28 Eylül 2012 Cuma

MUHTEŞEM SÜLO


MUHTEŞEM SÜLO

“Atalarından başka övünecek şeyi olmayan adam, patatese benzer. Çünkü kendine ait olan biricik varlıǧı topraǧın altındadır.”
                                                                                     Brooks Atkins

          Haşmeti dillere destan olan, hünkar babasının huzuruna çıkması için, has odabaşının, önce majestelerinden destur alması gerekiyordu. Has odabaşı, padişah Yavoz Sultan Selom’un boş bir zamanını kollayıp, oǧlu Kanlıni’nin uzun zamandır kendilerini görmek istediǧini, el pençe, başı yıkık, ıkına- tıkına -sıkına arz etti. Yavoz Sultan Selom, kırmızıya çalan yuvarlak yüzünde yer alan, gür ve bakımlı pala bıyıklarını, uzun tırnaklı düzgün parmakları ile koparırcasına çekiştirip okşarken, gür kaşlarını olabildiğince çatıp, ışıldayan gözlerini, eǧik kellesi ile iki büklüm duran has odabaşına yöneltti. Minderi kaplayan, kendisi gibi haşmetli, yayvan kıçı ile oturduǧu tahtın yanlarında pır pır yanan iki iri mum, tüyleri iki cariyesi tarafından iple alınan kulaklarında sallanan, Bahreyn incisi küpelerini parlatıyordu. Öyle ya, oǧlu Kanlıni Sülo uzun süredir Manisa sancaǧında kalakalmış ve görüşememişlerdi. Elbette, O’nun da, bilinen bir takım karşı konulmaz dürtüleri ayyuka çıktıǧında; elinin altında, hareminde hazır, nazır, amade, boynu bükük, yalnız el etek deǧil, zat-i alilerinin buyruǧu dahilinde, her bir yerlerini öpen, büyük bir itaatla, verilen emirleri yerine getiren, halvetlerinin akabinde, “tamam çekilebilirsin” emrini aldıǧında, başı önde, bombeli kalkık kıçları kapıya dönük; Anadolu Türkçesi ile “götün götün” çıkan, birbirinden alımlı onlarca cariyesi vardı. Demek onca cariye, şan, şöhret, güç, kudret, para pul da, hazretlerinin sıkılmaması için yeterli gelmiyordu. Yüreǧine kulak verdiǧinde, kendisinin de oǧlunu çok göresi geldiǧini hissetti.
          “Ala, gelsin bakalım. En yakın zamanda hazırlıklarını yapıp, huzuruma çıksın. Başka bir husus var mı?”
          “Emriniz olur hünkarım. Ben Şehzade Kanlıni Sülo hazretlerine haber salarım. Başka bir diyeceǧim yoktur. Devletli Sultanım.”
          Has odabaşı Kanlıni Sülo’ya tez elden haber saldı. O da araya uzun bir zaman koymadan, atları ve bir yıǧın askeri ile soluǧu Hünkar babasının sarayında aldı. Hasodanın önünde aralıksız nöbet tutan, örgülü saçları, eǧik başları ile birlikte yanlara sarkan, kavuklu, parlak genç aǧalar, hünkarın kapısını usulca tıklatıp, Şehzade Kanlıni Sülo’nun huzura kabülünü beklediǧini söylediler.  Yavoz Sultan Selom;
          “Buyursun gelsin, bekliyorum” diye seslendikten sonra, Kanlıni Sülo usulca ileri süzülüp, oturan babasına beş metre kadar bir mesafede, elleri göbeǧine baǧlı, başı olabildiǧince eǧik vaziyette;
          “Hünkarım” diye seslendi. Hünkar Yavoz Sultan Selom, yüksek sesle;
          “Yaklaş” diye ferman buyurdu. Kanlıni Sülo babasına yaklaştı, eǧilip, hürmetlerin en büyüǧü ile eteǧini öpüp, başı önde bekledi. Hünkarın desturu ile ayaǧa kalkan Kanlıni Sülo babası ile hasretlik giderip, Manisa sancaǧında neler olup bittiǧini, konuştular. Yavoz Sultan Selom genç şehzade oǧluna bolca nasihatte bulundu. Sade giyinmekten yana olan hünkar, oǧlunun fazla süslü giyindiǧini biliyor ve bu kendisini rahatsız ediyordu. Kulaklarında sallanan inci küpelerini okşayıp, oǧluna daha sade giyinmesini, kadınlar gibi cicili-bicili giyinmekten kaçınmasını tembih etti. Daha sonra devlet içlerini enine boyuna konuştular. Saatler boyu baş başa kaldılar. Has bahçedeki gümrah bitkilerin arasında sohbete devamla, uzunca bir gezinti yaptılar. Yemek sonrasında Kanlıni Sülo, hünkar babasından müsaade istedi. Baba ve oǧul tekrar öpüşüp, koklaştıktan sonra ayrıldılar. Kanlıni Sülo beraberindeki askerleri ile akaşam karanlıǧında Manisa Sarayına doǧru, beraberindeki askerleri ile at koştururken, Yavoz Sultan Selom yataǧında yalnız kalıp sıkılmamak için, hatun seçmek üzere, aheste aheste haremine doǧru yürüdü. 
          Onların aralarında zaman zaman büyük tatsızlıklar da yaşanmadı deǧil, elbette. Yavoz Sultan Selom şehzade oǧlu Kanlıni Sülo’ya kulaǧına gelen bazı söylentilerden dolayı kayışı koparmışköpürüyordu. Hiddetinden hızını alamadığından, O da, daha önceki padişahlar gibi oǧlunu ortadan kaldırmak istedi. Baba oǧlu, kardeş kardeşi, amca, dayı  ve diǧer bütün yakınlarını, iktidarlarının önünde bir tehlike olarak  gördükleri anda gözlerinin yaşına bakmadan, boǧdurup, öldürmek gelenekti. Hanedan ailesine dahil olanların kanını akıtmak çok günah sayıldıǧından, kansız ölüm yöntemi olan, boǧdurma tercih ediliyor, böylelikle daha az günaha girdikleri hissine kapılıyorlar, vicdanları da fazla sızlamıyorduYavoz Sultan Selom da oǧlunun al kanını akıtıp, günaha girmek istemediğinden, sevgili evladı Kanlıni Sülo’yu zehirlemek istedi. Ancak hünkar daha az vicdan azabı duyacaǧı bu girişiminde başarılı olamadı. Validesi oǧlunu, hünkarın gazabından korumasını bildi.
          Yine validesinin dayatması ile oǧlunu öldürme zevkini tadamadan, gözleri açık giden Yavoz Sultan  Selom’un ardından, Kanlıni Sülo padişah oldu. Kanlıni Sultan Sülo başa geçer geçmez haremini Rus cariyelerle yenileyip, doldurdu. Bu birbirinden güzel cariyelerin başına da, korucu meleǧi validesini getirdi. Valide Sultan, çiçeǧi burnunda hükümdar oǧlu Kanlıni Sultan sülo’ya bir birinden çıtır, türkçeleri bozuk, ama yataktaki işveleri, işlevleri ve de cilveleri saǧlam olan cariyeleri, önce hamamlarda yıkatıp, lavanta kokularına bulayıp, altın yoldan geçirerek, hasoadaya yolladı. Kanlıni Sultan Sülo, sunumun karşılıǧında beş para dahi almayan validesinin (Hacı ana), kendisinin koynuna, kıllı kollarının arasına bahş ettiǧi, ecnebi hatunları, birbirinden deǧerli taşlarla bezeli, paha biçilmez, kendi el mahareti yüzüklerle süslü parmakları ile avuçladıǧı kızıl elmaları bir hamlede yarıladıǧı gibi, bu sütün bacaklı, armut göǧüslü, kiraz dudaklı dilberleri haşin ve gaddarca ısırıyordu. 
          Günlerden bir gün; şerbetlerle ıslatılan lokmaların, eǧlencenin ve hasodada noktalanıp, mutlu sonla biten halvetin ardından, Kanlıni Sultan Sülo muamelesinden ziyadesi ile hoşnut kaldıǧı Rum hatunun hayatını çok merak etti. Hatuna art arda sorular yöneltti. Gözleri iri birer zümrütten farklı olamayan Eleni Türkçe çok bilmediğinden, cevap vermekte zorlansa da, karşısındaki bir dünya hünkarıydı. Hayatını, başından geçenleri, geldiǧi kültürü ve Bizans mitolojisini dahi dilinin döndüǧünce anlattı.
         “Hünkarım bizim topraklarımızda bilinen en güzel kadın Afrodittir. Afrodit’in ise çok hazin bir hikayesi vardır. İsterseniz size O’nun öyküsünü anlatmaya çalışayım.” Kanlıni Sultan Sülo anlatılanları pek anlamazsa da, bütün anlatımlardan Afrodit adlı dünya güzeli bir Hatunun, bu Rum dilberinin geldiǧi Bizans topraǧında olduǧunu anladı. Eleni, gözlerindeki zümrütleri hafif kırpmalar ile gölgeleyip, anlatmaya devam etti. Kanlıni Sultan Sülo anlamazsa da sarmaş dolaş, üryan biçimde olduklarından, tercüman da çaǧıramazdı.
          “Hünkarım, bizim topraklarda bir zamanlar;  heykeltraş Praksilteles  ressam bir arkadaşıyla Knitos’ta akşam üstü içki eşliǧindeki muhabbetlerinde, sanat konularında tartışıyorlardı. Az ilerideki tepede yer alan manastırdan bir kaç tane rahibenin, gülüşerek denize doğru koştuklarını gördüler. Rahibeler elbiselerini çıkarmadan suya daldılar. Aralarından  biri çırılçıplak soyundu ve suda kayboldu. Biraz sonra sudan çıkıp gelen kadının muhteşem vücudunu gören heykeltıraş Praksilteles bu güzelliǧin heykelini yapmadan yaşayamacaǧını anladı.
          Ertesi günün sabahı soluǧu manastırda aldı. Başrahibe ile görüşüp, rahibenin heykelini yapmak istediǧini söyledi. Başrahibe;
          “Kendisine sorun, eğer kabul ederse yapabilirsiniz” dedi. Bunun üzerine rahibe ile anlaşmaya varan Praksiteles işe koyuldu. Heykeltıraş rahibenin çıplak heykelini yaparken, bir yandan da hikayesini dinledi.
          Rahibe bir adamı öldürmüştü. Çıkarıldıǧı mahkeme kendisini idama mahkum etti. Mahkemede hiç bir şey yapamayacaǧını anlayan avukatı, aniden ortaya fırladı ve genç kızın yanına gidip, üstündeki elbiseleri bir hamlede yırttı. Yargıçlara kızın güzelim vücudunu gösterip;
          “Bu memeleri, bacakları, yok etmeye razı olacak mısınız?”
Genç kızın güzel memelerini görme şansını yakalayan yargıçlar, kendi aralarında toplanıp, bir karara vardılar. Bu karara göre, genç kız ömür boyu bir manastırda yaşamaya mahkum edildi.
          Praksiteles bu vücudun heykelini yaptı ve adını “Knidos Afroditi”koydu.
Kanlıni Sultan Silo, Eleni’nin anlattıklarından çok az bir kısmını anladı. Anladıǧi tek şey Yunanistan’da dünya güzeli Afrodit adlı bir kadının olduǧuydu. Evet bu hatun neden o’nun hareminde deǧildi. Bir an önce O da sarayına getirilmeliydi. Eleni’ye sertçe çıkabilirsin derken, kapıda bekleyen ağaları çaǧırdı.
          “Bana vezirimi çaǧırın hemen.” diye emir verdi. Vezire hemen askeri bir komutanın, bir kaç adamını alıp,  Yunanistan’a gitmesini ve Afrodit adlı hatunu alıp, getirmesini emretti.
          Kanlıni Sultan Sülo sunulan onca hatunun yanı sıra, uzun zamandır Hurma Sultan ile birlikteydi. Valide Sultan’ın sunumları Hurma Sultanı kıskançlıktan çıldırtıyordu. Komutanlardan birinin Afrodit adlı bir hatunu getirmek üzere Bizans ellerine gittiǧinden bihaberdi. O nedenle Haseki Hurma Sultan bu konuda herhangi bir taşkınlıkta bulunmuyordu.
          Komutan uzun bir yolculuǧun sonunda, askerleri ile birlikte Yunanistan’a geldiler. Önüne gelen herkese Afrodit Hatun’u nerede bulabileceklerini sordular. Aylarca bakmadıkları yer kalmadıǧı gibi, izine rastlamak için sormadıkları adam da kalmadı. En nihayetinde Parga adlı bir köye geldiler. Duvar dibinde keman çalan bir genci gördüler ve durdular. Artık Afrotit’i bulmaktan umutlarını tamamen yitirmişlerdi. Ama bulmadan gitmeleri halinde de akıbetlerinin pek de iç açıcı olmayacaǧını biliyorlardı. Keman çalan gence gelip, sordular. Bu genç bir balıkçının oǧluydu. Adının Nicos olduǧunu söyledi. Nicos sordukları hatunun adını duyduǧunu ve bu konuda bir çok şey bildiǧini anlattı. Genç oldukça bilgili birine benziyordu. Bir kaç dil biliyordu ve pek çok konuya hakim olduǧu belliydi. Komutanın yapabileceǧi bir şey yoktu. Askerlerine Nicos’u yakalayıp, götürmelerini emretti. Afrodit hatunu bulamamışlardı ama, hiç deǧilse ellerinde pek çok bilgili ve Afrodit’i de tanıyan birileri vardı. Bu onların kurtuluşu olabilir ve Kanlıni Sultan Sülo’nun gazabını bertaraf edebilirlerdi.
          At sırtında gelinen çok uzun olan yol, haftalarca sürdü. Komutan beraberinde Pargalı Nicos ve askerleri ile sarayın kapısından girerken, Kanlıni Sultan Sülo da o sırada, sakallarını sıvazlayıp, ellerini arkasında kavuşturup terastan kapıya bakıyordu. Komutanın yanında beklediǧi Afrodit deǧil de bir erkek vardı. Bunun ne anlama geldiǧini anlayamadı. Hele sabır deyip, bekleyip ne olup bittiǧini öǧrenecekti.
          Komutan ayaǧının tozu ile hünkara çıktı. Hünkar büyük bir merakla, komutanın ne yumurtlayacaǧını bekliyordu. Onur kırıcı, rütin el - etek öpme faslından sonra, komutan;
          “Hünkarım, emriniz üzerine beş ay boyunca Afrodit hatunu aradık. Bizans elinde aramadıǧımız yer kalmadı, her tarafı didik didik ettik. Lakin bulamadık. Öyle birinin olmadıǧını söylediler. En son Parga Köyü yakınlarında bu gence rastladık. Her konuda bilgisinin olduǧunu gördük. Belki bir işinize yarar diye, alıp size kendisini getirdik.”
          “Yani Afrodit yerine bir erkek getirdiniz, öyle mi?“ Komutan vaziyetin pek de iyi olmadığını görünce, yere doǧru olan eǧimini daha da kaydırarak, neredeyse halıların üzerine kapaklandı. Kanlıni Sultan Sülo hiddetle baǧırdı.
          “Çık dışarı mendebur deyyus. Bizanslı sen kal. Aǧalar bana hemen bir tercüman getirin.” Komutan korkuyla kapıya kadar geri geri gitti ve sarayın içinde gözden kayboldu. Acele ile buldukları tercümanın kollarından tutup, yaka paça Kanlıni Sultan Sülo’nun karşısına çıkardılar. Hünkar gencin adını, geldiǧi yeri, gördüǧü eǧitimi, bildiǧi dilleri ve aklına gelen her türlü soruyu Nicos’a yöneltti. Aldıǧı cevaplar, gencin çok çok akıllı ve bir o kadar da bilgi ile donanımlı olduǧunu gördü. Genci çok sevmişti. Çok şeker bir çocuktu. Ne kadar da parlaktı. Bir an önce dillerini öǧrenmesi gerekiyordu ki, bunun bu denli zeki bir genç için zor olmayacaǧını düşündü. Bu konuda gerekli emirleri bir çırpıda yaǧdırdı ve tez elden derslere başlamalarını da söyledi.
Nicos önce müslüman oldu. Çok kısa zamanda lisan öǧrendi ve hünkarla her turlu diyaloğa girebilecek seviyeye geldi. Hünkar neredeyse bütün gününü hasoadada İbo adını verdiǧi Bizanslı gençle geçiriyordu. Haremi tamamen unutmuş, sadece ara sıra Hurma Hatunla buluşuyor ve O’na yazdıǧı aşk şiirlerini kulaǧına fısıldayıp, kendisinin yaptıǧı pahalı taşların üzerinde olduǧu yüzükleri Hurma Hatuna hediye ediyordu. Hurma Hatun şiirleri can kulaǧı ile dinliyormuş gibi yapsa da, aklı fikri İbo’daydı. Hünkar sürekli İbo ile birlikteydi. Acaba ne yapıyorlardı. Üstelik İbo’yu has odabaşı yapmıştı. O geldiǧi günden beri hünkar çok deǧişmişti. Daha bir neşeli olduǧu halde neden kendisine bu kadar az zaman ayırıyordu. Oysa hasodada, O’nun kıllı kollarının arasında olmak ve kızıla çalan saçlarını sevdiǧi adamın sakallarına dolamak istiyordu. Ama Kanlıni Sultan Sülo kendisinin hep uzaǧındaydı. Aylardır koynuna girememişti. Hani haremde duyulmayacaǧını bilse, emrindeki aǧalardan birini çaǧırıp, Kapalı Çarşıya gönderecek; zıbıkçılar çarşısından bir “zıbık” aldıracaktı. Başa çıkılır gibi deǧildi. Rüyalarında hünkarla sürekli sevişiyordu, Kanlıni Sultan Sülo’nun güçlü, kıllı elleri Pargalı Damat İbo’nun “kase-i billurunda” deǧil, onun beş çocuk doǧurmuş kalçalarındaydı. Ama uyandıǧında da yanında kimsecikler yoktu.
Bunca “civeleǧin” olduǧu ve kabul gördüǧü bu mekanda, aklına gelenlerin doǧruluk payını azımsamaz olmuştu. Yeniçeri ocaǧında bile iş çıǧırından çıkmıştı. Padişahın oluşturduǧu “Civelekler Taburu” sayesinde; her oǧlancı yeniçeriye, oǧlan bir yeniçeri düşüyordu. Yeniçerilerin genelde hamamlarda buluştukları ve bu nedenle, kendi aralarında; "Hamama giren terler." diyorlardı. Sarayda, boşuna aǧalar tekerleme halinde birbirlerine;
          “Yaz olunca avratlara meylet, kış olunca oǧlanlara ki, sıhhat bulasın. Avrat teni soǧuktur. İki soǧuk bir araya gelirse birbirini kurutur.” demiyorlar mıydı. 
          Aklına gelen olur olmaz soru işaretlerini her defasında kovmaya çalışsa da, düşünmeden edemiyordu. Hünkar neden yanında deǧildi. Neden hep Pargalı İbo ile birlikteydi ve ne yapıyorlar, neler konuşuyorlardı günlercePargalıyı neden, yeni yetkilerle daha da yükseltiyordu. İki lafından birisi İbo oluyordu. Bu adama karşı büyük bir kin besliyordu. Peki, bu işin sonu nereye varacaktı? Acep Pargalı İbo ile aralarında nasıl bir ilişki vardı? Kız kardeşi ile de evlendirdiǧi Damat İbo’da ne buluyordu? Kanlıni Sultan Sülo, İbrahim ile sürekli çıkacakları harp seferlerinin üzerinde çalıştıklarını söylese de, yok yok bu olamazdı. Hurma Sultan iri dudakların ve ela gözlerin yer aldıǧı güzel kafasından hoş olmayan pek çok soruyu kovamıyordu. Karmakarışık duygular içindeydi. Aǧaların tekerlemesindeki olmuyordu. Yaz geldi, kış geçti. Ama Kanlıni Sultan Sülo gelmez oldu. Ne saza geldi, ne de söze. Geçen Cuma günü gelecekti, ama aylar geçti gelmedi.

Aydın Yılmaz
Amsterdam, 27 Eylül 2012






5 Eylül 2012 Çarşamba

NEŞE DOLUYOR İNSAN




NEŞE DOLUYOR İNSAN

          Gün doǧalı bir hayli oldu. Oysa oǧlu İsmail’in çoktan uyanması gerekiyordu. Biraz daha tembellik ederse, okula gecikecek korkusu ile telaşa kapıldı.
“Le.., la... İso” diye adını kısaltarak, baǧırdı. Aklına gelen bütün kürtçe küfürleri hiç de oralı olmayıp, horul horul yatmaya devam eden İsmail’e bir çırpıda, avazı çıktıǧı kadar haykırıp, zehirini kustu.
          “Le... la... Gavurun dölü. Boz eşeǧin kunnadıǧı, soykanın dölü. Ne camız gibi zıbarıp, duruyorsun. Kalk artık. Okula geç kalacaksın.”  Çok hiddetlenmesine raǧmen, oǧlunun kendisini hiç tınlamadıǧını görünce, ellerini böǧrüne koyup, çaresizlik ve şaşkınlık içinde, yassıca olan burnundan hızla soluyarak, medet umarcasına etrafına bakındı. Önce süpürgeyi kaptı ve sapı ön tarafa gelecek şekilde tutup, oǧlunu iyice pataklayarak, uyandırmanın en iyi yöntem olacaǧını hayalinden geçirdi. Ama bu düşüncesini pek tutmadıǧından, süpürgeyi yeniden köşesine fırlattı. Süpürge de misyonunun haricinde başka alanlarda kullanılmadıǧına sevinircesine şaklabanlık yapıp, her zamanki sessiz köşesine, sap kısmı alta, geniş yelpazesi köşeyi oluşturan iki duvara dayalı gelecek şekilde yerleşti. İsmail’in gardiyan annesi Sultan süpürgenin düşüş biçimine hayret ettiyse de, bu ayrıntılara takılmanın zamanı deǧildi. Yine de, bir an daha, birbirine yakın olan gözleri köşeye takılmadan edemedi. Süpürgenin kendisini adeta alaya alıdıǧı duygusuna kapıldı..
          “Sultan Hanım... Nanik... Nanik...” demediǧi kalmıştı. Kafasını iki yana sallarken, hiç istemeden başına  örttüǧü, annesinin kendisine hediye ettiǧi kırmızı , beyaz, yeşil ve sarı renkli minnacık boncuklarla etrafına küçük çiçeklerin işlendiǧi, tülbenti kısa ve kalın boynuna doǧru kaydı. Dalgalı saçları isyankar bir şekilde kalkıp, iniyorlardı. Bir an önce başka planlarla, gavurun dölü, eşeǧin kunnadıǧı İsmail‘i uyandırıp okula göndermeliydi. Kocası olacak mendebur, köy muhtarı ünvanlı Osman da evin duvarının dibinde, “dünya yansa içinde yorganı yokmuş” edasında,  tütünden ince uzun ama her hangi bir işin ucundan tutmayan parmaklarını iyice sarartmış, öksürüklere boǧularak, sabahın köründe, aǧrılarından sürekli şikayetçi olduǧu midesine doǧru, katranlı dumanlar salıp, ciǧerlerini körükler gibi doldurup, boşaltıyordu. Yaptıǧı tek iş köye jandarmalar geldiǧi zaman, kendisine emirler verip, kaynatılan onlarca yumurtanın kabuklarını soyup, bu kurbaǧa yeşili silahlı ve külahlılara yedirmekti. Onların yumurtayı neden bu kadar çok sevdiklerine hayret etse de, hiç bir gün meraǧını giderecek soruyu sorup, cevabını alma cesaretini gösterememişti.
          “Al babam, al bak sana yumurta soydum. Ye de kendine gel, canlan. Vatan ve millet sizden sorulur. Sizler olmazsanız, halımız nice olur?” Jandarmalar aldıkları yumurtaları iki hamlede bitirip, son parçayı yemek borularından büyük bir iştahla indirirlerken, ikinci bir yumurta fazla gecikmeye uǧramadan, Osman muhtar tarafından nezaketle sunulurdu. Yumurta soyma yarışması olsa, şampiyonluǧu kimseye kaptırmayacaǧına emindi.
          Sultan’a göre, on bir yaşındaki kızları Zeliha ne babasına, ne de kardeşine benziyordu. Evet, o tıpkı kendisi idi. Erkenden uyanmış elini yüzünü bir güzel yıkamış, saçlarını dahi kendisi taramıştı. Okul çantasını hazırladıǧı gibi bir birine dolaşan ufak adımlarla, okulunun yolunu tutmuştu bile.
O zamanlar ilkokul dördüncü sınıfa giden on yaşında bir çocuktum. Şimdilerde her dinginliǧimde, buna benzer çocukluk anılarım, bir 23 Nisan sınıfı gibi, ellili yaşlarda olan bendenizin hayallerini renk cümbüşü halinde süslemeye devam ederler. Her ikisi de çekip gitti bu diyardan. Anacıǧım beş yıl önce kalp yetmezliǧinden, babam da parmaklarını sarartırken, sinsice ciǧerlerini çürüten dumandan üç yıl önce vefat etti. Işıklar içinde yatsınlar.
          Annemin küfürler savurarak, cıyak cıyak baǧırıp, beni uyandırmak için kopardıǧı yaygara umurumda deǧildi. Beni ne kadar çok sevdiğini biliyorum. Hangi anne evladını sevmemezlik eder. On yaşındaki bir çocuk için biraz büyükçe ve kemerli burnumu çekip, küçük kahverengi gözlerimi minik ellerimle oǧuşturdum. Yorganı iyice çekip, altında kayboldum. Annemin sesi bir an kesilmişti. Annem gitti mi diye yorganı aralayıp baktıǧımda; koca bir sürahi su ile daǧınık kaşlarını gerip, kalın dudakları büzerek, başını bana doǧru iyice eǧmiş bir halde baktıǧını görünce ödüm, tespih ipi gibi koptu. Yuvarlanan yüzlerce Oltu taşı, yok yok kehribar boncuklar halinde dört bir yana daǧılarak yataktan fırlarken, annem bizim tarih kitaplarında yer alan, cepheye mermi taşıyan Nene Hatun heykeli gibi hala duruyordu. Biraz daha durmuş olsa belki köy muhtarı olan babam, yumurtalarımızı yemekten iyice kalçalanan karakol komutanı baş çavuşun eşliǧinde, selama durup, anamın mübarek ayaklarının dibine çelenk koyabilirlerdi. Olmadı. Anam Nene Hatun olmaktan vazgeçti, nene olmak için daha çok gençti. Gözümde korkunç bir hal alan, bu kadının annelik yüreǧi el vermemiş olacak ki, mermilerini kollu mavzere sürmedi. Gezden, gözden, arpacıktan deyip, söylemesi ayıp olsa da, (malum mal ortada olup, saklanamadıǧından, bu durumda söylemek ile yükümlü olduǧum) jandarmalardan arta kalan yumurtalardan hani bu sıralar epeyce palazlanıp, kilo alan mukaddes kıçımdan vurmadı, suyu üstüme dökmedi.
          Bütün maharetimi gösterip, yüzümün bir tarafını yarım yamalak yıkayıp, düştüm ilim, irfan ve bilgi yuvası olan, okul yoluna.
Okula geldiǧimde siyah önlükleri, beyaz yakalıkları ile öǧrenciler,  askeri bir disiplin ile tek sıra halinde, penguenler gibi salınarak sınıflara giriyorlardı. Yaşanan bu çok ciddi ortamın getirdiği boşluktan faydalanıp, karambole getirerek hiç bir gecikmeye uǧramamış gibi, midesinde yolladıǧi iki yumurtayı henüz hazım etmemiş bir penguen olarak ben de okul kapısından adımlarımı içeri doǧru attım.
          İlim yuvamızda hummalı bir çalışma ile büyük bir törenin arefesinde olaǧanüstü hazırlıklar yapılıyordu. Haftalardır askeri marşlar söyleyerek, marş marş tek sıra halinde yürümekten tabanlarımız şişmişti. Doǧrusu anlam vermekte zorlanıyordum.
          “İzmir’in daǧlarında çiçekler açar,
          Altın güneş ordu sırmalar saçar.
          Bozulmuş düşmanlar hep yel gibi kacar,
          Yaşa Mustafa Kemal Paşa , yaşa;
          Adın yazılacak mücevher taşa.”
          İzmir neredeydi, nasıl bir şehirdi, daǧları nasıldı, açan çiçekler ne türdendi. Çocukların bu çiçekleri toplamasına müsaade ediyorlar mıydı? Düşman denilen yaratıkların topraklarımızda ne işi vardı, acep ne demeye buralara kadar gelmişlerdi?
          “Hoş gelişler ola Mustafa Kemal Paşa
          Askerin milletin bayrağınla çok yaşa
          Arş, arş, arş ileri ileri
          Arş ileri marş ileri
          Dönmez geri Türkün askeri
          Sağdan sola soldan sağa
          Salla bayrağı düşman üstüne.” 
          Ardından;
          "Her Türk asker doğar..." sıloganı ile yeri ve göğü inleterek ilerliyorduk.
Türkün askeri olmadıǧımız halde arşlayıp, marşlayıp, daha kıçımızı dahi doǧru düzgün temizleyemezken, hangi ve neredeki düşmanın üstüne bayrak sallayacaktık. Yok yahu, dönsek daha iyi olacak. Düşman dediǧinin de eli boş deǧildir, armut toplamıyordur. Zaten bizim buralarda armut aǧacı da yok bildiǧim kadar. Düşman olduǧuna göre mutlaka tankları tüfekleri vardır. İyisi mi, dönelim biz. Ama nafile raptı zapt, marş marş, hedefimiz Akdeniz ileri. Şakanın zamanı deǧil, ne ilerisi, gerisi. Akdeniz dediǧin neresi babam. Bizim iç Anadolu’dan çok uzaklarda olsa gerek. Deniz falan nedir bilmeyiz, daha hiç görmedik bile. Bizim denizimiz az ileride, mavi bir yılan misali kıvrılan Kızılırmak. Kızılırmak olsa dahi, Sultan annem beni oraya, suya düşer boǧulurum diye, göndermez. Anam beni bekler. Askeri, milleti ve bayraǧı ile çok yaşayanlar, yaşasınlar ama biz yol yakınken dönelim.
          23 Nisan’a bir hafta kadar zaman vardı. Ben de bu büyük şenlikte bir şiir okuyacaktım. Günlerdir bu şiiri ezberleyip, tüm güzelliǧi ile okuyarak, dinleyenlerin damarlarında dolaştıǧı söylenegelen, o asil kanı şahlandırmak için avazım çıktıǧı kadar, sesimi çatallaştırarak, göǧsümü yukarı kaldırarak, başımı düşecekmiş gibi arkaya doǧru ittirerek okumalıydım. Provalara günlerce öncesinden başladıǧım için, her gün en az üç defa evimizin avlusunun üstüne çıkıyor, annemi, kız kardeşimi, komşularımızı ve çocuklarını seyirci olarak çaǧırıyordum. Bu provalar esnasında seyircilerim olan ahali, beni alkış yağmuruna tutuyordu. Babam da yan gözlerle yaptıǧım işin gereksizliǧini yüzüme vururcasına, çömeldiği yerde sigarasını tüttürerek yüzüme anlamsız bakıyordu. Tek başıma tırmandıǧım avlu duvarını komşularımız olan amcalar ve teyzeler elimden tutup, bir kahramanmışım gibi tezahüratla indiriyorlardı. Gerçi ben komşumuzun kızı Döne’nin elimden tutmasını isterdim ama köylük yerde bu biraz lükse kaçıyordu.
          Gün geldi ve takvimler 23 Nisan’ı gösteriyordu. O gün büyük bir heyecanla, tembelliǧe iğne ucu kadar da olsa ödün vermeden, sabahın köründe kalktım. Gün ışımak üzereydi. Son bir kez prova yapmalıydım. Avlu duvarına kolayca tırmandım. Duvar üstünde ellerim sıkıca bacaklarımın yan taraflarına yapıştırdım. Göǧsümü olabildiǧince gerip, başımı arkaya attım. Oldukça gururluydum. On kilometre ilerideki Paşa Daǧı‘nı ben yaratmıştım. Hatta Kızılırmaǧa kızıllık deǧil, ama maviliǧini ben vermiştim. Ama neden kızıl deǧil de maviye boyamıştım, bilemiyordum. Oysa renkleri biliyordum. Karıştırmış olmama imkan yoktu. Buna takılmamalıydım. Duvarın üstünde avazım çıktıǧı kadar baǧırmaya başladım. Bu defa seyircilerim yoktu. Bir tek bizim benekli horoz avluda dolanıyor, az ilerideki söǧüt aǧcının köküne gagası ile vurup, dikkatimi çekiyordu. Ben aldırış etmeden, tam gaza gelmiştim ki, benekli horoz kafasını benden de daha iyi havaya kaldırıp, yüz seksen derece açtıǧı gagası ile üü.. ürüü… üü.. diye tekrar tekrar ötmeye başladı. Karizma çizilmiş, şiirim yarıda kalmıştı. Bereket versin Döne beni izlemeye gelmemişti. Süt dökmüş kedi mahcupluǧunda, tökezleyerek yere indim.
          Yarim saat sonra büyük buluşma için okul yolundaydım. Öğretmenler erkenden gelmişlerdi. Telaş ve karmaşa içinde hazırlık yapıyorlardı. Bir kaç tane de öǧrenci gelmişti. Herkes bana yan gözlerle bakıyordu. Kendi aralarında;
"Lo bugün İso 23 Nisan şiirini okuyacak“ diye fısıldaşıyorlar ve bu da beni erişilmezliǧe götürüyordu.
          Beklenen saat geldi ve okul bahçesinde kireç ile beyaz çizgilerin çekildiǧi alan içinde, biz küçük askerler yerimizi alıp, hazır ola geçerken, bütün köy halkı da, bizi izlemek için sökün etmişti. Önce bizim sınıf öǧretmenimiz yüksekçe bir tümseǧe çıkıp, günün önemi ve bayram programı hakkında bilgiler verdi. Buna göre önce okul müdürü bir konuşma yapacak, ardından okul korosu milli marşlarımızı hep bir aǧızdan, boyun damarlarını gerdirerek okuyacaklar ve daha sonra da ben, günlerdir hazırlık yapıp, ezberlediǧim şiirimi okuyacaktım. Ardından çuval ve yumurta yarışmaları yapılacaktı. Okul müdürünün konuşması oldukça uzun sürmüştü. Ecdadımız büyük kahramanlıklar gösterip, kanlarını dünyanın dört bir yanına akıtırken, buna karşılık akıtılan düşman kanı milyonlarca litre daha fazlaydı. Namımızı yedi düvele duyurmuştuk. Orta Asya’dan göç eden ırkımız bütün dünyaya hükmetmiş, en büyük bizdik, ama bizim bizden başka dostumuz da yoktu.
Alkış tufanının ardından sıra koroya geldi. Korodaki öǧrenciler de marşları iyi ezberlemişlerdi. Arş arş ileri nakaratına köylüler de ellerini sallayarak eşlik ediyorlardı. Üçüncü marş tüm hızı ile söylenirken, gök gürlemeye başladı. Yaǧmur  yaǧmayacak varsayımı, marşlar eşliǧinde bizleri, hedeflenen Akdeniz’e ulaştırmıştı. En nihayetinde sıra bana gelmişti. Döne en önde bana bakıyordu ve kalbimi göǧsüme tekrardan yerleştirmek için elimle iyice bastırdım. Ortaya konulan sandalyenin üzerine çıkmıştım ki, çok daha gürültülü ikinci bir gök gürlemesi oldu. Ama ben askeri disiplinimi bozmadan, sandalye üzerinde dimdik durarak, kemerli burnuma düşen yaǧmur damlalarına aldırmadan şiirimi okuyordum.
          "Bugün 23 Nisan, neşe ile  doluyor insan“ diye bir kez daha baǧırdıktan sonra sandalyeden indim. Yaǧmurdan sırıl sıklam olmuş bir vaziyetteydim. Etrafta kimseler yoktu. Herkes ıslanmamak için okula girmişti. Arkama baktıǧımda babamın ıslak elleri ile yaǧmur damlalarını avuçlarının içinde ezercesine, beni alkışladıǧını gördüm. Yaǧmura aldırmadan, el ele tutuşup, okula yöneldik. İlk defa babamın elinden tutmuştum. Küçük bir insan olarak, hiç yaşamadıǧım bu tensel temastan dolayı, bir kez de olsa, neşe ile dolmuştum.

Aydın Yılmaz
Amsterdam, 5 Eylül 2012







  

20 Ağustos 2012 Pazartesi

HÜSEYNİKTEN ÇIKTIM ŞEHER YOLUNA



HÜSEYNİKTEN ÇIKTIM ŞEHER YOLUNA


          Yaz mevsiminin bunaltıcı sıcaǧında, hanımı ile oturduǧu balkondan,  güneş, irili ufaklı yükselen binaların ardında, göz kamaştıran bir kızıllık bırakıp kaybolurken, içeri doǧru hafiften sesini yükselterek;

         “Kızım Peri” diye seslendi. Bu gür ses, emekli olduktan hemen sonraki gün, sakallarını kesmeyip, bıyık bırakmak isteyen ve şimdilerde haşmetli burnunu, kömür karasına boyadıǧı kalkık kıllar ile sunum yapan,  kel albay Hasan Bey’e aitti. Bir hafta sonra bıyıkları daha yeni ele gelmeye başlamıştı ki, son görev yeri olan Elazıǧ’dan, bin dokuz yüz elli yılının baharında, bütün ev eşyasını askerlere paketletip, kiraladıǧı bir kamyona yükletti. Ankara’da on yıl önce almış olduǧu dairedeki kiracıyı çıkartıp, kendisi taşındı.

         “Kızım Peri, şu çayı tazeler misin?”

         “Geldim babacıǧım, hemen şimdi.” Babasının boş bardaǧını saygı ile eǧilip alırken, annesi yeşil  gözleri ile akça pakça yüzünü kızına doǧru kaldırıp, O'na bakıyordu. Aldıǧı son yudum çayın ardından, Kel albay Hasan’ın eşi Gülşen Hanım da,  boş bardaǧını doldurması için, sevecen bir gülümsemenin beraberinde, hayran hayran süzmeye devam ettiǧi; on beş yaşında, simsiyah kıvırcık saçlı, kömür gözlü, esmer tenli, ince ve uzun boylu kızına uzattı. 
          “Bana da çay doldurur musun, kızım. İki defa gidip gelmene gerek yok, sen de gelip, yanımıza oturmak istemez misin? Benim canım, güzeller güzeli kızım.”

         Peri annesinin sürekli yinelediǧi “güzeller güzeli” lafına hiç inanmıyordu. Annesine neden hiç benzemiyordu, buna anlam veremiyordu. Böylesine beyaz tenli, yeşil gözlü, güzel bir annenin kızı neden böyle kara kuruydu. Ankara’ya taşınalı üç hafta olmuştu. Burada hiç arkadaşı yoktu. Uzak akrabası olan bir kaç aile vardı, ama henüz onlar ile görüşmemişlerdi. Zaten üç haftadır evin işleri ve eşyaları paketlerden çıkarıp, tek tek yerleştirme işi yeni bitmişti. Ailecek epeyce yorulmuşlardı. Annesi ile her tarafı güzelce silip, mobilyaları ve eşyalarını yerleştirme işi ne kadar da uzun sürmüştü. Babası evin içinde tamir yaparken veya odaların lambalarını takarken eǧiliyor, sol şakaǧında dökülmeyen, uzatıp, tepesine yapıştırdıǧı saçları sarktıkça, anne kız birbirlerine bakıp, çaktırmadan kıkır kıkır gülüyorlardı. Çok yorulmuşlardı ama, sonunda her şey istedikleri gibi olmuştu.
         Çay süzgecini bir iki defa salladıktan sonra, ilave ettiǧi sıcak su, çayları berraklaştırıp, daha bir kızıllaştırdı. Tepsiyi kaptıǧı gibi balkona gitti. Babası uzatılan çayı almak için, elini burmakta olduǧu bıyıklarından çekip, bardaǧını aldı. Kel albay Hasan Bey çayına şeker atıp, yüksek ses ile karıştırırken, yıllardır şekersiz içmeyi tercih eden Gülşen Hanım üst üste iki yudum aldı. Peri mutfaktan bir tepsiye doldurduǧu iki avuç ayçiçeǧi çekirdeklerini alıp, yere annesinin yanına çömeldi. Hızla çatırtılı sesler çıkararak, çekirdeklerini çıtlatırken, annesinin besili beyaz kollarına, biçimli dolgun yüzüne, zümrüt yeşili gözlerine büyük bir hayranlıkla bakmaya koyuldu. Annesi olduǧu halde, O neden O’na hiç benzemiyordu.  Huyu suyu da aynı deǧildi. Babasına da hiç benzemiyordu. O evin kara koyunuydu. Ne olurdu, çok az da olsa annesini  andırsaydı. Kendisinin teni de böyle ipeksi ve kar beyazı olsaydı. Bunun neden böyle olmadıǧını her sorduǧunda, annesi neden sinirleniyordu.
         “Ne bileyim kızım, nereden çıkarıyorsun bunları? Aklına neden böyle olur olmaz her şeyi getiriyorsun?” diye, geçiştiriyordu. Hayranlık ile annesinin çıplak koluna dokundu. Teni ne kadar ipeksiydi. Derin bir iç geçirip, sırtını balkon demirlerine acıtırcasına bastırdı. Bu sırada yan komşunun penceresinden, babasının çok iyi bildiǧi ve hala ara sıra mırıldandıǧı bir Elazıǧ türküsü yankılanarak yükseldi.

         “Hüseynikten çıktım şeher yoluna

         Kol ağrısı tesir etti canıma

         Yaradanım merhamet et kuluna

         Yazık oldu yazık şu genç ömrüme

         Bilmem şu feleğin bana cevri ne

         Telgrafın direkleri sayılmaz

         Ati hanım baygın düşmüş ayılmaz

         Böyle canlar teneşire koyulmaz.“

Babası türküyü duyar duymaz, derin düşüncelere daldı. Yıllar öncesine gitti. Bin dokuz yüz otuz sekiz yılında Dersim’de daha çiçeǧi burnunda bir teǧmen olduǧu günler, gözlerinin önünden bir kez daha geçti. Oturduǧu sandalyede eǧildiǧinden, kafasının keli kabak gibi ortaya çıktı. Peri annesinin kolunu sıvazlamaya devam ettiǧinden, her zaman kendisine komik gelen bu durumu fark etmedi. Gülşen Hanım da sokaktan geçenlere yeşil gözlerini kısarak bakıyordu.

         Dersim harekatına katıldı. Bu büyük Dersim "Tertelesiydi". Farklılıkları suç olarak görülen, ama kendi damarlarında dolaşan ile aynı renkte olan masum insanların kanına ellerini buladı. Genç olmasına raǧmen şapkasını çıkardıǧında keli gözüken, Hasan teǧmen de, gerekmediǧi halde, “olmazsa da olurlar” ile artan nüfus yoǧunluǧunun kontrol edilip, zaruri ayıklanmaların yapılması işlemlerinde komutan olarak  görevliydi. Elbette O da bir emir kuluydu, demiri kesen komutlar yukarılardan geliyor ve kendisi de sadece uygulamak ile yükümlüydü. Bu teselli ile yaşlandıkça artan iç hesaplaşmasını bastırmaya çalışsa da, çoǧu zaman başarılı olamıyordu. Rüyalarında hala travmalar yaşamaya devam ediyordu. Büyük bir vicdan azabı yıllar sonra gelip, yakasına yapışmıştı. Psikolojik tedavilerin de, bu bozuk ruh halinin deǧişimine bir katkısı yoktu.

         Emrinde elli askeri ile Peri Suyu yamacında yer alan köyleri tek tek arayıp,  gerekli ayıklamayı yapma misyonunu üstlenmişti. Askerlerini gruplara ayırdı. Yılan kıvrımları ile yoǧun meşelikler, renga renk kır çiçekleri, gelincikler, börtü böcek, siyah frenk üzümleri, ayıgülü, kar sümbülü, çiğdem, ışkın, şakayık, mor newroz, ters lale, sater, solucan otu, çakşır mantarı, kenger ve eşi benzeri olmayan daha pek çok bitki örtüsü ile bezeli, büyük bir botanik bahçesini aratmayan Dersim daǧlarının ve tepelerinin arasından, yer yer sarp kayalıkların gölgesinde, bir Dersim dilberi güzelliǧinde, bin bir naz ile çaǧıldayıp, süzülen Peri Suyu yamacındaki büyük bir köye girmek üzere, küçük takımlar halinde usul usul taş yapılı sıvasız evlerin arasına akşam karanlıǧında tam teçhizat daldılar. Üç takım askerini, köylülerin kaçmasına engel olmak için köyün etrafını çevirmekle görevlendirdi. Köyde önceleri bir kaç köpeǧin sesi geldiyse de, önlerine atılan zehirli ekmekler ile bu tehlike uyarıcısı, sahiplerine sadakatta kusur etmeyen canlılar da, böylelikle devre dışı bırakıldılar. Atılan ekmekleri hızla kapan, hayvanlar alçak sesle bir iki inlemenin ardından, bulundukları  yerde boylu boyunca kıvrılıp, boynu bükük kalakaldılar. Hasan teǧmen yanından hiç ayırmadıǧı Rüstem çavuş ile köyün ilk evine dalmak için hızla kapıyı vururken, ikili üçlü gruplara ayrılan diǧer askerler de, başka evlere baskın vermek üzere daǧıldılar. Köylüler evlerden tek tek suçlarının ne olduǧundan bihaber olmanın şaşkınlıǧı ile çıkarılıp, kıskıvrak yakalandılar. Genç, yaşlı, kadın, erkek, çocuk demeden köy halkını, meydana toplayıp, ellerini ayaklarını baǧladılar. Çocuklar aǧlayarak elleri başları üzerinde kavuşturulmuş şekilde getirilirken, bazen bunu yapmayı unuttuklarından, atılan tokatlarla ikaz ediliyor, sendeleyip yere düşüyorlardı. Hasan teǧmenin yanında yer alan Kütahya‘lı Rüstem çavuş, Beyto’nun Haydar’ın kapısını inatla vurmaya devam ediyordu. Kapıyı açmıyorlardı. Hasan teǧmen iki asker daha çaǧırdı.
        “Benden günah gitti. Kırın lan kapıyı.” diye emir  verdi. Zayıf bir bünyeye sahip olan Rüstem çavuş bir iki adım geri çekilirken, doksan beş kilo ile herkül görünümlü Kayseri’li Şükrü onbaşı ve ondan pek de geri kalmayan, aǧır sıkletlerden er rütbeli Ankara’lı Kasım kapıyı kırmak üzere hızla koşup, omuzladılar. İlk omuzlama çok da saǧlam bir kilidi olmayan, ahşap kapının kırılmasına yetmedi. İkinci darbe bu işe bir çözüm getirmeliydi. Yoksa burnundan soluyan ve iyice hiddetlenmiş gözüken Hasan teğmenin amansız gazabına uǧrayacaklardı. Çok şükür istedikleri oldu ve kapı hızla ardına kadar hızla açılıp, duvara çarptı.

         Kapı hızla vurulurken Haydar ve hanımı Gülizar daha üç yaşlarındaki biricik kızlarını bari kurtarabilmek için, iki odadan oluşan evlerinde yer olmadıǧı için uyuyan kızlarının  üstünü minderlerle örterek saklıyorlardı. Daha önce komşu köylerde çocukların dahi gözlerinin yaşına bakılmadıǧını duyduklarından, kendilerinden vazgeçmiş halde teslim oldular. Gülizar ölüm korkusu ile elektriǧe tutulmuş gibi titrerken, bir yandan da hala uyumakta olan kızlarının bulunmaması için korku dolu ela gözleri ile askerlere fark ettirmeden köşedeki minderlere doǧru bakıyordu. Hızır Aleyhüsellam yetişip, Rüstem çavuş ve Şükrü onbaşının kızlarını görmesini engelledi. Haydar ve Gülizar da elleri başlarında itile kakıla getirilip, elleri ayakları baǧlandı.
         Rüstem çavuş ayakları taşlık zeminde sendeleyerek koşup, tekmil vermek üzere kısa küt parmaklarını şapkasının kenarına gelecek şekilde birleştirdi. Ay ışıǧının düştüǧü yüzünü gererek, tekmil verdi.

         “Muhabere çavuş Rüstem Altınova. Köy eşkiyalardan temizlendi. Elli üç erkek, yetmiş bir kadın ve seksen altı çocuk yakaladık. Emir ve görüşlerinize hazırız komutanım.“
         “Aferin asker. İyi iş becerdiniz. Rüstem, emir komuta sende, ayaklarını çözün. Şunları kendirler ile birbirine baǧlayın ve Mustafa albaya götürün. ”

Rüstem çavuş verilen emri askerlerin yardımı ile gece karanlıǧında evlerden aldıkları bir gazlı fenerin ışıǧında yerine getirirken, çocukları baǧlamadan, elleri başlarının üzerinde tutmalarını baǧıra baǧıra emretti. İşlemler bitti ve Rüstem  çavuş komutasındaki köylüler sıra halinde albay Mustafa’nın konuşlandıǧı yerde kendilerini bekleyen kaderleri ile yüzleşmek üzere, yola çıkmaya hazır hale geldiler. Bu sırada Hüseyin dedenin korkudan sara nöbetine yakalanması ile işlerin uzayacaǧını gören Hasan teǧmenin başını hafiften eǧerek verdiǧi emirle, yetişkinlerin ve çocukların korku dolu bakışları ve attıkları çıǧlıkların gürültüsünde, sesi pek duyulmayan başına sıkılan kurşunla, yetişkin sayısı elli ikiye düşürülerek,  askeri disiplin ile yola çıkarıldılar. Köylüler bilinen sona doǧru yol alırken, Hasan teǧmen de, beraberindeki iki takım askeri ile evleri tekrar yoklamak üzere boş odakara daldılar. Minderlerin altından üç yaşlarında kara kuru bir kız çocuǧu etrafına bakınarak, Hasan teǧmen ve askerleri eve girerken uyandı. Korku dolu gözlerini kırpıştırarak, silahlı amcalara baktı. Korkmadı. Gülümsedi. Acaba, baba ve annesi nereye gitmişlerdi?

         Balkonda çekirdek çitleyen Peri bir an duraksadı. Komşularının radyosu başka bir türküyü seslendirirken, anlamlı, sorgulayan, kömür karası  gözleri ile annesinin yüzündeki ürpertili zümrütlerin derinliklerine seslendi:

         “Anneciǧim, ben neden sana hiç benzemiyorum?”




Amsterdam, 20 aǧustos 2012










2 Ağustos 2012 Perşembe

CUF... CUFF...





CUF...  CUFF...


         Kara tren gecikecek ve belki hiç gelmeyecek. Kör olası demiyorum, ama böyle olmadan, beni görmesini istediǧim bu demir yıǧınıolur á gelmezse, vaziyet kötü ve aynı zamanda, nadide bir yiyecek olan gülüm keten helvanın yandıǧı anlamına gelir. Bin bir tatlı edası, nazı, işvesi ile can alıcı dudaklı yarin, güzelim buǧulu gözleri yollarda, sevgi dolu yüreǧi buruk, elleri çarnaçar ǧründe kalakalır. Can sevgili bir yay esnekliǧi ile hop oturur,  hop kalkar. Dayanılmaz hasret ve özlemlerine ilaveten, dört deǧil on dört göz ile her gün fecre kadar beklenen, büyük aşkını özen ile barındırdıǧı gönlündeki tahta, Muhteşem Süleyman gibi sarvan salıp, baǧdaş kuran, insafsız yar gelmez olur. Tek istediǧi kara trenle gelecek olan sevdiǧi, bir mektubu veya kendisinden bir muştudur sadece. Olmazsa da olur,  hani kendilerinin bizzat tanık olamadıkları, lakin Muhteşem olduǧu söylenegelen Süleyman gibi haremleri, hurileri ve de Nuri’leri. Canından çok sevdiǧi, gözünün bebeǧi yari, yeter de artar; O’nun acılar içinde biçare kıvranan, daǧlanmış yüreǧini hoş etmeye. Kalplere düştükten sonra, bulunduğu yeri kasıp kavuran aşk belasının keskin dişli çarkına yüreǧinizi kaptırmaya görün, ağlasanız da hıçkırıklarınız kimsecikler tarafından duyulmaz, mısralarınıza, gözyaşlarınıza elleri ile artık kimseler dokunamaz. Şarkıların bu kadar güzel, kelimelerin bu kadar kifayetsiz olduğuna şaşırıp kalırsız, diliniz tutulur bir tek kelime dahi anlatamazsınız. 
         Allah göstermesin; ya kara tren, kömürü biter, arıza yapar, uykuda kalır, elde, belde, yolda, daǧda kalır, kurda kuşa yem olursa. Apaçilerin  hiç görülmediǧi bu diyarda, yoǧunluǧu o sevimli caretta caretta kaplumbaǧalarının sayısına bir türlü indirilemeyen, ama dünyaya da çok şükür hükümdar olamayan sevimsiz eşkıyalar , art arda sıralı vagonları durdurup, el koysalar ve gelmezse kara tren! Gönderilen, kutsal aşkların kargacık burgacık yazıldıǧı, şairin cömertliǧine denk gelip, verdiǧi kızıl güllerin kurutularak,  arasına konduǧu mektuplar, titreyen yumuş yumuş ellere ulaşmaz olur. Yüreǧi göǧsünü yırtıp, yerinden fırlayamaz.Yardan haber gelmediği için, dağlar kardan ağarır. Ne gelen ne de bir haber gönderilmediğinden, gözleri fettan güzel, derde dert katan sevgili her daim darda kalır. Bırakın salını salını gelsin kara tren, bir o yanına bir de bu yanına takmazsanız da olur, şairin kızıl güllerini.  
Tren gelir öterek

Kömürünü dökerek

Ben yarimden ayrıldım

Gözüm yaşım dökerek

         Geldiǧi zaman da; yaz kış, gece gündüz demeden ne zahmetler, ne oflayıp puflamalar ve acı acı inlemeler eşliǧinde, onca engeli nasıl aşıp, uzaklara ulaştıǧı bilinmez. Yorgunluktan bitap düşmüştür. Ama ardında yüzlerce el sallanıp durmuştur. Üzerinde, kır çiçekleri, kalın mavi veya açık kırmızı çizginin yer aldıǧı, özenle katlanmış onlarca mendil; hüzünlü mavi, kestane, ela, yeşil ve kahve rengi gözden akan, ipi kopan boncuk boncuk gözyaşı ile ıslandı. Elem dolu damlacıklar, O‘nu dehşetli kederlendirdi. Üzüntüden, tüm şevki kaçmış olsa da, gideceǧi yerde de, yine yüzlerce el sallanıp, kendisini buyur edecekti. Bin bir kucak açılıp, sevilenler baǧırlara basılıp, hasretlik giderilecekti. Duyduǧu yorgunluǧun tadı, baklava kadar deǧilse de, en azından kazandibini aratmazdı, herhalde.

Tren geliyor tiren

dağlara dalıp giden

kara tren değil mi

yârimi alıp giden

         Büyük bir özlem ve merakla beklenen kara tren ile gelecek olan yare, sevgililer; iki  gözüm seneler geçti, diye, su misali akıp giden zamanı hatırlatırlar. Ektiǧini biçen gönül olsa da, bir selamın lütfedilip, çok görülmemesi yalvar yakar istenir. Küslüǧün artık bitmesi gerektiǧi, barışın zamanı olduǧunun kulak ardı  edilmemesi adeta haykırılır. Görmüyor musun, dalları kiraz bastı, Canözüm memleketimizin daǧlarına dahi bahar geldiǧinden bihaber misin?. Yedi kat eller yakınım olurken, bu küslük  niye, gel kavuşalım derim. Aman Allahım bu ne çok hasret, bu ne deli hasret.
         Kara trenin nedenini anlamadığı; yolda öküzün durup, kendisine  uzun uzun bakmasıydı.  Ne var kardeşim, açıkta bir şey mi gördün? Yok, her tarafımız, kara çarşaflı, burkalı, dini oldukça bütün olan müstesnalar gibi kapalı ve üstelik kömür karası. O halde böyle bön bön bakmanın anlamı ne?" Cufcufuna kurban olayım" gibi laf atmalar falan. Ne kadar banel, tam bir arabesk. Var, git işine, gücüne. Bu saatten sonra sevda ile uǧraşamam. Benim kaderim sevdalıları taşımak. Ateşten gömlek giyemem, benim kaynayan kazanımla, zaten içim yanıyor. Öküz de olsa, kimseleri kırmak istemem. Zat-ı alileri kusura kalmasın, bakışlarından da rahatsız olduǧumu, bilsin istiyorum.
         Zengin çocuklarının ne ise de, fakir çocukları, harçlık olarak aldıkları demir paraları, neden tekerleklerinin altına koyup, ezdirirler diye düşünür ve bu çok da garibine gidiyor. A be akılsız çocuk, o parayla gidip, kendine gazoz veya dondurma alsan, daha iyi olmaz mi? Kara trencik, iş başa düşünce, istemeyerek de olsa yoksul çocukların paralarını da, içi acıyarak ezmek zorunda kalırdı.

         Aynı zamanda demirden korkanlar da, kendisine binmiyordu. Bunu ilk duyduǧunda; gülmekten kendini alamamış ve  tıssılayarak altına kaçırmış, ele güne karşı yapayalnız, böyle de olmaz ki, dese de, olan olmuştu. Korkak nasıl da bırakıp gitmiş, insafsız terk etmişti kendisini. Binmezsen, böyle kaçırırsın işte treni. Sevdiǧine kavuşamadan, dört duvar arasında, evde kaldın da, daha mı iyi oldu, sanki?  Oh olsun demeye dili varmaz yine de, kendisi kara olsa da, yüreǧi aktı trenin. Daha ne mi olur, evde kalınca? Yaşamayanların bilemediǧi korkuları yaşar, sessizlik korku verir, ödü kopar. Kimileri O korkaǧın ödünü, bir şeylere karıştırsa da, kendisi kara olmasına raǧmen, böyle bir pisliǧe karıştırmaz adını. Çeker bu tür bezlerden taraǧını, çünkü  kalbi, Ararat’ın ulaşılamayan doruklarındaki karların beyazlıǧındadır. Korkak kendi kendisi ile konuşur, bir cana hasret kalır, kırık, sineklerin kirlettiği aynalara koşar. Ya sev, ya terk et kadar aǧır olmazsa da, bundan sonraki yaşamı; işte kapı, işte sapından ibaret olacaktır. Rehber istemeyen, görünen köy, oldukça yakındır. Oysa korkmayıp, binse trene; tren hoş gelecek, odaları boş gelmeyecekti. Ley ley leylim ley gibi abuk sabuk, ipe sapa gelmeyen lakırtılar da edilmeyecekti!

Tren geliyor tiren
dağlara dalıp giden
kara tren değil mi ?
yârimi alıp giden

         Cufcuflamalar eşliǧinde geldiǧi zaman da; aheste aheste durur, aşınmış olan tekerleklerini çevirip, yılan kıvrımları ile akıp giden raylarda, olanca eşyayı, yüzlerce insanı ve yükte hafif, paha da oldukça aǧır olan, hani biz diyelim on, siz deyin otuz tane kalbin çizili olduǧu aşk mektubunu, sırtladıǧı gibi alıp, getirir. Yol boyu, başında bulutlar misali dumanı hiç eksik olmaz. Düdüǧünü acı acı öttürüp, amansız daǧlara yol ver deyip, destur ister. Doǧrusu zor iş; aşması gereken daǧdır, taştır, ovadır, ırmaktır, dere ve tepedir. İşlevi kolay olmadıǧı gibi, üstüne üstlük rengi de karadır.  Kendi kömürünü seçme gibi bir lüksü dahi yoktur.  Tüm bu engelleri aşabilmek için, yine de sunulanı kabul etmek zorunda kalır. Kazanı kendi seçiminin dışında bir kömür ile, gönülsüz fokurdar. Başka bir istasyonda, farklı yükleri ve insanları yüklendiǧi gibi yeniden yollara koyulur.  

Kara tren gelmez mi ola düdüğünü çalmaz ola

Gurbet ele yar yolladım mektubumu almaz ola

         Cuf.. cuf… cufff... Yol verin, bu kez de, bütün engelleri aşarak, gelmemezlik etmedi kara tren, karada ölüm yok, enseleri çok gerekli ise kaşıyabilirsiniz, ama karartmayın, lütfen. Geliyor, sevda yüklü kara tren.   


Amsterdam, 01 Aǧustos 2012





KORKU

      KORKU   “Elimde değil Olric! Ne efendimiz? Elleri Olric elleri…”   Oğuz Atay - Tutunamayanlar   Fırtınalı bir denizin da...