5 Eylül 2012 Çarşamba

NEŞE DOLUYOR İNSAN




NEŞE DOLUYOR İNSAN

          Gün doǧalı bir hayli oldu. Oysa oǧlu İsmail’in çoktan uyanması gerekiyordu. Biraz daha tembellik ederse, okula gecikecek korkusu ile telaşa kapıldı.
“Le.., la... İso” diye adını kısaltarak, baǧırdı. Aklına gelen bütün kürtçe küfürleri hiç de oralı olmayıp, horul horul yatmaya devam eden İsmail’e bir çırpıda, avazı çıktıǧı kadar haykırıp, zehirini kustu.
          “Le... la... Gavurun dölü. Boz eşeǧin kunnadıǧı, soykanın dölü. Ne camız gibi zıbarıp, duruyorsun. Kalk artık. Okula geç kalacaksın.”  Çok hiddetlenmesine raǧmen, oǧlunun kendisini hiç tınlamadıǧını görünce, ellerini böǧrüne koyup, çaresizlik ve şaşkınlık içinde, yassıca olan burnundan hızla soluyarak, medet umarcasına etrafına bakındı. Önce süpürgeyi kaptı ve sapı ön tarafa gelecek şekilde tutup, oǧlunu iyice pataklayarak, uyandırmanın en iyi yöntem olacaǧını hayalinden geçirdi. Ama bu düşüncesini pek tutmadıǧından, süpürgeyi yeniden köşesine fırlattı. Süpürge de misyonunun haricinde başka alanlarda kullanılmadıǧına sevinircesine şaklabanlık yapıp, her zamanki sessiz köşesine, sap kısmı alta, geniş yelpazesi köşeyi oluşturan iki duvara dayalı gelecek şekilde yerleşti. İsmail’in gardiyan annesi Sultan süpürgenin düşüş biçimine hayret ettiyse de, bu ayrıntılara takılmanın zamanı deǧildi. Yine de, bir an daha, birbirine yakın olan gözleri köşeye takılmadan edemedi. Süpürgenin kendisini adeta alaya alıdıǧı duygusuna kapıldı..
          “Sultan Hanım... Nanik... Nanik...” demediǧi kalmıştı. Kafasını iki yana sallarken, hiç istemeden başına  örttüǧü, annesinin kendisine hediye ettiǧi kırmızı , beyaz, yeşil ve sarı renkli minnacık boncuklarla etrafına küçük çiçeklerin işlendiǧi, tülbenti kısa ve kalın boynuna doǧru kaydı. Dalgalı saçları isyankar bir şekilde kalkıp, iniyorlardı. Bir an önce başka planlarla, gavurun dölü, eşeǧin kunnadıǧı İsmail‘i uyandırıp okula göndermeliydi. Kocası olacak mendebur, köy muhtarı ünvanlı Osman da evin duvarının dibinde, “dünya yansa içinde yorganı yokmuş” edasında,  tütünden ince uzun ama her hangi bir işin ucundan tutmayan parmaklarını iyice sarartmış, öksürüklere boǧularak, sabahın köründe, aǧrılarından sürekli şikayetçi olduǧu midesine doǧru, katranlı dumanlar salıp, ciǧerlerini körükler gibi doldurup, boşaltıyordu. Yaptıǧı tek iş köye jandarmalar geldiǧi zaman, kendisine emirler verip, kaynatılan onlarca yumurtanın kabuklarını soyup, bu kurbaǧa yeşili silahlı ve külahlılara yedirmekti. Onların yumurtayı neden bu kadar çok sevdiklerine hayret etse de, hiç bir gün meraǧını giderecek soruyu sorup, cevabını alma cesaretini gösterememişti.
          “Al babam, al bak sana yumurta soydum. Ye de kendine gel, canlan. Vatan ve millet sizden sorulur. Sizler olmazsanız, halımız nice olur?” Jandarmalar aldıkları yumurtaları iki hamlede bitirip, son parçayı yemek borularından büyük bir iştahla indirirlerken, ikinci bir yumurta fazla gecikmeye uǧramadan, Osman muhtar tarafından nezaketle sunulurdu. Yumurta soyma yarışması olsa, şampiyonluǧu kimseye kaptırmayacaǧına emindi.
          Sultan’a göre, on bir yaşındaki kızları Zeliha ne babasına, ne de kardeşine benziyordu. Evet, o tıpkı kendisi idi. Erkenden uyanmış elini yüzünü bir güzel yıkamış, saçlarını dahi kendisi taramıştı. Okul çantasını hazırladıǧı gibi bir birine dolaşan ufak adımlarla, okulunun yolunu tutmuştu bile.
O zamanlar ilkokul dördüncü sınıfa giden on yaşında bir çocuktum. Şimdilerde her dinginliǧimde, buna benzer çocukluk anılarım, bir 23 Nisan sınıfı gibi, ellili yaşlarda olan bendenizin hayallerini renk cümbüşü halinde süslemeye devam ederler. Her ikisi de çekip gitti bu diyardan. Anacıǧım beş yıl önce kalp yetmezliǧinden, babam da parmaklarını sarartırken, sinsice ciǧerlerini çürüten dumandan üç yıl önce vefat etti. Işıklar içinde yatsınlar.
          Annemin küfürler savurarak, cıyak cıyak baǧırıp, beni uyandırmak için kopardıǧı yaygara umurumda deǧildi. Beni ne kadar çok sevdiğini biliyorum. Hangi anne evladını sevmemezlik eder. On yaşındaki bir çocuk için biraz büyükçe ve kemerli burnumu çekip, küçük kahverengi gözlerimi minik ellerimle oǧuşturdum. Yorganı iyice çekip, altında kayboldum. Annemin sesi bir an kesilmişti. Annem gitti mi diye yorganı aralayıp baktıǧımda; koca bir sürahi su ile daǧınık kaşlarını gerip, kalın dudakları büzerek, başını bana doǧru iyice eǧmiş bir halde baktıǧını görünce ödüm, tespih ipi gibi koptu. Yuvarlanan yüzlerce Oltu taşı, yok yok kehribar boncuklar halinde dört bir yana daǧılarak yataktan fırlarken, annem bizim tarih kitaplarında yer alan, cepheye mermi taşıyan Nene Hatun heykeli gibi hala duruyordu. Biraz daha durmuş olsa belki köy muhtarı olan babam, yumurtalarımızı yemekten iyice kalçalanan karakol komutanı baş çavuşun eşliǧinde, selama durup, anamın mübarek ayaklarının dibine çelenk koyabilirlerdi. Olmadı. Anam Nene Hatun olmaktan vazgeçti, nene olmak için daha çok gençti. Gözümde korkunç bir hal alan, bu kadının annelik yüreǧi el vermemiş olacak ki, mermilerini kollu mavzere sürmedi. Gezden, gözden, arpacıktan deyip, söylemesi ayıp olsa da, (malum mal ortada olup, saklanamadıǧından, bu durumda söylemek ile yükümlü olduǧum) jandarmalardan arta kalan yumurtalardan hani bu sıralar epeyce palazlanıp, kilo alan mukaddes kıçımdan vurmadı, suyu üstüme dökmedi.
          Bütün maharetimi gösterip, yüzümün bir tarafını yarım yamalak yıkayıp, düştüm ilim, irfan ve bilgi yuvası olan, okul yoluna.
Okula geldiǧimde siyah önlükleri, beyaz yakalıkları ile öǧrenciler,  askeri bir disiplin ile tek sıra halinde, penguenler gibi salınarak sınıflara giriyorlardı. Yaşanan bu çok ciddi ortamın getirdiği boşluktan faydalanıp, karambole getirerek hiç bir gecikmeye uǧramamış gibi, midesinde yolladıǧi iki yumurtayı henüz hazım etmemiş bir penguen olarak ben de okul kapısından adımlarımı içeri doǧru attım.
          İlim yuvamızda hummalı bir çalışma ile büyük bir törenin arefesinde olaǧanüstü hazırlıklar yapılıyordu. Haftalardır askeri marşlar söyleyerek, marş marş tek sıra halinde yürümekten tabanlarımız şişmişti. Doǧrusu anlam vermekte zorlanıyordum.
          “İzmir’in daǧlarında çiçekler açar,
          Altın güneş ordu sırmalar saçar.
          Bozulmuş düşmanlar hep yel gibi kacar,
          Yaşa Mustafa Kemal Paşa , yaşa;
          Adın yazılacak mücevher taşa.”
          İzmir neredeydi, nasıl bir şehirdi, daǧları nasıldı, açan çiçekler ne türdendi. Çocukların bu çiçekleri toplamasına müsaade ediyorlar mıydı? Düşman denilen yaratıkların topraklarımızda ne işi vardı, acep ne demeye buralara kadar gelmişlerdi?
          “Hoş gelişler ola Mustafa Kemal Paşa
          Askerin milletin bayrağınla çok yaşa
          Arş, arş, arş ileri ileri
          Arş ileri marş ileri
          Dönmez geri Türkün askeri
          Sağdan sola soldan sağa
          Salla bayrağı düşman üstüne.” 
          Ardından;
          "Her Türk asker doğar..." sıloganı ile yeri ve göğü inleterek ilerliyorduk.
Türkün askeri olmadıǧımız halde arşlayıp, marşlayıp, daha kıçımızı dahi doǧru düzgün temizleyemezken, hangi ve neredeki düşmanın üstüne bayrak sallayacaktık. Yok yahu, dönsek daha iyi olacak. Düşman dediǧinin de eli boş deǧildir, armut toplamıyordur. Zaten bizim buralarda armut aǧacı da yok bildiǧim kadar. Düşman olduǧuna göre mutlaka tankları tüfekleri vardır. İyisi mi, dönelim biz. Ama nafile raptı zapt, marş marş, hedefimiz Akdeniz ileri. Şakanın zamanı deǧil, ne ilerisi, gerisi. Akdeniz dediǧin neresi babam. Bizim iç Anadolu’dan çok uzaklarda olsa gerek. Deniz falan nedir bilmeyiz, daha hiç görmedik bile. Bizim denizimiz az ileride, mavi bir yılan misali kıvrılan Kızılırmak. Kızılırmak olsa dahi, Sultan annem beni oraya, suya düşer boǧulurum diye, göndermez. Anam beni bekler. Askeri, milleti ve bayraǧı ile çok yaşayanlar, yaşasınlar ama biz yol yakınken dönelim.
          23 Nisan’a bir hafta kadar zaman vardı. Ben de bu büyük şenlikte bir şiir okuyacaktım. Günlerdir bu şiiri ezberleyip, tüm güzelliǧi ile okuyarak, dinleyenlerin damarlarında dolaştıǧı söylenegelen, o asil kanı şahlandırmak için avazım çıktıǧı kadar, sesimi çatallaştırarak, göǧsümü yukarı kaldırarak, başımı düşecekmiş gibi arkaya doǧru ittirerek okumalıydım. Provalara günlerce öncesinden başladıǧım için, her gün en az üç defa evimizin avlusunun üstüne çıkıyor, annemi, kız kardeşimi, komşularımızı ve çocuklarını seyirci olarak çaǧırıyordum. Bu provalar esnasında seyircilerim olan ahali, beni alkış yağmuruna tutuyordu. Babam da yan gözlerle yaptıǧım işin gereksizliǧini yüzüme vururcasına, çömeldiği yerde sigarasını tüttürerek yüzüme anlamsız bakıyordu. Tek başıma tırmandıǧım avlu duvarını komşularımız olan amcalar ve teyzeler elimden tutup, bir kahramanmışım gibi tezahüratla indiriyorlardı. Gerçi ben komşumuzun kızı Döne’nin elimden tutmasını isterdim ama köylük yerde bu biraz lükse kaçıyordu.
          Gün geldi ve takvimler 23 Nisan’ı gösteriyordu. O gün büyük bir heyecanla, tembelliǧe iğne ucu kadar da olsa ödün vermeden, sabahın köründe kalktım. Gün ışımak üzereydi. Son bir kez prova yapmalıydım. Avlu duvarına kolayca tırmandım. Duvar üstünde ellerim sıkıca bacaklarımın yan taraflarına yapıştırdım. Göǧsümü olabildiǧince gerip, başımı arkaya attım. Oldukça gururluydum. On kilometre ilerideki Paşa Daǧı‘nı ben yaratmıştım. Hatta Kızılırmaǧa kızıllık deǧil, ama maviliǧini ben vermiştim. Ama neden kızıl deǧil de maviye boyamıştım, bilemiyordum. Oysa renkleri biliyordum. Karıştırmış olmama imkan yoktu. Buna takılmamalıydım. Duvarın üstünde avazım çıktıǧı kadar baǧırmaya başladım. Bu defa seyircilerim yoktu. Bir tek bizim benekli horoz avluda dolanıyor, az ilerideki söǧüt aǧcının köküne gagası ile vurup, dikkatimi çekiyordu. Ben aldırış etmeden, tam gaza gelmiştim ki, benekli horoz kafasını benden de daha iyi havaya kaldırıp, yüz seksen derece açtıǧı gagası ile üü.. ürüü… üü.. diye tekrar tekrar ötmeye başladı. Karizma çizilmiş, şiirim yarıda kalmıştı. Bereket versin Döne beni izlemeye gelmemişti. Süt dökmüş kedi mahcupluǧunda, tökezleyerek yere indim.
          Yarim saat sonra büyük buluşma için okul yolundaydım. Öğretmenler erkenden gelmişlerdi. Telaş ve karmaşa içinde hazırlık yapıyorlardı. Bir kaç tane de öǧrenci gelmişti. Herkes bana yan gözlerle bakıyordu. Kendi aralarında;
"Lo bugün İso 23 Nisan şiirini okuyacak“ diye fısıldaşıyorlar ve bu da beni erişilmezliǧe götürüyordu.
          Beklenen saat geldi ve okul bahçesinde kireç ile beyaz çizgilerin çekildiǧi alan içinde, biz küçük askerler yerimizi alıp, hazır ola geçerken, bütün köy halkı da, bizi izlemek için sökün etmişti. Önce bizim sınıf öǧretmenimiz yüksekçe bir tümseǧe çıkıp, günün önemi ve bayram programı hakkında bilgiler verdi. Buna göre önce okul müdürü bir konuşma yapacak, ardından okul korosu milli marşlarımızı hep bir aǧızdan, boyun damarlarını gerdirerek okuyacaklar ve daha sonra da ben, günlerdir hazırlık yapıp, ezberlediǧim şiirimi okuyacaktım. Ardından çuval ve yumurta yarışmaları yapılacaktı. Okul müdürünün konuşması oldukça uzun sürmüştü. Ecdadımız büyük kahramanlıklar gösterip, kanlarını dünyanın dört bir yanına akıtırken, buna karşılık akıtılan düşman kanı milyonlarca litre daha fazlaydı. Namımızı yedi düvele duyurmuştuk. Orta Asya’dan göç eden ırkımız bütün dünyaya hükmetmiş, en büyük bizdik, ama bizim bizden başka dostumuz da yoktu.
Alkış tufanının ardından sıra koroya geldi. Korodaki öǧrenciler de marşları iyi ezberlemişlerdi. Arş arş ileri nakaratına köylüler de ellerini sallayarak eşlik ediyorlardı. Üçüncü marş tüm hızı ile söylenirken, gök gürlemeye başladı. Yaǧmur  yaǧmayacak varsayımı, marşlar eşliǧinde bizleri, hedeflenen Akdeniz’e ulaştırmıştı. En nihayetinde sıra bana gelmişti. Döne en önde bana bakıyordu ve kalbimi göǧsüme tekrardan yerleştirmek için elimle iyice bastırdım. Ortaya konulan sandalyenin üzerine çıkmıştım ki, çok daha gürültülü ikinci bir gök gürlemesi oldu. Ama ben askeri disiplinimi bozmadan, sandalye üzerinde dimdik durarak, kemerli burnuma düşen yaǧmur damlalarına aldırmadan şiirimi okuyordum.
          "Bugün 23 Nisan, neşe ile  doluyor insan“ diye bir kez daha baǧırdıktan sonra sandalyeden indim. Yaǧmurdan sırıl sıklam olmuş bir vaziyetteydim. Etrafta kimseler yoktu. Herkes ıslanmamak için okula girmişti. Arkama baktıǧımda babamın ıslak elleri ile yaǧmur damlalarını avuçlarının içinde ezercesine, beni alkışladıǧını gördüm. Yaǧmura aldırmadan, el ele tutuşup, okula yöneldik. İlk defa babamın elinden tutmuştum. Küçük bir insan olarak, hiç yaşamadıǧım bu tensel temastan dolayı, bir kez de olsa, neşe ile dolmuştum.

Aydın Yılmaz
Amsterdam, 5 Eylül 2012







  

20 Ağustos 2012 Pazartesi

HÜSEYNİKTEN ÇIKTIM ŞEHER YOLUNA



HÜSEYNİKTEN ÇIKTIM ŞEHER YOLUNA


          Yaz mevsiminin bunaltıcı sıcaǧında, hanımı ile oturduǧu balkondan,  güneş, irili ufaklı yükselen binaların ardında, göz kamaştıran bir kızıllık bırakıp kaybolurken, içeri doǧru hafiften sesini yükselterek;

         “Kızım Peri” diye seslendi. Bu gür ses, emekli olduktan hemen sonraki gün, sakallarını kesmeyip, bıyık bırakmak isteyen ve şimdilerde haşmetli burnunu, kömür karasına boyadıǧı kalkık kıllar ile sunum yapan,  kel albay Hasan Bey’e aitti. Bir hafta sonra bıyıkları daha yeni ele gelmeye başlamıştı ki, son görev yeri olan Elazıǧ’dan, bin dokuz yüz elli yılının baharında, bütün ev eşyasını askerlere paketletip, kiraladıǧı bir kamyona yükletti. Ankara’da on yıl önce almış olduǧu dairedeki kiracıyı çıkartıp, kendisi taşındı.

         “Kızım Peri, şu çayı tazeler misin?”

         “Geldim babacıǧım, hemen şimdi.” Babasının boş bardaǧını saygı ile eǧilip alırken, annesi yeşil  gözleri ile akça pakça yüzünü kızına doǧru kaldırıp, O'na bakıyordu. Aldıǧı son yudum çayın ardından, Kel albay Hasan’ın eşi Gülşen Hanım da,  boş bardaǧını doldurması için, sevecen bir gülümsemenin beraberinde, hayran hayran süzmeye devam ettiǧi; on beş yaşında, simsiyah kıvırcık saçlı, kömür gözlü, esmer tenli, ince ve uzun boylu kızına uzattı. 
          “Bana da çay doldurur musun, kızım. İki defa gidip gelmene gerek yok, sen de gelip, yanımıza oturmak istemez misin? Benim canım, güzeller güzeli kızım.”

         Peri annesinin sürekli yinelediǧi “güzeller güzeli” lafına hiç inanmıyordu. Annesine neden hiç benzemiyordu, buna anlam veremiyordu. Böylesine beyaz tenli, yeşil gözlü, güzel bir annenin kızı neden böyle kara kuruydu. Ankara’ya taşınalı üç hafta olmuştu. Burada hiç arkadaşı yoktu. Uzak akrabası olan bir kaç aile vardı, ama henüz onlar ile görüşmemişlerdi. Zaten üç haftadır evin işleri ve eşyaları paketlerden çıkarıp, tek tek yerleştirme işi yeni bitmişti. Ailecek epeyce yorulmuşlardı. Annesi ile her tarafı güzelce silip, mobilyaları ve eşyalarını yerleştirme işi ne kadar da uzun sürmüştü. Babası evin içinde tamir yaparken veya odaların lambalarını takarken eǧiliyor, sol şakaǧında dökülmeyen, uzatıp, tepesine yapıştırdıǧı saçları sarktıkça, anne kız birbirlerine bakıp, çaktırmadan kıkır kıkır gülüyorlardı. Çok yorulmuşlardı ama, sonunda her şey istedikleri gibi olmuştu.
         Çay süzgecini bir iki defa salladıktan sonra, ilave ettiǧi sıcak su, çayları berraklaştırıp, daha bir kızıllaştırdı. Tepsiyi kaptıǧı gibi balkona gitti. Babası uzatılan çayı almak için, elini burmakta olduǧu bıyıklarından çekip, bardaǧını aldı. Kel albay Hasan Bey çayına şeker atıp, yüksek ses ile karıştırırken, yıllardır şekersiz içmeyi tercih eden Gülşen Hanım üst üste iki yudum aldı. Peri mutfaktan bir tepsiye doldurduǧu iki avuç ayçiçeǧi çekirdeklerini alıp, yere annesinin yanına çömeldi. Hızla çatırtılı sesler çıkararak, çekirdeklerini çıtlatırken, annesinin besili beyaz kollarına, biçimli dolgun yüzüne, zümrüt yeşili gözlerine büyük bir hayranlıkla bakmaya koyuldu. Annesi olduǧu halde, O neden O’na hiç benzemiyordu.  Huyu suyu da aynı deǧildi. Babasına da hiç benzemiyordu. O evin kara koyunuydu. Ne olurdu, çok az da olsa annesini  andırsaydı. Kendisinin teni de böyle ipeksi ve kar beyazı olsaydı. Bunun neden böyle olmadıǧını her sorduǧunda, annesi neden sinirleniyordu.
         “Ne bileyim kızım, nereden çıkarıyorsun bunları? Aklına neden böyle olur olmaz her şeyi getiriyorsun?” diye, geçiştiriyordu. Hayranlık ile annesinin çıplak koluna dokundu. Teni ne kadar ipeksiydi. Derin bir iç geçirip, sırtını balkon demirlerine acıtırcasına bastırdı. Bu sırada yan komşunun penceresinden, babasının çok iyi bildiǧi ve hala ara sıra mırıldandıǧı bir Elazıǧ türküsü yankılanarak yükseldi.

         “Hüseynikten çıktım şeher yoluna

         Kol ağrısı tesir etti canıma

         Yaradanım merhamet et kuluna

         Yazık oldu yazık şu genç ömrüme

         Bilmem şu feleğin bana cevri ne

         Telgrafın direkleri sayılmaz

         Ati hanım baygın düşmüş ayılmaz

         Böyle canlar teneşire koyulmaz.“

Babası türküyü duyar duymaz, derin düşüncelere daldı. Yıllar öncesine gitti. Bin dokuz yüz otuz sekiz yılında Dersim’de daha çiçeǧi burnunda bir teǧmen olduǧu günler, gözlerinin önünden bir kez daha geçti. Oturduǧu sandalyede eǧildiǧinden, kafasının keli kabak gibi ortaya çıktı. Peri annesinin kolunu sıvazlamaya devam ettiǧinden, her zaman kendisine komik gelen bu durumu fark etmedi. Gülşen Hanım da sokaktan geçenlere yeşil gözlerini kısarak bakıyordu.

         Dersim harekatına katıldı. Bu büyük Dersim "Tertelesiydi". Farklılıkları suç olarak görülen, ama kendi damarlarında dolaşan ile aynı renkte olan masum insanların kanına ellerini buladı. Genç olmasına raǧmen şapkasını çıkardıǧında keli gözüken, Hasan teǧmen de, gerekmediǧi halde, “olmazsa da olurlar” ile artan nüfus yoǧunluǧunun kontrol edilip, zaruri ayıklanmaların yapılması işlemlerinde komutan olarak  görevliydi. Elbette O da bir emir kuluydu, demiri kesen komutlar yukarılardan geliyor ve kendisi de sadece uygulamak ile yükümlüydü. Bu teselli ile yaşlandıkça artan iç hesaplaşmasını bastırmaya çalışsa da, çoǧu zaman başarılı olamıyordu. Rüyalarında hala travmalar yaşamaya devam ediyordu. Büyük bir vicdan azabı yıllar sonra gelip, yakasına yapışmıştı. Psikolojik tedavilerin de, bu bozuk ruh halinin deǧişimine bir katkısı yoktu.

         Emrinde elli askeri ile Peri Suyu yamacında yer alan köyleri tek tek arayıp,  gerekli ayıklamayı yapma misyonunu üstlenmişti. Askerlerini gruplara ayırdı. Yılan kıvrımları ile yoǧun meşelikler, renga renk kır çiçekleri, gelincikler, börtü böcek, siyah frenk üzümleri, ayıgülü, kar sümbülü, çiğdem, ışkın, şakayık, mor newroz, ters lale, sater, solucan otu, çakşır mantarı, kenger ve eşi benzeri olmayan daha pek çok bitki örtüsü ile bezeli, büyük bir botanik bahçesini aratmayan Dersim daǧlarının ve tepelerinin arasından, yer yer sarp kayalıkların gölgesinde, bir Dersim dilberi güzelliǧinde, bin bir naz ile çaǧıldayıp, süzülen Peri Suyu yamacındaki büyük bir köye girmek üzere, küçük takımlar halinde usul usul taş yapılı sıvasız evlerin arasına akşam karanlıǧında tam teçhizat daldılar. Üç takım askerini, köylülerin kaçmasına engel olmak için köyün etrafını çevirmekle görevlendirdi. Köyde önceleri bir kaç köpeǧin sesi geldiyse de, önlerine atılan zehirli ekmekler ile bu tehlike uyarıcısı, sahiplerine sadakatta kusur etmeyen canlılar da, böylelikle devre dışı bırakıldılar. Atılan ekmekleri hızla kapan, hayvanlar alçak sesle bir iki inlemenin ardından, bulundukları  yerde boylu boyunca kıvrılıp, boynu bükük kalakaldılar. Hasan teǧmen yanından hiç ayırmadıǧı Rüstem çavuş ile köyün ilk evine dalmak için hızla kapıyı vururken, ikili üçlü gruplara ayrılan diǧer askerler de, başka evlere baskın vermek üzere daǧıldılar. Köylüler evlerden tek tek suçlarının ne olduǧundan bihaber olmanın şaşkınlıǧı ile çıkarılıp, kıskıvrak yakalandılar. Genç, yaşlı, kadın, erkek, çocuk demeden köy halkını, meydana toplayıp, ellerini ayaklarını baǧladılar. Çocuklar aǧlayarak elleri başları üzerinde kavuşturulmuş şekilde getirilirken, bazen bunu yapmayı unuttuklarından, atılan tokatlarla ikaz ediliyor, sendeleyip yere düşüyorlardı. Hasan teǧmenin yanında yer alan Kütahya‘lı Rüstem çavuş, Beyto’nun Haydar’ın kapısını inatla vurmaya devam ediyordu. Kapıyı açmıyorlardı. Hasan teǧmen iki asker daha çaǧırdı.
        “Benden günah gitti. Kırın lan kapıyı.” diye emir  verdi. Zayıf bir bünyeye sahip olan Rüstem çavuş bir iki adım geri çekilirken, doksan beş kilo ile herkül görünümlü Kayseri’li Şükrü onbaşı ve ondan pek de geri kalmayan, aǧır sıkletlerden er rütbeli Ankara’lı Kasım kapıyı kırmak üzere hızla koşup, omuzladılar. İlk omuzlama çok da saǧlam bir kilidi olmayan, ahşap kapının kırılmasına yetmedi. İkinci darbe bu işe bir çözüm getirmeliydi. Yoksa burnundan soluyan ve iyice hiddetlenmiş gözüken Hasan teğmenin amansız gazabına uǧrayacaklardı. Çok şükür istedikleri oldu ve kapı hızla ardına kadar hızla açılıp, duvara çarptı.

         Kapı hızla vurulurken Haydar ve hanımı Gülizar daha üç yaşlarındaki biricik kızlarını bari kurtarabilmek için, iki odadan oluşan evlerinde yer olmadıǧı için uyuyan kızlarının  üstünü minderlerle örterek saklıyorlardı. Daha önce komşu köylerde çocukların dahi gözlerinin yaşına bakılmadıǧını duyduklarından, kendilerinden vazgeçmiş halde teslim oldular. Gülizar ölüm korkusu ile elektriǧe tutulmuş gibi titrerken, bir yandan da hala uyumakta olan kızlarının bulunmaması için korku dolu ela gözleri ile askerlere fark ettirmeden köşedeki minderlere doǧru bakıyordu. Hızır Aleyhüsellam yetişip, Rüstem çavuş ve Şükrü onbaşının kızlarını görmesini engelledi. Haydar ve Gülizar da elleri başlarında itile kakıla getirilip, elleri ayakları baǧlandı.
         Rüstem çavuş ayakları taşlık zeminde sendeleyerek koşup, tekmil vermek üzere kısa küt parmaklarını şapkasının kenarına gelecek şekilde birleştirdi. Ay ışıǧının düştüǧü yüzünü gererek, tekmil verdi.

         “Muhabere çavuş Rüstem Altınova. Köy eşkiyalardan temizlendi. Elli üç erkek, yetmiş bir kadın ve seksen altı çocuk yakaladık. Emir ve görüşlerinize hazırız komutanım.“
         “Aferin asker. İyi iş becerdiniz. Rüstem, emir komuta sende, ayaklarını çözün. Şunları kendirler ile birbirine baǧlayın ve Mustafa albaya götürün. ”

Rüstem çavuş verilen emri askerlerin yardımı ile gece karanlıǧında evlerden aldıkları bir gazlı fenerin ışıǧında yerine getirirken, çocukları baǧlamadan, elleri başlarının üzerinde tutmalarını baǧıra baǧıra emretti. İşlemler bitti ve Rüstem  çavuş komutasındaki köylüler sıra halinde albay Mustafa’nın konuşlandıǧı yerde kendilerini bekleyen kaderleri ile yüzleşmek üzere, yola çıkmaya hazır hale geldiler. Bu sırada Hüseyin dedenin korkudan sara nöbetine yakalanması ile işlerin uzayacaǧını gören Hasan teǧmenin başını hafiften eǧerek verdiǧi emirle, yetişkinlerin ve çocukların korku dolu bakışları ve attıkları çıǧlıkların gürültüsünde, sesi pek duyulmayan başına sıkılan kurşunla, yetişkin sayısı elli ikiye düşürülerek,  askeri disiplin ile yola çıkarıldılar. Köylüler bilinen sona doǧru yol alırken, Hasan teǧmen de, beraberindeki iki takım askeri ile evleri tekrar yoklamak üzere boş odakara daldılar. Minderlerin altından üç yaşlarında kara kuru bir kız çocuǧu etrafına bakınarak, Hasan teǧmen ve askerleri eve girerken uyandı. Korku dolu gözlerini kırpıştırarak, silahlı amcalara baktı. Korkmadı. Gülümsedi. Acaba, baba ve annesi nereye gitmişlerdi?

         Balkonda çekirdek çitleyen Peri bir an duraksadı. Komşularının radyosu başka bir türküyü seslendirirken, anlamlı, sorgulayan, kömür karası  gözleri ile annesinin yüzündeki ürpertili zümrütlerin derinliklerine seslendi:

         “Anneciǧim, ben neden sana hiç benzemiyorum?”




Amsterdam, 20 aǧustos 2012










2 Ağustos 2012 Perşembe

CUF... CUFF...





CUF...  CUFF...


         Kara tren gecikecek ve belki hiç gelmeyecek. Kör olası demiyorum, ama böyle olmadan, beni görmesini istediǧim bu demir yıǧınıolur á gelmezse, vaziyet kötü ve aynı zamanda, nadide bir yiyecek olan gülüm keten helvanın yandıǧı anlamına gelir. Bin bir tatlı edası, nazı, işvesi ile can alıcı dudaklı yarin, güzelim buǧulu gözleri yollarda, sevgi dolu yüreǧi buruk, elleri çarnaçar ǧründe kalakalır. Can sevgili bir yay esnekliǧi ile hop oturur,  hop kalkar. Dayanılmaz hasret ve özlemlerine ilaveten, dört deǧil on dört göz ile her gün fecre kadar beklenen, büyük aşkını özen ile barındırdıǧı gönlündeki tahta, Muhteşem Süleyman gibi sarvan salıp, baǧdaş kuran, insafsız yar gelmez olur. Tek istediǧi kara trenle gelecek olan sevdiǧi, bir mektubu veya kendisinden bir muştudur sadece. Olmazsa da olur,  hani kendilerinin bizzat tanık olamadıkları, lakin Muhteşem olduǧu söylenegelen Süleyman gibi haremleri, hurileri ve de Nuri’leri. Canından çok sevdiǧi, gözünün bebeǧi yari, yeter de artar; O’nun acılar içinde biçare kıvranan, daǧlanmış yüreǧini hoş etmeye. Kalplere düştükten sonra, bulunduğu yeri kasıp kavuran aşk belasının keskin dişli çarkına yüreǧinizi kaptırmaya görün, ağlasanız da hıçkırıklarınız kimsecikler tarafından duyulmaz, mısralarınıza, gözyaşlarınıza elleri ile artık kimseler dokunamaz. Şarkıların bu kadar güzel, kelimelerin bu kadar kifayetsiz olduğuna şaşırıp kalırsız, diliniz tutulur bir tek kelime dahi anlatamazsınız. 
         Allah göstermesin; ya kara tren, kömürü biter, arıza yapar, uykuda kalır, elde, belde, yolda, daǧda kalır, kurda kuşa yem olursa. Apaçilerin  hiç görülmediǧi bu diyarda, yoǧunluǧu o sevimli caretta caretta kaplumbaǧalarının sayısına bir türlü indirilemeyen, ama dünyaya da çok şükür hükümdar olamayan sevimsiz eşkıyalar , art arda sıralı vagonları durdurup, el koysalar ve gelmezse kara tren! Gönderilen, kutsal aşkların kargacık burgacık yazıldıǧı, şairin cömertliǧine denk gelip, verdiǧi kızıl güllerin kurutularak,  arasına konduǧu mektuplar, titreyen yumuş yumuş ellere ulaşmaz olur. Yüreǧi göǧsünü yırtıp, yerinden fırlayamaz.Yardan haber gelmediği için, dağlar kardan ağarır. Ne gelen ne de bir haber gönderilmediğinden, gözleri fettan güzel, derde dert katan sevgili her daim darda kalır. Bırakın salını salını gelsin kara tren, bir o yanına bir de bu yanına takmazsanız da olur, şairin kızıl güllerini.  
Tren gelir öterek

Kömürünü dökerek

Ben yarimden ayrıldım

Gözüm yaşım dökerek

         Geldiǧi zaman da; yaz kış, gece gündüz demeden ne zahmetler, ne oflayıp puflamalar ve acı acı inlemeler eşliǧinde, onca engeli nasıl aşıp, uzaklara ulaştıǧı bilinmez. Yorgunluktan bitap düşmüştür. Ama ardında yüzlerce el sallanıp durmuştur. Üzerinde, kır çiçekleri, kalın mavi veya açık kırmızı çizginin yer aldıǧı, özenle katlanmış onlarca mendil; hüzünlü mavi, kestane, ela, yeşil ve kahve rengi gözden akan, ipi kopan boncuk boncuk gözyaşı ile ıslandı. Elem dolu damlacıklar, O‘nu dehşetli kederlendirdi. Üzüntüden, tüm şevki kaçmış olsa da, gideceǧi yerde de, yine yüzlerce el sallanıp, kendisini buyur edecekti. Bin bir kucak açılıp, sevilenler baǧırlara basılıp, hasretlik giderilecekti. Duyduǧu yorgunluǧun tadı, baklava kadar deǧilse de, en azından kazandibini aratmazdı, herhalde.

Tren geliyor tiren

dağlara dalıp giden

kara tren değil mi

yârimi alıp giden

         Büyük bir özlem ve merakla beklenen kara tren ile gelecek olan yare, sevgililer; iki  gözüm seneler geçti, diye, su misali akıp giden zamanı hatırlatırlar. Ektiǧini biçen gönül olsa da, bir selamın lütfedilip, çok görülmemesi yalvar yakar istenir. Küslüǧün artık bitmesi gerektiǧi, barışın zamanı olduǧunun kulak ardı  edilmemesi adeta haykırılır. Görmüyor musun, dalları kiraz bastı, Canözüm memleketimizin daǧlarına dahi bahar geldiǧinden bihaber misin?. Yedi kat eller yakınım olurken, bu küslük  niye, gel kavuşalım derim. Aman Allahım bu ne çok hasret, bu ne deli hasret.
         Kara trenin nedenini anlamadığı; yolda öküzün durup, kendisine  uzun uzun bakmasıydı.  Ne var kardeşim, açıkta bir şey mi gördün? Yok, her tarafımız, kara çarşaflı, burkalı, dini oldukça bütün olan müstesnalar gibi kapalı ve üstelik kömür karası. O halde böyle bön bön bakmanın anlamı ne?" Cufcufuna kurban olayım" gibi laf atmalar falan. Ne kadar banel, tam bir arabesk. Var, git işine, gücüne. Bu saatten sonra sevda ile uǧraşamam. Benim kaderim sevdalıları taşımak. Ateşten gömlek giyemem, benim kaynayan kazanımla, zaten içim yanıyor. Öküz de olsa, kimseleri kırmak istemem. Zat-ı alileri kusura kalmasın, bakışlarından da rahatsız olduǧumu, bilsin istiyorum.
         Zengin çocuklarının ne ise de, fakir çocukları, harçlık olarak aldıkları demir paraları, neden tekerleklerinin altına koyup, ezdirirler diye düşünür ve bu çok da garibine gidiyor. A be akılsız çocuk, o parayla gidip, kendine gazoz veya dondurma alsan, daha iyi olmaz mi? Kara trencik, iş başa düşünce, istemeyerek de olsa yoksul çocukların paralarını da, içi acıyarak ezmek zorunda kalırdı.

         Aynı zamanda demirden korkanlar da, kendisine binmiyordu. Bunu ilk duyduǧunda; gülmekten kendini alamamış ve  tıssılayarak altına kaçırmış, ele güne karşı yapayalnız, böyle de olmaz ki, dese de, olan olmuştu. Korkak nasıl da bırakıp gitmiş, insafsız terk etmişti kendisini. Binmezsen, böyle kaçırırsın işte treni. Sevdiǧine kavuşamadan, dört duvar arasında, evde kaldın da, daha mı iyi oldu, sanki?  Oh olsun demeye dili varmaz yine de, kendisi kara olsa da, yüreǧi aktı trenin. Daha ne mi olur, evde kalınca? Yaşamayanların bilemediǧi korkuları yaşar, sessizlik korku verir, ödü kopar. Kimileri O korkaǧın ödünü, bir şeylere karıştırsa da, kendisi kara olmasına raǧmen, böyle bir pisliǧe karıştırmaz adını. Çeker bu tür bezlerden taraǧını, çünkü  kalbi, Ararat’ın ulaşılamayan doruklarındaki karların beyazlıǧındadır. Korkak kendi kendisi ile konuşur, bir cana hasret kalır, kırık, sineklerin kirlettiği aynalara koşar. Ya sev, ya terk et kadar aǧır olmazsa da, bundan sonraki yaşamı; işte kapı, işte sapından ibaret olacaktır. Rehber istemeyen, görünen köy, oldukça yakındır. Oysa korkmayıp, binse trene; tren hoş gelecek, odaları boş gelmeyecekti. Ley ley leylim ley gibi abuk sabuk, ipe sapa gelmeyen lakırtılar da edilmeyecekti!

Tren geliyor tiren
dağlara dalıp giden
kara tren değil mi ?
yârimi alıp giden

         Cufcuflamalar eşliǧinde geldiǧi zaman da; aheste aheste durur, aşınmış olan tekerleklerini çevirip, yılan kıvrımları ile akıp giden raylarda, olanca eşyayı, yüzlerce insanı ve yükte hafif, paha da oldukça aǧır olan, hani biz diyelim on, siz deyin otuz tane kalbin çizili olduǧu aşk mektubunu, sırtladıǧı gibi alıp, getirir. Yol boyu, başında bulutlar misali dumanı hiç eksik olmaz. Düdüǧünü acı acı öttürüp, amansız daǧlara yol ver deyip, destur ister. Doǧrusu zor iş; aşması gereken daǧdır, taştır, ovadır, ırmaktır, dere ve tepedir. İşlevi kolay olmadıǧı gibi, üstüne üstlük rengi de karadır.  Kendi kömürünü seçme gibi bir lüksü dahi yoktur.  Tüm bu engelleri aşabilmek için, yine de sunulanı kabul etmek zorunda kalır. Kazanı kendi seçiminin dışında bir kömür ile, gönülsüz fokurdar. Başka bir istasyonda, farklı yükleri ve insanları yüklendiǧi gibi yeniden yollara koyulur.  

Kara tren gelmez mi ola düdüğünü çalmaz ola

Gurbet ele yar yolladım mektubumu almaz ola

         Cuf.. cuf… cufff... Yol verin, bu kez de, bütün engelleri aşarak, gelmemezlik etmedi kara tren, karada ölüm yok, enseleri çok gerekli ise kaşıyabilirsiniz, ama karartmayın, lütfen. Geliyor, sevda yüklü kara tren.   


Amsterdam, 01 Aǧustos 2012





12 Temmuz 2012 Perşembe

RAMO DAYI




RAMO DAYI

          İçine gömülerek oturduǧu bordo desenli, eskimeye iyiden iyiye yūz tutmuş, tek kişilik koltuǧun kenarlarına kıllı, titrek, nasırlı ve maviliǧi gözle görülebilen  damarlı elleri ile tutup, iri kıyım bedenini ileri doǧru çekerek, yavaşça doǧruldu. Kıvrım kıvrım kilolu bedenini ayakta tutan, yaşlı kemikleri sızım sızım sızlıyor, kır saçları dökülmeden kıvır kıvır kıvrılıyor, kırçıl kaytan bıyıkları sırma sırma sarkıyor, kalın dudaklarının ardında çoǧu çürüyüp, çatır çatır olmayan, dökülmüş dişleri ile yoǧun düşüncelerin kol gezdiǧi başı, yine inceden inceye zonkluyordu. Tam karşısında, aynı model ikili koltukta oturan hanım, ince, narin ve maharetli parmakları ile tiril tiril danteller ören, ela gözlerinin altı yumru yumru, yüzü çalakalem çizik çizik olduǧu halde, tam bir Kürt dilberi görünümündeydi. Şimdiye deǧin kendisinden hiç incinmemişti. Tanrı tarafından pürüzsüz bir işçiliǧin bahşedildiǧi minarede, yer yer çatlaklar oluşsa da, ihtişamlı mihrabını, önüne geçilemeyen bir inatla dimdik ayakta tutmaya çalışan, kırk beş yıldır kahrını çeken, çetrefilli dünyasını her alanda kendisi ile "gık" bile demeden paylaşan, güzel gözlerinin üstünde hilal kaşları olduǧu halde, bir gün  olsun söylemediǧi, tavuklarına hiç bir zaman "kış" demediǧi, türünün çok güzel bir örneǧi bu kadın; Ramo Dayının eşi, Ruken hanımdı.
          Yetmişli yaşlara geldikleri halde, hayat; başkaları için toz pembe olduǧu söylenen o gizemli yüzünü, kendi hallerindeki dünya tatlısı bu iki insana, her nedense, kısa bir an için de olsa “ceeee” diyerek ortaya çıkarmadı, hep saklı kaldı. Yaşamın pembemsi çehresini „sobelemek“ onlara hiç nasip olmadı. Belki de bir gün “Elmaa... elmaa...” diye baǧırsalar bu da mümkün olurdu. Kendilerince sonucun nafile olacaǧını sezinlediklerinden, bu meyvayı sadece yemek ile yetindiler. Baǧırıp, çıǧrışmak gibi bir eylemleri hiç olmadı. Belki de; "gül tenlerinde yareleri onlar istedi."
          Babası Fevzi yıllarca önce, Kızıltepe ilçesine baǧlı köylerinde, köy aǧası Sümüklü Muro ile canına tak eden ırgatlıǧa isyan edip, aradaki köprüleri yakmıştı. Ardından pılısını pırtısını toplayıp, bir at arabasına istifleme yüklediǧi eşyalarını, karısı ve oǧlu Ramo ile soluǧu, şiir gibi bir kent olan Mardin’nin tarihi Şar Mahallesinde aldı. Fevzi, geçmişin derin izlerini taşıyan Şar Mahallesinde iki ay kadar işsiz gezdikten sonra, Mardin’deki bir köylüsü vasıtası ile bir gümüş atölyesinde iş buldu. Oǧlu Ramo ve karısı Döne’den oluşan çıtır çıtır çekirdek ailesini, telkari  sanatını maharetli elleri ile kısa bir zamanda öǧrendi. Gümüş işçiliǧi yaptıǧı halde, O sanatını altın bilezik yapıp, koluna taktı ve bununla geçimini saǧladı.
          Ramo’nun gençliǧi de çocukluǧu gibi yoksulluk içinde debelenmelerle geçti. Ortaokuldan sonra okula gitmedi. Babasının tüm dayatmalarına kulak asmadı ve herhangi bir zanaatkarın yanına girip, çıraklık yaparak ailesinin yükünü hafifletme yolunu hep elinin tersi ile itti. Askerlik zamanı gelip, çatmıştı. Kapısını tak tak takırdatarak çalan, omuzlarına yıkılan bu yükmülülüǧü, zorunlu olduǧu için, uçara ve kaçara mahal vermeden, olur olmaz anlarda boncuk boncuk terleyen, geniş  anlının akı ile bilfiil yaptı. Askerlik öncesi bir arkadaşının ısrarı ile yurt dışına gitmek gayesi ile iş ve işçi bulma kurumuna yazılmıştı. Askerden döneli iki hafta gibi bir zaman geçmişti ki, babasının sıkıcı bakışları altında aylak aylak dolanırken, cehennem sıcaǧının hissedildiǧi bir yaz günü, postacıları düz taban Mısto kah kasketini düzelterek, kah çantasının askılığını çekiştirerek ve ayaklarını yere sürüyerek, yüzünde fark edilir bir mutluluk ile evlerinin alt tarafı kırılmış avlu kapısında, elinde bir mektubu sallayarak girdiǧini gördüler. Bu sırada baba Fevzi gümüş karalarını elinden çıkarmak için uǧraşıyordu. Mısto, “Fevzi abe... Fevzi abe... senin o aylak oǧlun nerede? Müjdemi isterim. Ramo’ya yurt dışı kaǧıdı geldi." Döne Anne, avluda dolanmakta olan allı pullu bir horozu el çabukluǧu ile yakalayıp, postacı Mısto’nun müjdesini verdi. Mısto bir an şaşırıp kalsa da, sevinçten tüm yüzüne kan yürüdü. Postacı horozunu ters çevirip, ayaklarından tutarken, yukarı kaldıramadıǧı kendi ayaklarını, yeniden sürüyerek uzaklaştı. Zavallı hayvanın baǧırtıları Döne’nin kulaklarını tırmalarken, O biricik oǧlu Ramo’nun da, yaban elde keskin olmasa da bir baltaya sapa olacaǧını düşünmeye koyuldu. Bu biricik oǧlunun kurtuluşuydu.
          Kısa sürede yapılan hazırlıkların ardından Ramo sıra sıra daǧların ardındaki, daǧ yoksunu, büyük bir ova olan Hollanda’nın yolunu tuttu. Günler, haftalar ve aylar tren vagonları gibi birbirini kovalarken, Ramo Dayı Hollanda’lı olalı bir yılı geçti. Annesi Döne Mardin’de oǧlu için hummalı bir gelin adayı arayışına girdi. Sonuçta uzak akrabaları olan ve iki yıl kadar önce Mardin’de bulundukları Şar Mahallesine taşınan, Hüso’nun kızı Ruken’de karar kılıp, aǧırlıǧını da koyarak kocası Fevzi’yi ikna etti. Hüso’nun hanımı Fato bu işe çok seviniyordu. Damat Hollanda’da almancıydı. Dolayısı ile kızının geleceǧi parlaktı. Ramo’ya en kısa zamanda ulaşıldı ve haber verildi. Ramo itiraz etmedi ve yelkenleri suya indirdi. Ne de olsa evlenme yaşı gelmişti. Bu saatten sonra “armudun sapı, üzümün çekirdeǧi” demenin ve kılı kırk yarmanın hiç bir anlamı yoktu. Ruken’i hayal meyal de olsa hatırlamıyor deǧildi. Güzelliǧi, ela gözlerindeki parıltı kendisinin de kulaǧına ulaşmıştı. Alan razı, veren razı olduǧuna göre, tez elden gerekli olan ve akla gelen bütün hazırlıklara başlayabilirlerdi.
          Ramo çok geçmeden düǧün yapmak üzere memleketine geldi. Anlı şanlı, dillere destan bir almancı düǧünü yaptı. Tarihi Şar Mahallesi üç gün üç gece büyük bir şölene tanıklık yaptı. Hafızalarda iz bırakan düǧünlerinin ardından Mardin’de bir hafta daha kaldıktan sonra, birlikte Hollanda’ya geldiler.
          Ruken Hanım uzun yıllar Hollanda’ya adapte olmakta zorluk çekti. Ailesinden ayrı olması kendisini çok üzüyordu. Ne var ki yapılacak bir şey yoktu. Ramo’yu da çok sevmişti. Bir dediǧini iki etmiyordu. O da bu ilişkinin aǧızlarının tadı ile yürümesi için elinden geleni yapıyordu. Ramo’nun gözlerinin içine bütün sevecenliǧi ile bakıyor, işe gittiǧi zaman ise eşini dört gözle bekliyordu.
          Ramo yoǧun çalıştıǧı için lisan kurslarına pek zamanı yoktu. Ruken’den daha kıdemli olmasına raǧmen Hollandaca konusunda pek bir ilerleme gösteremiyordu. Söz konusu Hollandaca olunca, birbirinden komik anısı, aniden gözlerinin önünde canlandı. Aklına gelen her anıya gülümsedi. Lisan kurslarında kendilerine; iyi anlamadan hemen “evet” veya “hayır” dememeleri sıkı sıkı tembih ediliyordu. Aksi halde hiç istemedikleri durumlar ile karşı karşıya gelebilirlerdi.
          Ramo Dayı ve Ruken Amsterdam’da ikamet ediyorlardı. Ruken Hanımın dayısı Haydar kendilerinden yüz kilometre ileride bulunan Enschede şehrinde kalıyordu. Her hafta kendisi ile telefonda düzenli olarak görüşüyor, memleket ve akrabaları ile ilgili haberleri paylaşıyorlardı. Haydar dayıları hafta sonu kendilerini evine davet edince, Ramo bunun Ruken için de iyi olacaǧını düşünerek, memnuniyetle kabul etti. Hafta sonuna iki gün vardı. Ramo akşam üzeri iş dönüşü, Ruken ile çarşıda buluşup, bir iki hediye aldı. Haydar evli ve çoluk çocuk sahibi olduğu halde ailesini henüz Hollanda’ya getirmemişti.
          Apar topar çok uzakta olmayan tren istasyonuna geldiler. Ramo tren bileti almak üzere sıraya girdi. Sıra kendisine geldiǧi zaman oldukça heyecanlıydı. İlk defa çiçeǧi burnunda eşinin yanında, Hollandacaya ne kadar iyi hakim olduǧunu ispatlayacaktı. Daha önce lisan gerektirecek, yabancılar polisi, belediye ve kuruluşlarla olan işlemler için tanıdıkları bir tercümanı beraberlerinde götürmüşlerdi. Gişe görevlisine parmakları ile iki kişi olduklarını işaret eden Ramo, ardından da Enschede diye mahcup bir edayla meramını anlattı. Ruken de bir yandan kocasına bakıp, ona gıpta etti. Gişe görevlisi “iki kişi gidiş dönüş mü?” diye sordu. Ramo “evet… evet…” diyerek doǧruladı ve parasını verip, biletlerini usulca dar gişe camının altından çekiştirerek aldı. Verdiǧi onca paradan geriye verileni çok azımsarken, biletlerin bu denli pahalılıǧının şaşkınlıǧi ile bozuntuya vermeden Ruken Hanımı peronlara doǧru çekiştirdi.
          Haydar yeǧenini ve eşini istasyonda, tatlı bir gülümseme ile karşıladı. Yalnız başına yaşasa da, görenleri hayret ettirecek kadar düzenli olan mekanında, misafirlerine bütün içtenliǧi ile ev sahipliǧi yaptı.  Oldukça memnun kaldıkları iki günlük misafirliǧin ardından, evlerine dönmek üzere istasyona gelip, bilet almak için gişeye yanaştılar. Ramo Dayı gelişlerinde olduǧu gibi yine iki parmaǧın gösterip, bu kez Amsterdam kelimesi ile kurduǧu cümleyi renklendirip, zenginleştirdi. Gişe memuru “gidiş geliş mi” diye sordu. Ramo Dayı bildiǧi iki kelime olan evet ve hayırdan başını da aşaǧı doǧru bütün iyimserliǧi ile eǧerek, ilk kutsal kelimeyi büyük bir lütuf ile aǧzından çıkardı. Bu kez olsun belki biletlerin ucuz olur diye  düşünürken, umudu yine sıǧ sulara düştü.
          Tren biletlerinin pahalılıǧı Ramo Dayının kafasına takıldı. Kendisinden biraz daha kıdemli olan arkadaşı Seyfo’ya ara sıra Türkçe gazeteleri okumak maksadı ile uǧradıǧı kahvehanede elinde biletler ile yanaştı.
“Seyfo sana bir şey sorabilir miyim. Hanımla geçen hafta Enschede’ye gidip geldik. Gidiş ve geliş biletleri bana çok pahalı geldi. Şu biletlere bakar mısın, normalde tren biletleri bu kadar pahalı mı?” Seyfo ceketinin iç cebinden yavaşlatılmış hareketlerle gözlüǧünu çıkardı ve yine aceleye gerek duymadan uzun uzadıya biletlere baktı.
“Ramo’cuǧum bu biletler pahalı deǧil. Normal, çünkü her dört bilet de gidiş gelişli biletler. Öyle sanıyorum ki istasyonda sana gidiş geliş bileti diye sorduklarında, sen de anlamadan “evet” demişsin. O yüzden de biletler sana pahalıya mal olmuş.”
“Evet, haklısın SeyfoÖyle dediǧin gibi her iki defasında da evet dedim. Anlaşılan bu onaylama bize biraz pahalıya mal oldu. Oysa ilk gün lisan kursunda anlamadan bu iki sözcüǧu kullanmanın bazen başımıza hoş olmayan durumları getirebileceği konusunda uyarılmıştık. Sanıyorum boş bulundum.“ Seyfo çehresinde büyük bir gülümseme ile çayını höpürdederek yudumladı ve geçecek olan yılların kendisinin Ramo Dayı olarak nam salmasını saǧlayacak olan arkadaşının sırtını, dostça sıvazladı.
          Seyfo'nun gölgesine sıǧınırcasına sandalyesini iyice yanaştırdı. Kan kırmızısı çayına bir şeker atıp, mahcup bir eda ile önündeki gazeteye tüm dikkatini vererek, pek de iç açıcı olmayan memleket haberlerini okumaya koyuldu.
          Bordo desenli koltuǧundan iki adım uzaklaşıp, dakikalarca ayakta durdu. Bir hayli derin düşüncelere daldıǧı belliydi. Yıllar akan bir su hızı ile geçerken, O da zorunlu olarak merdivenini alıp, yetmişlere dayamıştı. Merdivenin hafiften sanki titrer gibi olduǧunu hissedip, saǧ tarafına baktıǧında; Ruken Hanımın bir elinde çay bardaǧı, diǧer eliyle kendisini dürttüǧünü fark etti. Kendisine geldi. Düşünceleri apansız daǧıldı. Yetmişli yaşlara dayalı, merdiveninin titremesi aniden durdu. Büyük bir hazla yudumladıǧı, buharı lambasından usulca süzülen bir cin misali, yüzüne doǧru dans ederek yükselen çayın, tadına diyecek yoktu. Doyumsuz güzellikleri, bütün hücrelerinde hisederek, insanca yaşlanmış olsa da, ölüm denilen en son köyün hüznü, pır pır kalbine olanca aǧırlıǧı ile çörekleniyordu. Suya atılan kristal buz parçacıklarından da farkları yoktu. Gün be gün erimelerinin önüne geçmek mümkün olmazsa da, insanın yüreǧini ısıtan bir gülümseme ile mahmur bakışlı gözlerini kırpıştırarak süzdüǧü hanımı, zamana inat, hala “bakmaya kıyılamayacak” destansı bir güzellikte idi.


Aydın Yılmaz
Amsterdam, 11 Temmuz 2012
  





KORKU

      KORKU   “Elimde değil Olric! Ne efendimiz? Elleri Olric elleri…”   Oğuz Atay - Tutunamayanlar   Fırtınalı bir denizin da...