31 Mart 2013 Pazar

AT PAZARI




AT PAZARI

Bahar bulaştı ya hayata, ağaca, suya,
içimde öyle bir seyahat kımıldıyor ki, diren direnebilirsen.
Yüreğim bavulunu toplamış çoktan;
ruhum sırtlamış çantasını.
"Uzaklar" çekiyor...


 Can Dündar


               


Geniş ve yaygın kaşları, hafiften yassı burnu, aromalı-köpüklü bir kahve tonundaki kısık gözlerinin yer aldıǧı, çehresine baktıǧınız zaman, bu yüzün gayri ihtiyari ortaya çıkardıǧı, farklı sevimliliǧinin hissine, çok geçmeden hemen kapılırsınız. Yetmiş beşli yaşlarda İç Anadolu’lu tipik bir Kürt kadını olan bu insan, Kürtçede Zewe adıyla, dünyadaki yerini büyük bir  mütevazilikle alır. Sayısız hastalık örgütlenip, bu kadının kilolu bedeninde dayanılmaz rahatsızlıklar yaratıp, huzurunu yok etmek gayesi ile ellerinden geleni, acımasızca yapmaktan geri kalmıyorlar. En çok da dizlerindeki dayanılmaz aǧrılar, O’nu, per perişan etmeye yetip, artık yürüyemez hale getirdiler.
Aynı eylemlerini Heyderi Hecike‘nin uzun boylu, seksenli yaşlardaki ve hala filinta gibi bedeninde de, sürdüren hastalık denilen ne idüǧü belirsiz illet rahatsızlıklar, karşı tarafın savunma güçlerine, her defasında yenik düşüyorlar. Rakipleri Heyderi Hecike‘nin çatık kaşlarından, hala güçlü olan ellerinden, saǧlam bilincinden, beyninin aldıǧı yerinde, stratejik ve bir o kadar da mantıklı olan kararlarından, oldukça çekiniyorlar.  
Heyderi Hecike; 80'li yaşlarda kendince ulu bir çınar. Yıllar yılı, şeker hastalıǧından muzdarip. Yine de yaşama son derece baǧlı bir insan. Sofokles
"Yaşamayı bir yaşlı kadar kimse sevemez" der. O da hayatı seviyor ve olabildiǧince, dolu dolu yaşıyor. Bunu bedeninde yer alan pek çok mayınlı bölgeyi aşmak isteyen hastalık teröristlerine raǧmen başarıyor. Bu terörist gruplardan biri bütün direnmeye karşın, engelleri aşıp, Heyderi Hecike’nin bedenindeki sarp daǧlarda ve uçurumlar halindeki yar ve derelerde mevzilenip, yer edindiler. İşin garip olan tarafı da, bu grup terörist bölücünün kendisini “şeker“ olarak adlandırması. Bu ayrılıkçılar kendilerini böylesine tatlı, ballı, pekmezli ve kaymaklı adlandırsalar da, aslında zehir zıkkımdan gayri deǧiller. Asıl şeker gibi olan Heyderi Hecike desem, inanının bu ihtiyar delikanlıyı çok övmüş olmam, ki siz de görüp tanısanız, ne kadar mütevazı bir açıklama yaptıǧıma hemen hak verirsiniz.
Dört gözle diyeceǧim ama deǧil. Zewe, “katarakt“ adlı bir terörist grubun saldırısının ardından, bir gözü görme yetisini yitirdiǧinden, toplam üç gözle beklediler ve Hollanda’da yaşayan, canlarının yongası - hayırsız oǧullarının gelmeyeceklerini idrak edip, topladıkları kilolarca cephanelik ilacı siyah bir çantaya doldurdular. Gidecekleri yerde onca insan vardı. Onlara da “karınca kararınca” da olsa, biraz kuru yemiş almak gerekiyordu. Bu nedenle  Ankara Kalesi‘nin içindeki At Pazarı’nın yolunu tuttular.
Pazarda kıyasıya pazarlıklar yapılıyor, müşteriler kuru yemişlerin tazeliǧini kontrol etmek için, ellerini yan yana dizili, istiflemesine dolu torbalara daldırıp, aǧızlarına götürüyorlardı. Başkentin en yükseklerinde bulunan bu kale, iç  ve dış kale olarak iki kısımdan oluşuyordu. Hititler tarafından yapıldıǧı söylenen kale, beş köşeli kırk iki kule ile bir çok tarihi Ankara evini ve pazara gelen Heyderi Hecike ve Zewe’yi de kucaklıyordu. Heyderi Hecike’nin gözlerinin merakla süzdüǧü bir çok tarihi bina turistik, modern restauranta dönüştürülmüş ve her gece “Ankara’nın baǧları” adlı benzeri kıvrak müzikler eşliǧinde, ince belli dilberlerin ve etraflarında pervane gibi dönen, çıt kırıldım beylerin Ankara havalarını, oynandıǧı mekanlar haline gelmişlerdi. Heyderi Hecike ve Zewe defalarca bu diyara geldikleri halde bu tarihi kalenin geçmişi, kendileri için hiç bir zaman merak konusu olmamıştı. Onlar sadece burada satılan kuru yemişler ile ilgiliydiler.
Pazarda sürekli müşterisi oldukları Fatik Hanımı çok dolanmadan buldular. Fatik onları oldukça bir güler yüzle karşılayıp, buyur etti. Yanaǧı çifte benli, biçimli burnu, derin çifte gamzeleri, uzun dalgalı saçlarına bugüne deǧin kimselerin kızıl güller takmadıǧı - allı güllü fistanı ile tezgahının ardında salınan Fatik Hanım adeta yerinde duramıyordu. Tezgahının ardında dans eder gibiydi. Hiç bir terörist grubun saldırısına uǧramayan, kıvır kıvır hareket halıindeki bu kadının keyfine diyecek yoktu. Pazarcık'tan Ankara'ya göç etmişler, liseden sonra okumaya devam edemeyince de, genç yaşta evlenmişti.   
Fatik akşam marketten ve manavdan iyi bir alış veriş yaptı. Kendisini evine atar atmaz, önce beş yaşındaki maviş gözlü oǧlu Bora’yı ve sekiz yaşındaki lüle saçlı kızı  Berna’yı bir güzel öptü. Ardından da burma bıyıklı kocası Selim’i güzelce kucaklayıp, bir an için de olsa kucaklayıp, belini kırdırırcasına sıktırdı. Güzel burnunu sevdiǧinin boynuna dayayıp, kokusunu uzun uzadıya içine çekti. Yemek yapmak için mutfaǧın yolunu tuttu. Çarçabuk, yüreǧindeki bütün sevgiyi cömertçe yaptıǧı yemeklere katarak, sofrayı donattı. Yemek sonrasında çocuklarını yatırıp, kocasının burma bıyıklarını da bütün bedeninde bir seyri sefere de çıkartırsa, bu dünyada ondan daha iyisi olmayacaktı, ki düşlediǧini de gerçekleştirdi.  Lavanta kokulu, kar beyazı çarşafların içinde, dakikalarca kıvrandı. Lime lime olan bedeninin her milimlik karesinde, büyük bir rahatlık ve gevşeme hissetti. Gözleri dalgalı saçlarının daha da dalgalandıǧı, duyduǧu hazdan dönen başı ile birlikte, yanında soluk soluǧa kalan, gözleri tavana dikili kocasına doǧru kaydı. Teşekkür mahiyetinde; terlenen sağ elini, kocası Selim'in göğsündeki kılların arasında dolandırdı. Her ikisi de mutluydu. Pazar yerinde, açık havada yaşadıǧı olanca stresi ve elektriklenmeyi bir çırpıda sıfırlayıp, tatlı bir yorgunluǧun beraberinde üzerinden attı. Kendisini kanatlanmış gibi hissetti. Üzerinden büyük bir aǧırlık kalktı.
Fatik’in sıfırlanan elektriǧi, Hayderi Hecike’yi şanslı kılıp, cüzdanından daha az paranın çıkmasına ortam oluşturdu. Giriştikleri sıkı pazarlıkta, Fatik hiç direnmedi, umurunda bile deǧildi. Fiziksel olarak orada olsa da, O’nun aklı, hala kocası ile aǧız tadı ile geçirdiǧi güzelim gecedeydi. Dünya alabildiǧine toz pembe ve herkesin elinde birer cımbız ve ayna vardı. Heyderi Hecike pazarlık için onun elini sallarken, o bedeninde hala kocasının burma bıyıklarının dolaştıǧı hissine kapılıyor ve gıdıklanır gibi oluyordu.
“Ayy… Haydar Bey ne diyorsanız o olsun, sizi mi kıracaǧım.“ deyip, kilolarca kuru yemişi torbalara doldurdu. Zewe olup, bitene şaşkınlıkla bakarken, O da yapılan pazarlıktan memnun gözüküyordu.
Heyder ve Zewe "ha babam deyip", ilaç ve kuru yemiş bavullarını sırtladıkları gibi; soluǧu, kapısını tıklatarak, “soǧuk yüzlü, kapanmak nedir bilmeyen, el kapısı” Hollanda’da aldılar. Yıllardır içlerini kemiren özlem bir anda daǧıliverdi. Hasretliǧini çektikleri ile uzun uzun kucaklaşıp, doyasıya gözlerinin derinliklerine baktılar. Zaten kısa bir süreliǧine gelmişlerdi. Bu uzun olmayan zaman birimi de, nasıl olsa  göz açıp kapayıncaya dek geçecekti. Havalar soǧuk ta olsa, Zewe bindirildiǧi tekerlekli sandalyede, Heyderi Hecike giydiǧi kalın paltosu ile delikanlılar gibi dolaşıp, geldikleri ve bu şaşılacak derecede yabancısı oldukları diyarı gezdiler.
En güzeli de Amsterdam yakınlarındaki Vollendam adlı, bir balıkçı köyüydü. Burası Zewe’nin çok hoşuna gitti. Çarşıda kuytuluklara yerleştirdikleri bronz heykellere bayıldı. Vollendam’li balıkçı Kadınla resim çektirirken, aklından bulutlar halinde pek çok düşünce gelip, geçti. Onlarca yıl önce, birileri çıkıp:
“Zewe Hanım sen tekerlekli sandalye ile ve Heyder Bey siz hasta da olsanız, yine de maşallah dimdik ayakta, takım elbisenizle, seksen yaşlarında bir delikanlı olarak; gün gelecek ve sizler Hollanda’da bulunan, Vollendam adlı bir balıkçı köyüne gideceksiniz. Bu köyde adını, sanını, dilini, öyküsünü bilmediǧiniz tipik folklorik giysileri içindeki sarı bukleli bir köylü kadının, bronz heykelinin yanı başına oturup, resim karelerinde çocuklarınız ile buruk da olsa, gülümseyerek yer alacaksınız. " deselerdi, elbette inanmazlardı. 
Zewe düşüncelerini onaylamak gayesi ile oturduǧu tekerlekli sandalyede başını salladı.
 Elbette inanmazdım. Deǧil kırk yıl boyunca, hani yüz yıllık ömrüm de olsa ve düşünsem aklıma gelmezdi. Yüz yıllık ömür mü dedim. Evet ne yalan söyleyeyim o da fena olmazdı tabi.“
Zewe ve Heyderi Hecike,  güzel insanlar; bu adını-sanını-öyküsünü bilmedikleri, belki de balıǧa çıkan kocasını bekleyen Vollendam’li köylü kadının, hemen kıyıcıǧına çok eski bir dost gibi oturdular. Sanki kapı komşularıydı. Yıllarca birlikte çay içmişler, sıcak yaz günlerinde, birlikte gölgelik bir yerde, buzlu ayran ikram edip, dolaplarında yumurtaları kalmadıǧında birbirlerinden alıp, vermişlerdi. Sanki heykele  deǧil de, yıllardır görmedikleri akrabadan da ileri bir kapı komşuları ile hasretlik giderip, tepeden tırnaǧa inceleyip, dokundular.
Amsterdam’a dönme vaktiydi. Bir ara, Zewe cebinden bir şeyin düştüǧünü fark etti. Tekerlekli sandalyesinden eǧilip, el yordamı aradı. Cebinden düşen şeyi buldu ve kocası Heyderi Hecike’ye gösterdi.
“Ben de bir şey düşürdüǧümü sandım. Meǧerse cebimde kalan, senin Fatik’in fıstıklarından biriymiş.” der demez, Heyderi Hecike’nin yüzünü belli belirsiz, tatlı bir gülümseme kapladı. Ve bu gülümseme, tek gözü ile de görse, yüreǧi ile bakmasını çok iyi bilen Zewe’den kaçmadı.


Amsterdam, 31 mart 2013
  

24 Mart 2013 Pazar

HAMİDO



 HAMİDO
           

            Diǧer yıllar gibi çokça gün, hafta ve aydan oluşan 1983; ellerimi ve kollarımı baǧlayıp, sürgün-asker olarak, süklüm püklüm uzak diyarlara götüren yıldır. Aman Tanrım ne kadar da sıkıntılı, anlatılamayacak zorluklarla, yüreǧimin cayır cayır yandıǧı, üzerine kalın çizgilerle kahırlanarak kalem çektiǧim, yaşanmamış uzun mu uzun, meşum bir zaman dilimiydi. Aǧalar, beyler ve de tosun paşacıklar; bu süre yaşanmamış olacak dediler, biz de o genç ve çiçeǧi burnunda, bir saniyesini dahi geri getiremeyeceǧimiz zamanı hayıflanarak yaşayamadık. Anlatacaklarıma, nostalji babında, köy odalarında yapılan klasik askeri anılar temalı sohbetlerin bir versiyonu denemez. Yani “ortada çok iyi bir subay olan Çankırı’lı bir yüzbaşı yok. Sizden iyi olmasın elbette. Elin subayı kim, siz kim. Mukayese bile edilemez. Ama, evet subaydı ama iyi bir insandı da demeyeceǧim. Beni de çok sever miydi, sevmez miydi, işte orasını bilemiyorum” türünden anlatımlar olmayacak naçizane aktarımım. Ocak“ olarak da adlandırılan bu mekanda edindiǧim, hiç unutamadıǧım bir dostluǧa, Mardin’li Hamit ile olan arkadaşlıǧıma deǧineceǧim.
            Ben kendisine Hamido diyordum. Malum boyumun kısalıǧını dillerine pelesenk eden arkadaşlarım; hassasiyetim üzerinde büyük bir etki ve aşaǧılık kompleksinin oluşmasına neden olmuş olacaklar ki, askerliǧim boyunca Hamido ile olan (büyük haz aldıǧım), güzel dostluǧum; bana büyük bir moral ve özgüven duygusu verirdi. Öyle ya benim de, bu insan hayatının mücadele etmekle geçtiǧi dünyada, kendisine kuş bakışı olmazsa da, birazcık olsun tepeden baktıǧım birileri vardı, kıyıcıǧımda.
            Hamido’nun benden dahi kısa ve çelimsiz görünümüne bakmayın. Pike dalışlı, birbirine yakın çatık kaşlarının arasından, tüylü çaǧla yeşiline çalan gözlerinden süzülen kartal bakışları ile Hamido, aynı zamanda çok iyi bir “dengbej”di. Nasırlı küçük ellerini nöbetleşerek saǧlı ve sollu olarak kulaklarına götürmeye görsün. Yürek yakan tiz sesi ile sizi aldıǧı gibi, başı her dem bulutlarda şeref misafirliǧinde olan ulaşılmaz, karlı-sarp daǧlarda, geniş ovalarda, ters laleler diyarı da olan, zümrüt yeşili bin bir çeşit bitki ile bezeli, nazlı bir çaǧıldamanın eşliǧinde, yılan kıvrımlı dere boylarında akan billur sularda, kınalı kekliklerin yuva yaptıkları kuytuluklarda, silah zoruyla terk ettirilmiş, yakılmış, viran, boynu bükük ıssız-kimsesiz mezralarda saatler boyu dolaştırır sizleri. Sonrasında bu yürekleri daǧlayan ses, elinizden inatla sımsıkı tutmaya devam eder. Göz açıp kapayıncaya dek, kendinizi  uzaklara ışınlanmış bulursunuz. Metropollerin varoşlarına, zorla göç ettirilenlerin gariplik diyarlarına gidersiniz. Yani utanç veren yoksulluǧa, tek odada onlarca insanın kaldıǧı gecekondulara misafir olursunuz. Yalın ayak, yırtık elbiseli, Türkçe ve Kürtçe lisanları arasında gel gitler yaşayan, gözleri ışıldayan çocuklar ile el ele tutuşmuş bulursunuz kendinizi. Özlerinde olmadıǧı halde, koşulların acımasız dayatması ile her an, suçlu insan olmaya aday insanlara  tanık olur, bir şeyler yapamamanın çaresizliǧinin nahoş, acımtırak tadını tadarsınız. Isınmak nedir bilmeyen, masum çocukların kor alevli yüreklerine dokunur, yanık ellerinizin ürpertisi ile kendinize gelsenizde, başınız dönmeye devam eder. Buǧulanmaya yüz tutan gözlerinizin önünden hızla akıp giden, yoksulluǧun, kimsesizliǧin, horlanmışlıǧın, öteki ve Anadolu‘nun zencisi olmanın film kareleri, duygu yüklü yüreǧinizde kızgın demirler gibi izler bırakır. “Sıtranlarında - türkülerinde” anlatılanlar sizi, kanatlandırır, alıp götürür. Güçlükle yarı baygın kendinize geldiǧinizde, gözleriniz yaşlı, dinlediǧiniz sıtrandan anladıǧınız kadarı ile, olup bitenden dolayı, büyük bir mahcubiyetle, bir beşer olarak suçluluk duygusuna kapılmış, insanlıǧınızdan oldukça utanıyor bulursunuz kendinizi. Akabinde yaşadıǧınız gezegen için, insanlık adına bir şeyler yapmak isteyen bir uǧraşıya, hiç vakit kaybetmeksizin, hemen o anda atlamak ister, bunu yapmak için ne denli geç kaldıǧınızı fark edersiniz.
            Hamido’ya her konuda güvenebilirsiniz. Kendisi, ben misali küçükçe bir adam olsa da; insanlık, duygu, paylaşım ve güzellik dolu yüreǧi devasa büyüklükteydi.  Dengbejlikte görsellik için kullandıǧı kısa parmaklı nasırlı elleri, etrafındaki bütün insanların en hafif bir tökezlemesinde Hızır A.S.’ın uzattıǧı ellerdi. Zor anınızda, kim olursanız olun, O ne yapar eder, bir kuş misali çırpınır, çözümsüzlüǧünüze çare oluncaya dek, rahat etmezdi. Aǧzına götürdüǧü son lokmasını, gözleri size iliştiǧinde, anında size uzatırdı. Saygıda kusur etmez, dünyaya gülen zümrüt gözlerle bakardı. Anlatacak bir hikayesi her zaman vardı. Bu insani güzelliǧi, doǧallıǧından mıydı, acaba. Okuma ve yazması dahi yoktu. Ama dünyaya baktıǧı pencere oldukça genişti. Mardin ve belki de askerlik yaptıǧı Siirt şehrinden başka bir yeri görmemişti. Ne iki harfi yan yana getirip, okuyabilmiş, ne de yazabilmişti. Şehre indiǧi zaman , yakın bir akrabasının evini bulmak için sokak adlarını okuyamıyordu. Karşı cinsten birinin, çift kurnalı pınar sularının aktıǧı köy çeşmesinin başında, deǧil elini tuttuǧu, gözlerinin içine bir saniyelik de olsa bakamamıştı. Gönlüne söz geçiremeyip, duygu yüklü yüreǧini birilerine kaptırmış mıydı? Bütün ısrarlarına raǧmen, yalvar yakar olsan da hiç bir şey anlatmaz, bütün ketumluǧu ile bu gibi konularda hicap ederdi. Aǧanın kızı olmazsa da, belki köyde komşuları Osso’nun kızına, anne ve babası boyunlarını büküp, talip olabilirlerdi. Sonuç ne olurdu bilinmez. Sülün boylu, bir Kürt Alain Delon‘u olduǧu söylenemezdi. Lakin, varsın olsundu. Kim bilir O’nun da pamuk yüreǧini fark eden birileri de çıkabilirdi. Hamido’nun paha biçilmez insanlıǧı da, bir sırma saçlının gözünde para edebilirdi.
            Günümüzde var olan dostlukları uzun süreli, karşılıklı olarak hissedilen bu muhteşem güven duygusunu aynı güzellikte korumak için büyük özveri ve efor gerekiyor. Yaşadığımız dünyada dostlukların kolay kazanılmadıǧı bilinen bir gerçektir. Bu güç edinilen kazanımın, bir de yıllar yılı izini bulup da, kaybetmeye gör, aradan yüz yıl da geçse, insan bir yanının buruk eksikliǧini sık sık hisseder oluyor. Hissedilen eksiklik durmaksızın dürtüp, rahatsızlık vermeye devam ediyor. Güzel insanların yitip gitmesi, insanın yüreǧini alabildiǧine burkuyor.
             Hamido’yu, sesinin güzelliǧini, saf ve temiz yüreǧini, şefkat dolu çaǧla yeşili bakışlarını, nasırlı ellerini özenle kulaklarına götürüşünü ve zaman zaman yardım için o el uzatışını özlüyorum. Hamido’yu gördünüz mü? Kendisini gören, bilen, tanıyan var mı? Acaba Hamido şimdi nerelerdedir, ne yapıyor, kimlerledir, iyi midir, mutlumudur, sihhati yerinde midir bilemiyorum. Umarım saǧ ve salimdir. Kendi doǧallıǧında mutlu ve umutludur. Kuşlardan buruk yüreğimin rıcası; Hamido’ya olan bin selamımı kanatlarına yükleyip, götürmeleridir. Hamido'ya selam olsun!


Amsterdam, 13 Şubat 2013

16 Mart 2013 Cumartesi

DELİLİK




DELİLİK
Diyorum ki;
Hani günün birinde,
Eyleyeyim bir delilik.
Titrek-ahşap merdivenimi,
Kondurayım yanı başına dev alazlı güneşin,
Dolanayım dört bir yanını.
Ve yalazlasın güneş her yanımı.
Öyle ya...
Bir günün deliliği, delilik!
Her ne kadar,
Yok deseler de kıymeti harbiyesi hiçbir şeyin.
Ama ışıldasın boncuk-boncuk alın terim.
Yürüyeyim güneşte,
Olsa da ol bedenimde,
Yokluluğunun illet soğuğu,
Ve ısınıversin yüreğim.
Kırpık-kırpık kamaşsın buğulu gözlerim.
Güneşle doluversin avuçlarım, kalbim ve ceplerim.
Günün birinde,
Eyleyeyim bir delilik.
Titrek-ahşap merdivenimi,
Kondurayım yanı başına dev alazlı güneşin,
Öyle ya...
Bir günün deliliği, zırdelilik!

Amsterdam, 16 Mart 2013

19 Şubat 2013 Salı

RESET DÜĞMESİ


RESET DÜĞMESİ
          
         Harikulade bir organizma olduǧu, sürekli vurgulanan vücudumuzda yer alan iki yüz altı adet deǧişik şekil ve kıvrımdaki kemik veya balenleri diyebileceǧimiz sertlikler; kimi insanı otaǧ, kimisini göçebe çadırı, kimilerini de fethedilemeyen yüksek burçlu bir kale gibi dimdik ayakta tutar. Asıl inanılması güç gelen de (yine insan bedeni ile ilintili olarak); yeni doǧan bir bebeǧin yüzde doksan oranında sudan oluşmasıdır. Anne rahminde, en sevdiǧinin-kendisine can veren varlıǧın karnını art arda tekmeleyen, dünyaya gelmesinin ardından ayak direten, gözlerini açan, avazı çıktıǧı kadar cıyak cıyak aǧlayan, acıkan, çok zaman geçmeden içgüdüsel debelenmelerle kendisini doǧuran koruyucu meleǧinin memelerine kenetlenen, çişini yapan, diǧer yandan bizi bizden alan, oǧlumuz-kızımız, canımızın yongası, ciǧerimizin parçası dediǧimiz, olanca sevgimizle baǧrımıza bastırıp rahatlık duyduǧumuz, paha biçilemeyen-dünyalar deǧerindeki yegane varlıklarımız, kimi zaman kirpi gibi olsalar dahi; “pamuk yavrum” diye okşadıǧımız, sevimli-afacan küçük insanlarımız aslında bir su kütlesidirler.
         Teşekkür ve minnettarlık mahiyetinde “Su gibi aziz ol” söylemi ile taltif eden büyüklerimiz, karşısındakini bu vesile ile onore de etmek isterler. Su misali  aziz olmasını istediǧine, hitab cümlesinin arasına “gibi” kelimesine usturuplu bir yer ayırma yoluyla benzetmeye çalıştıǧı kişi de, zaten suyun bizahiti kendisidir. Bunun çaǧrışımı aynen; “su gibi aziz ol su” dur ki, “gibi” benzetme terimi, fazlalık olarak kalır. Diǧer yandan engin tecrübe sahiplerinin “su hayattır” demelerinde de, bu gereçekliǧin de payı vardır. Canlının yaşı ilerledikçe, bu ıslaklık oranı da diyebileceǧimiz su seviyesi, durmak nedir bilmeyen zaman mefhumu ile birlikte, aşaǧılara iner ve bir anlamda kuruluk artar.Tam anlamı ile önüne geçilemeyen bir kuraklık baş gösterir. İnsan bedeni bütünü itibariyle çoraklaşıp, çölleşir. Yaşlı bir insanda, bebekliǧinde var olan yüzde doksanlık su oranı,  bilindiǧi gibi yüzde ellilere kadar düşer. Gelinen bu negatif aşamanın getirileri, pek iç açıcı deǧildir. Yüzde ellilik su oranı, pek çok sıkıntı ve handikapı da beraberinde getirir. Saǧlıklı yaşamanın, hareket halinde olmanın, önündeki en büyük engelin, insan vücudunda suyunun çekilmesi olduǧu ortaya çıkar.
                Küçük, rengarenk çakıl taşlarının, rekabet içindeki selvi ve kavak aǧaçlarının gölgelerinin dibinden, çıt kırıldım yosunların arasından çaǧıldayıp, bir gelin edası ile süzülüp gelen sularla sevgili misali kucak kucaǧa buluşan, hasretlik gideren topraklar, ne kadar da verimli ve üretkendirler. Hani “insan eksen, insan biter” denilen alanlardır bunlar. Ama, ne zaman ki ana vana kapatılıp,  toprak suya hasret kalırsa, “sadık yarin” de hiç bir işlevi kalmaz. Tesadüfen de olsa, şefkatli kollarının arasına düşen en küçük bitki tohumunu hışımla ortasından çatlatıp, filizlendiremez. Bu güzelliǧin yumuş yumuş minik ellerinden tutup, yeryüzüne çıkararak, güneşin gözlerimizi kamaştıran, o bin bir rengi ve her derde deva olan sıcaklıǧı ile buluşturamaz. Toprak derinden biçare düşüp, marazlı oluverir. Canlıların da, aynen toprakta olduǧu gibi, su yoksunluǧunun baş göstermesi halinde, bu olumsuzluklara maruz kalmaları kaçınılmazdır. Bedenden suların çekilmesi ile tende bin bir tane yaşanmışlıǧın göstergesi olan kırışıklıklar, hatıra bırakmak üzere sökün ederler. Tendeki hasar aynı şekilde tinde de görülür. Dünya güzelliklerini gören cıvıl cıvıl gözler göremez, bin bir türlü melodiyi- sevdiǧinin yıllardır bülbül şakıması olarak duyduǧu sesini, neredeyse duyamaz, lavantalı kokusunu ciǧerlerinin derinliklerine çekemez, yeşilçam filmlerinde olduǧu  gibi, deǧil sahil boylarında, düz yolda dahi ömrünü birlikte tükettiǧi hayat arkadaşını kovalayamaz, kontrolsüz-titeyen ellerle dokunur ki, bu ten artık ütülü bir ipek kumaş olmaktan çıkıp, buruşuk bir bez parçasına dönüşmüştür. Sevginin göstergesi dokunmak olsa da, bundan ne kendisi, ne de sevdiǧi haz alır. Çünkü her iki bedende de sular artık çekilmiştir. Barajda su seviyesi bir hayli aşaǧılara inmiş, her türlü üretim durmuştur.
         İnsan denilen organizma müthiş mükemmelliǧinin yanı sıra, bir o kadar da,  karmaşıktır. Komplike bir yapıda olan pek çok alet, biz canlıların yaşamını kolaylaştırmak adına, günlük hayatımızda yerlerini vazgeçilmez bir şekilde alırlar. Bu aletlerin de insanlarda olduǧu gibi suyu çekilmez ama, miatlarının dolması ile arızalanıp, işlevlerini yerine getiremez hale gelirler. Bu da o aletin ölümü anlamına gelir. Bazen de tamamen bozulmadıkları halde, herhangi bir teknik arızadan dolayı, devre dışı kalırlar. Aparatların büyük bir kısmında, insanlarda olmayan bir özellik var ki, söz konusu ekstra teknik ayrıcalık, aletin yeniden çalışmasını saǧlar. Sözünü ettiǧimiz minik farklılık, çoǧu zaman aletin arka zemininde yer alan, küçücük bir düǧmedir. Bilindiǧi gibi bunun adı “reset” düǧmesidir ki, artık günümüzde bu kelimeden bir fiil dahi türetilmiştir, buna da “resetlemek” denir.
         Her devre dışı kalan aleti günlük yaşamımızda resetleyip, tekrar çalıştırmaya başladıǧımda, böylesi bir lüksün insanlarda neden olmadıǧına hayıflanır dururum. Hani affınıza sıǧınarak, biz insanların da, örneǧin şöyle kıçlarının bir yerlerinde, üstü kırmızıya boyalı bir reset düǧmemiz olsaydı, hiç te fena olmazdı. Her moralimiz bozulduǧunda, bir şeylere üzüldüǧümüzde, birilerine  kahırlandıǧımızda, ne bileyim başımız aǧrıdıǧında, ayaǧımız ansızın tökezlediǧinde, acılar içinde kıvrandıǧımz anlarda; sivri bir uçla reset düǧmemize bastırıp, istediǧimiz verimliliǧi tekrar saǧlayabilseydik, her halukarda çok şey istememiş oluruz kanaatindeyim. Hayata, hiç bir olumsuzluǧa maruz kalmamış gibi, kaldıǧımız yerden sil baştan başlasaydık. Kafalarımızı allak bullak edip, unutulması gerektiǧi halde bir türlü unutamadıklarımızı, böylesi bir butonla sıfırlasaydık. Sıkıntılar, dertler, sorun oluşturan negatif gelişmeler olarak görülen, kapı dışarı etmeye çalıştıǧımız, istenmeyen misafirlikler olarak da adlandırabileceǧimiz kara bulutlu düşünceler, geldikleri gibi çarçabuk çekip, gitselerdi, elbette hiç te fena olmazdı.
         İnsanların en fazla kendi kendisinden yorulduǧu bilinen bir gerçektir. Küçücük bir düǧme, bütün yorgunluklarımızı da alıp, götürürdü. İnsanoǧlu böylesi bir düǧmeye sahip olsaydı, dünyada bunu en fazla kullananların bizim insanlarımız olacaǧını tahmin etmek çok zor olmasa gerek. Bir yandan suyumuz çekilirken, bir yandan da o denli gel-gitler yaşıyoruz ki, bize reset düǧmeleri de yeterli gelmeyebilir. Olsa da küçücük bir “butonumuz” hemencecik bozulurdu. Bazı rahat  veya relax diyebileceǧimiz insanlarda muhtemelen gizli bir reset düǧmesi olsa gerek. “Yanan dünyanın içinde dahi yorganları olmayan” bu insanların böylesi kaygıları yoktur. Onlarda mucizevi bir şekilde “med-cezirler”  yaşanmaz. Kimileri için de, reset düǧmeleri, her kahırlanmanın-sıkıntının veya kıyıcıǧında-köşeciǧinde “kimsenin tavuǧuna kış demediǧi” halde gelip, kendisini bulan acıyı başından savmak için alkole, sigaraya veya başka baǧımlılıklara başvurmak gelir ki, bu alışkanlıklar su seviyesinin daha çabuk aşaǧılara çekilmesinden, kendi kendine zarar vermekten başka işe yaramaz. Bu yönteme hiç başvurulmaması gerekse de, böylesi bir yaşamı tarz haline getirip, dünyayı kendilerine cehennem haline getirenlerin sayısı da, ne yazıktır ki az deǧildir.
         Olmayan reset düǧmemizi, taktırmak, olanaksız gibi gözükse de, yine de insan denilen ve büyük oranda sudan oluşan organizma, dudak uçuklatacak kadar şaşılası mükemmellikte bir makinadır. Yeter ki toprak ana gibi, suyu çekilmesin, çölleşmesin. Bilgi, ilim, dünya nimetleri ve insana has diǧer güzelliklerden yoksun kalınmasın. Ceviz içi görünümdeki idare merkezlerimiz, beyinlerimiz donanım fukarası olmasınlar. Sularımız daha uzun bir dönem çekilmesin. Baǧrımızda zümrüt yeşili alanlarımız, baǧımız bahçemiz, çiçeǧimiz, börtü böceǧimiz alabildiǧine büyük bir alanda ve her daim olsun. Göz zevkimiz bozulmasın. Gönül ister ki çölleşme denilen fakirliǧin olabildiǧince uzaǧında olalım. Kalplerimize mutluluk ve huzur ılık su damlaları halinde damlayarak aksın, bizleri mest eylesin. Çoraklaşan, yaşlılıǧımızda elden ayaktan düşen, pörsümüş bedenler olunmasın.
         Bilim adamlarının yeni çalışmaları, herhalukarda insan bedeninde bir reset düǧmesi uygulanmasına yönelik olmalıdır. Sizi bilmem ama, ben böylesi bir buluşun yapılması halinde; en kısa zamanda bir reset düǧmesi edinmek isterim. Daha her ne kadar (malum olan yerimin), saǧ veya sol tarafına mı taktıracaǧıma dair bir karar veremediysem de, dört nala koşan atlılar misali, barbarca üstümüze akın edegelen, sıkıntılara daha kısa süreler halinde katlanarak, bol sulu bir şekilde, hayata daha iyi tutunabiliriz. Ve bedenlerimizden istemimiz dışında çekilen sulara, Nazım’ın bir şiirinin mısralarında, baş kaldırıyı dile getirdiǧi gibi “gayrık yeter” demek gerekliliǧinin, artık dayattıǧını göz ardı etmemeliyiz. Evet, ben kararımı verdim. Reset düǧmem sol tarafımda olsun, peki ya sizin?

Aydın Yılmaz
Amsterdam, 16 Şubat 2013



26 Ocak 2013 Cumartesi

AŞK-I SANAT

Komitas Verdapet
 AŞK-I SANAT        

          Sanat kavramı, her ne zaman usuma cemre gibi düşüp, dimaǧımın o küçük, mavimtırak-dingin, sıǧ göletinde, art arda daireler oluşturduǧunda, ellili yaş erişiminin sonrasında, görme yetisi optimallikten mesafe alan gözlerimin önünde, hep yüzlerce çeşit meyve veren tek bir aǧaç belirir. Şaşılacak kadar, envai çeşit meyve veren, bu ulu çınarın tarifi olası deǧildir. Müzik, tiyatro, sinema, edebiyat, resim, dans, heykeltıraşlık, her türlü gösteri ve diǧerleri. Sanat aǧacının kökleri taşa, topraǧa ve devasa kayalara tutunup, derinlikleri sarıp- sarmalayıp, kucakladıǧından, her daim dimdik ayakta kalır. Fırtınalar, kar, boran, tipi, tusinami, deprem ve akla gelebilecek bütün doǧal felaketlerin gücü, bu aǧacı milim etkilemez.
          Sözünü ettiǧimiz sanat aǧacı, öylesine bal-şeker hercai meyveler verir ki; meyvesi olan ürünler tadıldıkça, duyulan haz; insanın ömrüne ömür  katar, bütün hücrelerine işler, mest eder, stresin - negatif elektriklenmenin diyarına uǧratmaz, görüş açınızı üç yüz altmış derecelik bir alana yayarken, ufkunuz en güzel görünümüne bürünür, güzelliǧin, hayat tatlarının bini bir para olur. Bilinen o ki; insanlar için sanat güneştir, solunan hava, su veya damarlarımızda dolaşan al kandır, hayattır.              
          Dokunun, hissedin, dinleyin, görün, okuyun, kaleminizi hareket ettirin, boyayın, çizin, çamurlara ve taşlara can verin, film karelerinde  ve sahnelerde yer alın. Elleriniz sanatın herhangi bir dalına deǧmeye görsün, artık size rahat yoktur. Büyülenirsiniz, sanatın o çok güçlü manyetik alanına, durmaksızın dönen çarkına bütün bedeninizi, ruhunuzu kaptırır, baǧımlı hale gelirsiniz. Yapılan her bestenin, dillendirilen her melodinin, çizilen tablonun, yontulan her heykelin, yazılan şiirin, öykünün, romanın, köşe yazının ve diǧer sanat dallarından her hangi birisine gönül vermeye görün, derin bir kaygı yüreǧinize, beyninize çöreklenir. Ortaya çıkan her eserin ardından, peki şimdi ne yapacaǧım diye çırpınır, amansız bir arayış içine girer, malzeme toplar, gecenizi gündüzünüze katarsınız. Üretiminiz olan eser, önce sizin beǧeninizi hak ettikten sonra rahat bir nefes alırsınız. Ardından zamanınız, yeniden yeni eserlere gebe kalır. Artık kirlenmeye yüz tutan, daha çok çıkar saǧlamak için, iklimi ve ekolojik dengesi ile oynadıǧımız gezegenimize öyle dehalar gelir ki, kimi Beethoven gibi saǧır, kimi Mozart gibi daha üç yaşındadır, ama dünyanın en önemli müzik eserlerinin altına, altın imzalarını atarlar. Bu ölümsüz melodiler, daha bugün bestelenmiş gibi yüzlerce yıl, dünyanın en nezih ve şık salonlarında çalınır, geçen zaman onları şarap misali yıllandıkça daha büyük bir öneme haiz kılar, takdire şayan olup en büyük alkışları alırlar. Dinleyicilerini alıp, başka diyarlarda, kırlarda, daǧ başlarında, mavi göllerin ve denizlerin kıyılarında, ırmak boylarında dolandırır, ruhunu dinlendirir, rahat bir nefes aldırır, hayata yeniden başlamış gibi bir his verir, içmeden sarhoş eder, rüyalar alemine daldırır, yaşamın kaçınılmaz getirisi olan sıkıntılardan bir an olsun arındırır.
          Ardından delilik derecesinde Van Gogh gibi bir "deha" çıkagelir. Dünyanın en harikulade tablolarının altına, milyonlarca fırça darbesinin akabinde ve kendisine özgü sarı rengini de kullanarak, iddiasız - mütevazi imzasını atar. Ancak bütün yaşamı boyunca anlaşılmaz, hayatını sürdürebilmek için de olsa, dünyanın bu en deǧerli tablolarını kimselere satamaz. Aşık olur, kulaklarını çok seven sevgilisine, başka vereceǧi bir şeyi olmadıǧından, kesip, paketleyip, fiyonklar- sarar ve armağan eder. Ölümünün ardından, yani iş işten geçtikten sonra anlaşılır ve insanlıǧa parmak ısırtır ve her tablosu dünyanın en büyük servetleri arasındaki haklı yerini gelip, alır.
          İspanyol asıllı bir ressam olan babası tarafından, resme yönlendirilen ve arkadaşı Georges Braque ile birlikte “kübizm”in temellerini atan Pablo Picasso; savaş koşullarında, dünya insanlıǧına, barbarlıǧın korkunç yüzünü “Guernica” adlı eseri ile teşhir eder, kan emici parazitlere tablolarını ayna gibi tutup, ne denli iǧrenç olduklarını haykırır .
          Şili’li yoksul bir çiftçi ailesinin oǧlu olarak dünyaya gelen Victor Jara; annesinden öǧrendiǧi gitarı ile Picasso’nun yaptıǧının başka bir versiyonunu müzik sanatı ile icra eder. Pinochet’in subayları tarafından yapılan işkencede, gitar çalmaması için önce elleri kırılır, beyni dipçiklerle parçalanırken, o dudaklarında şarkısını mırıldanmaya devam eder. Öldürüldükten sonra da, ibret olması için kolları kesilerek, işkence gördüǧü stadyumun kapısına asılır. Efsane şarkıcı Victor Jara direnişini ve sanatını icra etme tutkusunu son nefesine kadar sürdürür.
          Bertolt Brecht’in Almanya’sında da yaşananlar hiç de iç açıcı değildir. Dünya insanlıǧının hafızalarından asla silinmeyecek olan vahşetlerin yaşanması ile Brecht de soluǧu geçici olarak Danimarka’da alır. En kısa zamanda çok sevdiǧi anavatanına döneceǧini umar. Bu nedenle; orada kalmamak adına, hiç bir girişimde bulunmaz. “Ceketini asmak için duvara çivi çakmadıǧı gibi, yanı başında saksıdaki boynu bükük çiçeǧe de su vermez.” Yarın dönecektir nasıl olsa, ama bu “yarın” sekiz yıllık bir sürgün olur kendisi için. Ve Brecht savaş karşıtı, mücadele ve aşk şiirlerinin, tiyatro oyunlarının en güzellerini kaleme alır.
          Pablo Neruda da, Bertolt Brecht ile aynı kaderi paylaşanlardandır. Dünyada buna benzer binlerce sanatçı, yazar ve çizer yaşadı, ölümsüz eserler verdi.
          Ülkemizde de, her ne kadar cikletten çıkar gibi, sanat yaptıǧını sanan  çokça adam, piyasada görüntü kirliliǧi yaratsa da; yüzümüzü aǧartan pek çok sanatçı, yazar ve çizer yok deǧil elbette. Kimler yok ki; Nazım Hikmet, Ahmet Arif, Yaşar Kemal, Orhan Pamuk, Osman Hamdi, Orhan Kemal, Kemal Sunal, Adile Naşit, Yılmaz Güney, Tatyos Efendi, Bimen Şen, Tatyos Ekserciyan, Komitas Vardapet ve daha niceleri.
          Ermeni kökenli Komitas Vardapet, 8 Ekim 1869' da Kütahya’da dünyaya gelir. Bir yaşına geldiǧinde annesini ve on yaşında da babasını kaybeder. Asıl adı Soǧomon Kevork Soǧomonyan olan Komitas (Gomitas) babaannesinin yanında büyür. Ermeni Kilisesi ruhban okulunu okur ve oradan papaz olarak mezun olur. Müzik hayatına girmiştir, onunla içli dışlıdır. Daha sonraları müzik eğitimi almak üzere, Berlin’de Kaiser Friederik Wilhelm Üniversitesi’nde müzik eǧitimi alır. Eǧitiminin ardından, bulunduǧu bölgenin bütün kırsal kesimini dolaşarak üç binden fazla Ermeni halk şarkısını derleyip, notaya döktü. Türkçe, Kürtçe ve Farsça derlemelerde de bulundu. Komitas Anadolu topraklarının Beethoven’u, Mozart’ı veya Bach’ıdır. Ancak 24 Nisan 1915 Tehcir Kanunu gereǧince tutuklandı. Pek çok tanınmış İstanbul’lu Ermeni ile birlikte Çankırı’ya sürgün edildi. Halide Edip Adıvar, bir kaç aydın ve yabancı diplomat, kendisini kurtarmak için girişimlerde bulundular. Ne yazık ki, özgür kaldıǧı zaman, Komitas sürgünde aklını yitirmiştir. Hayatının son yirmi yılını Paris'teki bir sanatoryumda geçirdi ve dünyaya, şarkılarına, derlemelerine, halkına ve sevenlerine orada veda etti. Hayatının son on sekiz yılında, bu eşsiz müzisyen ne şarkı söyleyebildi, ne de o sihirli parmaklarını bir piyanonun siyah-beyaz tuşlarında gezdirdi. Bu topraklar; bizim Beethoven, Mozart veya Bach‘ımızı kendi elleri ile yok etti.
          Nazım Türkiyelilerin dillerinde pelesenk olan, aşk ve şevkle okunan yüzlerce şiiri ile gönüllerdeki tahtına oturdu. O muhteşem bir titizlikle, yan yana getirdiǧi bal tadındaki kelimelerden oluşturduǧu aşk, sevgi ve kavga şiirlerinden birinde, yüreǧini parçalayan hasretini aşaǧıdaki dizelerde olduǧu gibi dile getirdi.
“Bir vapur geçer Varna önünden,
uy Karadeniz'in gümüş telleri,
bir vapur geçer Bogaz'a doğru.
Nazım usulcacık okşar vapuru,
yanar elleri..”
          Yüzümüzde birer gülümseme olarak yer alan bütün sanatçıların, yazarların ve çizerlerin eserlerinin yer aldıǧı sanat aǧacına çekinmeden ellerimizi uzatalım, dunya ekseninin dışına adımlar atmak için, Nazım misali, usulcacık ulu sanat aǧacının meyvelerini okşayalım. Ellerimiz yanmaz, ama yüreǧimiz anlatılmaz duygularla sarhoş olur, belki de daha bir insan oluruz.


Amsterdam, 26 Ocak 2013   

24 Aralık 2012 Pazartesi

MEVTA’DAN “ŞİRİNCE MEKTUBU”


 MEVTA’DAN  “ŞİRİNCE MEKTUBU”                   

                                      ‎"Şerefle bitirilmesi gereken en ağır görev, hayattır."
                                                                                     
Alexis de Tocqueville
         
         Bir ilk olduǧuna inandıǧım, ama  büyük bir gizlilik içinde, Araf’tan ara ara gönderdiǧim bu mektuplar, kimilerinin de MevtaLeaks olarak adlandırdıǧı yazışmalarımı, bir final mektubu ile sonlandırmıştım. Tahmin edeceǧiniz gibi, bulunduǧumuz mekanın hassas konumundan dolayı yazmak, kısmen de olsa bilgileri, ünlü ajan Arabistan’lı Lawrence olup, dışarı sızdırmak oldukça riskli. Dünyada bulunduǧum, o çok kısa sayılabilecek zaman biriminde, doǧrusu “diǧer dünya” olarak da adlandırılan ve nasıl bir yaşamın sürdürüldüǧü, bizleri nelerin beklediǧini ve karanlıkta kalan olup-bitenler merakımı devamlı cezp etmişti. Bu konuda aktarılan bilgiler malumunuz. Ben de  “Karınca kararınca” olan dimaǧımı meşgul eden ve beynimde oldukça yoǧun bir alanı kaplayan soru işaretlerinden, her an arınmayı istiyordum. Encamımızın ne olacaǧını çok merak ettiǧimden; çoǧu çirkin sakallı, cübbeli, külahlı ve kimi badem bıyıkları ile sırıtarak gülümseyen, auraları sönük, ufukları alabildiǧine dar kişiliklerden pek çok lakırdı dinledimse de, olur olmaz uyduruk korkular salan, izansız ömür törpüleyicilerine, sabun olup köpürmemek elde deǧil. Yıllarca hep bir şeyler sandıǧımız, bir şey olmayanların yükünü taşıdık. Yalan yanlış uydurmaları ile gündemde kalmayı, her ne hikmetse, her daim başarabilenleri, aslında kaale almamak lazım. Burada yaşadıklarımdan sonra, anlatılan onca katranlı, hareli – alevli, dayaklı, tecritli cezaların doǧruluk payının olmadıǧına, bizzat tanıklık ederek gördüm. İyi ki görüp yaşadıklarımız, Dünyada çirkin üsluplu kişiler tarafından söylenenlerin çok uzaǧında.
         Burada cezalandırmaya dair herhangi bir şeye henüz şahit olmadık. Bir ara Araf’da ikamet ettiǧim bölgenin az ilerisinde yapılan köprüyü, bize anlatılan “Sırat Köprüsü” olarak algıladıysam da, daha sonra bunun başkaca bir çalışma olduǧunu anlayınca; yüreǧimin atışları dindi, ödüm de yerli yerinde durarak, bir şeylerime karışmadı. Daha önce de ilettiǧim gibi, uzun bir bekleme süreci yaşıyoruz. Bu bizden önce ne kadar sürdü, bundan sonra da nasıl bir zaman dilimini alır, bilemiyoruz.
         Dünyadan yeni birilerinin geldiǧini görüp veya duyduǧumuz zaman oldukça garip duygulara kapılıyoruz. Ölüm sonrası buraya gelen, eğer bir yakınınız veya tanıdıǧınız ise, yüreǧinizi acımtırak buruk bir tat kaplıyor. Bir yandan artık o kişi ile birlikte olabileceǧımize sevinirken, diǧer yandan da O’nun çok sevdiǧi, tırnaǧı, dişi ile tutunduǧu yaşamdan koparılmasının hüznünü bütün kalbinizde hissedersiniz. Çünkü hayat olumlu olumsuz, acı-tatlı bütün koşullarına raǧmen vazgeçilmezdir, yaşamak güzeldir. Eli kolu baǧlı, biçare, onca seveninden ayrılmak, sevdiklerini olabilecek en büyük üzüntülerin ve acıların içinde bırakmak hiç de kolay deǧildir. Sevdiǧim bir Laz şarkısının sözleri hala aklımda;
“Sevduǧum sigaranı
Ne of çeker içersin.
Al beni da yanuna
Ne hasretluk çekersin.” Sevdiǧini herkes yanı başına çaǧırabilir. Ama biz ne gariptir ki bunu yapamıyoruz. Bu çok büyük bir kötülük olur. Dedim ya, dünyada yaşamak, bütün sıkıntılarına, adaletsizliǧine, sefaletine raǧmen çok tatlıdır.
         On gün kadar önce, dünyadan iyi tanıdıǧım bir arkadaşım  geldi. Tesadüfen kendisi ile sokakta karşılaştık. Tuhaf – karmaşık duygular yaşadım. O’nu gördüǧüme, yüreǧimin bir tarafı çok sevinse de, diǧer yanı acılar içinde kıvrandı. Kendisini büyük bir memnuniyetle evime buyur ettim. Yemek, çay ve kahve derken, geç vakte kadar oturup, derin sohbetimizi iki kadeh şarapla taçlandırdık. Anılarımızı aktarıp, ortak dostlarımızın kulaklarını çınlattık. Söz arasında, dostum, Dünyada bu sıralarda Maya Takviminin gündemde olduǧunu anlattı. Bu takvime göre 21 Aralık tarihinde kıyametin kopacaǧını ve insanlardan bazılarının buna inandıklarını, canını çok sevenlerin, kıyametten uzak kalacak olan Şirince Köyü’nde, bu felaketten sıyıracaklarını zannettiklerini söyleyince, beni de bir şüphe sarmadı diyemem. Böylesi bir durumda, Dünya insanlıǧına yazık olacaktı. Ailem, akrabalarım, arkadaşlarım ve milyarlarca insan buraya gelecek demekti. bu ihtimali göz önüne getirip, hazırlık yapmak gerekecekti. Evde büyük bir yiyecek stoǧu yaptım. Yeni yataklar ve eşyalar aldım. Hummalı bir çalışma ile hazırlıklarımı elimden geldiǧince yaptım. Eve çiçekler, karıma elbiseler, çocuklarıma oyuncaklar aldım. Ne kadar kötü bir durumla karşı karşıyaydım. Sevdiklerimin ölümüne, diǧer taraftan kavuşmamıza sevinmeli miydim, yoksa üzülmeli miydim. Her iki duyguyu yüreǧime yük ederek, hazırlıklarımı tamamladım. Beklenen gün gelip, çattıǧında iki hissi birden taşıyan yüreǧim aǧzımda, dakika dakika bekledim. Gelen giden olmadıǧına göre, kıyamet kopmamıştı. Kalbimin hafiflediǧini görüp, uçacak gibi oldum. Ahh.. Çok şükür, Mayaların mayası bozuk çıktı. Sevdiklerim ve bütün Dünya insanlıǧı, çok sevdikleri hayatı, bir süre daha güç koşullarda olsa dilediklerince sürdürecekler.
         Maya’ların takvimi de ıskalayınca, yüreğimizdeki kıpır kıpır bir büyük ferahlıkla, bizler de Araf’daki bir nevi mültecilik olarak da adlandırabileceǧimiz yaşantımıza, devam ediyoruz. Kaç haftadır Neşet Ertaş’ı görebilmek için, etrafı kolaçan edip, bunun olanaklarını araştırıyorum. En nihayetinde izine rastladım ve gidip, kendisini gördüm. Saǧolsun, beni büyük bir hürmetle evine buyur etti. Aynı bozkırın insanlarıyız ne de olsa. Konuşma yerine, daha çok sazının tellerine dokunup, onu dile getirmeyi tercih etti. Oturduǧu sandalyede sazının üzerine eǧilip, o yürek daǧlayan sesi ve sitem dolu sözleri ile avaz avaz bozlaklarını söyledi. İliǧi öpülesi güzellikteki bu insan, sesinin güzelliǧi ile yüreǧimi iyice sarıp, sarmaladı. Eski günlerime gidip, bütün hücrelerimle, olabildiǧince güzel bir nostalji yaşadım. Bardaǧın hep dolu tarafından bakan bu insanın farklı sesini, çokça göresim geldiǧini anladım. “Ay dost” adlı bozlaǧı yüreǧi dolu dolu seslendirmeden önce, gözleri doldu. Kalpten süzen melodiler, kalbime işledi. Paketteki son sigara gibi bir tat.
         “Kaç zamandır burada olmama rağmen, babam Muharrem Ertaş’a henüz ulaşıp, mübarek ellerinden öpmedim. Küskündü bana. Kendimi nasıl affettireceǧimi bilemiyorum.”  derken, o yürekleri lime lime eden parçaya girdi. Göz yaşlarımın pıtır pıtır akmasına engel olamadım.
`        Neşet Ertaş’tan minnetle ayrılırken, kapı aralıǧında biraz daha lafa tuttu. Adeta gitmemi istemiyordu. Yapayalnızdı. O’nun bu ürperti veren sessizliǧini, bir dost olarak paylaşacaǧıma dair, kendi kendime söz verdim. Büyük ozana acımamak elde deǧildi. Burada daha çok yeniydi, alışamamıştı. Ama zamanın her derde deva olduǧu kavramı, burada da geçerliliǧini sürdürmeye devam edecekti. Yeni gelenlerin anlatımlarında, kendisinin ölümünden sonra, “kör olmayan gözlerinin bademleştleştirildiǧini”  anlattı. Yaşamı boyunca çok horlandıǧını, çoǧu kişi tarafından insan yerine dahi konulmadığını. Dünyayı yüreǧi küskün terk ettiǧini söyleyip, serzenişte bulundu. Kendince oldukça haklıydı.
         Uǧruna yıllarca mücadele edilen, baskılara, insan onurunu alaşaǧı eden işkenceye maruz kalınan, hapis yatan ve ölen insanlık; düşlediǧi adaleti, eşitliǧi, barışı, insanca bir yaşama kavuşmasına, pespayeler zorbalıkları ile engel oldu. Daha önceki mektuplarımda da bazı konulara deǧinmeye çalıştım ama, yine de bu diyarda nasıl bir yaşam sürdürdüǧümüzü merak ettiǧinizi sanıyorum. Biz bir çeşit komünal bir yaşamı idame ediyoruz, desem, sizleri yanıltmamış olurum. Herkes aynı olanaklarla, eşit, barış içinde, kardeşçe yaşıyor. Kimsenin çalışmasına gerek yok. Yemeklerimizi dahi hazırlayıp, pişirmemize gerek yok. Bütün yemekleri günün her saatinde, her mahallede bulunan belirli depolarda, gündüz veya gece fark etmeksizin, istediǧiniz kadar saǧlayabilir, besin gereksiniminizi giderebilirsiniz. Yiyecekler Dünyadakiler ile çok benzerlik gösterse de, Araf’a özgü pek çok besin, meyve ve sebze de bulunmaktadır. Meyvelerden, muşmulayı andıran  “zirdanik”, yemeklerden  bol baharatlı, geyik etinden yapılan “şillo”  kebabı ve "balcin" tatlısı favorilerim arasında. Elbise, mobilya ve diǧer ev aletlerini de aynı şekilde, var olan depolardan edinebilirsiniz. Tek sıkıntımız, yaşanan belirsizlik. Ne olacaǧımızı bilemediğimiz bir bekleyiş ki, dudaklarımızın kıyıcıklarında buruk gülümsemeler biriktirmekten başka yaptıǧımız pek bir şey yok denebilir.  Bu şimdiye deǧin yüz binlerce yıl sürdüǧü gibi, bundan sonra da ne kadar süreceǧi belirsiz. Maya takviminde belirlenen günü duyduǧumuzda yüreǧimiz keder ve sevinç doluluǧu ile aǧzımıza geldiyse, çok şükür beklenen olmadı. İnsanlar bütün kökleri ile baǧlandıǧı topraklardan koparılmadı. Bu haberi kitleler, büyük bir coşku ile karşıladı. Herkes günlük istihkakları olan iki kadeh içkisini bir çırpıda yudumlayıp, kutlamalara katıldı. Hepimiz rahat bir nefes aldık.
         Dünyalılara, Hayyam’ın bir şiirini, hoşgörünüze sıǧınarak, kıssadan hisse çıkarmalarını saǧlık verip, hatırlatmak isterim.
Keder seni bağrına basmak mı ister,
hadi ordan, çek arabanı, de.
Boş sıkıntılara kaptırma günlerini.
Yutmadan bedenini toprak
ne kitabı bırak, ne çayır çimeni.
Hele yârin dudağını, sakın ha,
ta son güne dek.
         Unutmadan, daha önceki yazışmalarımda da sözünü ettiǧim, çok sevdiǧim İran’lı komşum - dostum Samet’in selam ve sevgilerini de unutmadan ileteyim. Saygılarımla…

Mevta Mevtaoǧlu
Araf, 24 Aralık 2012


          









7 Aralık 2012 Cuma

MAÇ


  
MAÇ
        
         Eriştiǧimiz zaman diliminde, büyük şair Cahit Sıtkı Tarancı’nın “otuz beş yaş” şiirindeki ömür belirlemesi geçerliliǧini yitiriyor. Hayat dediǧimiz amansız karşılaşma, otuz beşerlik, taş gibi sert yeşil bir Grandy Smit elmasının iki yarısından oluşmuyor, artık. Kan ter içinde oynamakta olduǧumuz maçın uzatmalarının da, insan denilen müthiş makinanın ömrüne katılması ile, aǧır aǧır çıktıǧımız merdivenlerin sayısı olan yarı yol, ortalama kırklara ve daha üstlere yükseldi. İştahla ısıra durduǧumuz elmamız daha da büyüye dururken, daha çok 'faul', hata yapıyor, aciz durumda olanları iliklerine kadar sömürüyor, doymuyor, birbirimize çelme takıyor, başkalıkları tanımıyor, kuyruklu çirkin bir maymun oluyor; görmüyor – duymuyor – susuyor, insan olmanın temel taşlarından olan hoşgörümüzü sıfırlıyor, kimseyi insan yerine koymuyor, oluşturduǧumuz mozayiǧin güzelim farklı renklerini, alabildiǧine bir kabalık ve zorbalıkla kendi tekdüze rengimize boyamaya çalışıyoruz. O denli gayri insani davranıyoruz ki; haliyle akıllara olur olmaz soru işaretleri gelip, yerleşiyor.
         Sizce de, yukarılardaki hakem midir acep, avurtlarını şişirerek, düdüǧünü tiz bir uǧultu ile uzun uzun öttürüp, bizleri cezalandıran.  Belki de: A. Huxley’in söylediǧi gibi: “Bu dünya, başka bir gezegenin cehennemidir.” Patronlar ve bilumum varsıllar, fakir  insanların ‘zebaniliǧini’ üstlenip, savunmasızlara her türlü cefayı reva görüyorlar.  Dünya haricinden gelen bizler, sadece peşimiz sıra gelen sessiz gölgelerimizi alıp gideceǧimiz, cehenneme çevirdiǧimiz “kavanoz kıçlı” gezegenimizde, kıyasıya birbirimizin daha çok canını yakarak, verilen uzatmaları oynuyor, insanlıktan ve asıl cennet kılınması gereken yeryüzündeki cennetten, her geçen gün daha da uzaklaşıyoruz.
         Varsıllar olarak da bilenen tufeyli zümre; rakipleri olan yoksullar, tam gol ataǧına geçtiklerinde, kendilerine ya haksız yere penaltılar veriliyor veya ‘offsite’ denilerek, bu eylemleri yok sayılıyor. Kalelerin arka taraflarını dolduran milyonlarca yoksul, yaşanan onca haksızlıǧı, adaletsizliǧi, baskıyı ve dipsiz uçurumlar oluşturan eşitsizliǧi yuhalayarak protesto etseler de, olup biten yine küçük bir azınlıǧın; “dediǧim dediǧi”  oluyor. Kırmızı kartlar yine, diǧer zümre ile oransız çoǧunluǧu oluşturanlara gösteriliyor. İnsanlar hak etmedikleri, iç acıtan, dramatik - perişan sürdürdükleri bir hayatı, doǧduklarına pişman, çocuklarına ve büyüklerine karşı olanaksızlıklarından utanç duyarak yol alıyorlar.
         İşin diǧer boyutu da, çekilen onca sıkıntı yetmezmiş gibi, sökün eden yaşlanma ile birlikte gelen, hastalıklar ve yetmezlikler, atalarımızın 'Cizlavat' marka soǧuk kuyu' da denilen, vıcık vıcık terleten lastik ayakkabılarla, günümüzde ise yırtık kunduralarla, ürkekçe ayak bastıǧımız gezegenimizi, daha da çekilmez hale getirmesidir. Bedenlerdeki milyonlarca hücrenin yok olma tehlikesi ile yavaş yavaş büyük bir dinginliǧin hissedildiǧi bu aşamada, kıpırtılar yok denecek bir seviyeye inerken, ‘sönmüş kireç’ olma dönemi başladıǧı zaman, en küçük kıpırtılar, kabarcıklar ortadan kalkar. “Oyun bittiǧinde, şah da piyon da aynı kutuya girse”  de, aradaki farklılık kıyaslanamaz. Kimilerinin, “cinsel yolla bulaşan ölümcül hastalıǧın adı, hayattır” dedikleri süreç, kale arkasındaki seyircileri için, çoǧu zaman onur kırıcı olabiliyor.
         “Ömür üç gündür.” diyenler de yok deǧil. Dün yaşanmış, yarın muǧlak, yaşanacaksa , bugün yaşanmalı. İnsanca yaşandıǧında, gelin güzelliǧinde olan hayat, alımlı bir gokkuşaǧının bütün renklerini barındırmalı. Biz yine de “sol memenin altındaki cevheri”  ve çeşitli modellerde traş ettiǧimiz “enseleri karartmamak” lehimize olsa gerek.

Amsterdam, 7 Aralık 2012
        





KORKU

      KORKU   “Elimde değil Olric! Ne efendimiz? Elleri Olric elleri…”   Oğuz Atay - Tutunamayanlar   Fırtınalı bir denizin da...