26 Ocak 2013 Cumartesi

AŞK-I SANAT

Komitas Verdapet
 AŞK-I SANAT        

          Sanat kavramı, her ne zaman usuma cemre gibi düşüp, dimaǧımın o küçük, mavimtırak-dingin, sıǧ göletinde, art arda daireler oluşturduǧunda, ellili yaş erişiminin sonrasında, görme yetisi optimallikten mesafe alan gözlerimin önünde, hep yüzlerce çeşit meyve veren tek bir aǧaç belirir. Şaşılacak kadar, envai çeşit meyve veren, bu ulu çınarın tarifi olası deǧildir. Müzik, tiyatro, sinema, edebiyat, resim, dans, heykeltıraşlık, her türlü gösteri ve diǧerleri. Sanat aǧacının kökleri taşa, topraǧa ve devasa kayalara tutunup, derinlikleri sarıp- sarmalayıp, kucakladıǧından, her daim dimdik ayakta kalır. Fırtınalar, kar, boran, tipi, tusinami, deprem ve akla gelebilecek bütün doǧal felaketlerin gücü, bu aǧacı milim etkilemez.
          Sözünü ettiǧimiz sanat aǧacı, öylesine bal-şeker hercai meyveler verir ki; meyvesi olan ürünler tadıldıkça, duyulan haz; insanın ömrüne ömür  katar, bütün hücrelerine işler, mest eder, stresin - negatif elektriklenmenin diyarına uǧratmaz, görüş açınızı üç yüz altmış derecelik bir alana yayarken, ufkunuz en güzel görünümüne bürünür, güzelliǧin, hayat tatlarının bini bir para olur. Bilinen o ki; insanlar için sanat güneştir, solunan hava, su veya damarlarımızda dolaşan al kandır, hayattır.              
          Dokunun, hissedin, dinleyin, görün, okuyun, kaleminizi hareket ettirin, boyayın, çizin, çamurlara ve taşlara can verin, film karelerinde  ve sahnelerde yer alın. Elleriniz sanatın herhangi bir dalına deǧmeye görsün, artık size rahat yoktur. Büyülenirsiniz, sanatın o çok güçlü manyetik alanına, durmaksızın dönen çarkına bütün bedeninizi, ruhunuzu kaptırır, baǧımlı hale gelirsiniz. Yapılan her bestenin, dillendirilen her melodinin, çizilen tablonun, yontulan her heykelin, yazılan şiirin, öykünün, romanın, köşe yazının ve diǧer sanat dallarından her hangi birisine gönül vermeye görün, derin bir kaygı yüreǧinize, beyninize çöreklenir. Ortaya çıkan her eserin ardından, peki şimdi ne yapacaǧım diye çırpınır, amansız bir arayış içine girer, malzeme toplar, gecenizi gündüzünüze katarsınız. Üretiminiz olan eser, önce sizin beǧeninizi hak ettikten sonra rahat bir nefes alırsınız. Ardından zamanınız, yeniden yeni eserlere gebe kalır. Artık kirlenmeye yüz tutan, daha çok çıkar saǧlamak için, iklimi ve ekolojik dengesi ile oynadıǧımız gezegenimize öyle dehalar gelir ki, kimi Beethoven gibi saǧır, kimi Mozart gibi daha üç yaşındadır, ama dünyanın en önemli müzik eserlerinin altına, altın imzalarını atarlar. Bu ölümsüz melodiler, daha bugün bestelenmiş gibi yüzlerce yıl, dünyanın en nezih ve şık salonlarında çalınır, geçen zaman onları şarap misali yıllandıkça daha büyük bir öneme haiz kılar, takdire şayan olup en büyük alkışları alırlar. Dinleyicilerini alıp, başka diyarlarda, kırlarda, daǧ başlarında, mavi göllerin ve denizlerin kıyılarında, ırmak boylarında dolandırır, ruhunu dinlendirir, rahat bir nefes aldırır, hayata yeniden başlamış gibi bir his verir, içmeden sarhoş eder, rüyalar alemine daldırır, yaşamın kaçınılmaz getirisi olan sıkıntılardan bir an olsun arındırır.
          Ardından delilik derecesinde Van Gogh gibi bir "deha" çıkagelir. Dünyanın en harikulade tablolarının altına, milyonlarca fırça darbesinin akabinde ve kendisine özgü sarı rengini de kullanarak, iddiasız - mütevazi imzasını atar. Ancak bütün yaşamı boyunca anlaşılmaz, hayatını sürdürebilmek için de olsa, dünyanın bu en deǧerli tablolarını kimselere satamaz. Aşık olur, kulaklarını çok seven sevgilisine, başka vereceǧi bir şeyi olmadıǧından, kesip, paketleyip, fiyonklar- sarar ve armağan eder. Ölümünün ardından, yani iş işten geçtikten sonra anlaşılır ve insanlıǧa parmak ısırtır ve her tablosu dünyanın en büyük servetleri arasındaki haklı yerini gelip, alır.
          İspanyol asıllı bir ressam olan babası tarafından, resme yönlendirilen ve arkadaşı Georges Braque ile birlikte “kübizm”in temellerini atan Pablo Picasso; savaş koşullarında, dünya insanlıǧına, barbarlıǧın korkunç yüzünü “Guernica” adlı eseri ile teşhir eder, kan emici parazitlere tablolarını ayna gibi tutup, ne denli iǧrenç olduklarını haykırır .
          Şili’li yoksul bir çiftçi ailesinin oǧlu olarak dünyaya gelen Victor Jara; annesinden öǧrendiǧi gitarı ile Picasso’nun yaptıǧının başka bir versiyonunu müzik sanatı ile icra eder. Pinochet’in subayları tarafından yapılan işkencede, gitar çalmaması için önce elleri kırılır, beyni dipçiklerle parçalanırken, o dudaklarında şarkısını mırıldanmaya devam eder. Öldürüldükten sonra da, ibret olması için kolları kesilerek, işkence gördüǧü stadyumun kapısına asılır. Efsane şarkıcı Victor Jara direnişini ve sanatını icra etme tutkusunu son nefesine kadar sürdürür.
          Bertolt Brecht’in Almanya’sında da yaşananlar hiç de iç açıcı değildir. Dünya insanlıǧının hafızalarından asla silinmeyecek olan vahşetlerin yaşanması ile Brecht de soluǧu geçici olarak Danimarka’da alır. En kısa zamanda çok sevdiǧi anavatanına döneceǧini umar. Bu nedenle; orada kalmamak adına, hiç bir girişimde bulunmaz. “Ceketini asmak için duvara çivi çakmadıǧı gibi, yanı başında saksıdaki boynu bükük çiçeǧe de su vermez.” Yarın dönecektir nasıl olsa, ama bu “yarın” sekiz yıllık bir sürgün olur kendisi için. Ve Brecht savaş karşıtı, mücadele ve aşk şiirlerinin, tiyatro oyunlarının en güzellerini kaleme alır.
          Pablo Neruda da, Bertolt Brecht ile aynı kaderi paylaşanlardandır. Dünyada buna benzer binlerce sanatçı, yazar ve çizer yaşadı, ölümsüz eserler verdi.
          Ülkemizde de, her ne kadar cikletten çıkar gibi, sanat yaptıǧını sanan  çokça adam, piyasada görüntü kirliliǧi yaratsa da; yüzümüzü aǧartan pek çok sanatçı, yazar ve çizer yok deǧil elbette. Kimler yok ki; Nazım Hikmet, Ahmet Arif, Yaşar Kemal, Orhan Pamuk, Osman Hamdi, Orhan Kemal, Kemal Sunal, Adile Naşit, Yılmaz Güney, Tatyos Efendi, Bimen Şen, Tatyos Ekserciyan, Komitas Vardapet ve daha niceleri.
          Ermeni kökenli Komitas Vardapet, 8 Ekim 1869' da Kütahya’da dünyaya gelir. Bir yaşına geldiǧinde annesini ve on yaşında da babasını kaybeder. Asıl adı Soǧomon Kevork Soǧomonyan olan Komitas (Gomitas) babaannesinin yanında büyür. Ermeni Kilisesi ruhban okulunu okur ve oradan papaz olarak mezun olur. Müzik hayatına girmiştir, onunla içli dışlıdır. Daha sonraları müzik eğitimi almak üzere, Berlin’de Kaiser Friederik Wilhelm Üniversitesi’nde müzik eǧitimi alır. Eǧitiminin ardından, bulunduǧu bölgenin bütün kırsal kesimini dolaşarak üç binden fazla Ermeni halk şarkısını derleyip, notaya döktü. Türkçe, Kürtçe ve Farsça derlemelerde de bulundu. Komitas Anadolu topraklarının Beethoven’u, Mozart’ı veya Bach’ıdır. Ancak 24 Nisan 1915 Tehcir Kanunu gereǧince tutuklandı. Pek çok tanınmış İstanbul’lu Ermeni ile birlikte Çankırı’ya sürgün edildi. Halide Edip Adıvar, bir kaç aydın ve yabancı diplomat, kendisini kurtarmak için girişimlerde bulundular. Ne yazık ki, özgür kaldıǧı zaman, Komitas sürgünde aklını yitirmiştir. Hayatının son yirmi yılını Paris'teki bir sanatoryumda geçirdi ve dünyaya, şarkılarına, derlemelerine, halkına ve sevenlerine orada veda etti. Hayatının son on sekiz yılında, bu eşsiz müzisyen ne şarkı söyleyebildi, ne de o sihirli parmaklarını bir piyanonun siyah-beyaz tuşlarında gezdirdi. Bu topraklar; bizim Beethoven, Mozart veya Bach‘ımızı kendi elleri ile yok etti.
          Nazım Türkiyelilerin dillerinde pelesenk olan, aşk ve şevkle okunan yüzlerce şiiri ile gönüllerdeki tahtına oturdu. O muhteşem bir titizlikle, yan yana getirdiǧi bal tadındaki kelimelerden oluşturduǧu aşk, sevgi ve kavga şiirlerinden birinde, yüreǧini parçalayan hasretini aşaǧıdaki dizelerde olduǧu gibi dile getirdi.
“Bir vapur geçer Varna önünden,
uy Karadeniz'in gümüş telleri,
bir vapur geçer Bogaz'a doğru.
Nazım usulcacık okşar vapuru,
yanar elleri..”
          Yüzümüzde birer gülümseme olarak yer alan bütün sanatçıların, yazarların ve çizerlerin eserlerinin yer aldıǧı sanat aǧacına çekinmeden ellerimizi uzatalım, dunya ekseninin dışına adımlar atmak için, Nazım misali, usulcacık ulu sanat aǧacının meyvelerini okşayalım. Ellerimiz yanmaz, ama yüreǧimiz anlatılmaz duygularla sarhoş olur, belki de daha bir insan oluruz.


Amsterdam, 26 Ocak 2013   

24 Aralık 2012 Pazartesi

MEVTA’DAN “ŞİRİNCE MEKTUBU”


 MEVTA’DAN  “ŞİRİNCE MEKTUBU”                   

                                      ‎"Şerefle bitirilmesi gereken en ağır görev, hayattır."
                                                                                     
Alexis de Tocqueville
         
         Bir ilk olduǧuna inandıǧım, ama  büyük bir gizlilik içinde, Araf’tan ara ara gönderdiǧim bu mektuplar, kimilerinin de MevtaLeaks olarak adlandırdıǧı yazışmalarımı, bir final mektubu ile sonlandırmıştım. Tahmin edeceǧiniz gibi, bulunduǧumuz mekanın hassas konumundan dolayı yazmak, kısmen de olsa bilgileri, ünlü ajan Arabistan’lı Lawrence olup, dışarı sızdırmak oldukça riskli. Dünyada bulunduǧum, o çok kısa sayılabilecek zaman biriminde, doǧrusu “diǧer dünya” olarak da adlandırılan ve nasıl bir yaşamın sürdürüldüǧü, bizleri nelerin beklediǧini ve karanlıkta kalan olup-bitenler merakımı devamlı cezp etmişti. Bu konuda aktarılan bilgiler malumunuz. Ben de  “Karınca kararınca” olan dimaǧımı meşgul eden ve beynimde oldukça yoǧun bir alanı kaplayan soru işaretlerinden, her an arınmayı istiyordum. Encamımızın ne olacaǧını çok merak ettiǧimden; çoǧu çirkin sakallı, cübbeli, külahlı ve kimi badem bıyıkları ile sırıtarak gülümseyen, auraları sönük, ufukları alabildiǧine dar kişiliklerden pek çok lakırdı dinledimse de, olur olmaz uyduruk korkular salan, izansız ömür törpüleyicilerine, sabun olup köpürmemek elde deǧil. Yıllarca hep bir şeyler sandıǧımız, bir şey olmayanların yükünü taşıdık. Yalan yanlış uydurmaları ile gündemde kalmayı, her ne hikmetse, her daim başarabilenleri, aslında kaale almamak lazım. Burada yaşadıklarımdan sonra, anlatılan onca katranlı, hareli – alevli, dayaklı, tecritli cezaların doǧruluk payının olmadıǧına, bizzat tanıklık ederek gördüm. İyi ki görüp yaşadıklarımız, Dünyada çirkin üsluplu kişiler tarafından söylenenlerin çok uzaǧında.
         Burada cezalandırmaya dair herhangi bir şeye henüz şahit olmadık. Bir ara Araf’da ikamet ettiǧim bölgenin az ilerisinde yapılan köprüyü, bize anlatılan “Sırat Köprüsü” olarak algıladıysam da, daha sonra bunun başkaca bir çalışma olduǧunu anlayınca; yüreǧimin atışları dindi, ödüm de yerli yerinde durarak, bir şeylerime karışmadı. Daha önce de ilettiǧim gibi, uzun bir bekleme süreci yaşıyoruz. Bu bizden önce ne kadar sürdü, bundan sonra da nasıl bir zaman dilimini alır, bilemiyoruz.
         Dünyadan yeni birilerinin geldiǧini görüp veya duyduǧumuz zaman oldukça garip duygulara kapılıyoruz. Ölüm sonrası buraya gelen, eğer bir yakınınız veya tanıdıǧınız ise, yüreǧinizi acımtırak buruk bir tat kaplıyor. Bir yandan artık o kişi ile birlikte olabileceǧımize sevinirken, diǧer yandan da O’nun çok sevdiǧi, tırnaǧı, dişi ile tutunduǧu yaşamdan koparılmasının hüznünü bütün kalbinizde hissedersiniz. Çünkü hayat olumlu olumsuz, acı-tatlı bütün koşullarına raǧmen vazgeçilmezdir, yaşamak güzeldir. Eli kolu baǧlı, biçare, onca seveninden ayrılmak, sevdiklerini olabilecek en büyük üzüntülerin ve acıların içinde bırakmak hiç de kolay deǧildir. Sevdiǧim bir Laz şarkısının sözleri hala aklımda;
“Sevduǧum sigaranı
Ne of çeker içersin.
Al beni da yanuna
Ne hasretluk çekersin.” Sevdiǧini herkes yanı başına çaǧırabilir. Ama biz ne gariptir ki bunu yapamıyoruz. Bu çok büyük bir kötülük olur. Dedim ya, dünyada yaşamak, bütün sıkıntılarına, adaletsizliǧine, sefaletine raǧmen çok tatlıdır.
         On gün kadar önce, dünyadan iyi tanıdıǧım bir arkadaşım  geldi. Tesadüfen kendisi ile sokakta karşılaştık. Tuhaf – karmaşık duygular yaşadım. O’nu gördüǧüme, yüreǧimin bir tarafı çok sevinse de, diǧer yanı acılar içinde kıvrandı. Kendisini büyük bir memnuniyetle evime buyur ettim. Yemek, çay ve kahve derken, geç vakte kadar oturup, derin sohbetimizi iki kadeh şarapla taçlandırdık. Anılarımızı aktarıp, ortak dostlarımızın kulaklarını çınlattık. Söz arasında, dostum, Dünyada bu sıralarda Maya Takviminin gündemde olduǧunu anlattı. Bu takvime göre 21 Aralık tarihinde kıyametin kopacaǧını ve insanlardan bazılarının buna inandıklarını, canını çok sevenlerin, kıyametten uzak kalacak olan Şirince Köyü’nde, bu felaketten sıyıracaklarını zannettiklerini söyleyince, beni de bir şüphe sarmadı diyemem. Böylesi bir durumda, Dünya insanlıǧına yazık olacaktı. Ailem, akrabalarım, arkadaşlarım ve milyarlarca insan buraya gelecek demekti. bu ihtimali göz önüne getirip, hazırlık yapmak gerekecekti. Evde büyük bir yiyecek stoǧu yaptım. Yeni yataklar ve eşyalar aldım. Hummalı bir çalışma ile hazırlıklarımı elimden geldiǧince yaptım. Eve çiçekler, karıma elbiseler, çocuklarıma oyuncaklar aldım. Ne kadar kötü bir durumla karşı karşıyaydım. Sevdiklerimin ölümüne, diǧer taraftan kavuşmamıza sevinmeli miydim, yoksa üzülmeli miydim. Her iki duyguyu yüreǧime yük ederek, hazırlıklarımı tamamladım. Beklenen gün gelip, çattıǧında iki hissi birden taşıyan yüreǧim aǧzımda, dakika dakika bekledim. Gelen giden olmadıǧına göre, kıyamet kopmamıştı. Kalbimin hafiflediǧini görüp, uçacak gibi oldum. Ahh.. Çok şükür, Mayaların mayası bozuk çıktı. Sevdiklerim ve bütün Dünya insanlıǧı, çok sevdikleri hayatı, bir süre daha güç koşullarda olsa dilediklerince sürdürecekler.
         Maya’ların takvimi de ıskalayınca, yüreğimizdeki kıpır kıpır bir büyük ferahlıkla, bizler de Araf’daki bir nevi mültecilik olarak da adlandırabileceǧimiz yaşantımıza, devam ediyoruz. Kaç haftadır Neşet Ertaş’ı görebilmek için, etrafı kolaçan edip, bunun olanaklarını araştırıyorum. En nihayetinde izine rastladım ve gidip, kendisini gördüm. Saǧolsun, beni büyük bir hürmetle evine buyur etti. Aynı bozkırın insanlarıyız ne de olsa. Konuşma yerine, daha çok sazının tellerine dokunup, onu dile getirmeyi tercih etti. Oturduǧu sandalyede sazının üzerine eǧilip, o yürek daǧlayan sesi ve sitem dolu sözleri ile avaz avaz bozlaklarını söyledi. İliǧi öpülesi güzellikteki bu insan, sesinin güzelliǧi ile yüreǧimi iyice sarıp, sarmaladı. Eski günlerime gidip, bütün hücrelerimle, olabildiǧince güzel bir nostalji yaşadım. Bardaǧın hep dolu tarafından bakan bu insanın farklı sesini, çokça göresim geldiǧini anladım. “Ay dost” adlı bozlaǧı yüreǧi dolu dolu seslendirmeden önce, gözleri doldu. Kalpten süzen melodiler, kalbime işledi. Paketteki son sigara gibi bir tat.
         “Kaç zamandır burada olmama rağmen, babam Muharrem Ertaş’a henüz ulaşıp, mübarek ellerinden öpmedim. Küskündü bana. Kendimi nasıl affettireceǧimi bilemiyorum.”  derken, o yürekleri lime lime eden parçaya girdi. Göz yaşlarımın pıtır pıtır akmasına engel olamadım.
`        Neşet Ertaş’tan minnetle ayrılırken, kapı aralıǧında biraz daha lafa tuttu. Adeta gitmemi istemiyordu. Yapayalnızdı. O’nun bu ürperti veren sessizliǧini, bir dost olarak paylaşacaǧıma dair, kendi kendime söz verdim. Büyük ozana acımamak elde deǧildi. Burada daha çok yeniydi, alışamamıştı. Ama zamanın her derde deva olduǧu kavramı, burada da geçerliliǧini sürdürmeye devam edecekti. Yeni gelenlerin anlatımlarında, kendisinin ölümünden sonra, “kör olmayan gözlerinin bademleştleştirildiǧini”  anlattı. Yaşamı boyunca çok horlandıǧını, çoǧu kişi tarafından insan yerine dahi konulmadığını. Dünyayı yüreǧi küskün terk ettiǧini söyleyip, serzenişte bulundu. Kendince oldukça haklıydı.
         Uǧruna yıllarca mücadele edilen, baskılara, insan onurunu alaşaǧı eden işkenceye maruz kalınan, hapis yatan ve ölen insanlık; düşlediǧi adaleti, eşitliǧi, barışı, insanca bir yaşama kavuşmasına, pespayeler zorbalıkları ile engel oldu. Daha önceki mektuplarımda da bazı konulara deǧinmeye çalıştım ama, yine de bu diyarda nasıl bir yaşam sürdürdüǧümüzü merak ettiǧinizi sanıyorum. Biz bir çeşit komünal bir yaşamı idame ediyoruz, desem, sizleri yanıltmamış olurum. Herkes aynı olanaklarla, eşit, barış içinde, kardeşçe yaşıyor. Kimsenin çalışmasına gerek yok. Yemeklerimizi dahi hazırlayıp, pişirmemize gerek yok. Bütün yemekleri günün her saatinde, her mahallede bulunan belirli depolarda, gündüz veya gece fark etmeksizin, istediǧiniz kadar saǧlayabilir, besin gereksiniminizi giderebilirsiniz. Yiyecekler Dünyadakiler ile çok benzerlik gösterse de, Araf’a özgü pek çok besin, meyve ve sebze de bulunmaktadır. Meyvelerden, muşmulayı andıran  “zirdanik”, yemeklerden  bol baharatlı, geyik etinden yapılan “şillo”  kebabı ve "balcin" tatlısı favorilerim arasında. Elbise, mobilya ve diǧer ev aletlerini de aynı şekilde, var olan depolardan edinebilirsiniz. Tek sıkıntımız, yaşanan belirsizlik. Ne olacaǧımızı bilemediğimiz bir bekleyiş ki, dudaklarımızın kıyıcıklarında buruk gülümsemeler biriktirmekten başka yaptıǧımız pek bir şey yok denebilir.  Bu şimdiye deǧin yüz binlerce yıl sürdüǧü gibi, bundan sonra da ne kadar süreceǧi belirsiz. Maya takviminde belirlenen günü duyduǧumuzda yüreǧimiz keder ve sevinç doluluǧu ile aǧzımıza geldiyse, çok şükür beklenen olmadı. İnsanlar bütün kökleri ile baǧlandıǧı topraklardan koparılmadı. Bu haberi kitleler, büyük bir coşku ile karşıladı. Herkes günlük istihkakları olan iki kadeh içkisini bir çırpıda yudumlayıp, kutlamalara katıldı. Hepimiz rahat bir nefes aldık.
         Dünyalılara, Hayyam’ın bir şiirini, hoşgörünüze sıǧınarak, kıssadan hisse çıkarmalarını saǧlık verip, hatırlatmak isterim.
Keder seni bağrına basmak mı ister,
hadi ordan, çek arabanı, de.
Boş sıkıntılara kaptırma günlerini.
Yutmadan bedenini toprak
ne kitabı bırak, ne çayır çimeni.
Hele yârin dudağını, sakın ha,
ta son güne dek.
         Unutmadan, daha önceki yazışmalarımda da sözünü ettiǧim, çok sevdiǧim İran’lı komşum - dostum Samet’in selam ve sevgilerini de unutmadan ileteyim. Saygılarımla…

Mevta Mevtaoǧlu
Araf, 24 Aralık 2012


          









7 Aralık 2012 Cuma

MAÇ


  
MAÇ
        
         Eriştiǧimiz zaman diliminde, büyük şair Cahit Sıtkı Tarancı’nın “otuz beş yaş” şiirindeki ömür belirlemesi geçerliliǧini yitiriyor. Hayat dediǧimiz amansız karşılaşma, otuz beşerlik, taş gibi sert yeşil bir Grandy Smit elmasının iki yarısından oluşmuyor, artık. Kan ter içinde oynamakta olduǧumuz maçın uzatmalarının da, insan denilen müthiş makinanın ömrüne katılması ile, aǧır aǧır çıktıǧımız merdivenlerin sayısı olan yarı yol, ortalama kırklara ve daha üstlere yükseldi. İştahla ısıra durduǧumuz elmamız daha da büyüye dururken, daha çok 'faul', hata yapıyor, aciz durumda olanları iliklerine kadar sömürüyor, doymuyor, birbirimize çelme takıyor, başkalıkları tanımıyor, kuyruklu çirkin bir maymun oluyor; görmüyor – duymuyor – susuyor, insan olmanın temel taşlarından olan hoşgörümüzü sıfırlıyor, kimseyi insan yerine koymuyor, oluşturduǧumuz mozayiǧin güzelim farklı renklerini, alabildiǧine bir kabalık ve zorbalıkla kendi tekdüze rengimize boyamaya çalışıyoruz. O denli gayri insani davranıyoruz ki; haliyle akıllara olur olmaz soru işaretleri gelip, yerleşiyor.
         Sizce de, yukarılardaki hakem midir acep, avurtlarını şişirerek, düdüǧünü tiz bir uǧultu ile uzun uzun öttürüp, bizleri cezalandıran.  Belki de: A. Huxley’in söylediǧi gibi: “Bu dünya, başka bir gezegenin cehennemidir.” Patronlar ve bilumum varsıllar, fakir  insanların ‘zebaniliǧini’ üstlenip, savunmasızlara her türlü cefayı reva görüyorlar.  Dünya haricinden gelen bizler, sadece peşimiz sıra gelen sessiz gölgelerimizi alıp gideceǧimiz, cehenneme çevirdiǧimiz “kavanoz kıçlı” gezegenimizde, kıyasıya birbirimizin daha çok canını yakarak, verilen uzatmaları oynuyor, insanlıktan ve asıl cennet kılınması gereken yeryüzündeki cennetten, her geçen gün daha da uzaklaşıyoruz.
         Varsıllar olarak da bilenen tufeyli zümre; rakipleri olan yoksullar, tam gol ataǧına geçtiklerinde, kendilerine ya haksız yere penaltılar veriliyor veya ‘offsite’ denilerek, bu eylemleri yok sayılıyor. Kalelerin arka taraflarını dolduran milyonlarca yoksul, yaşanan onca haksızlıǧı, adaletsizliǧi, baskıyı ve dipsiz uçurumlar oluşturan eşitsizliǧi yuhalayarak protesto etseler de, olup biten yine küçük bir azınlıǧın; “dediǧim dediǧi”  oluyor. Kırmızı kartlar yine, diǧer zümre ile oransız çoǧunluǧu oluşturanlara gösteriliyor. İnsanlar hak etmedikleri, iç acıtan, dramatik - perişan sürdürdükleri bir hayatı, doǧduklarına pişman, çocuklarına ve büyüklerine karşı olanaksızlıklarından utanç duyarak yol alıyorlar.
         İşin diǧer boyutu da, çekilen onca sıkıntı yetmezmiş gibi, sökün eden yaşlanma ile birlikte gelen, hastalıklar ve yetmezlikler, atalarımızın 'Cizlavat' marka soǧuk kuyu' da denilen, vıcık vıcık terleten lastik ayakkabılarla, günümüzde ise yırtık kunduralarla, ürkekçe ayak bastıǧımız gezegenimizi, daha da çekilmez hale getirmesidir. Bedenlerdeki milyonlarca hücrenin yok olma tehlikesi ile yavaş yavaş büyük bir dinginliǧin hissedildiǧi bu aşamada, kıpırtılar yok denecek bir seviyeye inerken, ‘sönmüş kireç’ olma dönemi başladıǧı zaman, en küçük kıpırtılar, kabarcıklar ortadan kalkar. “Oyun bittiǧinde, şah da piyon da aynı kutuya girse”  de, aradaki farklılık kıyaslanamaz. Kimilerinin, “cinsel yolla bulaşan ölümcül hastalıǧın adı, hayattır” dedikleri süreç, kale arkasındaki seyircileri için, çoǧu zaman onur kırıcı olabiliyor.
         “Ömür üç gündür.” diyenler de yok deǧil. Dün yaşanmış, yarın muǧlak, yaşanacaksa , bugün yaşanmalı. İnsanca yaşandıǧında, gelin güzelliǧinde olan hayat, alımlı bir gokkuşaǧının bütün renklerini barındırmalı. Biz yine de “sol memenin altındaki cevheri”  ve çeşitli modellerde traş ettiǧimiz “enseleri karartmamak” lehimize olsa gerek.

Amsterdam, 7 Aralık 2012
        





26 Ekim 2012 Cuma

MORİ



         

MORİ

         Kanatlarını art arda bir kaç kez çırpıp, evin oturma odasını daha iyi görebileceǧi aylardır bozuk olan sokak lambasına tepesine kondu. Külah şeklindeki kaygan düzeyde aniden kayacak gibi olsa da, sivri tırnaklı minik pençeleri ile ustalık gösterip tutundu. Yer yer kömür karası ve gri tüyleri, yaşlanmaya yüz tutmuş görünümü ile kanatları daha bir sarkık gözüküyordu. Sürekli aynı sokak lambasının üzerine konup, gözetlediǧi altmışlı yaşlardaki adam tarafından Kürtçede boncuk anlamına gelen  “Mori” adını almıştı. O minik bir serçeydi. Şimdiye deǧin pek çok serçe yavrusu, Mori’nin yuvasına bıraktıǧı ve eşi Muro ile nöbetleşe kuluçkaya yattıkları yumurtaları çatlatıp güneşe göz kırptılar. Şimdi her birinin nerelerde olduklarını bilmiyor, bulunduǧu coǧrafyanın uçsuz bucaksız semalarında kanat çırpıp, doǧanın dengesine kendilerince katkıda bulunuyorlar. Mori, çok sık olmamakla birlikte, elektrik- telefon direklerine, aǧaçların dallarına, pencerelerin diplerine, evlerin çatılarına ve konabilecekleri her yerde yavrularını görüyor, mutluluktan bildiǧi bütün şarkıları coşkuyla cıvıldıyordu. Zamanları varsa, yanlarına gidip, kondukları yerde yavruları ile konuşup, hasretlik gideriyordu.
         Kırçıl saçları, kırpık-küçük kahve rengi gözleri, pos bıyıkları, kırışıklıkların yanık yüzüne kısa bir zaman içinde art arda hücum ettiǧi, tatlı çehresinde kendine has tatlı gülümsemesi eksik olmayan Asım Bey ile Mori'nin kadim bir dostluǧu vardı. Her gün karşılıklı olarak, Mori cıvıltılar ile duygularını aktarırken, Asım Bey hal ve hareketlerini ön plana çıkararak, bizzat konuşarak, sıkıntılarını anlatıyordu. Mori de diǧer serçelere benzediǧi halde, Asım Bey O’nu kanat çırpışından, cıvıltısından ve kuyruǧundaki kömür karası tüylerinden tanıyordu. Aralarında öylesine büyük bir dostluk vardı ki, Mori’yi bin tane serçenin arasından dahi ayırt edebilirdi. Çünkü O kendisinin Mori’siydi.
         Asım Bey ile olan dostluǧu beş yılı geçiyordu. O beş yıl önce İstanbul’da her şeyden elini ayaǧını çekip, memleketi Diyarbakır’ın  Silvan ilçesine taşındı. İlçede mesleǧinden dolayı avukat Asım olarak tanınıyordu. Bin dokuz yüz yetmiş dört yılında İstanbul Hukuk Fakültesi’nden mezun olduktan sonra üç yıla yakın hemşehrilerinin de çalıştıǧı büyük  bir avukatlık bürosunda stajyer avukat olarak çalıştı. İstanbul’da ve ülkenin dört bir tarafında büyük bir hareketlilik vardı. Birlikte çalıştıǧı avukat arkadaşları her gün bu hareketliliǧin daha çok içinde yer alıyor, bilinç seviyelerini artırmak gayesi ile boş zamanlarında deliler gibi okuyorlar, notlar çıkarıyorlar, bir deǧil onlarca kitabı hatim ediyor ve bütün bu donanımları ile en iyi analizin hangi çizgide yer bulduǧunu hararetli bir şekilde tartışıyorlardı.  Toplum olarak çaǧa çok geç kalmışlardı. O nedenle pek çok şeyin deǧişmesi gerekiyordu. Ülkelerinin baǧımsız, insanlarının eşit, tek bir ferdin dahi ezilmediǧi, emeǧe saygının, eǧitimde fırsat eşitliǧinin ve yüce insan onurunun en yükseklerde tutulduǧu bir düzen ideali ile, halk örgütlenmeye çalışıyordu. Her geçen gün daha çok öǧrenci, işçi, köylü ve her kesimden kitleler akın akın bu örgütlenmelerin içinde yerlerini aktif olarak alıyorlardı. Asım da çok geçmeden, zaten yıllardır yüreǧinde taşıdıǧı bu insani deǧerlere daha çok yakınlık duyup, olması gereken yerde oldu.
İstanbul Sarıyer’deki küçük odasının bir duvarına; daǧlardan ovalara seslenen Ahmet Arif’in, kapıdan yana olan duvarına da şehirlerden seslenen ulu derya Nazım hikmet’in şiirli posterlerini altın yaldızlı birer çerçeveye koyup, astı. Şiirlerde “bir orman gibi kardeşçe yaşanıyor” ve “görüşmecilerinin yeşil soǧan getirdiǧi adamın; aç ve susuz da kalsa, sevdası terk etmiyordu.”
     Bu dünya şehrinde sayısız anısı vardı. İstanbul’da tanıklık etmediǧi, yaşamadıǧı olay yok gibiydi. Beş yıldır bütün hayatını Mori’ye anlatıyordu. Mori  de O’nu deyim yerinde ise can kulaǧı ile dinleyip, ara sıra cıvıldıyor, adeta bu Kızıl diye anılan dostunu onaylıyordu. İşte  Mori yine cıvıldayıp, lamba direǧinden önce Avukat Asım’ın kendisi için balkonuna yaptıǧı tahta yuvasına, oradan da açık olan balkon kapısından uçarak gelip, dostunun omuzuna kondu. Avukat Asım ile kendisinin Silvan’a taşındıǧı ilk gününde tanıştı. Burası Silvan’ın Konak Mahallesinde, Dr. İsmail Beşikçi caddesi’nde babadan kalma küçük bir evdi. Mahallenin çocuklarından bekçi Murat’ın alabulus traşlı, sekiz yaşındaki oǧlu Baran’ın attıǧı bir taş ile kanadı kırılmış ve o gün evine taşınan Avukat Asım’ın balkonuna canını zor kurtarıp, sıǧınmıştı. Avukat Asım çok da fazla olmayan ve büyük çoǧunluǧu kitap olan eşyalarını daha yeni taşımıştı ki , balkona çıkıp mahalleyi gözden geçirmek isterken, yaralı Mori’yi gördü. Can havli ile kıvranan bu zavallı canlıyı büyük bir şefkat ile avucuna alıp, yarasına baktı. Yavrucak uçamıyordu. Belli ki çok acı çekiyordu.
        “Anlaşıldı, sen de yalnızsın benim gibi üstelik de yaralı. Senin yaran bedeninde, benimse yıllardır yüreǧimde. Bakalım ne yapacaǧız. Evine hoş geldin. Daha ilk günden yalnızlıǧımı paylaşmak istiyorsun. Madem böyle, dediǧin gibi olsun.”  Serçenin yarasını tedavi etmek için malzeme bulup getirirken, küçük dostu olduǧu yerde acılar içinde dönüp, cıvıldıyordu. Avukat Asım kıvranan serçeyi tekrar eline aldı, önce yarasına merhem sürdü, daha sonra silgili bir kurşun kalemi ortadan ikiye bölüp, kanadını ince bir bez parçası ile sardı.
        “Dur bakalım dostum... dur... dur... Biraz sabret. Ne diyeceǧim; artık can yoldaşı olduǧumuza göre, sana bir isim de bulmak gerekir.
Bilmiyorsundur, benim adim Asım. Bakalım sana nasıl bir isim bulacaǧız.“
     Yıllardır İstanbul’daydı. Artık buralı sayılırdı. Tesadüfen katıldıǧı siyasi toplantılarda, hayatın kendisine  verdiǧi en büyük ödül olarak gördüǧü Bahar adında, çok güzel Gürcü bir bayanla tanıştı. İlk görüşte yüreǧine söz geçiremedi. Bukleli altın sarısı saçları, büyük açık yeşili gözleri, sivri çenesi, dünyanın en güzel gülümsemeli genç bayanın hayalı gözlerinin önünden gitmek nedir bilmedi. Kısa sayılabilecek bir zaman içinde bu arkadaşlıklarını ilerletip, çok mutlu giden evlilikle noktalamışlardı. Birbirlerine olan aşkları bütün arkadaşlarının dilinde destan olduǧu gibi bütün tanıdıkları onları olabilecek en güzel bir birliktelik olarak gösteriyorlardı.
     Bahar bir çocuklarının olmasında bütün istemiyle diretse de, Asım bunun çok erken olduǧunu, biraz özgür kalmalarını, hiç deǧilse iki yıl gibi bir süre beklemelerini rica etti. Sonunda Bahar’ı bu önüne geçilmez arzusunu ertelemeye ikna etti. İş sonrası birbirlerine hasret, günü iple çekip, ya evlerinde veya bir yerlere gitmek için dışarıda buluşuyorlardı. Mutlulukları büyük, aǧızlarının tadı yerindeydi. Yıllar mücadele ile geçerken, en nihayetinde çocuk yapmaya karar verdiler. Bir süre sonra da bu dilekleri oldu. Eşi Bahar hamileydi. Var olan mutluluklarını, yoǧun bir sevinç süsledi.
     “Onurlu bir kavgamız vardı Mori. Her biri ayrı dünyalar olan; ırkı, dini, dili ve rengini ayırmadan sevdiǧimiz insanlık için.Bak şimdi yıllar sonra çok , sevdiǧim İstanbul’dan o kadar zaman uzaklardayım. Evet, buralar doğduǧum büyüdüǧüm topraklar. Ama ben köklerimi İstanbullarda saldım. Derinleri kucaklayan, sevgi ve mutluluk kökleriydi bunlar. Yeryüzünün en mutlu insanıydım. Beni anlayan, seven, hiç bir insanın veremiyeceǧi deǧeri veren Bahar’im vardı. Köklerimi kestiler, çürüttüler, kezzap döktüler, yok ettiler onları. Şimdi yabancılaştıǧım kendi topraǧımda, ayakta duramayan cılız, tekrar yeşerip yeşermeyeceǧi belli olmayan, Kızıl diye adlandırılan meyve vermeyen kuru bir aǧaca döndüm. Bir tek sen varsın artık. Beni anlayan, dinleyen, her daim aǧlamaklı yüreǧime, minnacık kalbini getirip yapıştıran sen varsın Mori.“
        Erken saatte uyandılar. Güneş İstanbul'un o kendisine özgü puslu karanlıǧını zoraki aralamıştı.
        “Canım kahvaltı hazır, gel artık. Yumurtalar soǧumasın“ diye sevgi dolu seslendi Asım.
     “Tamam canım, hemen geliyorum. Yumurtalara isot attın mı, peki?“
     “Atmaz olur muyum. İsotsuz yumurta yenir mi?  Hem de bolca.“
Hafta içinde kahvaltıların hazırlanması Bahar’a aitti. Ama hafta sonları bu görevi Asım üstleniyordu. Bugün de Pazar olduǧu için, erkenden kalkıp, tavşan kanı bir çay demledi, yanında da masaya köy tereyaǧında yumurta, peynir, zeytin, iri doǧranmış domates ve salatalık koydu. Acele etmeliydiler. Bugün onlar için önemli bir gündü. Devletin ilericilere, yurtseverlere ve bütün demokratlara dayattıǧı şiddete karşı, aynı zamanda hak ve özgürlükler için büyük bir miting düzenlemişlerdi.
     Karşılıklı oturarak iştahla yaptıkları kahvaltının ardından, masayı toplayıp, dışarı çıktılar. Hiç te soǧuk olarak nitelendirilip, şikayetçi olunacak bir gün deǧildi. Pastırma yazı olarak adlandırılan bir sonbahar günüydü. Tabiat ana sokakları alabildiğine, yıǧınlar halinde istem dışı yerlere düşmek zorunda kalan sarı ve kırmızının bütün tonlarının karışımı, irili ufaklı yapraklarla süslemişti. Eşinin elinin sıcaklıǧını yüreǧinin derinliklerinde duyarak yürüyen Asım miting heyecanı içindeydi. Yapraklara gözleri kayarken, bir yandan da yüreǧindeki ürpertinin yanı başına sonbaharın kaçınılmaz hüznü gelip, yerini zoraki bir misafir gibi alıyor, karmaşık duygularla boǧuşuyordu.
     Serçe Mori, Avukat Asım ile olan günlük sohbetine biraz ara verip, geldiǧi balkon kapısından kanatlarını çırparak, soluǧu balkonun altında aldı. Yaǧmur durmuştu. Yolda oluşan yaǧmur birikintilerinden birinin başına geldi. Göletin başında durup, minik gagası ile aldiǧi su damlacıklarını, kanatlarını hafif açıp, kuyruǧunu yelpaze haline getirip, cıvıldamalar eşliǧinde, kafasını çevirerek sırtına doǧru atıyordu. Asım yüreğindeki hüznü, yorgunluǧu ve umutsuzluǧu bir kez daha mori ile paylaşmış olmanın getirdiǧi rahatlıkla, adeta duş alan Mori’ye gülümseyerek uzun uzun baktı.
     “Canım keşke sen gelmeseydin. Kaç defa söyledim ama bir kez daha söylüyorum. İnat etme. Vazgeç şu Gürcü inadından. Benim Kürt inadım seninkinin yanında havada kalıyor. Kürtlerin adı çıkmış. Canları çıksaydı demeyeceǧim, zaten olan olmuş. Bak yorulacaksın. Bir de oldukça kalabalık olacak. İnsanlar düzene karşı avazı çıktıǧı kadar baǧırıp çaǧıracaklar. Sonra bebeǧimizi de düşünmemiz gerekir.”
     “Merak etme sen, ben hep senin yanında kalırım. Gelmesem, o heyecanı yaşamasam, kendimi affetmem. İnsanlıǧa karşı mahcup olurum. Sonra bebeǧimiz halinden oldukça memnun. Gelmezsem aklım sende kalacak. Yer bitiririm kendi kendimi.
Belki de dünyanın en küçük protestocusu, bizim minik yavrumuz olacak.”
        “Tamam canım sen bilirsin. Ne diyeceǧim. Geçen gün sana kız olursa, adını Mori koyalım demiştim. Hala, bu konuda bir şey söylemedin. Mori adını beğenmedin mi yoksa?”
        “Sen söylersin de ben beǧenmez miyim. Hem güzel bir isim, çok beǧendim. Tamam kızımız olursa adı Mori. Ama erkek olursa adını ben koyacaǧım. Aklımda henüz bir isim yok ama yakında güzel bir isim bulurum. Belki üç isimli olur. Kürtçe, Türkçe ve Gürcüce.”
     “Yok daha neler oldu olacak, Çince, Japonca, Arapça... hatta Fransızca.”
        “O kadar da demedik yani. He neydi kızımızın adı?”
     “Mori. Yani boncuk.“
Buluşma yerine gelmişlerdi, Şehrin dört bir tarafından kitleler halinde, insanlar akın ediyordu. Çarpan kalplerini duyarak, kalabalıkta kayboldular.
     Mori doǧal ortamda yaptıǧı duştan sonra fazla vakit kaybetmeden, balkonda kendisini seyre dalan Avukat Asım’ın omuzuna kondu. Avukat Asım omuzundaki yüreǧi büyük, minik dostunun gagasına üst üste küçük öpücükler verip, birlikte yeniden oturma odasına geldiler. Dışarıda yaǧmur sularında hoplayıp, zıplayan çocukların çıǧlık çıǧlıǧa sesleri geliyordu. Binaların çatılarının ardında batan güneşin kızıllıǧı, Asım’ın yorgun yüzüne yansıyıp, küçük kahve rengi gözlerindeki buǧuyu, minik yakut taşlarına dönüştürüyordu. Murathan Mungan'ın dizelerini anımsadı. Sanki O'nu anlatmak için yazılmış dizelerdi bunlar.
        "Kimsenin konuşmadıǧı bir dil gibiyim. Kimsenin inanmadıǧı bir deli. Yazarının bile okumadıǧı bir kitap. Hiç çalmayan bir şarkı, hiç vatandaşı olmayan bir ülke. Hiç sorulmayan bir soru gibiyim... Kalabalıklar içinde varım ama yok gibiyim..."
     Miting alanı beklenenden daha çok göstericiye ev sahipliǧi yapıyordu. Bu yoǧunluk katılımcıların umudunu artırıp, yüzlerini güldürürken, coşkularını da artırıyordu.
Her tarafta üniformalı ve bir o kadar da sivil polis tetikte bekliyordu. Alanı dolduranlar, bir ellerinde yürekleri, diǧer ellerini yumruk haline getirip olabildiǧince gökyüzüne doǧru kaldırarak, daha güzel ve insanca bir yaşamdan yana olmayı istemler halinde haykırıyorlardı. Kalabalıkta ezilmemek elde deǧildi. Asım eşini sürekli kolluyor ve bir yandan da birbirlerine gülümseyip, onlar da olabildiǧince seslerini yükseltiyorlardı. Mitingde görevli olanlar, sürekli etrafı kolaçan edip, polislerle zaman zaman tartışıyorlardı. Ansızın üst üste bir kaç silah sesi kalabalıǧın haykırışlarını yardı. Bahar’ın  havada sıkılı yumruǧu yanına düştü. Asım var gücü ile baǧırıp, eşine korku ile sarıldı. Bahar’ın göǧsünden akan kanlar, beyaz gömleǧinden sızıp, Asım’ın kalbine aktı. Yüksek bir binanın yangın merdivenlerinden inen, yüzünü gizlediǧi beresi ve elinde uzun namlulu silahı ile hızla koşan biri, polislerin bakışları arasında gözlerden kayboldu.
        Avukat Asım balkona geldi. Hayatı, adeta cam kırıkları uzerinde, çıplak ayaklarla yürür gibi geçiyordu. Balkon demirlerinden tutunarak, oynayan çocukları seyre daldı. Akşam güneşinin yansıması ile kızıllaşan yaǧmur göletlerinde oynayan çocukların üstlerine başlarına, ansızın kanlar sıçrıyor hissine kapıldı. Oysa dalgalanan, sıçrayan, sabreden, hoşgörü ile çocukların tekrar gelip, oynamasını bekleyen yaǧmur göletleri, deǧişmeksizin, su olarak kaldılar. Balkondaki adam panik içinde;
     “Yavrum... yavrum” diye baǧırdı. Yüreǧinin yarası bir kez daha kanamalı tazelendi, O' nun yokluǧunun aǧusu damla damla içine aktı. Ansızın duvarlarını sımsıkı  örüp, bir midye gibi içine kapanıverdi. Çocuklar oyunlarını yarıda bırakıp, anlamsız gözlerle balkondaki tedirgin, bitkin ve hüzünlü adama baktılar. Aǧzından başka söz çıkmadı. Sus pus oldu. Sessizlik konuştu. Bedeni; kavun acısına benzeyen onulmaz bir tatsızlıkla, kanamalı yüreǧine dar geldi. Hıçkırıklarla, otuz yıl sonra bir kez daha başını eǧerken, hemen yanı başında yer alan Mori, dostunun ensesine sessizce öpücükler kondurup, teselli etti.


Amsterdam, 24 Ekim 2012

















17 Ekim 2012 Çarşamba

IT IS A PENCIL



 IT IS A PENCIL

          Mürekkep yalandığı söylense de, böyle bir eyleme ne yazık ki tanık olamadığımız okullarda; öğretmenlerimiz (laf aramızda ingilizce öğretmenleri eğer bayansa, farklı ve güzel de oluyorlardı, her ne hikmetse) "It is a pencil- It is a book- I am Mr. Brown" demesini, çok şükür öğretmişlerdi. Bizler de bütün bu yoǧun ve karmaşık bilgi hazinesini hafızalarımıza kazımıştık. Gelinen aşamada, edindiğimiz derin tecrübe odur ki; bu üç ulvi mübarek cümleyi bir çırpıda, hiç dil sürçmesine mahal vermeden, peş peşe sıralayabilmeniz halinde, Londra’nın ortasından yılan kıvrımları ile geçen, Times nehrinin bir kıyısından diǧer yakasına sorunsuz geçebilirsiniz. Bu arada bilinen İngiliz kibarlığı ve nezaketine bir nebze de olsa katkıda bulunup, entegre de olmak gibi bir emelinizin varlıǧı nüks etmişse,  "hello" demeyi de unutmamanız gerekmektedir. Saǧolsunlar, o zamanlar "güzel, şimdilerde yaşlı olan- ömürleri uzun olsun- Allah, minnet borcumuzun olduğu bütün ingilizce öğretmenlerimizden de razı olsun. "Ana ve babalar kadar kutsallıkları şarkılara tema olan siz öǧretmenler, bizlere; dünyanın hiç bir yerinde “milli” olmayan, fakat bütün ülkelerin bu nedenle hasetinden çatır çatır çatladıǧı, oysa ülkemizde; ingilizce, matematik, fizik, biyoloji ve diǧer bütün dersleri, ultra "milli" olan Türk eğitim sisteminin, o mağrur ve  “çıt kırıldım”  çatısı altında, bizlere bu kadar bilgiyi aktarmasaydınız, ne yapardık?  Elbette perperişan olurduk, bu İngiliz ellerinde.
          Bizim küçük olduǧumuz yaşlarda; İç Anadolu'da bulunan Kürt kökenli çocukların, bu uçsuz bucaksız bozkırda, iki büyük korkusu vardı. Birincisi köylerimize ansızın baskın yapıp, evlerde bulunan silahların aramasını yapan jandarmalardı. Çocukluǧumuz bu korkunun travmaları ile geçti. Jandarma denilen silahlı, külahlı, haki renkli tek tip elbiseli, yakalarında bazı işaretlerin bulunduǧu; acımasız, genelde kendilerinden biraz daha yaşlıca ve üniformaları daha yeni olan bir kişinin pervasız komutları ile hareket eden, yanık, esmer, soǧuk suratlı ve dik bakışlı; köylere çil yavruları gibi bir anda yayılan büyük gruplar halindeki askerlerdi. Bakıldıǧında, çil yavruları deǧil de, dinasorlar gibi evlerimize yayılan askerlerin,  arama yaptıǧı, o zamanlar internet veya mobil telefonlar olmamasına raǧmen, yine de kara haber çok kısa bir sürede yayılırdı. Babalarımızın ne için taşıdıkları belli olmayan silahlarını annelerimiz alıp, bir yerlerinde sakladıkları  zaman, biraz olsun rahatlardık. Silahın artık bulunmayacaǧını, babalarımızın yakalanıp, hapislere atılmayacaǧı korkusunu, bir köşede hasta numarası yapıp, yerinden kıpırdamadan, üstünün erkeklerden oluşan jandarmalar tarafından aranmayacaǧı garantisinin bulunduǧu annelerimize bakışlarımızı korku ile yöneltirdik. Annelerimizin, adeta su terazisi ile kalem gibi dizip, bir varlık göstergesi olan; misafirler için ayaklı, uzun ve tahtadan yapılmış, sedir türü yükseltilerin üzerine, büyük bir özenle katlayıp, koydukları bütün yataklar yeşil kurbağalar tarafından indirilir, etraf didik didik edilirdi. Evler bir harabeye döner, yumurtalarının üzerinde kuluçkaya yatan annelerimiz, suçlu gözlerle olup bitene ve jandarmalara bakar, hastalık numarası ile daǧılan evinin üzüntüsünden inler ve çaresizce oldukları yerde kıpırdamazlardı. Jandarmaların köyden ayrılmaları ile birlikte, annelerimiz üzerlerine kuluçkaya yattıkları halde çoǧalmayan silahları tekrar babalarımıza, kendilerine minnet duyulması gerektiǧinin bakışları ile verirdi. Böylece ailenin namusunun, bir kez daha onlar tarafından korunduǧu, o çatı altında yer alan herkes tarafından idrak edilirdi.
          İkinci korku ise milli eǧitim adı altında, kürtçe konuşup konuşmadığımızın takibatını yapan, eǧitim adına küçücük bedenlerimizi falakaya yatıran, üşümekten donmak üzere olan parmaklarımızı bir araya getirip, üzerine uzun cetvel ve sopalarla var güçleri ile vuran öǧretmenlerdi. Bu iki korku babalarımızdan ve annelerimizden duyduǧumuz korkuların çok ötesindeydi. Öğretmenlerin korkusunun da, o minnacık bedenlerimizde, pır pır atan yüreklerimizdeki tahribatı, en az jandarmaların sebep oldduǧu kadar  büyüktü.

          Şimdilerde zorunlu, dayatma derslerin müfredata eklendiǧi, anlamını bilemediǧim 4+4+4 ile daha çişlerini dahi tutmakta zorlanan minik yavruların perişan edildiǧi, yeni bir sisteme geçildiǧini görüyoruz. Bizim o zamanlar bütün hücrelerimizde alabildiǧine hissettiǧimiz korkular, günümüzde daha da küçük yaşlarda milli eǧitim bünyesinde, kalıplara dökülen şimdiki öǧrencilerin duyduǧu, o hasar veren nahoş his daha azdır. Yan yana toplanan onca dört sayısı ile var olan eǧitimin, daha bir dört dörtlük milli kılınması mıdır amaç?
          Doğrusu "Hep abalıya vurmanın" da alemi yok elbette. Gururla söyleyecek olursak, bizim 78’ler olarak anılan kuşaǧımız; çok milli olan eǧitim sistemimizden , “it is a pencil” ve ingilizcenin diǧer iki temel taşı cümlesini azimle koparabildi. Haksızlık mı etmiş oluyoruz dersiniz? Bizim de kabahatımız büyük olsa gerek, bu konuda bizler de "ak kaşık“ deǧiliz, kanaatini de taşımıyor deǧilim. Milli Eğitimimizin o coşkun ve mürekkep mavisi deryasından, ancak elimizdeki kıçı kırık, delikli maşrapamızın alabildiği kadarını alabildik. "Oxfort vardı." Ama gittiğimiz halde, biz milli ilim ve irfandan yeterince istifade edemedik, belkide! O halde; "Vermeyince mabud neylesin mahmut." da denebilir. Bu gezi yazısı ile maksadım Londra’yı, dilim döndüǧünce biraz olsun anlatmaktı. Sanırım aktarmaya çalıştıklarımın, bu dünya şehri ile pek ilgisi olmadı, farklı bir tarafa yöneldi.
Ama , unutmadan söyleyim, LONDRA GÜZEL. Julius Sezar'ın dediği gibi; WENI – WIDI  WICI!   Geldim – gördüm – yendim. Sezar'ın olabilir, ama bizim kimi, ne için yenme gibi bir derdimiz yok.


Aydın Yılmaz

Amsterdam, 14 Ekim 2012





KORKU

      KORKU   “Elimde değil Olric! Ne efendimiz? Elleri Olric elleri…”   Oğuz Atay - Tutunamayanlar   Fırtınalı bir denizin da...