları Beklerken (Duvarlar)


O bir “goyim”. Musa Peygamberin deri tabakaları üzerine büyük bir ihtimamla yazdığı, Yahudilerin kutsal kitaplarından Talmud’da sık sık bahsettiği bir goyim o. Kutsal kitap Talmud’a göre Yahudi olmayan herkes birer goyimdir. Bu sözcük Müslümanların “gavur-kâfir” tabirleriyle birebir aynı anlama gelse de goyim olmanın aşağılanma seviyesi diye adlandıracağımız kırık çıtanın yüksekliği, Yahudilik inancına göre çok daha yukarılardadır.
Öyle ki aslında o bir canlı olarak insan bile değildir. Yahudi olmayan, bir diğer adıyla, yani goyimler, Tanrı tarafından insan görünümünde yaratılmış hilkat garibesi-mendebur ucubelerdir. Dünyanın yegane sahibi ve tek üstün ırk olan Yahudilerin emirlerine amade, ilelebet el pençe bekleyen kürek mahkûmu hizmetçilerdir goyimler. Gerçek bir Yahudi’nin gözünde goyim denilen kişilik, sözüm ona canlı bir yaratık olsa da gerçek anlamda bir hiç bile değildir.
Günümüzde ürperti veren bir yükselişle nüfusu yedi milyar gibi devasa bir sayıyı ardında bırakan; çeşitli din, dil, ırk, renk, katman, dünya görüşü ve pek çok bariz farklılıktan oluşan insanlığın arasında da, ne idüğü belirsiz, hani mecazi anlamda tam da Yahudilerin tanımlamalarıyla örtüşen, bir goyim de diyebileceğimiz bir gramlık faydasından çok milyonlarca kat daha fazla zarara sebebiyet veren pek çok ucube yaratık hiçbir engele takılmadan fütursuzca ellerini kollarını sallaya sallaya dolaşmaktadırlar. Bu kişiliklerin pek çoğumuzun yüreklerinde zamanla açtıkları yaralar dehşetli acılara neden oluyor. Aldığımız nefesle inip kalkan göğüs kafesimizin sol yanındaki cevherde şefkatle korumaya çalıştığımız, adeta kuş tüyü yatağında mışıl mışıl huzur içinde uyuyan mutluluğumuzun, en nihayetinde kanatlarını hızla çırpan minik bir serçe misali uçup gitmesine neden oluyorlar.
Bir goyimle yaşanan ilişkide yapılan kötülük insan yüreğinde beterin beteri, adeta nefes aldırmaz bir kâbus olup üzerinize çöreklenir. İnsan kendisini apansız bir uzam boşluğuna düşmüş gibi hisseder. Çok geçmeden kendinizi koca bir dağın yorgunluğunda bulursunuz. Goyime sarf ettiğiniz onca emek, yapılan onca iyilik, verilen insani değer kendileri tarafından bir anda sıfırlanır.
Goyimla kurulan her ilişki, insanoğluna en nihayetinde büyük bir mutsuzluk getirir. Bu birlikteliğin getirisiyle dünyası başına dar edilir, bir çırpıda her şey tuzla buz olur. Yıllar yılı oluşturma çabası içinde olduğu güzelim insani düzen alabora edilir. Sebep olduğu depremin sarsıntısı ise, yaşanan şokun etkisinde, yârinin yanağından doyulmaz buseler alan dudaklarını uçuklatacak kadar büyük olur. Kişi üzerinde yarattığı hasarın bertaraf edilip giderilmesi çoğu zaman oldukça uzun bir zamanını alabilir. Ömrünüzün geriye kalan kısmını yüreğinize goyim tarafından doldurulan cam kırıklarıyla geçirirsiniz. Verilen tahribat mağdurun ruhsal hassasiyetine de bağlı olarak onlarca yıl sürebilir. Goyim insanı insan kılan değer yargılarının köküne kibrit suyu çeker. Hatır, iyilik, örf, âdet, incelik, nezaket, güzellik ve sevgiye zerre kadar mekân tanımaz. Bunlar bir goyim için içi boş, kof ve kıymeti harbiyesi sıfırın çok altında olan gereksiz kavramlardır. Değil bir fincan acı kahvenin, sunulan tonlarca balın hatırı saniyelik değildir. Ancak işi görülene kadar bu kavramlara önem verir gibi gözükmesini de çok iyi bilir. Zaten köprü geçildikten hemen sonra, bu kavramlar yanı başındaki suya kaşla göz arasında hemencecik, vefasızlığın timsali olan bir tekmeyle atılır. Elbette onun da goyim olmasını gerektirecek nedenler ve bu olumsuzluğa zemin teşkil edecek ortam veya derin bataklık bütün belirleyiciliğiyle mevcuttur. İşin acı tarafı, söz konusu kişilik istese de bu konuda elinden bir şey gelmez. Zamanında savunmasız olan ve bulunduğu ortamdan kaynaklanan nedenlerle, bu kişiliği tamamen eline geçiren ahtapot görünümündeki karmaşık manevi güç onlarca koluyla onu kenetler. Bundan sonrasında can havliyle ortaya konacak olan çırpınışlar haliyle beyhude kalır. Goyimliğini tüm kırıcılığı, insanlara verdiği manevi tahribat, sınırsız arsızlık, kof ukalalılık, densizliği, mide bulandıran ve zerre kadar olmayan vefasızlığını, pes ettiren nankörlüğü, ihaneti ve daha akla hayale gelebilecek olan bütün olumsuz yanlarıyla sürdürmek zorundadır. Bu gayri insani tavırlar, artık onun vazgeçemeyeceği yegane temel besin kaynağıdır. O artık misyonunu acımasızca sürdürmek yükümlülüğündedir.
O dünyaya goyim olarak gelmemiştir. Aslında goyim biçaredir, bu iğrenç kişilik yapılanması konusunda yapabileceği pek bir şey yoktur. Öyle veya böyle serde goyimliğin genleri onda da silsile yolunu takiple gelip dört başı mamur bir edayla yayıla yayıla beyninde bağdaş kurmuştur. Daha sonraları bu olumsuzluğun farkına varsa da böyle olmasını zorunlu kılan, insanlık için çok nahoş durumlar doğuran ve artık yerleşik bir hal alan iğrenç kişiliği, zavallı benliğinden söküp atması olanaksızdır. Zamanla gelinen geriye dönüşün olmadığı aşamada kendisinden goyimleştiğini görmesini beklemek de haksızlık olur. Zira söz konusu kişilik ve ortam bu halinin gayet normal, hatta vaziyetin tamamen berkemal olduğu algısına kapılır. Vicdani muhasebe zaruriyetinin gereksizliğine, herhangi bir olumsuzluğun hiç de mevzubahis olmadığına bütün doğallığıyla kendisini ikna eder.
Goyim kişilik genelde çok elverişsiz ve özellikle de sevgisiz bir ortamda dünyaya gelir. Elde olmayan avuçta zaten nafiledir. Bu ortamda “at ve avrat yoktur. Şan, silah, şöhret zurnada peşrevdir”. Yoksulluk çoğunlukla diz boyudur. Kırıntı halinde de olsa sevginin minik kırıntılarına, devasa büyüteçlerle de baksanız, iğne ucu büyüklüğündeki herhangi bir izine maalesef rastlayamazsınız. Toplum, ilgi, nezaket, duygu, vicdan, empati ve pek çok benzeri kavramla hiç ilintili değildirler. Yer aldığı olabildiğince olumsuz bir konumda olan ortam, onun adeta besin kaynağına dönüşür ve bu kaygan zeminde goyim kişilik, söz konusu misyon adayının dimağında gün geçtikçe güverir.
Goyim başkaları tarafından sevilmez. Halet-i ruhiyesinin ve tavırlarının iticiliği herkes tarafından bariz bir şekilde görülebilir. Küllenen sönük yıldızıyla, kendisi de dahil olmak üzere hiç kimseyle barışık değildir. Bütün konulardaki tılsımlarını tamamen kaçırtmıştır. Sürekli tedirgin, huysuz, haşarı, huzursuz, hırslı, hırçın, köylü kurnazı, kaçık, kaba, kavgacı, kırıcı, tam bir huşunet yanlısı, yaralayıcı, yırtıcı ve yıkıcıdır. Diz boyunu aşan megalomanlığı her an ayyuktadır. En büyük kendisidir, başka büyük yoktur. Her şeyi o bilir. En iyiyi o yapar. Tek doğru ona ait olandır. Mercimekten hallice beyniyle her daim ve her yerde “ulu hazretleri” ön plandadırlar. Onun dipsiz kuyu egosunun önüne geçmek olası değildir, bir milimlik çıkarı her türlü değerin binlerce kat üstündedir. Dünya denilen “kavanoz kıçlı” bin bir güzelliği ve çirkinliği bünyesinde barındıran yaşlı gezegen, zaten onların etrafında ve adeta onların yüzü suyu hürmetine durmaksızın fır döner. Bütün keramet onlardadır.
Bu bağlamda söylenecek şey, goyimlerin daha fazla insanı huzursuzluğa, mutsuzluğa, biçareliğe ve yüreklerinin oluk oluk kanamasına sebebiyet vermemeleridir. Her ne kadar Nâzım misali, “Yürek değil be, çarıkmış bu, manda gönünden, teper ha babam teper, paralanmaz, teper taşlı yolları” deyip ciddiye almadan üzerinize almak istemezseniz de goyimler insanlığa büyük zararlar veriyor. “Denizler ortasında yelkensiz, dipsiz kuyularda merdivensiz” çar naçar bırakılmanız an meselesidir. İnsanların dört çevresini dikenli tellerle çevrili yüksek burçlu mutsuzluk duvarlarıyla örüyorlar. Bu duvarlar, mağdur olan insanlara dayanılmaz acılar verip sevgi dolu kalplerinde ise oluk oluk kanayan onulmaz yaralar açıyor.
Dört gözle bekleneduran, biteviye “Godot’yu bekler” gibi şirret kişilikli goyimler veya barbarlar olmamalı. Sevgiyle, olabildiğince bir genişlikte kucak açılan, kızıl güller, karanfiller, mor menevşeler, mimozalar, mis kokulu -güzelim- nazlı kır çiçekleriyle karşılanan insanlık ve güzellik olmalı. Ola ki bir tesadüf eseri isteminiz dışında bir goyimle yolunuz kesişirse, tez elden lavlarını püsküren bir yanardağdan, tsunami, veba, deprem, sel baskını, hortum fırtınası ve akla gelen bütün felaketlerden kaçarca-sına uzaklaşın. Yem olmayın, kurtarın kendinizi.
Anadolu’da söylenegelen ve k
ıymeti harbiyesi çok olan deyimdir: “Katran kaynatılarak şeker elde edilmez.” Goyime ne yaparsanız yapın, isterseniz allayıp pullayın, altın veya gümüş suyuna batırın, başınıza taç yapıp taşıyın ama goyimle bir yerlere varılmaz. Ancak hepten bir daha belinizi doğrultmamak üzere yok olursunuz. Bahar yüzü göremezsiniz. Güneş yüzünü sizden saklar. Ay küskün bir halde çok uzaklara kaçar. Var etmek çabası içinde olduğunuz lolipop renklerindeki dünyanız kararır. Yüreğiniz sararır. Kanınız durur. Aklınızın suyu çekilir. “Aşil topuğunuzdan” vurulmanız an meselesidir. Hain pusularda bekleyen insanlık düşmanı bu eciş bücüş, sinsi kişilikler ne kadar tez elden keşfedilir ve var olan ilişkide araya ne kadar çok mesafe konulursa, edinilen hasar da o denli asgari düzeyde olur. Dikkat, sağdan, soldan, aşağıdan, yukarıdan, önden ve arkadan goyimler geliyor!

Amsterdam, 16 Eylül 2004




14 Şubat 2011 Pazartesi

GUNDİ AYDO

 GUNDİ AYDO*

                                                                                             
         Büyük burunlu, kırçıl pos bıyıklı, boksör çeneli, geniş ve açık alınlı, altmış yaşına merdiven dayamış, ter kokulu şapkasının altında henüz dökülmemiş kıvır kıvır saçları ile gariban bir gundidirAydoAydo gundi gelip, gundi  giden, yirmi dört ayar bir gundi oğlu gundiGundilik Aydo’nun kıçına kırk tane ayağı (iğne sivriliğinde), olanca gücü ve eşek inadı ile kenetlenen, koparılıp atılması kabil olmayan, kendisi ile tinsel, tensel ve her açıdan bütünleşmiş - yapışık kömür karası bir kenedir adeta. Babasından devraldığı bu mirasın çok da kıymeti harbiyesi olmadığı gibi, toplum içinde benliğine mahcupluk ve eziklik veren cinstendi.
         Gundi Aydo’nun köyündeki  dar yaşam alanı, haşır neşir olduğu insan sayısı, yaşamın çeşitliliği ve kalitesi pek de yüksek değildir. Sosyal  ve kültürel faaliyet alanı da haliyle oldukça sınırlıdır. Dünyada insanın başını döndürecek kadar çok, hızlı ve artçı gelişmeler, olaylar olduğu halde, Gundi Aydo bu açıdan diğer gundileri gibi adeta ayrı bir gezegenin insanıdır. Olup bitenlerden bihaberdir. Deyim yerinde ise bu konuda en işitme özürlü “Sağır Sultandır” gundi Aydo. O, yaşananları gundiliğinden dolayı çoğu zaman, sağlıklı değerlendiremez. Yaptığı siyasi tercihler bilimden, çağdaşlıktan ve daha yüksek olan insani yaşamdan yana değildir, çünkü o bunları kavrayıp göremez. Aldığı eğitim sağlıklı düşünebilmesi için oldukça yetersizdir. Gundi Aydo’ların belirleyici çoğunluğunun seçtikleri, bir avuçluk azınlığın borusu öter. Okuma ve yazması olmayan Gundi Aydo’lar; imza yerine mürekkebe batırdıkları parmakları ile insanlığın kaderini belirlerler.
         Üretmekten alıkonulan “milletin efendisi” olduğu vurgulanan gundiliğin bu payesi de inandırıcılığını hepten yitirmiştir. Kendi ihtiyacı olan bir kaç yumurtayı dahi köy bakkalından alan Gundi Aydo’ların, başkalarının efendisi olma özelliği de, büyük bir yalana dönüşmüştür.
         Tek hobisi, boş zamanlarında evinin duvarına sırtını dayayıp, gözlerini kırpıştırarak güneşe yüzünü dönüp, çömelmiş bir vaziyette oturan Gundi Aydo’nun, köylü olmasının avantajları ve dezavantajları birbirinden oldukça farklı ve çoktur. Bunlar sayılmak ile bitmez. Gundi Aydo’lar yaşanan etkinliklerden, dünyada var olan onca olanaklardan ya bi haberdirler, ya da bunu kavrayacak bir yeti veya hayal gücüne sahip değildirler. İnsanlar için olan onca güzellik, kültürel etkinlik, eğlence ve benzeri aktiviteler; onların ayaklarının altından coşkulu bir akarsu gibi akıp, gider. Onlar susamadıkları için, çağıldayan bu berrak sudan bir yudum dahi  içmezler. Metropollerde, şehir ve kasabalarda her gün yüzlerce opera, müzikal, her türden müzik konserleri ve tiyatro gösterileri yapılır, salonlar hınca hınç dolar. Gundi Aydo ne yazık ki tüm bunlardan bir nebze olsun nasibini alamaz. Sinema, konserler, müzikal, opera, bale,  tiyatroya ve resim sergilerine gitmez. Herhangi bir yayın, kitap ve gazete okumaz. Günün birinde eşi, çocukları, arkadaşları veya bir yakını ile birlikte kar beyazı örtülerin serildiği masaların bulunduğu bir restauranta gidip, mum ışığının pır pır ettiği loş bir köşede oturmaz. Bir kadeh rakı veya şarabı yudumlayıp, ne başkalarının ne de kendisinin şerefine kadeh tokuşturup, sevdikleri ile güzel bir yemek yemez. Sevgilisi veya nişanlısı ile bir pasta hanede buluşup, Colaturka** içip, pasta yiyemez. Gundi Aydo’nun buluşma yeri gizli saklı bir samanlıktır.  Nişanlısının elini samanlıkta bulunan, güzel gözlü boz eşeğin mahzun bakışları altında, mis amber kokular içinde tutar. Kırmızı bir elmayı yer gibi, şapur şupur nişanlısının al yanaklarından öper.
         Televizyonda Brezilya’yı aratmayan dizi enflasyonundan, bu sıralar revaçta olan “Fatma Gülün suçu ne?” yi seyreder, daha fazla dayanamaz ve Fatma Gül’ün suçunu üstlenir. “Hanımın çiftliği” dizisinde; kah Kabak Hafız’a, kah Zaloğlu’na acır. Dizilerini seyrederken höpürdederek tavşan kanı çayını içer, yanı sıra kavurga-qelinek (kavrulmuş buğday) yer.
         Nazım, AragonNeruda ve E.A.Poe’dan gürül gürül aşk şiirleri okumaz. Gundi Aydo Figaronun düğününe değil, köyünde üç gün üç gece süren Fadime’nin düğününe gider. Tabanca ile havaya kurşun sıkıp caka satar. Radyo veya televizyonlarda insan ruhunu okşayan Edit Piaf, Louis Armstrong, Nina Simone, Mercedes Sosa, İbrahim Ferrer, Bill Evens, Beethoven, Mozart ve Bach’ın melodileri Gundi Aydo’ya bir şey ifade etmez.
Oysa Ferdi Tayfur onu sığıntı halinde yaşadığı, tutunamadığı şehir yaşantısından köyüne dönmeye, köyünün yağmurlarında yıkanmaya, Fadime’nin düğününde halay çekmeye davet eder. Çeşmenin başına varmanın pişmanlığını yaşar.  Güzelin güzel yüzünü çeşme başında gördüğünden dolayı, hem kendisine, hem de dinleyicisine kahrettirir.
         Hakkı Bulut zar zor bulduğu, gidip gelmeler yaşayan sevgilisine ne köşkünün, ne de sarayının olduğunu saklamadan, dobra dobra severse kendisini köylü olarak sevmesini bas bas bağırır. Adı üstünde bu arabesk melodiler Gundi Aydo’nun tüm damarlarına nüfus edip, onu transa sokar, aklını başından alıp, onu dumura uğratır.
         Gundi Aydo köyünde karşıdan karşıya geçerken, trafik lambasını beklemesine gerek yoktur. O nedenle freni patlayan kamyonun da altında kalmaz. Simitçi, kalaycı, hurdacı, eskici ve her türden seyyar satıcının tiz haykırışları evindeki sessizliği bozmaz. Gundi Aydo’ların kendisi gibi köylü olan karşı cinsleri, balık istifi dolu toplu taşım araçlarında “fortçuların” tacizine uğramaz, cüzdanları çalınmaz. Daha insani bir yaşam için yapılan protesto gösterilerine katılıp, polis tarafından coplanıp, kurşunlanmazlar. Dolmuş, otobüs, ekmek ve diğer bilumum kuyruklarda beklemezler. Ama istediği gibi yerlere tükürür, stres nedir bilmez, canı sıkılmaz, bunalımlara girmez, zamanla yarışma kaygısı olmaz. Olmayan randevusuna geç kalmak gibi bir sorunu zaten hiç yoktur. Her gün ütülü elbise giyme, sakal traşı olma, ayakkabılarını boyama, makyaj yapma gibi bir sorunları yoktur.  Çöp, kanalizasyon ve benzeri vergileri vermesine gerek kalmaz.
        Gundi Aydo’lar bu dünyadan pek çok güzelliği yaşamadan, ömür denilen  bir zaman süresine bin bir yoksulluk ve hastalığı serpiştirerek doldururlar. Bir kaç köylüsünün omuzlarında, ahşap bir tabutun içinde mezarlığa doğru, geriye dönüşün olmadığı bilinen bir yolculuğa çıkar. İmam efendi bilinen sorusunu, sesini gürleştirip, aksini söylemeyin sakın dercesine yükseltip sorar.
“Ey Cemaati müslimin... Merhum Gundi Aydo’yu nasıl bilirdiniz?”
“İyi bilirdik.” Söylenen sanki: “İyi bilirdiniz, o zaman gömün toprağa gitsin” dir.
         Gundileri tarafından iyi bilinen, ama milletin efendisi olup, olmadığı tartışmalı olan Gundi Aydo’ya, işin iyi tarafı hakkı olan da, olmayan da bol keseden “Helal olsun!” der. Böylelikle, yıllarca üstünde koşuşturduğu memleket toprağından, bağrına en sevdikleri tarafından onlarca kilo yığılan Gundi Aydo “seke seke”*** veda etmiş olur.

            *Köylü Aydo
            ** Bu yazıya Colaturka sponsorluk vermiştir. Yazıda rakı ve şarap kelimeleri kullanılmasaydı, ödeme iki katı yapılacaktı. Fakat verilen bir birimlik destek yeterli görüldüğünden, bu haram kelimelerin kullanılması daha ağır bastı.
            *** Can Yücel – Seke seke şiiri.
http://forum.mevsimsiz.net/index.php?showtopic=960  Son derece iyi bir hümanist şair olan Şükrü Erbaş’in bu linkteki şiiri de ön yargısız okursanız, büyük keyif alacaksınız.



Amsterdam, 14 Şubat 2011


                                                      




KORKU

      KORKU   “Elimde değil Olric! Ne efendimiz? Elleri Olric elleri…”   Oğuz Atay - Tutunamayanlar   Fırtınalı bir denizin da...