30 Mayıs 2014 Cuma

DON



  DON

          Gök gürültüleri ile bardaktan boşalırcasına yağan yağmurdan hemen sonra çıkan, gökyüzünü, ak gerdanlı bir gelin misali süsleyen gökkuşağı renklerinin ardında, V harfi halinde sıralanmış bir turna sürüsü, artık soğumaya yüz tutan İç Anadolu bozkırını ahenkli kanat çırpınışları ile terk ediyorlardı. Görünen o ki, belli bir hüzün içinde idiler. Güzergahları Camili Köyü üzerinden, daha sıcak diyarlara doğru olan turnalar uzaklaşırlarken, köy muhtarı Hamza’nın üç göz dam evi , yağmur boyunca dört ayrı noktada damlıyordu. Muhtar Hamza evdeki tencereleri bu dört ayrı noktaya koşturadururken, karısı Heve kızgın bir edayla, kırmızı yüzlü yün minderde oturup, camdan dışarı bakan Tanrı misafirine aldırmadan gelip, tencerelerden ikisini yemek yapmak için Hamza’nın elinden aldı. Misafir meraklı gözlerle bakarken, olup biteni görmemiş gibi davranmaya özen gösterse de, bu bakışlar, Hamza’dan kaçmadığı gibi misafir deyip, katlanıyor, ama bir an önce çekip gitmesini de çok istiyordu. Hamza şaşkındı, yağmur durduğu halde ev damlamaya devam ediyordu. Ne yapacağını bilmeden anlamsız gözlerle misafirine baktı. Keşke zamanında evinin damına yeterince killi topraktan atmış olsaydı.
          Misafiri garip biriydi. Camili’li olmadığı gibi Devleti Aliyeyi Osmanlı’dan da hiç değildi. Hamza’nın damının damladığı zaman yıllar – yüz yıllar önce idi. Tamı tamına 1836 lı yıllardı. Tanrı misafiri Fransız coğrafyacı Perrot adında, kafasındaki sarı saçları döküldüğünden tepesi oldukça parlak, bıyıklı-sakallıydı. Yeşil kadife bir kumaştan yapılmış çantasından çıkardığı kağıtlara sürekli notlar düşüyordu. Köydeki insanlara, giyimlerine, konuşmalarına, hangi durumda güldüklerine, hangi durumda hüzünlendiklerine, ağıtları, masalları, neler pişirip yediklerine, nasıl hareket ettiklerine bakıp, öğrendiği bir kaç kelimeyi yan yana getirip, ilginç sorular soruyor ve ardından da mürekkebe batırdığı diviti ile uzunca notlar alıyordu. Muhtar Hamza, ne zaman misafiri köylülerin arasına karışıp, onlara abuk sabuk sorular sorsa, yüreği ağzına geliyordu. Köylüleri gizlice sıkıştırıyor, paylıyor, üzerlerinde baskı kurup, sorduğu sorulara cevap vermemeleri yönünde uyarıyor, aksi halde onları devlete şikayet edeceğine dair tehditler savuruyordu. O'nun Köylülerinden istediği tek şey: bilmiyorum, duymadım, görmedim idi. Her ne kadar kavi durmaya çalışsalar da, muhtar Hamza’nın gazabından nasiplerini yeteri kadar alıyorlardı.
          Perrot Fransa’daki öğrencilik yıllarında tesadüfen Orta Doğu’da Kürt olarak adlandırılan ve Mezapotamya’ya yayılmış olarak yaşayan göçebe bir toplumun varlığı, kendisinin garip bir şekilde ilgisini cezbetmişti. Bunun üzerine, bu konu ile bir coğrafyacı olarak yakından ilgilenmeye, olanakları dahilinde araştırmalar yapmaya ve hatta Kürtçe öğrenmeye başladı. Coğrafya eğitiminin ardından araştırmalarına devam ederken, İç Anadolu’ya büyük bir Kürt göçünün olduğunu, bu onlarca yıl öncesine dayanan hareketliliğin nedenleri, nerelerden geldikleri konusunda kafa yoruyordu. Ve derken tüm bu olup biteni yerinde görmek üzere, günlerce süren bir yolculuğun ardından soluğu Camili Köyü ve çevre köylerde aldı. Ankara, Kırşehir, Konya, Yozgat ve diğer tüm çevre illerin ilçelerine binlerce Kürt göç etmiş ve buralarda yerleşik hayata geçerek köyler oluşturmuşlar, çiftçilik ve hayvancılık ile uğraşıyorlardı. Perrot tüm araştırmalarına, art arda sorularına rağmen dişe gelir bir bilgi alamıyordu. İnsanlar sanki ne olup bittiğinden bihaber, hafızaları ise unutmaya ayarlanmıştı. Perrot yine de araştırmalarını derinleştirip, civar köylere gidip, en küçük detaya kadar bilgi toplamaya çalışıyordu. Bu arada muhtar Hamza, Camili köylüleri üzerindeki baskılarını her gün daha da artırıyordu. Oysa köylüler Perrot’a artık iyice ısınmışlar, hatta bir kaç kelime de Fransızca öğrenmişlerdi. Camili’ler güneşin doğuşu ile birlikte, birbirlerine “bonjour”, teşekkür mahiyetinde de “merci” ve hitaplarında “madam” veya “monsieur” demeye başladılar. Günümüzde dahi, bu kelimeler sürekli kullanılageldiğinden bazı Camili’ler tarafından hala kullanılmakta. Aynı zamanda Perrot da Kürtçesini bir hayli ilerletti. Köylüler Perrot’la şakalaşıyor, O’nu evine davet ediyorlardı. Köyden Misto, Salih, Şixo, Aber, Silo ve Şevki en iyi arkadaşlarıydı. Kendi aralarında şakalaşıyorlar, akşamları masalları ile ün salan Şixo masallar anlatıyor, Perrot anlamakta zorlandığı kısımları tekrar tekrar soruyor ve bütün duyduklarını not alıyordu.
          Camilili can dostları Perrot’la sadece şakalaşmak, arkadaşlık etmekle kalmıyorlardı. Perrot’un da kendileri gibi müslüman olması için O'na yalvarıp yakarıyorlardı. Perrot kendilerine bu isteklerini, ne yazık ki, yerine getiremeyeceğini, zaten bir kaç güne kadar da ülkesine döneceğini anlattı. Bunun üzerine Salih, Şixo, Aber, Silo ve Şevki bu ısrarlarından vazgeçtiler. Kısa süre sonra kendilerini terk edeceğinden dolayı da üzüntüye boğuldular. Perrot’un da üzüntüsü hal ve hareketlerinden belli oluyordu. Silo daha fazla dayanamadı Perrot’a sıkı sıkı sarılırken, gözlerinin buğulanmasına hakim olamadı. Kalan zamanda evleri çok dar da olsa, Perrot’u Muhtar Hamza’nın evine göndermediler.
          Hamza köylülerine çok kızgındı. Bağırıp çağırıyordu. Neyse ki Perrot o günün sabahında erken saatte köyden ayrılıyordu. Bu kendisini biraz olsun rahatlatsa da, hıncını nazlanmasına rağmen karısı Heve’den aldı. Heve’yi yatağa devirdiği gibi, yan odada uyumakta olan oğlu Celal, kızları Keziban ve Zahide’yi uyandırma korkusunu ensesinde hissederek, uzun uzadıya sevişti. Kendisini tamamen kaybettiği bu hararetli sevişme esnasında Perrot’u ve sözünü geçiremediği hain köylülerini bir anlık da olsa aklından çıkarmayı başardı. Kulağına dört bir yandan horoz sesleri gelirken, köyün imamlığını yapan Memo da toprak damlı caminin üzerine çıkıp, ezan okumak için çivileri paslı kavak ağacından yapılan merdivene doğru yürüdü. Sabah olmak üzereydi. Heve yıkanmaları için ahırdan bir kaç odun ve tezek getirip, avurtlarını şişirip üfleyerek ateşi tutuşturdu. Güğümdeki sudan dans eden buharlar yükselmeye başlamıştı ki, tekrar uyuya kalan kocası muhtar Hamza’yı yıkanması için öç alırcasına, canını acıtarak dürttü. Hamza güçlükle uyandı. İmam Memo’nun okuduğu ezanı hiç duymadı. Zaten camiye gidecek durumda da değildi. Heve’ ye bir kez daha sarıldı. Ama Heve kaşlarını çatarak, Hamza’yı hışımla itti. Hamza düşecekmiş gibi sendelese de, badanası yer yer çatlayıp dökülen duvara tutunup, dengesini buldu. Hevesi kursağında kalan, yüksek makam sahibi muhtar Hamza, ayaklarına geçirdiği çarıklarını yere sürte sürte, karanlıkta toz kaldırarak, yıkanmak üzere ahırın yolunu tuttu.
          Ahırda yıkanmasına yardımcı olmak için karısı Heve kendisini bekliyordu. Heve’den işittiği azarlama etkisini göstermiş olacak ki, ikinci defa Heve’yi köşeye sıkıştırmaya yeltenmedi. Artık yaşlanmaya yüz tutmuş olan, ‘Kınalı’ diye adlandırdıkları eşekleri kendi mekanında bulunan Heve ve Hamza’dan rahatsız olmuş olacak ki, ahırın içinde dolanıp duruyordu. Kınalı’nın huzursuzlandığını gören Heve, usulcacık sakinleşmesi için sırtını okşadı. Heve, her ne kadar güllü eşarbının altından omuzlarına doğru sarkan kıvrım kıvrım saçlarını süpürge etmediyse de, O’nu el bebek gül bebek çocuklarından ayırmadan büyütmüştü. Kınalı’yı daha bir kaç günlük yavru iken, bekçi Heco’dan almıştı. Heco seyrek bıyıklarını bura bura nazlanıp, vermek istemediyse de Heve’nın ısrarına dayanamamıştı. Ne de olsa muhtarın karısıydı. Kınalı bu, nazlı bir eşekti. Her yalaktan su içmez, her otu beğenmezdi. Gözlerinin güzelliği zaten anlatılamazdı. Heve kınalı’yı o kadar çok sevmesine rağmen, Hamza da bir o kadar bu dünyalar güzeli ağzı var dili yok hayanı sevmiyordu. O’nu kıskanıyor muydu ne. Her ne zaman Hamza, Kınalı’yı gizliden dövse, Heve günlerce küs kalıyordu. Kınalı’nın boynuna sarılıp, uzun uzun ağlıyordu. O da kendisinin bir yavrusu sayılırdı.
          Hamza pencere bulunmayan karanlık ahırda üstünü çıkardı. Bu sırada Heve soğuk ve sıcak suyu büyük bir kapta birbirine katıp, ılıklaştırmaya çalışıyordu. Hamza hala üzerinden atamadığı uykusundan dolayı gözlerini ovuştururken, bu arada çıkardığı donu, dolanmakta olan Kınalı’nın sırtına geldi. Heve, Hamza’nın sırtını sabunlarken defalarca “oohlayıp” durdu. Ohlamaları son bulunca, gusül abdesti aldı. Bu sırada Kınalı sırtında Hamza'nın donu ile O’nun oohlamalarından sıkılmış olacak ki, açık olan kapıdan dışarı çıktı. Kınalı evlerin arasından dolana dolana köy meydanındaki caminin yanına geldi.
          Gün aydınlanmıştı. Caminin önünde bir kalabalık vardı. Köylüler kadınlı erkekli Perrot’u uğurlamaya gelmişlerdi. Silo’nun karısı Melek ve Şevki’nin karısı Pulli yas havasında hüngür hüngür ağlıyorlardı. Perrot bütün köylüler ile uzun uzun sarılıp, duygulu anlar yaşayarak vedalaştı. Vedalaşmanın ardından yolculuk zamanı gelmişti. Kadınlar yolda yemesi için çörekler ve Perrot’un çok sevdiği gözlemelerden hazırlamışlardı. Büyük bir minnetle, büyük yeşil gözlerini kısıp onlara baktı. Camili’li kadınlar oğullarını askere gönderir gibi duygusallaşmışlardı. Bütün kalabalık gözlerini belerterek muhtar Hamza’yı arasa da nafile idi, görünürlerde yoktu. Bu sırada bir eşeğin anırma sesleri köylülerin ve Perrot’un dikkatini çekti. Cami önündekilerin gözleri aynı anda karşıda sırtında muhtar Monsieur Hamza’nın donu bulunan Kınalı’ya çevrildi. Kınalı’yı hemen tanımışlardı. Perrot’u uğurlamaya muhtar gelmemişti ama, sırtında Monsieur Hamzanın donu ile Kınalı gelmişti. Perrot ardına bakarak, gözlerden ırayıncaya kadar el salladı. Defalarca "merci... merci..." diye mırıldandı.
          Camili köylüleri Fransa’dan kendileri için yollara düşen ve ayrılmak üzere olan bu genç bilim adamına, “cemaz ul evvellerini" anlatamamışlardı ama, muhtar Monsieur Hamza’nın kimin donunu giydiğini çok iyi biliyorlardı. 

Amsterdam, 30 Mayıs 2014 

11 Mayıs 2014 Pazar

NALAN



NALAN
                                                                    “Anneler gününde, anneme”

Camili Köyünün bir sigara içimi uzağında, ekin tarlalarının hemen ardında, cılız bir eşeğin kemikli sırtını andıran ve çok da yüksek olmayan tepeliğin yamacında bulunan, büyük bir taşın altında kök salıp, üzerindeki ağır yüke inatla, canını dişine takarak, hayata tutunmaya çalışıyordu Nalan. Toprağın verimli olmasından da olacak, Nalan adlı bu çalı gereğinden daha fazla dallanıp, serpilip, budaklandı. Tepesi gittikçe yuvarlak bir şekil alırken, iyiden iyiye sıcaklığını hissettiren güneşe küçük dikenler ve minicik çiçeklerle kaplı dallarını sallayarak, gülümsüyordu. Seyrek de olsa, üzerine konup, konaklarken, etraflarını gözetleyip, sıkıca tutundukları dallarının, bu dünya güzeli serçeleri inciteceği kuşkusu ile zalim dostu taşın kuytusunda mutlu olmaya çalışıyordu.
Günlerden birgün, koca göbeği ile bir fıçıdan pek farkı olmayan Osso, tarlasına giren inekleri kovalamaktan dönerken, nefes nefese kalıp, çalı Nalan’in kök saldığı taşın üstüne olanca ağılığı ile çöreklenince, kökleri kuyuya inen ağır bir kovayı taşıyan kendir gibi zedelenip, yarı yarıya koptu. Çalı Nalan, bu devasa büyüklükteki, kaba saba kanatsız kuşun konaklamasından pek hoşlanmadı. Bir zaman sonra hasar gören kökleri onulmaz yaralar aldığından, çalı Nalan’ın irili ufaklı diken ve minik beyaz çiçeklerden oluşan gövdesi hızla sertleşip, renk değiştirmeye başladı. Güneşin de etkisi ile kuruyan gövdesi, daha yeşilliğini koruyan köklerinden kopmak üzere idi. En hafif bir rüzgar esintisi olması halinde, kökleri ile vedalaşmak zorunda kalacaktı.
Beklenen rüzgar bütün cılızlığına karşın, öğle üzeri geldi ve Çalı Nalan’ı köklerinden koparmaya yetti. Önce büyük bir acı duydu. Kökü taşın altından uzanıp, gitme, bensiz yapamazsın yanımda kal der gibi idi. Ama elinde değildi. Emir büyük yerdendi. Rüzgara kapılıp, buralardan gitmekten başka çıkar yolu yoktu.
Bu Çalı Nalan’in ilk yolculuğu idi. Tarla aralarında boy veren papatyalara ve gelinciklere hafif dokunuşlarla, güzelim kır çiçeklerinin mis kokularını sindirerek yoluna devam etti. Bir kaç yüz metre ilerlemişti ki, Murtaza adlı büyük bir deve dikeni Nalan’i durdurdu. Rüzgar da kesilmek üzereydi. Murtaza ile olan bu taciz durumlarından pek hoşlanmadı. Hafiften devam eden rüzgarın yardımı ile bir iki debelenme, kendisini Murtaza’nın dikenli kollarından, derin bir “ohh…” çekerek kurtardı.
Derken çıkan yeni bir rüzgara kapılıp, Murtaza’dan bir hayli uzaklaştı. Yaklaşık dört yüz metrelik bir yolculuktan sonra, köye daha yakın olan bir düzlükte durdu. On metre yakınında, neredeyse köyün bütün erkekleri toplanmışlardı. Başlarında siyah cübbeli köyün imamı vardı. Oldukça büyük bir kuraklık hakimdi. İç Anadolu’nun bozkır toprakları, bir damla yağmur damlasına hasret kalmıştı. Köylüler bir araya gelip, yağmur duasına çıkmışlardı.  En ön safta bulunan, yağmurun yağıp yağmaması değil de, gerçekleşmesi halinde alacağı bahşişleri hesaplayan Yozgat’lı Hüsamettin imam efendinin öncülüğünde, yüksek sesle dualar okuyup, ellerini gökyüzüne kaldırıyorlardı. Aralarından bazıları meraklarını gideremeyip, takke yerine ters taktıkları şapkalı kafalarını gökyüzüne doğru kaldırıp, birbirlerine çaktırmadan bakıyorlardı. Boncuk mavisi, bulutsuz gökyüzünde hiç bir kıpırtı yoktu. Hüsamettin imam efendinin de bahşiş işi, tesadüf eseri yağacak olan başka bir yağmur duasına kalıyordu. Diğer yandan, onlarca köylü bir araya gelip, Allah’a yalvarmaya geldikleri halde, olur a, duaları kabul olur da yağmur yağarsa, hepsi sırıl sıklım ıslanacaktı. Kendileri de, büyük ihtimalle dualarının kabul görmeyeceği konusunda ikircikli olacaklar ki, hiç birisi beraberinde bir şemsiye veya yağmurluk getirmemişti. Belki de; rahmet yağsın da, ıslanmaya razıyız mı, diyorlardı. Ama her halukarda, yanlarına birer şemsiye almış olsalardı, daha inandırıcı olabilirlerdi elbette.
Köylüler ters çevirdikleri kasketlerini düzeltip, moralleri bozulmuş olarak, evlerinin yolunu tuttular. Çalı Nalan, hayatında ilk kez bu kadar seyahat ettiğinden yorulmuş olacak olacak ki, o geceyi kıpırtısız bulunduğu düzlükte geçirdi.
Sökün eden şafak serinliği, Çalı Nalan’ın kuruyan dallarını nemlendirmişti. Aldığı nem ile daha bir ağırlaşan Çalı Nalan, günün bu erken saatlerinde çıkan rüzgarlara kanıp, yeni maceralara kapılmadı. Olduğu yerde biraz daha vakit geçirip, dinlendi. Çok geçmeden gücünü daha bir toplamış olan sabah rüzgarına gayri ihtiyari boyun eğmek zorunda kaldı. Köye yaklaşmak beraberinde tehlikeyi de getirse, Çalı Nalan evlerin arasına dalıp, insanların yaşantılarını görmeyi çok istiyordu ve şans yaver gittiğinden esintinin yönü istediği gibiydi. Pek çok badireyi atlatıp, aşılmaz engelleri ardında bıraktıktan sonra, sakinleşen rüzgarla birlikte Çalı Nalan da duruldu. Burası eski harman yerinde yer alan kırık dökük Camili Köyü İlkokulu’nun yanı idi. Yeni bir rüzgar çıksa ve Çalı Nalan’ı hafiften bir zıplatsa penceresi açık olan sınıftaki, siyah önlüklü-beyaz yakalı çocukları görecekti. Ön sırada oturan alabulus tıraşlı Muzaffer parmak kaldırıp, ayağa kalktı.
“Örtmenim, ben dün Ali ve Şükrü ile saklambaç oynuyordum. Onların ikisi de birbiri ile Kürtçe konuştu. Kürtçe konuşmak yasak. Ben örtmenime söylerim dedim. Ama benim sözümü hiç dinlemediler.”
Mehmet öğretmen elindeki sopayı kendi avucunun içine hafiften vurup, ansızın hiddetlendi.
“Ali ve Şükrü çabuk buraya gelin.” Çocuklar titreyerek, sıraların ön tarafına çıktılar. Yalvaran gözlerle Mehmet öğretmene bakıyorlardı. Fakat kabahatları büyüktü ve affedilecek tarafı yoktu. Kesinlikle cezalandırılmaları gerekiyordu. Hiddetinin çıtası en yükseğe çıkan Mehmet öğretmen;
“Sağ ellerinizi uzatın.” Titremeleri daha da artan çocuklar sağ ellerini uzattılar. Öne doğru çıkan ellerle, sopa büyük bir yankı ve çocukların iniltileri ile defalarca buluştu. Sıra sol ele geldiğinde, pipisini sol tarafına denk gelecek şekilde iç çamaşırı ile sıkıştıran Şükrü, daha fazla acıya ve korkuya dayanamadı. Bacağının üzerinden aşağılara doğru akan çişi sımsıcak bir akıntı ile babasının daha yeni aldığı Sümerbank’ın Beykoz marka ayakkabısının içine, oradan da taşıp, yere küçük bir göl halinde yayıldı. Sınıfta bulunan ve bu ağır suçu işlemeyen çocuklar katıla katıla gülüyorlardı. Birbirlerini dürterek;
“Lo… lo bak Şükrü altına işedi…. Kih… kih.” Şükrü’nün durumunu gören Mehmet öğretmen etrafa yayılan kokunun da etkisi ile daha da sinirlenip, bir kaç kez de çocuğun kıçına vurdu. Şükrü yere kendi çişinin üzerine yüzükoyun düşüp, yığıldı. Ali ise ayakta kalmayı ve çişinin üzerindeki kontrolünü yitirmeden titremeye devam ediyordu. Mehmet öğretmen de yorulmuş olacak ki, bir kahraman edası ile dayak sırasında rahat hareket etmek için gömleğinin topladığı kollarını yeniden açıp, yan gözlerle sınıfın içinde sergilenen ilim-irfan manzarasını zafer sarhoşluğu içinde izliyordu.
Çalı Nalan çıkan yeni bir rüzgarla köyün içine doğru yol aldı. Çok fazla ilerleyemedi. Rüzgarın kesilmesinden dolayı ancak Heyderi Hecike’nin evinin tandırına kadar gelebildi. Tandırın duvarından öteye gidemedi. O sırada Heyderi Hecike bir önceki gün Çalı Nalan’ın da tanıklık ettiği ve kendisinin de bizzat ve şemsiyesiz olarak, ters çevirdiği, sekiz olmazsa da altı köşeli kasketi ile katıldığı, yağmur duasının da bir fayda getirmediği kaygısı ile yeniden ekinleri kontrole gidiyordu. Traktörünü kendisine has bir dinginlikle çalıştırdı, etrafına bakındı ve o sırada ekmek yapmak üzere hamur karan karısı Kör Zewe’ye dönüp;
“Ben ekinlere bakmaya gidiyorum. Bir saate kadar gelirim.” Deyip traktörün gaz pedalına basıp, ardında dumanlar bırakarak uzaklaştı.
Hamurun yoğrulup, birer yufka ekmeği yapılacak şekilde yumaklar haline getirilmesi bitmişti. Bu sırada kulağının biri çok da iyi duymayan kızı Mine’ye seslenen Kör Zewe;
“Hamur tamam. Hadi tandırı yakalım.” deyip, ahırdan saman almaya gitti. Çuvala doldurduğu buğday saplarını ve samanı sırtlayıp, getiriyordu ki, tandır duvarının dibine gelip, dayanan Çalı Nalan’ı görünce kafasında şimşekler çaktı. Torbasını bir kenara fırlatıp, Çalı Nalan’ı ellerine dikenler batsa da sıkıca kavradı. Elinden kaçamazdı. Tandırda bu kuru çalı ne güzel yanardı. Çalı Nalan’ı bastırarak tandır kuyusuna yerleştirdi. Kibriti çakıp tutuşturdu. Tepenin yamacındaki taşın altında köklerini bıraktıktan sonra hızla kuruyan Çalı Nalan çarçabuk yanıp, tutuştu.
Sabah serinliğinin nemliliğini, iyice güneşlenemediği için üzerinden tam olarak atamayan Çalı Nalan, cızırtılı sesler çıkararak, adeta yalvarırcasına kor alevler içinde yanarken, Kör Zewe de avurtlarını şişip üflüyordu.
Öğle üzeri acılar içinde Ali ve Şükrü’yü inleten Mehmet öğretmen de misyonunu yerine getirmenin gönül rahatlılığı ile lojmanına doğru ilerliyordu. Kör Zewe’nin tandırında ise hafif işitme özürlü kızı Mine, Çalı Nalan’ın ateşinde ikinci yufka ekmeğini pişirmek üzereydi. Bu arada Çalı Nalan’ın iniltileri de kesildi. Sessizlik yerini Mine’nin söylediği hareketli bir Roman türküye bıraktı.
“Kara çalı gibi girdin aramıza,
Al kızını koy çuvala,
Salla salla vur duvara..”


Amsterdam, 11 Mayıs 2014

19 Mart 2014 Çarşamba

MARATON



MARATON

Her insan, insanlığın var olduğu günden günümüze değin, ebeveynleri tarafından organize edilen, startın baba tarafından verildiği, kısa parkurlu bir maratona, milyonlarca türdeşi-kardeşi olan spermle, spermler aras
ı amansız bir koşturmacaya katılıp, büyük bir efor harcayıp, diğerlerini geride bıraktıktan sonra, o yumuşak, saf ipek kumaşlardan yapılan hayat ipini göğüsleyip, yaşama ilk adımlarını attı. Kaçınmasız her insanın katıldığı bu maraton esnasında, organizatör eşler, bir birlerinin paha biçilmez tenlerine öpücükler kondurup, karşılıklı koklaşırlarken, gökyüzünden yıldızları toplayıp, cömertlikle her türlü vaatte bulunarak, en güzel sözcüklerle aşklarını, sevgilerini fısıldarlar.
Yaşama atılan ilk adım, çok sevilen ölümsüz bir şairimizin, yine çok sevilen bir şiirinde yer aldığı gibi de olabiliyor.
"İğneli şiir
Anam babama aşık olmuş,          
Babam da anama..
Gezelim bu çarşamba demiş babam.
Sur-dişli anam, öyle şık bir fistanı yok,
Ablasının nişanlığını istemiş ödünç,
Teyzem daha toplu, oturmamış üstüne entari,
Teyelle, iğneyle ayarlamışlar üstüne
Anamın..
Babam, kavilleri üzre, gelip topkapı dışındaki evlerine,
Anamı alıp, kaç bir tramvaylan aktarma,
Bebeğe götürmüş o Afrodit 'i
Bebek sırtlarına çıkmışlar..
Babam oturtmuş anamı çayıra,
Denizi göstermiş,
İyi şeylerden söz etmişler,
Derken öpecek olmuş anamı,
Anam çoktan razı..
Babam el atınca orasına, burasına,
Fistandaki iğneler batmaz mı eline!
Ay! demiş bağırmış babam..
O gün, o çayırda, o an
Düştüğüm için ben anamın imgelemine,
Yaşamda da, şiirde de
Böyle iğneli konuşmaklığım..Can Yücel"
Hayata atılan bu ilk adımların ardından, nerelerde, hangi mekanda, dünyanın hangi noktasında, hangi inançların, gelenek-göreneklerin, dilin, kültürün ve ruhi şekillenmenin hakim olduğu topraklarda emekledik, düştük-kalktık, yeryüzünü adımladık. Hangi diyarlarda, sokaklarda, caddeler ve bulvarlarda dolaştık. Hangi "kuçeleri", patikaları, köy yollarını dolaştık.
Hangi köylerde, kasabalarda, şehirlerde ve ülkelerde bulunduk, havasını teneffüs ettik, deklanşöre basıp, eşsiz enstantaneler yakaladık.
Kaç bisiklet eskittik, kaç misket kazandık-kaybettik. Kaç tane balonumuz elimizden uçtu, kaç uçurtmamızı vurup, düşürdüler. Rüyalarımızda kaç kez Heidi ve Peter ile Alp dağlarında çiçek toplayıp, gezdik. Koşa koşa kendi dedemizmiş gibi, Heidi'nin büyükbabasının kollarına koştuk.
İlk sözcüğümüz belki de baba-anne oldu. Gün geldi, abi-abla, amca-hala, dayı-teyze, baba-anne diye bizlere de seslenilirken, dede-nine de denilir olduk.
Hangi insanlarla tanıştık, arkadaş, dost, yaren, yoldaş olduk, oturduk-kalktık. Ekmeğimizi-soframızı paylaştık, ekmeklerini-sofralarını paylaştık.
Kimlerle ağız dolusu güldük, göz yaşlarımız birbirine karıştı. Kimleri özledik, arzuladık, kulağına güzel sözcükler fısıldadık, yüreğimizi açtık, birlikte bulutlarda gezindik, sevdik, seviştik.
Kimlere bağırdık, çağırdık, kavga ettik, barıştık, darıldık, küsüp gönül koyverdik, yüreğimizi parçaladı, yüreğini parçaladık.
Kimler ardımızdan küfretti, fütürsüzce has siktir çekti, hak etmediğimiz övgülerde bulundu, bizleri yükseklere çıkartıp, başımızı göklere erdirdi.
Hangi tatlı rüzgarlara gülümsedik, ıslık çaldık, yıldızlardan hangisine sığınıp, göz yaşlarımızı inciler gibi akıttık, mazlumun yanında yer alabildik. Sıra bize gelmeden, sesimizi çıkardık.
Kaç kez elimizi boyamak için ayaklarımızın ucunda yükselip, gökkuşağına elimizi uzattık, zaptı uzak olmayan "güneşi zapt ettik", çiçeklerin, börtü-böceğin, çayır-çimenin ve toprak kokusunu ciğerlerimize çektik, ceplerimizi yağmurlarla doldurduk.
Kaç kez kollarımızı açıp, baharı bir sevgili gibi karşıladık, kuş cıvıltılarına, art arda patlayan narin çiçek tomurcuklarına kulak verdik, doğanın filizlenmesine mest olup, tanıklık ettik.
İnsanlara yardımcı olabildik mi, düşkünlerin elinden tutabildik mi, yavrusunu yitiren annenin acısına ortak olabildik mi, kanadı kırılan serçeye ağlayabildik mi.
Kaç kitap okuduk, kaç şiir yazdık, neler yazıp-çizdik, hangi türküler, melodiler, senfonilerle kulaklarımızdaki pası giderip, ruhumuzun ihtiyaç duyduğu gıdayı aldık.
Kaç kez annemizi kokladık, babamızın ellerini öptük, dedemizin yumuşak elinden tutup, parklara-bahçeler gittik.
Hangi ağaca salıncak kurup, ayaklarımızı gökyüzüne değdirdik. Bir süre sonrasında aynı ağaca kaç tane oklu kalp çizip, yüreğimizde saklı olanın büyülü adını kazıdık.
Büyük şair Nazım' ın da dile getirdiği gibi, belki üç yüz kilometre giderken yarimizin dudaklarından öpmenin ne denli güzel olduğunu tadamadık ama, söz konusu onurlu taraf olunca; ne denli olunması gereken tarafta, "bizim tarafta" olduk ve "yeni bir alem için dövüştük", tırnaklarımızı dişlerimize geçirip, mücadele ettik.
Demem o ki ne kadar güzelliği ve istenmeyen çirkinliği ömrümüze, hayatımıza sığdırdık. Bunlar saymakla bitmez. Ne mutlu, güzellikleri çoğunluk kılanlara. Ne mutlu ömür yumakları olabildiğince az kör düğümle dolu olanlara ve insanlıktan, barıştan, kardeşlikten eşitlikten, adaletten ve demokrasiden yana adım atanlara.
Ve bir kez daha gözlerimizi Can Yücel'in  aşağıdaki şiirine odaklayalım  ve noktayı koyalım mı?

"Tersten Yaşamak

Yaşamın en tatsız tarafı sona eriş şeklidir...
Şüphesiz ki yaşamı tersten yaşamak daha güzel, hatta mükemmel olurdu.
Nasıl mı?
Cami'de uyanıyorsunuz.
Bir tahta sandık içerisinde, herkes karşınızda saf durmuş, iyiliğinize dua
ediyor ve tüm haklar helal edilmiş vaziyette tabuttan doğruluyorsunuz,
yaşlı, olgun, ve ağırbaşlı olarak.
Herkes etrafınızda, büyük bir itibar, iltifatlar, çocuklar torunlar hepsi
hazır.
Arabanıza kurulup evinize gidiyorsunuz.
Doğar doğmaz devlet size maaş bağlıyor, aylık veya üç ayda bir maaşınızı
alıyorsunuz.
Ne güzel, hazır maaş, hazır ev...
Altmışlı yaşlara kadar garanti, huzur içinde yaşıyorsunuz.
Sağlığınız gittikçe düzeliyor, kaslar güçleniyor, kuvvetleniyorsunuz.
Bir gün çalışmak istiyorsunuz ve işe ilk başladığınız gün size hoş geldin
hediyesi olarak bir plaket ve altın kol saati veriyor patronunuz.. ve
genel müdürlük veya bunun gibi yüksek bir makamdan tecrübeli bir insan
olarak ise başlıyorsunuz.
Herkes karsınızda el pençe divan...
Vücudunuzda da bazı hoşa giden hareketler de başlıyor.
Gittikçe zayıflıyor forma giriyorsunuz.
Diğer hormonal aktiviteler artıyor, fevkalade.....aman ne güzel günler
başlıyor... derken bir gün patron size artık üniversiteye gitsen daha iyi
olur diyor.
Bu arada babanız ortaya çıkmış, 'fazla çalıştın' diyor 'artık eve dön, işi
bırak, okumaya basla, harçlığın benden olsun...'
Keyfe bakar mısınız?
Okuduğunuz dersler gittikçe kolaylaşıyor. Ekmek elden, su gölden bir dönem
başlıyor.
Partiler, diskotekler, kızların sayısı artıyor.
Derken anne ve babanız sizi götürüp getirmeye başlıyor, araba kullanma
derdi de yok artık....
Günün birinde sizi okuldan da alıyorlar, 'evde otur, keyfine bak,
oyuncaklarınla oyna' diyorlar.
Mamanız ağzınıza veriliyor, zaman zaman altınızı bile temizliyorlar, hatta
bu durum alışkanlık yaratıyor ve hiç tuvalet kullanmamaya başlıyorsunuz.
Derken anneniz bir gün size süt verme kararını alıyor ve başka bir keyifli
dönem başlıyor.
Mama artık her yerde, her an ve en taze şeklinde hazır.
Bir gün karanlık ılık ve sıcak bir ortama giriyorsunuz. Beslenmek için
ağzınızı açmaya dahi gerek yok, bir kordondan besleniyor, sıcacık,
yumuşacık, gürültü ve patırtısız bir ortamda yaşıyorsunuz.
Küçülüyor, küçülüyor, ufacık bir hücre halini alıyorsunuz.
Veeeeee....
En güzeli deeee......
Günün birinde müthiş keyifli bir geceyle hayatınız bitiyor..."

Amsterdam, 18 mart 2014




14 Şubat 2014 Cuma

DENGBEJ







DENGBEJ

         O nazik seksenli yaşların son çilelerini itina ile damıtıp, bugüne değin çektiklerime, bu yenileri de bir bir ilave ederek kendimce ilerliyorum.  İlerliyorum derken, bildiğiniz gibi, biz yaşlılar için zaman, her ne hikmetse çok daha çabuk geçiyor. Son demlerini yaşayan  ömrümün, sanki yaşlılığımda, bir an evvel bir yerlere gitmek istercesine, dizginsiz, daha bir acelesi var gibi. Bin bir güçlüklerle de olsa, bu saatten sonra yaşadığın her günü, kar hanesine yazmak gerekir. Hiç bir evresinde, hangi koşullarda olursa olsun, bütün varlığımızla canımızı dişimize takarak dört elle tutunmaya çalıştığımız  hayat, vazgeçilemeyecek kadar güzel ve bir o kadar da anlamlı. Şimdilerde ; hani hiç bir beşere zarar vermeden, kimselerin yolunmuş-yumurta vermeyen tavuğuna dahi kış demeden, insanlığa yararlı bir birey olmaya çaba gösteriyoruz.
İç Anadolunun bozkır coğrafyasında, namım dört bir yana "dengbej" olarak yayıldı. Yediden yetmişe herkesin Dengbej teyzesiyim ben. Oldukça hissiyatlı yüreğime onulmaz bir ağırlık çökmeye görsün, her defasında, saatlerce durmaksızın sözleri bana ait olan "kılamlarımı-türkülerimi" kürtçede seslendiririm. Nedendir bilemiyorum ama kendimi her ne zaman iyi hissettiğimde, neşem bir tik yükseklerde seyrettiğinde de, türkçe türküler söylüyor ve ardından da yaşlı bedenimi bütünü ile rahatlamış hissediyorum. Dinleyenler yanık sesimin güzel, kılamlarımın sözlerinin içeriklerinin ise anlamlı olduğunu söylüyorlar. İnsanların bu denli etkilendiklerine tanıklık edince, haliyle ben de, mütevaziliğimi hafiften kenara itip, aynı kanıya varıyorum. Ses ve sözün birleşimi olan dengbejlik, asırlardır var olagelen bir sözlü sanat biçimi. Atalarımız yazmak yerine edebiyat, tarih, tiyatro ve müziği de içeren bu sanatı asırlar boyu dilden dile saatlerce, günlerce tarihin bu söz hamalları sayesinde birbirlerine aktararak, günümüze değin taşımışlar. Dilimizin, kültürümüzün, ananelerimizin ve benliğimizin üzerindeki her daim var olagelen yoğun baskı, bizi bu yolla, değerlerimizi bir sonraki kuşaklara taşımaya zorlamış. "Her iyilikten bir maraz doğar" diyeceğim ama değil tabi, bu durumda bunun tersini söylemek gerekir. Bu kutsal görevde, değerlerimizin yok olmaması adına, benim de olanca sevgimle taşıdığım bu aşk yükünün kalıcı kılınması anlamında, bir katkım olmuşsa, kendimi pek bahtiyar hissedeceğim.
         Rahmete eren babam Çanakkale şehidi. O da dengbejdi. Babamdan bana yadigar kalan dengbejlik oldu. Siyah-beyaz, askeri üniformalı, soluk yüzü, düzgün burnu ve büyükçe kulaklarının yer aldığı, yıllar yılı, bana kalan bu hatırayı, hiç hatırlamadığım babamın bu resmini, itina ile her daim yanımda saklıyorum. Babamın ölümünden sonra sağ kalan, arkadaşlarını sık sık annemle evimize davet edip, büyük ikramlarda bulunarak, o gün sanki babam gelmiş gibi mutluluk içinde, onlardan O'nun gösterdiği kahramanlıkları, dürüstlüğünü ve iyi olan insanlığını yıllarca dinledik. Her anlatımın, tek tek hecelerinde, kelimelerinde, cümlelerinde, anlatanın soluklanmasında ve söze tekrar başlamasının, o bekleme anlarında mutlu olduk, göz yaşlarına boğulduk, gururlandık, başımız dikeldi ve göklere erdi, mest olduk.
         Mensubu olduğum aşiretimin her bireyi oldukça akıllı ve aynı zamanda da şairdir. Genç kızlığımda aşiretimin en yakışıklı delikanlısına deliler gibi aşık oldum. Kıyıda köşede de olsa sevdiğimle, aşkımı bütün hücrelerime kadar doya doya yaşadım. Ve aşkımın bulutlarda gezinen, mutlu kadını oldum. Bir oğlum oldu. Oğlumuz ilkokula daha yeni başlamıştı ki, dünyalar kadar sevdiğim, beni her daim yıldızlara oturtup seyreden gönlümün yegane delikanlısını, yoluna canımı hiç çekinmeden vereceğim kocamı bir trafik kazasında kaybettim. O gün bu gündür ağıtlar yakıyor, destanlar diziyor, sevdiğime yanıyorum. Dengbejliğimde o andan itibaren başladı. Sevgimi, aşkımı, tutkumu ve O'nun yüreğimdeki yerini yüzlerce kılamla-stranla, büyük bir keder ve gözlerimden boncuk boncuk akan göz yaşları ile dile getirmeye çalıştım.
         Diyaribekir' de ve diğer diyarlarda bilinen o kadar çok dengbej var ki: bunlar sayılmakla bitmez. Ayşe Şan, Gule Pere, Evdale Zeynike, Karapete Xaço, Hüseyne Fari, Mehemmed Arif Cizrawi, Fakiye Teyra, Dengbejler Şahı Şakiro, Xale Cemili ve Meryem Xan bunlardan bir kaçıdır. Dünyadaki en büyük dengbej ise bu işi yazılı olarak yapmış olan Homeros ve bizim topraklarımızda ise, büyük usta, büyük anlatıcı, efsane yazarımız Yaşar Kemal'dir.
         Yanılmıyorsam, bir oğlumun olduğunu söylemiştim. Epeyce bir zaman önce, evlendi, barklandı ve çoluk çocuğa karıştı. Ayda yılda bir de olsa torunlarımın elinden tutup, ziyaretime geliyor. Sağ olsun evinde ve çocuklarının başında kalsın. Varsa başkaca yaşanacak günüm, ayım ya da yılım, mevlam alıp O' nun ömrüne katsın.
         "Dertli halanız der dertli başım,
         Felek dindirmedi gözümdeki yaşım.
         Ne bacım var, ne de kardeşim,
         Neye yarar bundan sonra, felek olsa arkadaşım!"
         Kimseden hayır yok. Kimselere bir gram dahi yük olmadan, gözlerimi kapatıp, bu dünyadan elimi eteğimi huzurla çekersem, benden daha mutlusu olmayacaktır.
Ben bütün Türkiye' nin annesiyim. Anneliğin ayrısı gayrısı olmaz. Dünyanın kimseye kalmayacağını biliyoruz. İsa' ya, Muhammed' e, Heyber kalesi' nin kapısını kıran Ali`ye dahi kalmadı. Derim ki; ölüm denilen kalleş satın alınabilseydi, bunu en önce Nemrut alırdı. İnsanlık adına, ölümün çaresini bulmaya hayatını adayan, Lokman Hekim ölmedi mi? Bana kefen giydiren iki ameliyat geçirdim. Dünya gelip geçici bir mekan, kimselerin meydanı değildir. Burada herkes misafir.
         Bazı zamanlar kendi kendime derinlere dalıp, düşünedururken; Diyaribekir, Adıyaman şehri, Haymana, Bala, Bismil, Kızıltepe' nin bağı, bahçesi, bostanları, gülü, dikenleri kül olup yansa neyim var içinde diye de, kahırlanmıyor değilim. Yalan dünyanın Sultanının payitahtı yansa neyim var ki içinde. Amerika' nin dolarları, Almanya' nın  yeşil markları yansa neyim var içinde. Yetimlerin deresi, fakirlerin kulübesi yansa neyim var içinde. Demem o ki kurban olurum ben toprağımızdaki mezarlıklara. Son sahip olduğumuz yer burası, bitiş noktası da burası.
         Gün yine akşam oldu. Karanlık kabus gibi çöktü. Ve ben kendimi bu kadar akıllı görsem de, yine kalakaldım bir başıma. İnsafsız felek kırdı kanatlarımı. Düştüm, yuvarlandım en aşağılara. Tutunacak dal olmadı. Yaraların, dertlerin yatağıyım ben. Bir güne bir gün al bir fistan giyip, güzelliğimle salınmadım. Var olduğum günden bu yana payıma hep utandıran yoksulluk, sıkıntı ve dertler düştü. Mevlam sevdiceğime doyamadan acele ile aldı elimden. Allah, bedenimi kimselere yük kılmasın, en büyük dileğim bu.
         Atalarımızın yerden göğe kadar hakkı var:  "Hafif akıl yüklerin en ağırıdır" demekle. Akıl her insanda olan bir şey değildir. Tanrı insanların, akıllıların, şairlerin kafalarına zihinlerini koyarken çok didinip, çabaladı. İnsan zekasını gökyüzündeki yıldızların ışıklarından, kar ve yağmurun nazlıca dans ederek yeryüzüne düşerken çıkardığı seslerden, kınalı kekliklerin kırda, bayırda birbirleriyle aşk dilinde ötüşlerinden, bahar güllerinin tomurcuklarının çatlamasından, reyhan ve çiçeklerin kokularından, arıların alımlı çiçeklere konmaları esnasındaki vızıltılarından kış aylarının kar ve yağmurundan derleyip toparladı. Akıllı olmak her insanın harcı değildir. Her benim diyen kelimeleri bir araya getirip, insan ruhunu, sevgilinin al yanağını okşarcasına, bahar renkleriyle dolu ipek kumaşları serer gibi sunamaz.
         Dünyanın en kutsal sanatlarından olan dengbejlik de, tarihin karanlıklarına gömülmek üzere. Şunun şurasında, bu geleneği günümüzde sürdüren üç beş kişi kaldı. Dengbejlik de tıpkı Hasankeyf gibi yok olup, gidecek. Binlerce yıldır sazsız, notasız, yazısız ve çiziksiz olarak büyük bir kültür mirasını taşıyan gelenek ortadan yok olup, gidecek, diğer bütün güzellikler gibi. Dert kutusu olan ve sizden kapağının açılmasını istemeyen bu dengbej anneniz, teyzeniz olan ben de yok olup, gideceğim. Sizler, güzellikler ile her daim var olun.


Amsterdam, 14 Şubat 2014


6 Ocak 2014 Pazartesi

DERSİM DAĞLARINDA TÜRKÜ SÖYLEMEK




DERSİM DAĞLARINDA TÜRKÜ SÖYLEMEK

O dünyanın en saf ve temiz insanlarından biriydi. Doğa, insan, yaşadığı evren ve de kendisi ile alabildiğine barışıktı. Her hareketi, tatlı gülümsemesi, ellerini insana sımsıcak bir dostlukla uzatışı, sevgi dolu yüreğinin kapılarını sonuna kadar tereddütsüz açışı, coşkulu bir sevgiyle güzellik dolu sözcüklerini art arda karşısındakine sakin bir eda, yumuşak bir tonlama ile aktarması, samimi-çocuksu bakışları ve hissettirdiği güven dahi oldukça ayrıcalıklıydı. Yediden yetmişe herkesin hayran olacağı, zor ulaşıla bilinecek insani bir estetik/güzellikte ve doğallıktaydı. Ahmet Amca kendince insanlık timsali, çok ulu bir çınardı.
1923 lü yılların karmaşalı döneminde, Dersim' in Nazımiye adlı ilçesinde dünyaya geldi. Çocukluğu, gençliği ve yaşlılığı olanca sıkıntılarla geçti. Bu sıkıntıların en büyük nedeni ise; tesadüf bu ya, binlerce diğer kader ortağı gibi, gözlerini dört dağ içindeki Dersim' de; kendisini bekleyen güçlüklerle dolu dünyaya açmış olmasıydı. Bu elbette kendi seçeneği değildi. Bu coğrafyada doğmak iradesi dışında gelişse de, bu söz konusu tabiat olayı, o zamanlardan günümüze değin hep suç olarak algılanıp, uygulama görürken, yöre insanı ise hep potansiyel suçlu sayıldı. "İçinde bir yariniz de olsa, Dersim'i Hak bile saklamaktan acizdi."
Ağız tadı ile çocukluğunun zerresini yaşayamadan, ömrünün genç baharında, narin dalları tomurcuklanmadan, binlerce masum insanın acımasızca öldürüldüğü Dersim katliamı ile tanıştı. O yıllar: henüz on beş yaşlarında ergenlik çağına gelen, bir delikanlı adayı iken, dünyanın en büyük jenositlerinden biri (suç unsuru olarak görülen coğrafyanın adını taşıyan ve çıkarılan kanunlarla) uygulandı. O taze fidan, onca gayri insaniliğe bizzat tanık oldu. Onlarca insanının, akrabasının ve ailesinin katli gözlerinin önünde barbarca süngülerle, tüfeklerle ve havadan yağdırılan bombalarla yapıldı. Uzun yıllar yaşadıklarının travmalarını üzerinden atamadan, 12 Eylül öncesi ve sonrasında da başka gayri insani durumlara, salt bu coğrafyadan bir insan olduğu için; ilerlemiş yaşına rağmen günlerce hücreye atılmalara ve yoğun işkencelere maruz kaldı.
Dersim'in bu ak saçlı pamuk dedesi; yaşamının yaklaşık son on beş yılını Hollanda' da, çocuklarının yanında geçirdi. Zorlu ve tabiat harikası Dersim topraklarında, meşe kaplı Haydaran, Zel, Jargovit, Munzur dağlarında, Düzgün Baba diyarında, Munzur Çayı ve Peri Suyu kıyılarında yankılanan türkülerini, yıllar sonra Hollanda' da, yılan kıvrımlı kanalların boylarında, uçsuz bucaksız lale tarlalarında, yel değirmenlerinin gölgesinde incitilmiş-buruk bir kalp ile mırıldandı. 4 Eylül 2013 tarihinde, bir daha türkü söylememek üzere, geldiği çetin koşulların hakim olduğu kutsal topraklarda, dinlenmek üzere, buğulu gözlerini kapattı. Toprağı bol olsun, ışıklar içinde dinlensin. Kendince olan doğallığı ile dünyaya kattığı zenginlik, insanına miras olarak bıraktığı güzellikler elbette unutulmayacaktır. Dersim dağlarında doksan yıldır yankılanan muhte
şem bir türkü daha, o eşsiz doğaya karışıp, kayboldu. Topraklar bu dünya güzeli dedesini bir daha vermemek üzere kolları ile sımsıkı sarıp, sarmalayıp koynuna aldı.

Amsterdam, 4 Eylül 2013

9 Aralık 2013 Pazartesi

MADIBA


MADIBA

''O İYİ İNSANLAR,
O GÜZEL ATLARA
BİNİP ÇEKİP
GİTTİLER."  Y. Kemal

18 Mayıs 1918 tarihinde Umdata yakınlarındaki Thembu aşiretinin ikamet ettiği Myezo köyünde; yörede konuşulan Güney Afrika' nın Zosa dilinde, kavurucu Afrika sıcaklarının hakim olduğu, boncuk mavisi gökyüzünün sıcak kubbesine art arda büyük sevinç ve mutluluk çığlıkları yükseldi. Coşkulu bir bayram havası vardı. Myezo köylüleri kadın-erkek, genç-yaşlı ve çocuk demeden kol kola girip, çıplak ayakları ile en şen şakrak şarkıları eşliğinde, tam tamlar eşliğinde durup durmaksızın, günlerce dans ettiler. Thembu aşiretinin saygın lideri Henry Mandela' nın göz bebeği dört karısından üçüncüsü olan, dolgun göğüslü, kalın dudaklı, inci dişli, "kara üzüm habbeli"  Nesekeni Fanny' den, geniş alınlı, çekik gözlü, kıvrım kıvrım saçlı, güzel mi güzel, çikolatamsı bir oğlu olmuştu. Böylelikle Thembu aşireti de, maruz kaldıkları, ırkçı beyaz azınlığın gayri insani baskı ve ayrımcılığına karşı bir can daha çoğalmışlardı. Umutları bir kerte daha artmıştı. O nedenle dem, bayram günüydü.

“Tüm insanların uyum içinde birlikte yaşadıkları ve eşit haklara sahip oldukları demokratik ve özgür bir toplum hayali hiç aklımdan çıkmıyor. Uğrunda yaşadığım ideal bu ama gerekirse bunun için ölmeye de hazırım.” diyen ve yaşamını bu şiarla verdiği mücadele ile sürdüren Nelson Rolihlahla Mandela, 27 yıllık bir mahkumiyetin ardından Güney Afrika' da Apartheid rejimine son verip, devlet başkanlığına seçildi.

Bütün ezilen ve sömürülen halkların imrenerek; “keşke biz de böyle bir lider yetiştirebilseydik” dediği, günümüze değin, mücadelesi, heybetli kişiliği, efsanevi duruşu, onuru, zekası ve barış yanlılığı ile en büyük halk liderlerinden biri, aynı zamanda "Siyah Bilinç Hareketinin" kurucusu, adına şarkılar söylenen Steve Biko' nun da yoldaşı, dünyaya alabildiğine büyük gülümseyen- insanlığın yüz akı Nelson Rolihlahla Mandela'nın hayata gözlerini yumduğunu, bütün haber ajansları tekrarlarla geçti. Kara Kıta Afrika - Güney Afrika'da, Myezo Köyü'nde ve yüreği insanlıktan - güzellikten yana atan, anısı önünde saygıyla eğilen milyonların kalplerinde, 95 yıl sonra hüzün ve yas var. Mücadele ile geçen uzun bir ömür sonrasında dem, matem günü. İnsanlığa kattığı ulvi değerler ve oldukça kıymetli öğretilerinden dolayı, dünyadaki bütün halklar, özellikle de ezilen ve sömürülen halklar sana minnettardırlar. Ruhun şad olsun Madiba. Bol ışıkla, huzur içinde uyu.

26 Kasım 2013 Salı

AFAKAN BASKINI GÜNDEMLER


AFAKAN BASKINI GÜNDEMLER

İnsanlık ekonomik krizler, sevgisizlik, ayrımcılık, horlanma, ırkçılık, ötelileştirme, diz boyu adaletsizlik, savaş, açlık ve günümüze kadar benzeri binlerce karmaşık nen yaşadı ve yaşamaya devam ediyor. Bütün bu olumsuzlukları, elbette geldiğimiz toplumun bireyleri de, iliklerine kadar bire bir hissediyor/hissettiriliyor. Reva görülen olanca negatif uygulamanın yanı sıra, bir de bizim toplumumuzda her daim kısa aralıklarla, birileri tarafından damdan düşercesine ortaya atılan gündemler var ki; insanlarımız da sanki işleri-güçleri-sorun ve sıkıntıları hiç yokmuş gibi, her defasında denize düşmüşler de, tek kurtarıcıları olan, bu yılan gündemlere sıkı sıkıya sarılmadan edemiyorlar. Bu kör dövüşü hep olageldi ve de aynı şekilde devam ediyor, ettiriliyor. İnsanın içine artık gına geliyor. Dünya nelerle uğraşırken, bir de bizim insanlarımızın meşgale edindiklerine bakıldığı zaman, gidilen yolun arpa boyundan daha öteye olmadığıdır.
Başkanlık sistemi, yeni anayasa, başörtüsü, pantolon, kıç örtüsü, marmaray arızaları, mega açılış showları, Adnan Hoaca' nın dekolteli kedicikleri, başı sürgündeki güç-cemaat, kokuşmuş ağızlardan dökülen küflü lakırdılar, hoca efendi, kızlı-erkekli, dershaneler, deprem riski büyük açılımlar, dünyanın en ırkçı nesillerini yetiştirmek gayesi ile onlarca yıl öce çıkarılan faşizan andın kaldırılması ve getirisinin- bazı güruhlarda oluşturduğu derin-yürekler burkan üzüntü, çekik gözlü Serdar Ortaç, Barzani' nin başından temizlenen konfetiler-kim temizledi-nasıl temizlendi gibi gündemler.
Takılıp kalmanız halinde insanın kelimenin tam anlamı ile kafayı sıyırmaması içten değil. Naçizane önerim; toplum olarak bu ne idüğü belli olmayan-suni "yılanlara sarılmayı" ara sıra da olsa, artık bir tarafa bırakıp; çoğu yazar, şair, müzisyen, sanatçı ve aydının ve toplumun bilinçli insanlarının-demokratların yaptığı gibi biraz da, sevgiye, güzelliğe ve daha insani yönlerin bulunduğu şeylere sarılmayı yeğleyelim, diyorum ve çeldirici olarak sizi aşağıdaki satırlarla başbaşa bırakıyorum.
Ahmet Arif, Leyla Erbil' e yazdığı ve şimdilerde kitaplaşan mektuplarının birinde, yukarıda benzeri kısır döngü gündemlerden kafayı sıyırmamak için sıyırıp, okumanızı tavsiye ettiğim satırlarda, biricik aşkına, kör kütük sevdalısına, aynen şöyle ve adını da koymak gerekirse, "ne güzel" der.
"Benim yönümdense-kaç defa söyliyecem bunu be- SENden gayri tüm erdem ve nimetlerin gözümde bir çöp kadar bile değerli olmayışıdır.Her neysem, şair, usta, mahpus, sürgün, acemi, yiğit ya da korkak, SENinle değerlendirebilirim. UTANIYORSAM, senden utanabilirim ancak, YİĞİTSEM, seninle yiğit olunur elbet. Korkuyorsam, sensizliğin korkusudur bu. Daha ne canım kızım? Dişine zar, boynuna ter olasım gelir. Gün yirmi dört saat seni düşünmek. Ne yüce, ne sonsuz bir duyu bu, bilir misin ki?"
Umarım bir nebze de olsa, afakanlar baskını gündemin dışına çıkmışsınızdır. 
Bir insanın, hele de sevdiğinin "dişinin zarı- boynunun teri" olmasının tarifi var mıdır, sizce?
Saygılar...

 

KORKU

      KORKU   “Elimde değil Olric! Ne efendimiz? Elleri Olric elleri…”   Oğuz Atay - Tutunamayanlar   Fırtınalı bir denizin da...