7 Aralık 2014 Pazar

ORTA DİREK

Foto: Judith van den Blond

ORTA DİREK

Büyük Camili Köyü’nden Hayderi Hecike’nin önceleri limon sarısı, şimdilerde ise kurbağa yeşili olan, iki katl
ı evinin avlusunda yer alan tandır damının tavanından onlarca yıldır, bir tavan direği bir metreye yakın dışarı doğru, ne ile karşılaşacağını kestiremeden, ikircikli bir eda ile boynunu kabuğundan dışarı çıkartan bir kaplumbağa misali uzatır. Bilinen o ki; binayı yapan Laz usta olmadığı halde, bu uzantı nedendir bilinmez. Burası bir Kürt köyü olduğuna göre, binayı yapan da, olsa olsa Laz ustadan pek de geri kalmayan bir Kürt usta olsa gerek.
Onlarca yıldır bu direk yağmur-çamur, yaz-kış derken, artık ömrünün son demlerini yaşayıp çürümeye yüz tutsa da, henüz tamamı ile, teslim bayrağını açıp, yerlere düşmedi. Ömür törpüleyen zamana ve iklim koşullarına  miadı dolana değin, boyun eğmeden karşı koymaya, direnişini taçlandırmaya, olanca benliği ile inadım inat; “Nuh deyip, peygamber demeden” devam ediyor.
Yaz mevsimleri genelde kurak geçen bu bozkırda, kazara yağan yağmur sonrasında nemlenip, tam kurtlanacağı sırada, apansız çıkan; insanın içini, kemiklerini, beynini ve yüreğini sımsıcak ılıtan, süzme halis balı andıran ışıl ışıl güneş, direkteki bütün ıslaklığı alıp, O'nu çürümekten kurtarıyor.
Gün oldu, Heyderi Hecike ailesi bu direğin bir işe yaraması gerektiğini düşünüp, O’na bir misyon yüklediler. Öyle ya, boş yere miskince boynunu uzatıp, durmak olmazdı. Küçük bahçeyi sulamak için tandırın yanındaki kuyudan su çekildikten sonra, mesela üzerinde “Komili” yazan tenekenin ipi ile ortalıkta dolanıp durmasına gerek yoktu. En iyisi tenekeyi, kullanım sonrası bu direğe asmaktı. Böylelikle tandır damının direği de bir işe yaramış olacaktı. Tandır damının direğinin bilinen ikinci bir işlevi daha vardı. Kimi zaman ne yapacaklarını bilmeden sıkılan Heyderi Hecike'nin ve komşu çocukları tenekeyi alıp, bir kenara bıraktıktan sonra direğe iki tarafından kalın bir kendir bağlayıp, üzerine de bir minder koyarak kurdukları bu ilkel salıncakta sallandılarsa da, O bütün çocukları kurşun gibi ağırlıkları ile memnuniyetle sırtladı. Küçük sayılan bu insanların büyümeleri için, çocukluklarını doyasıya yaşamaları gerekiyordu. O nedenle, bir kez dahi “offf” demeden, çocuklar eğlenirken, O da büyük haz alıp, hep tatlı tatlı gülümsedi.
Zamanla Komilinin tenekeciği paslanmaya yüz tutsa da, üzerinde yer alan zeytin resimleri daha iştah kabartan cinstendi. Bir an için düşünüp, zihnimize bir takım soru işaretleri ile rahatsız edecek olursak, bu tenekenin unutulmaya yüz tutmuş olan geçmişine de bakmış oluruz. Nereden çıktı şimdi, işimiz gücümüz yok da Heyderi Hecike’nin evindeki direkte asılı olan tenekenin tarihini mi araştıracağız diyenler olabilir, elbette. Tandır damının direğini merak edip, araştırdığımıza göre, buna asılı olan tenekeyi de, bildiğimiz kadarı ile bu konuda da biraz olsun kafa yormamız gerekli dersek, herhangi bir yanılgıya düşmemiş oluruz.
Kim bilir bu “çeşm-i siyah” zeytinler, Ege’nin hangi güzel insanları tarafından yetiştirildi, hangi emektar eller tarafından özenle, narin dallarından koparıldı, işçilerin alın terleri karıştı, yağı çıkarıldı ve bu tenekeye hapsedildi. Derken günlerce süren bir yolculuğun akabinde Camili Köyüne getirildi. Kimler tarafından yemeğe “katık”yapıldı ve iştahla yendikten sonra, hangi beşerin midesindeki isyanı güzellikle bastırdı.
Günlerden bir gün; Komili’nin riviera zeytinyağı tenekesine Heyderi Hecike tarafından kulp takıldı, kendirler bağlandıktan sonra, taş duvarlı kuyuya gürültülerle boş indirildi, su ile doldurulmuş olarak binlerce defa çıkarıldı. Heyderi Hecike'nin karısı Zewe’nin öbekler halinde ektiği yeşil soğan, tere, maydanoz, domates, salatalık ve diğer sebzeler, her defasında bir güzel sulandı. Tavuğa, horoza ve köpekleri Karabaş’a su verildi. “Kuçelere sular serpildi, yar gelende toz olmasın deyi”. Yar geldi mi gelmedi mi bilemiyoruz, ama her iki ihtimalde de sular serpildi. Tenekeciğin kaderinde Camili Köyü’nde Heyderi Hecike’nin evinde faydalı olmaya ve işlevini bir başka alanda sürdürmeye devam etmek varmış. Her işlevinin ardından, çürümeye yüz tütmüş asırlık olmasa da, geçmişi onlarca yıla dayanan bu direğe kulpundan asıldı. Bu teneke yıllardır burada asılıp, Komili’nin reklamını yaptığı halde Camili Köyü’nden Heyderi Hecike delikli bir kuruşluk reklam parası almadı.
Diğer yandan, dünyamızı sarıp sarmalayan acımasız sistem; insanları önceleri, fakir, orta direk ve varsıl olarak bildiğiniz gibi üçe ayırmıştı. Daha sonra bu sayının çok olduğunu düşünmüş olmalı ki, en iyisi bu kutuplaşmayı ikiye indireyim, arada uzlaşıcı bir taraf gibi görünen orta direk olmayıversin demiş olmalı. Aralarında gayri insaniliğin hat safhası olarak görülebilecek uçurumla bu iki rakip, birbiri ile didinip, dursun. Öyle iki arada bir derede, ne üdüğü belirsiz bir taraf olan orta direk falan da olmayıversin. Bütün güç, donanım ve baskı araçları da varsılların elinde olduğuna göre, yoksulun vay haline. Zengine, sefa içinde hayat sürdürdüğü, fakiri inim inim inletip, sömürdüğü "karada ölüm" zaten yoktu.
Kaplumbağa her defasında boynunu tehlike anında sert ve desenli kabuğunun içine çekse de, Camili Köyünde Heyderi Hecike’nin evinin tandır damının tavanından dışarı sarkan direk, bir kez olsun korkuya kapılıp, “ağır abi” olarak da adlandırabileceğimiz, evini sırtında taşıyan hayvan misali kafasını içeri doğru çekmedi. O her daim, kendisine yönelik bütün saldırılara karşı direndi. Özünden, tandır damının orta tavan direği olmaktan bıkıp usanmadı, kendisi olmaktan zerre kadar ödün vermedi. Öyle ya; "direnmek yaşamayı da beraberinde getiriyordu", değil mi?.




Amsterdam, 7 Aralık 2014


1 Aralık 2014 Pazartesi

KUM KENT


KUM KENT

Yolu bir tesadüf eseri Büyük Camili Köyüne düşenler bilirler. Ankara’dan dillere destan İç Anadolu bozkırının yüz yirmi kilometre içlerine, hani bir ok misali kalbine doğru, o zavallı görünümlü fakir tepelikler ve düzlüklerinin, yeşilden yok denecek kadar yoksun olduğu hat izlendiğinde ve şimdilerde şehre göç ile insanın yüreğini burkan, terk edilmişlik izlenimini veren, dört yüz yıl öncesine dayanan bir sürgünlüğün, küskünlüğün ise hala yaşandığı, bir Kürt köyüne varılır. Yolumuz ne diye buraya düşecek diye düşünenler de olabilir tabi. Kimin ne zaman nerede ve nasıl bir zorunlulukla Dünyanın herhangi bir yerinde (ki Camili Köyü de bu diyarlardan biridir) bulunacağı belli olmaz, gibi güçlü bir ihtimal de yok değil. Dost, akraba ziyareti derken bir de bakmışsınız ki, Dünyanın hiç bilinmeyen bir yöresinde, kendinizi bu coğrafyanın topraklarına ayak basarken bulabilirsiniz. İlk etapta, konuşulması inatla sürdürülen Kürtçe dilinin farklılığı (yörede artık yarı yarıya Türkçeleşse de), gündelik hayatlarındaki gelenek, göreneklerin ve Anadolu'nun odak noktasındaki bu yerleşim biriminin insanlarının yaşam stillerinin ayrıcalığı, sizleri bir hayli şaşırtabilir.  
Daha iyi bir yaşam, çocuklarına eğitim ve kendilerine iş olanağı umuduyla yurt dışına gitmek zorunda kalan Camililer, ucundan da olsa bu el kapısı diyarlarda, yakaladıkları yoksulluğun biraz daha uzağındaki hayatlarını sürdürürlerken, yurt dışına gidenlerin bir kısmı, bu ülkelerin yerlisi olan insanlarla evlilik veya birliktelikleri de oldu. Gidenlerden Fatma, Ayşe, Selma, Döne belki Hans, Johan veya Günter’lerle evlenemedilerse de; Ali, Bilo, Ömer ve Mesut toplumumuzda erkek  olmanın baskın ayrıcalığını kullanarak; bu toprakların dilberleri Maria, Monica, Heidy ve Nathalli’ leri ile birlikte bir hayat kurdular. Camili köyünün bu dışa açılımlı cesur gençleri, geneli sarışın olan bu eşlerini, dünyanın dört bir yanından; Hollanda, Almanya, Belçika, Norveç, İsveç, Finlandiya ve Avrupanın diğer ülkelerinden, her yıl beraberlerinde alıp, büyük bir gurur eşliğinde terk edilmiş köylerine getirdiler. Böylelikle Camili Köyü kendisine uğrayacak tesadüfi ziyaretlere değil de, meraklı gözlerle gelen, kendilerine yeni ve farklı hayatların kapılarını sonuna kadar açan, gelinlerin tavafına ev sahipliği yaptı. Onları olanca misafirperverliği ile ağırladı, yeni akrabalıklar oluşturdu, al kanları, uzaklarda başka ülkelerde dünyaya gelmelerine karşın, kanları yine de al olan ailelerinin bu fertleri ile karıştı.
Camili’ye gelmeniz halinde, kimselerden ayak bastı parası alınmadığı gibi, kendi çapınızda “papa” olup, beklenmedik bir girişimde bulunup, bu kurak toprağı öpmenizi de kimseler sizden beklemez. Ama kendinizi tutamayıp böylesi bir eyleme girişmeniz halinde, kimseler size engel olmaz, Bu sevgi gösterisi hareketiniz, Tanrı’nın Camili Köyüne yerleşmelerini buyrup, bunu onların kaderi haline getirdiği, bu müstesna yerin sakinleri tarafından da yadırganmaz. Bu kendilerini ancak başlarda biraz şaşırtsa da, aynı zamanda onure etmekten öteye geçmez.
İki yüz haneli köyün, her ne kadar kıtalar arası köprü ve Dünya şehri İstanbul kadar yedi tepesi olmasa da, var olan dört yükseltiden birine çıkıp, sol elinizi daha iyi görmek amacı ile gözlerinizin üzerinde seyreden sarı sıcağı gölgeleyip, köyde kaç tane ağaç olduğunu, sağ elinizin işaret parmağını fazla sallamanıza gerek kalmadan sayabilirsiniz. Dünyanın ciğerleri olarak kabul edilen ağaçların sayısı çok yüksek olmadığından, minik parmaklarını tutarak, saymayı yeni öğrenmiş olan, baba ve annesinin büyük gurur duyduğu, dört yaşındaki bir çocuk için de çok zor değildir.
Camili Köyünün en büyük yükseltisi, erk hesabına mazlum insanların canını yakarak omuzlarındaki yaldızlı yıldızlar altında yedi büklüm olan hangi rütbeli subaya ait olduğu bilinmese de, hatırı sayılır bir rakımda olan Paşa Dağıdır. Şimdilerde nüfusun azalması ile birlikte, Paşa Dağının eteklerine onlarca yıl önce bir kaç ilkel yapının yapılması ile bu yükseltinin adı ile anılan yayla artık işlevini yerine getirmemektedir. Köyün dört bir yanı, nerede ise evlerin içlerine doğru uzanan uçsuz bucaksız tarıma açık tarlalar ile kaplıdır. Bu tarım alanları bugün de yöre halkı için büyük önem taşısa da, yavaş yavaş insanların tek umudu olmaktan çıkmıştır. Çünkü yaptıkları tarımın getirisi, uzun yıllardır götürüsünü karşılamamaktadır. Bu nedenle köylülerin düğünlerinde çeyiz alımları, ev dizmeleri ile girdikleri büyük borç batakları, hasat zamanı olan “harmana” diye söz verilerek, ertelenememektedir. Varılan uzlaşı sonunda, ödeme eskiden bereket yüklü, son otuz yıldır kısır hasat zamanına ertelense de, verilen bu söz pek güven vermez. Bu nedenle, eskiden olduğu gibi; artık borçlanan da, alacaklı olan da böylesi bir riske girmemektedir.
Camili’de umut dünyası arazilere, köyün beş kilometre ötesinde boydan boya kıvrımlarla uzanan Kızılırmak bir yol uğrak vermeksizin, uzaklarda süzülür ve tek bir damla suyunu bu geniş tarım alanlarına verimliliği artırmak adına bahş etmez. Kelimenin tek anlamı ile, nazlı ama bu topraklar için hiç de cömert olmayan “Kızılırmak gürül gürül akar, Camili’li Kürt de bakar.”
Bir zamanlar Camili, sofusu, dini oldukça bütünü, sarıklı, hacı ve hocası bir hayli çok olan, bu alandaki namı uzaklarda dahi konuşulan bir köydü. Komşu köyler daha ılımlı bir yapıya sahip oldukları için, bu farklı oluşumun hakim olduğu yeri, İran’da ruhani liderlerin, mollaların yetiştiği, Ayetullah Humeyni’nin de doğum yeri olan Kum Kent’e benzetmelerinin ardından, böyle de adlandırdılar. Böylelikle Camili Köyü, ince espriler eşliğinde, biraz da alaycı bir edayla Kum Kent olarak da anılır oldu. “Kızınızı veya oğlunuzu nereden evlendirdiniz?” diye soranlara, verdikleri cevap, yüzlerinde alaycı bir tebessümle; “Nereden olacak, yahu. Çok uzaklardan değil, komşu köyümüz Kum Kent’ten” oldu.
Dünyanın neresinde olursanız olun, salt tesadüfen değil, İç Anadolu bozkırının içlerine, farklı atan kalbine doğru yolunuz düşerse, her Camilili evlerinin ve gönüllerinin kapılarını size, en küçük bir ikircikliğe kapılmadan, güneş yanığı yüzlerinde kendilerine has büyük bir gülümse, kocaman açılan sıcak bir kucak ile sonuna kadar açar. Kısıtlı olan olanaklarını, Kürt misafirperverliği ile sımsıcak paylaşırlar.
Doğum yeriniz neresi olursa olsun, gözlerinizi Dünyaya ilk açtığınız yer, ilk göz ağrınızdır. Uzaklarda, el kapılarında, iki arada bir derede sürdürülen hayat insandan bir daha asla en küçük zerresi dahi getirilemeyecek, pek çok değeri alıp, götürüyor. Dünyanın en büyük şairlerinden biri olan, her Türkiye’linin gurur vesilesi Nazım’ın dediği gibi;
“Neleri alıp götürmedi benden ayrılık;
Kilometrelerle umut, tonlarla keder, taradığım saçlar, sıktığım eller.”
Yolunuzu Camiliye doğru çevirin, gözünüzü korkutmayalım, ayak bastı parası vermenize gerek olmadığı gibi, Papa olup, toprağını da öpmek zorunda değilsiniz. Camili’ye, diğer adı ile Kum Kent’e hoş geldiniz, sefalar getirdiniz.


 Amsterdam, 1 Aralık 2014

21 Kasım 2014 Cuma

GAK GAK




GAK GAK
Her yılın mart ayında, insanoğlunun gözünün yaşına bir an olsun bakmadan, kazma kürek yaktıracağı söylenegelen gri kış yine çıkageldi. Bütün kuşlar fora yelken kanat açıp, kafileler halinde upuzun soluklu uçuşlarla, daha sıcak diyarlara doğru uçtular. Yalnızca, yapraklarından tamamen arınmış olan, hüzünlü meşe ağaçlarının dallarına tüneyen bed sesli, kömür karası parlak tüylü, patlak gözlü kargalar kala kaldı. Kargaların tek vukuatları da, durmaksızın gaklamaktı. Bu kötü seslerden, daha çok dışarıdaki seslere odaklanmış olan, yalnızlığın pençesinde inim inim inleyip, kıvranan yaşlılar daha çok rahatsız oluyorlardı. Üstlerine sinmiş, yaşadıkları diz boyu yalnızlık içler acısı idi. Çoluk çocuk, gelin, akraba, kız-kızan, torun ve bilumum akraba eş ve dost görünümlülerden bihaberdiler. Duyma yetisini hafiften yitirmiş, ama her daim hazır ve de nazır durumda, dışarıdan gelecek “merhaba” diyecek bir sese yönlendirdikleri kulaklarına ulaşan, anlatılmaz bir rahatsızlık veren “gak-gak”tan başka bir şey değildi.
Gülay Hanım bu seslere, zamanla iyiden iyiye alıştı alışmasına ama, O’nun asıl duymak-görmek istediği, yanında-yöresinde torunlarının cıvıldamaları ve de kalbini gönül rahatlığı ile şefkatlı avuçlarına bırakabileceği birileri idi. İki oğlu, iki kızı ve isimlerini birbirine karıştırsa da, bunlardan iki elin parmakları kadar da birbirinden tatlı torunları vardı. Aylardır karanlık bastırana kadar, penceresinin önünde durup, kendisine doğru atılacak bir canlının adımlarını gözlüyordu. Bu nafile bir bekleyişti ki, ne gelen vardı, ne de giden. Penceresine açılan sokakta, adeta kendisi gibi kuruyup, sararıp solan, tutunduğu dallarda kalmaya daha fazla direnemeyen son yapraklar ve  gelen o gak gak sesleri. Meşe yaprakları üstlerine düşen yenilere kollarını olanca büyüklükte açıp, “hoş geldin, hiç gelmeyeceksin sandım, geç de olsa iyi ki bizi yalnız bırakmadın” diyorlardı. Sarmaş dolaş olup, özlem giderirken, yeni düşen yaprakları başka ağaçlardan olanlarla tanıştırıyorlardı.
Ayaklarını isteksizce sürüye sürüye posta kutularını bir bir dolanan, evlerine çekilmiş, çay veya kahvelerini, yudumlayan insanlara haberler ulaştıran, gri veya yeşil olduğu anlaşılamayan, ne üdüğü belirsiz üniforması ile badem bıyıklı, kısa boylu postacı. Az ileride, hayatı umursamadan, elinde tam dolu olmayan çöp torbasını sallaya sallaya konteynere doğru götüren, Gülay Hanımın komşusu Filiz Hanımın delikanlı oğlu. Art arda dolaşıp, sokağı teftiş eden biri kara, diğeri beyaz tüylü, mart ayı öncesinin relakslığında iki kedi. Marşı basmayan, çocukların üzerine “beni yıka” diye yazdıkları toz kaplı eski arabasını zorlayan, genç yaştaki kel kafalı adam.
Güneş oldukça kaprisli idi; bin bir naz takınıp, daha az ve cılız çıkar oldu. Mah cemalini anlık gösterdiğinden, “güneşe akınlar yapılamıyor, sofrasına oturulamadığı gibi, zapt da edilemiyor”. Görünen o ki, yapılacak olan akın, bu zapt etme ve sofraya oturma işi de biraz daha zaman alacağa benziyor. Yağmur yüklü bulutlar oradan oraya atılan pamuk yumakları misali, sürekli birbirlerine katılıp, ayrışıyorlar. Birileri de çıkıp; “dur kardeşim, senin yerin burası, yağdıracaksan yağmurunu, olduğun yerde kal, dölek dur ve orada yağdır” demiyor. Ya o kargalar, sokaktaki bütün çöp torbalarını didikleyip, yiyecek bir şeyler bulma uğraşısında olsalar da, ağızlarında baklaları ıslatma zahmetinde bulunmadan, bed seslerini tutamıyorlar.
Sokağın karşısındaki buğulu pencereyi de Şahin Beyin yalnızlığı sarmış durumda. Şahin Bey, eşi öldükten kısa bir süre sonra, oğluna ait bu dairedeki kiracısı çıkarılıp, buraya yerleştirildi. Eli ayağı tuttuğu, her işini kendisi yaptığı halde, oğlu her hafta temizlikçi bir kadın gönderip, evi temizletiyordu. Aylar geçmiş olmasına rağmen diyarına bu kilolarından dolayı “tısılamalar” eşliğinde işini yapan, temizlikçi kadından başka kimsecikler uğramıyordu. Şahin Bey bir başına, yapayalnız kaldı. Mahalledeki arkadaşları da uzaklara taşındığı için O’nu unutmuşlardı. Gözden ırak olan gönüllerin de pek yakınında olmuyordu. O da günlerdir torunlarına ve oğluna hasret kalmıştı. Karşı komşusu Gülay Hanım gibi kargaların sesine takılıp kalmasa da, oturduğu köşede kendisini gün geçtikçe daha bir küçülüyor hissediyor, bu da O’nu her geçen gün ve an kahrediyordu. Önüne geçemediği bu duygunun pençesine düşmüştü. İki kelime konuşacağı, yüzüne güleceği, nar kırmızısı bir bardak çay içeceği veya sokakta birlikte bir iki adım atacağı birileri olsaydı, bu pençesine düştüğü küçülme hissi de olmayacaktı.
Mavişliğini hepten yitiren gökyüzünde birbirine pamuk topakları misali katılıp ayrışan bulutlar duruldu. Önce o güzelim beyazlıklarını yitirdiler, ardından da karla karışık yağmur halinde yeryüzüne ıslak ıslak sökün ettiler. Her ne kadar yağmur ile karışık olsa da, bu yılın ilk karıydı. Sokak baştan sona ıslandı. Bu iş birliğinden kimliğini koruyamayan kar oldu, anında “dayanılmaz bir hafiflikle” eriyerek sokakta kalıcı bir beyazlık oluşturmadı. Pencerelere koşuşan çocuklar, kartopu oynayacakları umuduyla meraklı gözlerle Gülay Hanım ve Şahin Bey ile aynı sokağa baktılar, ama bu hevesleri gırtlaklarında gidip gelen yutkunmalarla kayboldu.
Gülay Hanım penceresinin önünde bir tül perdesini andıran görünümü aralayarak, sokağın karşısındaki pencereye baktı. Karşı pencerede kendi yaşına yakın, adını bilmediği kır bıyıklı, dökülmemiş olan kır saçlarını arkaya doğru düzgünce taramış, bakımlı biri olduğu belli olan Şahin Beyin gazetesini okumaya ara verip, kendisini süzdüğünü fark etti. Şahin Bey görüldüğünü fark edince, bakışlarını kaçırmadı. Gülümseyen gözlerle Gülay Hanıma bakmaya devam etti. Aralarındaki kar ile karışık yağmuru andıran tül perdesini bir el uzatıp, yana çekti. Perdenin oluşturduğu fluluk ortadan kalktı ve birbirlerini daha iyi gördüler. Şahin Bey ani bir hareket ve tatlı eda ile karşı tarafa el salladı. Gülay Hanım önce tereddüt etse de, gecikmeden içini ısıtan bu beklemediği harekete kıpırtılı yüreğini avucunun içinde sımsıkı tutup, karşılık verdi. Şahin Beyin maviye çalan gözlerinde ve yüzündeki gülümseme kocamanlaştı. Kendi eli ile pişirdiği, köpüklü, az şekerli kahvesinden ağız dolusu hazla bir yudum alıp, maviş gözlerini kırpıştırdı.
İki can belki de ömürlerinin son demlerinde, karnındaki tüm kelebeklerin öldüğüne inandığı, kalbinin o ince tellerini titretecek birilerinin olmadığı hayatlarının bu devresinde, alıp verdiği nefesi ve karanlıktaki elleri olabilirdi. Onların da nehirler misali coşku ile akıp, katılmak istediği denizler artık kurumamalıydı. O sevgili yalnız canlar; gönlünden geçen can yoldaşı ile dip dibe, avuçları avuçlarında terlemeli, koyun koyuna, nefesi nefesine karışmalı ve “yanımda kal” diyen bakışlarında huzur ve mutluluğu bulmalıydılar.  Şairin dediği gibi; “vadeniz dolduğunda, avuçlarına gömüleceğin” biri olmalıydı, yanında duracak olan. O’nun, seveceği canının yokluğuna sımsıkı sarılmayı artık bırakmalı idiler.
Sokakta alabildiğine bir sessizlik hakimdi. Gülay Hanım kıpır kıpır kalbi ile evinin içinde oradan oraya koşturuyor, yerinde oturamıyor, sık sık gelip, karşı pencereye bakıyordu. Aynı telaş Şahin Beyin evinin içinde de sürüyordu. O da gelip gelip, pencereden bakıp, uzun uzadıya el sallıyordu. Şahin Bey küçülmesini durdururken, tam tersine büyüyordu. Ertesi günün sabahında köşedeki çiçekçiden bir mimoza buketi ile soluğu Gülay Hanımın kapısında aldı. Gülay Hanımın yüreğindeki karanlığın yerini, mimozaların sarılığı aldı. Kalbinin vuruşları o kadar baskın hale geldi ki, kargaların gaklaması duyulmaz oldu.

Amsterdam 20 Kasım 2014



4 Kasım 2014 Salı

ÖZLEM



ÖZLEM


Kalplerin derinliklerinde, minik bir kuş misali; çalı ve çırpısını hüzünle ama bir o kadar da özenle toplayıp, yuva yapan, ince bir sızıdır özlem!
Aynı zamanda büyük halk ozanı Aşık Veysel’in aydınlık dünyasında adımladığı, “ince ve uzun bir yoldur” özlem.
Gözlerinize ansızın bir buğu perdesi indirmesinin akabinde, boynunuzu büken, kalbinizi hızla attırıp dağlatan, hep sevilene, güzele, insani ve kimi zaman da ulaşılması zor olanadır özlem.
Aprondaki uçak, istasyonda perona yanaşan, “gelmez mi-düdüğünü çalmaz mı olan” kara tren, limana ustalıkla demir atan gemi, nefes nefese dört nala yol alan kır at, daha öncesinde postacının elindeki mektup, şimdilerde gelen mail ve kan ter içinde size doğru atılan adımlardır özlem.
Özlem insanı hayata boğum boğum düğümlerle bağlayan en önemli duygulardan biridir.
Yaşam deryasında tutunulan güçlü bir daldır, özlem.
Özlem uzağınızda olan sevdiklerinizin, yakınızda olduğu hissidir, sabırdır, zamanın her daim kovalanmasıdır
“O’nunla kavga etmeyi, başkası ile gülmeye değişmemenin”, 
ta kendisidir özlem.
Nazlıdır özlem, kuş tüyü yataklarda okşanarak yatırılmalı, bir dediği iki edilmemeli, incitilmemeli ve hayat bulduğu renkli düşler dünyası ortamını, asla sis veya pusu kaplamamalıdır.
Anılardır özlemin olanca yükü, hani elini uzattığında dokunabileceğin, sarıp sarmalayacağın türden, belki de hiç de geride kalmayan, her an sil baştan yeniden yaşayacağın sıcacık duygulardır.
Özlem ile hasretlik iç içe geçmiş birbirini tamamlayan kardeş duygular olmalarına ve iki his arasında çok ince bir çizgi olmasına karşın, özlem umutla üst üste tomurcuklar açarak, sürekliliğini daimi kılandır.
Derin derin dalmalar, kurulan hayaller, düşler ve görülen rüyalardır özlem.
Kırpıştırılan buğulu gözlerin önünde, boncuk mavisi gökyüzünde, bıkıp usanmadan kanat çırpan renk yelpazesi bir kuştur, özlem. 
“Seni çok özledim” diye bitirilip, arasına kır çiçekleri konulan mektuptur, özlem.
Hasret duygusuna kıyasla, yumuşacık olan özlem; hüzün, yoksunluk ve biçareliğin daha bir uzağındadır. Murathan Mungan bu pamuksu duyguyu aynen şöyle sergiler:
“…………
ikimizin yerine dinliyorum
sevdiğin şarkıları
siyah tişörtünü giyiyorum yatarken
gömleklerini, kazaklarını, kokunu
senin rüyalarını görüyorum ölür gibi uyurken
gün boyu elimde kahve fincanı
…………….”
Özlemin barındırdığı yumuşak, umut dolu, kişiyi hayata bağlayan duygular, Can Yücel’in sevgiliye özlemini dile getirdiği, aşağıdaki dizelerinde ne kadar da berrak bir şekilde öne çıkar.

ÖZLEDİM SENİ
özledim seni...
ayrılık yüreğimi uyuşturuyor karıncalandırıyor nicedir.
beynimi uyuşturuyor özlemin...
çok sık birlikte olmasak bile
benimle olduğunu bilmenin
bunca zamandır içimi ısıttığını
yeni yeni anlıyorum
Yokluğun,
Hatırladıkça yüreğime saplanan bir sizi olmaktan çıkıp
mütemadiyen bir boşluğa
Sabahları seni okşayarak başlamaları
aksamları her işi bir kenara koyup
seninle baş başa konuşmaları özlüyorum;
oynaşmalarımızı,
yürüyüşlerimizi,
sevimli haşarılığını,
çocuksu küskünlüğünü...
Nasılda serttin başkalarına karşı
beni savunurken;
ve ne kadar yumuşak
bir çift kısık gözle kendini
ellerimin okşayışına bırakırken
Gitmeni asla istemediğim halde
buna mecbur olduğunu görmek
ve sana bunları söylemeden
''git artık'' demek
''beni ne kadar çabuk unutursan, o kadar çabuk
kavuşacaksın mutluluğa''
demek sana ne de zor
seni görmemek ve belki yıllar sonra
karşılaştığımızda
bana bir yabancı gibi bakmanı istemek senden...
yeni bir sevdayı yasakladığım kalbime söz geçirmek....
Özlenen; sevgilinin zülüfünün, teninin kokusu, ellerinin yumukluğu, tininin güzelliği, yanağına ürperti ile kondurulan öpücük, annenin-babanın evladına sımsıkı sarılması, dostun sımsıcak gülüşü ile elini uzatışı olabileceği gibi, dünyada insanların daha iyiye, yaşanabilirliğe olan umutlardır aynı zamanda.
Çok yönlü olan özlemin bir de dünya, insanlık ve ülkesinde olması gereken güzelliklere olan boyutu da var ki; günümüzde yaşananlar içimizi karartan nitelikte de olsa, umuda sımsıkı yapışmaktan başka yapılacak kalmıyor geriye.
Ülkemiz de, onlarca yıldır ne özlenen demokrasi, ne kardeşçesine bir yaşam, ne çağdaş bir anayasa, adil bir adalet, ne hak ve hakkaniyetin yerini bulduğu bir düzen, ne de bir çiçek buketi olarak bezelenmiş güzelliklerin, özgürlüklerin toprakları oldu. Günümüze değin katmerlice yaşanan; katliam, soykırım, talan, soygun, baskı, sömürü, diz boyu yoksulluk ve insanlık dışı işkenceler oldu. 
Özlemeye ve umut etmeye bütün kalplerimizle devamla, görülen o ki, bunun için mücadele etmekten başkaca da bir seçenek kalmıyor. Uzun lafın kısası; zamanı geldi, geçiyor. Tomurcuklanan özlem bahçesinin çiçekleri, açsın “gayrık”.

Amsterdam, 4 kasım 2014




15 Ekim 2014 Çarşamba

YEZZO


YEZZO

          Bütün sokaklar, kaldırımlar ve kuytuluklarda kalan köşeler, budak budak boğumlu, diplerine vuran gölgeleri ile yalnızlığa mahkum yaşlı ağaçlardan yığınlar halinde dökülen, kızıl, aynı zamanda sarı renklerinin bütün tonlarının hakim olduğu sonbahar yaprakları ile doluydu. Bahar aylarındaki körpeliğinde daha fazla direnemeyen ağaç dallarına, inatla tutunup, az da olsa, yerlere düşmeye karşı koymaya devam eden yapraklarda yok değildi tabi. Yapraklar çıkan ani rüzgarların etkisi ile kolayca yerlere düşüp, yine aynı esintilerle bir yerden, diğer bir yere isteksizce taşınıp, kısa sürecek olan yeni arkadaşlıklar, dostluklar ediniyorlardı.
 Sokaklarda, günün ışıması ile birlikte, hüzün mevsimi sonbaharın yapraklarına ve yeni oluşturdukları arkadaşlıklarına karşı amansız bir savaş başlamıştı. Yerlere dökülen yapraklar, göz kamaştırıcı güzellikte renkleri de olsa, insanların yaşamlarını bir hayli zorlaştırıyorlardı. O nedenle incecik siyah bıyıklı, dalgalı saçlı, esmer tenli-yabancı olanı, omuzuna taktığı, neredeyse kendi bedeninden daha büyük bir hava püskürtme makinesi ile kaldırımları, araba altlarını ve sokaklardaki yığınlar halindeki yaprakları havalandırıyordu. Uzun sarı saçlı, boynunda dövmesi olan Alman iş arkadaşı ise, pazılı tek kolu ile idare ettiği büyük bir süpürge görevini yerine getiren araçla, önüne yığılanları canavar gibi yutuyordu. Her taraf alabildiğine ağaç yaprağına bürümüştü. İnanılır gibi değildi, bu kadar çok yaprakla nasıl başa çıkılacaktı.
          Yezzo, evinin çok da büyük olmayan, artık pervazları iyice eski, memleketinden çok uzaklarda yıllardır edindiği penceresinin, hafiften araladığı çiçekli tülün ardından haldır haldır çalışan bu belediye görevlilerini seyrederken, uçuşan yapraklara asılı kalan dalgın ve hüzünlü bakışları ise O’nu hayaller alemine alıp, götürüyordu.
          Daha geçen hafta kırk beş yaşına basmıştı. Asıl adı Pelşin’di, ama Almanya’da kendisini tanıyanlar Yezidi kökenli olduğunu bildikleri için O’na Yezzo diyorlardı. Bu isimden hiç rahatsız olmuyor ve hatta kulağına hoş geliyordu. Pelşin, Kürtçede yeşil yaprak anlamına geliyordu. Bir zamanlar kendisi de, adı gibi yeşil bir yapraktı. Oysa, Yezzo yıllar oldu, tıpkı şu an gözlerinin önünde havalanan yapraklar gibi sararıp solmuş ve Almanya, o canavar makine olup, kendisini yutmuştu.
          Pelşin on yedi yaşında, sarıya çalan ipeksi saçları, upuzun kirpikleri, uçsuz bucaksız bir ormanı andıran zümrüt yeşili gözleri, gülümsediğinde dünya harikası gamzeleri ve kor dudakları ile değil Bozca Köyünün, belki de Ortadoğu coğrafyasının en güzel Yezidi Kürt kızıydı. O babası Reşo, annesi Naze, kız kardeşi Suna ve ağabeyi Hasan’ı ne kadar da çok seviyordu. Ailesi ile çok mutluydu. Bir de var olan mutluluğunu daha bir artıran sevdiği, yasak aşkı vardı. Komşu köyden filinta delikanlı Mahmud da Pelşin’e kara sevdalıydı. Annesi Dılşad bu sevdanın sonunun olmadığını, bir araya gelmelerinin imkansız olduğunu söylese de, O oğluna, Mahmud da gönlüne söz geçiremiyordu. Koyu kahve rengi gözleri, Pelşin’in o güzelim gözlerinden başkasını görmüyordu. Oysa kaideler, örf ve adetler çok ağırdı. Kürt de olsalar birinin müslüman, diğerinin yezidi olması bu sevdayı imkansız hale getiriyordu.
          Mahmud her akşam olduğu gibi o akşam da, Pelşin’i bir anlık da olsa görmeye geldi. Daha önceki günlerde olduğu gibi, yine evlerinin arkasında buluştular. Birbirlerinin kemiklerini kırarcasına sarılıp, özlem giderdiler. Genç sevgililerin birbirlerine dokunuşları ile içleri ışıdı, ısındı. Yüreklerinde sayısız kelebek kanat çırptı. Ne yazık ki görüşmeleri çok kısa sürmek zorundaydı. Aksi halde Pelşin’in annesi ve babası kendilerini o halde görebilirlerdi. Bu onların sonu olurdu ve bundan çok korkuyorlardı.
          O akşam Mahmud yine annesinin ve babasının söylediklerini anlattı. İmkansız da olsa Pelşin’i bırakmayacağını, ölümüne, ömrünün sonuna kadar kendisini bekleyeceğini söyledi. Yalvardı, yakardı. Göz yaşları birbirine karıştı. Mahmud, Pelşin’in ellerini defalarca öpüp ayrıldı.
          Bu gel gitler her daim umdukları gibi olmadı. Mahmud ertesi akşam da koşar adım Pelşin’e gelince, komşuları Refo onları evlerinin arkasında sarmaş dolaş gördü. Sabahın erken saatlerinde gelip, durumu Reşo’ya gördüklerini anlattı. Reşo hiddetle köpürüp, hışımla kızının odasına daldı. Pelşin rüyasında da Mahmud’u ile birlikteydi. Babası saçlarından tuttuğu gibi kızını yataktan sürükleyerek, oturma odasına getirdi. Pelşin hıçkırıklarla ağlarken, babası durmaksızın bütün bedenini tekmeliyor, nasıl bir müslümanla evlenmeyi aklından geçirdiğini avazı çıktığı kadar haykırıyordu. Dayak atmaktan yorulan baba biraz soluklanmak isterken, devreye gürültüden uyanan oğlu girdi. Dayak atma sırasını ağabeyi Hasan aldı. O da tıpkı babası gibi bu genc ve narin bedeni insafsızca tekmeledi, tekmeledi. Annesi ve kız kardeşi ağlayıp, bir köşede korku dolu gözlerle bakıyorlardı. Ağabeyi Hasan da yorulmuş olacak ki, kendisini bitkin bir şekilde duvar dibindeki sandalyeye attı.
          Pelşin bir hafta boyunca kendisine gelemedi. Morarmamış tek yeri kalmamıştı. Yüzü gözü yara bereler içindeydi. Annesi fırsat buldukça, babasından gizli, kızına gözlerinden boncuk boncuk göz yaşları akıtarak, pansuman yaptı.
Reşo elini tez tutup, pelşin’i bir an önce evlendirmek niyetindeydi. Köyden uzak akrabaları Sılo’nun oğlu Azam’ın Pelşin’de gönlünün olduğunu duymuştu. Zaman kaybetmeden onlarla bir an önce oturup, konuşmalıydı. Bu fırsatı yarattığında ise, ailenin buna dünden razı olduğunu gördü. Pek bi mutlu oldu.  Kısa sürede hazırlıklarını yapıp, Pelşin’i istemeye geleceklerdi. Azam sevincinden yerinde duramıyordu. Kendisini kaybedip, defalarca Reşo’nun ellerine sarılıp, öptü. Azam’ın babası ve annesi de minnet dolu gözlerle, Reşo’ya bakıp, teşekkür ettiler.
          Pelşin uçuşan yapraklara bakmaya kendisini iyice kaptırmıştı. Kendilerine camdan baktığını gören Alman, gülümseyerek elini kaldırıp, selam verince, yabancı kökenli olan adam da baktı, ama O selam vermedi. Pelşin de elini hafiften kaldırıp, onları selamladı. Uçuşmaya devam eden yapraklarla birlikte, kendisini yine Bolca Köyünde buldu.
          Neredeyse iyileşmek üzereydi. Duvarlara tutunarak günde üç kez evden dışarı çıkıp, yüzüne hafif tatlı bir sıcaklıkla dokunan güneşe dönerek yalvardı. Meleke Tavus’tan kendisine ve sevdiğine yardımcı olması için dua mahiyetinde, kalbinden geçenleri art arda bir umutla sıralıyordu. Aradan bir kaç gün daha geçince Meleke Tavus’un da kendisine sırtını döndüğünü gördü. Kutsal kitapları Meshef Reş’in ve Kitab el Celve’nin de bir faydasını görmedi. Bir kaç gün sonra da Azam ile düğünü oldu. Dünyası başına yıkıldı. Böyle bir şey nasıl olurdu, bir türlü kabullenemiyordu. Kaderine boyun eğdi. İstemediği, sevmediği kocasına kadınlık yapmak zorunda kaldı.
          Oğulları Ruşen bir yaşına girmişti ki, köylerinde çeşitli söylentiler dilden dile yayılıyordu. Çevredeki Yezidi köylerinde yağmalamalar oluyor, evleri yakılıyor, masum insanlar öldürülüyordu. Hem de bu vahşeti yapanların çoğunun kışkırtılmış, kendileri gibi Kürt kökenli olan müslümanlar olduğu söyleniyordu. Oysa bugüne değin böylesi bir sorun yaşanmamıştı. Ve barbarların ayak sesleri gün geçtikçe köylerine doğru geliyordu. İnsanlar pılısını pırtısını toplayıp, kaçıyorlardı. Pelşin ve kocası da canlarını kurtarmak için kaçıp, Almanya’ya sığındılar. Artlarından babası, annesi ve kardeşleri de geldiler. Bir Yezidi köyü olan Bozca’da kimseler kalmadı. Almanya’ya gelemeyenlerden bir kısmı ise Sincar Dağının eteklerindeki akrabalarına kaçtılar. Kaçamayanlar ise, salt inançlarından dolayı hunharca taşlanarak öldürüldüler. Pelşin’in dünyası ikinci kez başına yıkılmıştı. Çaresizdi, Meleke Tavus bir kez daha kedisinin feryadını duymamış, görmemişti. O yine de bu zor günlerinde güneşe dönüp, dualarını okumamazlık etmedi.
          Almanya’ya geldikten bir yıl sonra, ikinci oğlu dünyaya geldi. O'nun adını da Rumet koydular. Çocukları da olsa, evliliklerinin üzerinden yıllar geçse de, Pelşin aklından, fikrinden, kalbinden bir an olsun Mahmud’u çıkaramıyordu. Azam’a yüreğinde tarifi mümkün olmayan bir acıyı duyarak kadınlık ediyordu. Rumet iki yaşına gelmişti ki, bu işkenceye daha fazla dayanamayıp, Azam’dan boşandı. Azam fazla bir zorluk çıkarmadı. O da olup biteni seziyordu. Pelşin çocuklarını da alıp, yaprakların uçuşunu seyrettiği bu eve taşındı. Yavrularını bu evde büyütüp, okula gönderdi. Onlar birer kocaman delikanlı oldular. Birer de Alman kız buldular. Almanya’nın Yezzo’su bir başına yapa yalnız kaldı.
          Yapraklar uçuşmaya devam ederken, dinlemek üzere internetten bir melodiyi yükleyip, çalmaya başladı. Melodi Kürtçe idi, aynı tadı vermenin uzağında da olan Türkçesi de, yaklaşık olarak aşağıdaki gibiydi.

“Erkek söylemeye başlıyor…

Kirve!
Bu sabah Şengal dağından Sımokya gölüne inmişim ki
Vadi vadide açılmış, vadi vadide, vadi kirvem oy oy...
Baktım da!
Bu sabah Sımokya kızı, kırmızı desenli fistanı giyinmiş
Arkalıklı abayı da üstüne, güvercin gibi
Sımokya gölünün kenarına inmiş
Habur nehrinin yeşil ördeği misali
Sudaki yansıması, ah kirve oy oy...
 Kirve!
Bahtına düşmüşüm
Bu sabah harami keklik ötüşüne
Yanası Şengal’in doruğuna çıkasın
Şeyhlerden Melek-i Tavus Şeyhinin hürmetine
Gel...Dert ve acıların üzerine
Ben kirvenin canı ve cesedine
Bir buse kondur, hey kirve oy oy...
Eğer hayır ise; Başının sadakası...
Kapınızdaki ben fakire, kirve oy oy...

Bu kez kız söyler:

Kirve!
Kadınım ya, başıma buyruk değilim
Kurbanın olayım; endişelenme, korkma!
Melek-i Tavus Şeyhim Hadi’nin başına yemin içerim
Öldüysem; kara toprağa
Kaldıysam; kirvemin ruhu, canı ve cesedineyim
Ah kirvem oy oy...
Kirve, bir bilsen!
Biz Yezidi kızlarının buseleri
Seherin güzelliğinde, sabah ezanı sesiyle, kirve oy...
Ben ceylan yavrusunun önü, göğsü
Ben Habur’un yeşil ördeği, güvercini
Çini fincanındaki kahve misali...
Dudaklarım, ağzım;
Kağıda sarılı Amed şekeri
Ki Yahudi –onu- ağzında çiğner...Kirve oy...
Ah...Kirve oy oy...Ah...”

          Güneş, dünyayı terk edip, sevgilisi “ay”ın arkasına gizlenmek üzere aheste adımlarla giderken, “yarın görüşmek üzere” deyip, bir kez daha elini salladı. Bütün canlılar alemine öpücükler göndererek, vedalaştı. Ama uzaklarda gökyüzünü kızıla boyamayı da ihmal etmedi. Sokakta çalışan belediye görevlileri de işlerini bitirmişlerdi. Sokak yapraklardan tamamen arındı. Belediye görevlisi Alman meraklı gözlerle Pelşin'in penceresine son kez uzun uzun baktı, ama tül çekildiğinden, bu hoş kadının buğulu zümrüt gözlerini, yani derin ormanda çiseleyen  yağmuru göremedi.

Amsterdam, 14 Ekim 2014


KORKU

      KORKU   “Elimde değil Olric! Ne efendimiz? Elleri Olric elleri…”   Oğuz Atay - Tutunamayanlar   Fırtınalı bir denizin da...