24 Mayıs 2016 Salı

KÜSTÜM



  


 KÜSTÜM
     

         Son zamanlarda buğusu eksik olmayan, açık yeşil gözlerimi kırpıştıradururken sarı bukleli uzun saçlarımı çekiştirip, canım anneciğimin üst tarafı aynalı fırça tarağı ile özenle tarıyor, bir yandan da boydan boya çirkin bir bant ile yapıştırılmış odamın kırık camından, dışarıda bütün olup bitenleri, yüreğim ağzımda korku ile izliyorum. On yedi yaşıma daha yeni girdim. Adım Serdıl. Ardından ürperti ile baktığım kırık camın hemen dışında, her şeye rağmen bütün güzelliği ile sıcak bir bahar günü hakim. Ama etraf cıvıl cıvıl değil. Bu güzelim bahar gününe karşın yaşadıklarımız, zemheri ayını dahi mumla aratıyor. Çevredeki çoğu ev yakılıp yıkıldı. Uzaklarda gece gündüz çatışma ve bombalama sesleri geliyor. Her patlamada büyük bir korku ile irkilip, üçüncü kattaki evimizin penceresinden uzaklaşmak zorunda kalıyorum. Dört bir tarafta yağlı kurşunlar vızıltılarla hızla uçuşuyorlar. Huzur adı ile adlandırılan sokağımızda huzurun zerresi kalmadı. Annem ve babam, bana ve kardeşime sık sık pencerelerden uzak kalmamızı tembih etmelerine rağmen, duyduğum meraktan dolayı kırık camın uzağında kalamıyorum. Çünkü yüreğimde tarifi olmayan, beni benden alıp götüren, bütün bedenimi kasıp kavuran bir sevda var.
         Ansızın mahallenin içlerine doğru, yine oldukça büyük bir patlama oldu. Pencereme konan zavallı bir ak güvercin korku ile kanat çırpıp meçhule doğru uzaklaştı. Etrafı devasa bir duman bulutu kapladı. İnsanlar korku içinde can havli ile binadan çıkıp etrafa dağılıyorlar. Ağır silahlı askerler etrafta koşturuyorlar. Havada korku saçan patırtılı helikopter sesleri geliyor. “Eller yukarı, kanun namına teslim olun.” anonsları. Düşman diyarında, “Ceddin deden, neslin baban…” tüyler ürperten mehter marşının yükselen sesleri. Küçük yüreğim ürkek bir serçe misali titriyor. İnsanları, demem o ki, insan görünümlüleri bütün çabalamalarıma rağmen anlamakta zorlanıyorum. Daha doğrusu anlayamıyorum.
         Birileri tarafından çiçeği zorla burnuna iliştirilmiş ilimiz Şırnak haftalardır bu kaosu yaşıyor ve bunun daha ne kadar da süreceği belli değil. Böyle giderse, babam var olan pılımızı pırtımızı toplayıp, İstanbul’a taşınacağımızı söylüyor. Yabancısı olduğumuz, yolunu izini bilmediğimiz, yaban bir şehir İstanbul. Oralarda nasıl yaşanır, nasıl tutunulur bilemiyoruz. Ya ölümle günün yirmi dört saati burun buruna yaşayacağız, ya da yaban ele göç edeceğiz. Babamın bu kararını ilk kez duyduğum zaman, aklıma okulumda bana büyük bir tatlılıkla bakan, sınıf arkadaşım Roni geldi. Taşınırsak bir daha Roni’yi göremeyebilirim. O öylesine tatlı ki. Yaklaşık bir aydır devam eden çatışmalardan dolayı okula gidemiyorum. Bir bakkal dükkanı işleten babam da kepenkleri kapattı. Sokağa çıkma yasağı var. Küçük kardeşim Sidar hasta olduğu halde doktora götüremiyoruz. Çok ateşi var ve sürekli öksürüyor. Annem devamlı çamaşırlarını değiştirip, alnına ıslak bir bez koyuyor. Bütün kalbimle kardeşimin iyileştirmesi için Tanrıya yalvarıyorum. Dışarıya çıkan ölüm ile cezalandırılıyor. Var olan erzaklarımız da suyunu çekmek üzere. Büyük acıların yaşandığı komşumuz Suriye’yi aratmaz hale geldi şirin şehrimiz. Ne olacağı hiç belli değil ve işin en kötü yanı da, Roni’yi çok ama çok özledim. Telefonlar çalışmıyor, internet kesik ve elektrik düzenli verilmiyor. Roni’ye ulaşmam, O’nu görmem, çatışma ortamı böyle devam ederse imkansız gibi görünüyor.
         Evet, ben Serdıl bölgedeki pek çok çocuk gibi, “ağzımda gümüş kaşık ile dünyaya gelmediğim” gibi, ne yazık ki, gözlerimi büyük bir cıyaklama ile açtığım hayata, iki sıfır yenik olarak başlayanlardanım. Mahallenin dört bir tarafında yeşil kurbağa görünümlü askerler; şalvarlı başlarında çefyeler bulunan kızlı erkekli gençler ile ölümüne çarpışıyorlar. Bütün bu çatışmalar nedendi. Her kafadan farklı sesler çıkıyor. Kimisi vatanı böldürmeyeceğiz, kimileri de haklarımızı alacağız, hendekler ve benzeri gibi söylemlerde bulunuyorlar. Roni olmadıktan sonra, ne yapayım vatanı. Sevdiğim, küçük yüreğimi hoplatan, tir tir titreten Roni. O benim yalnızca vatanım değil, aynı zamanda her şeyim. Roni’yi özledim. Çatışanlara kızıyorum. Onların çatışmalarından dolayı, bu genç yaşımda amansız bir şekilde gönlümü kaptırdığım o tatlı bakışlı, kıvırcık saçlı, ince çeneli Roni’yi göremiyorum. Yüreğimdeki bu ezikliği, dayanılamayacak derecede olan eksikliği, bilmem hangi bölünen-bölünmeyen vatan, al veya yeşilli, sarılı bayrak, olmadı istenen daha fazla haklar giderebilir. O fırtınayı kim dindirebilir. Cehennem ortamına kim huzur ve barışı getirip, diyarımızı cennet eyleyebilir. Günlerdir açık yeşil gözlerim Roni’nin çizik çizik kestane rengi gözleri ile buluşamadı, birbirimize tatlı tatlı bakamadık. Acaba durumu nasıl? Şu an ne yapıyor? O da beni bu kadar çok ve artık dayanamayacak kadar özledi mi? Odamın penceresinden sürekli Menzil Cami yanında evleri bulunan Roni’nin mahallesini gözlemliyorum. Şimdilik sakin gibi gözüküyor. El ele tutuşma gibi bir lüksümüz olmasa da, bir daha Cizre Caddesini boydan boya gözlerden ırak birlikte adımlayabilecek miyiz?
         Hiç ama hiç bir şeyi biçare kalakalıp, bilmiyorum, anlamıyorum. Kurbağa görünümlü askerlere ve şalvarlı gençlere için için kızıyorum. Bütün bu acıları çekmemize, aç-susuz kalmamıza, evlerimize günlerdir hapsedilmemize, kuytu bir yerde Roni’nin elini gizliden tutmaya, gözlerinin içine durmaya ve bütün bunlara engel olmalarına, kimin ne hakkı var. İnsanların öldürülmesi, kanlarının büyük bir acımasızlık ile oluk oluk akıtılmasına, çoluk çocuk, genç yaşlı ve kadın demeksizin yoksul insanları öldürme hakkını kimin için, ne için ve hangi kutsal görünen amaçlar için kendilerinde buluyorlar. Elbette hayatta hiç ama hiç bir olgu, bir damla insan kanından daha kıymetli olmamalı. İnsan olabilmenin gerekliliği; bir karıncanın tek bir ayağını dahi incitmemek ve bir ağacın dalını koparmamakken, yıllar yılı kardeşçe barış içinde yaşamanın yerine, karşı karşıya gelip, düşmanlık, kin ve nefretle can almak nice bir insanlıktır, şaşırıp kalıyorum.
         Roni’yi çok özledim. Saçları kıvrıla kıvrıla daha da uzadı mı acaba? Yer yer çıkan sakalı ve bıyıkları gürleşti mi acaba? Hala heyecanlandığı zaman gözlükleri buğulanıyor mu? İnce uzun parmaklı elleri titriyor mu? Küçük Prensi ve Dostoyevsky'nin İnsanciklar'ını bir kez daha hayranlıkla okudu mu? Bu çatışma ortamı en kısa zamanda bitmeli. Eskisi gibi tekrar Roni’nin güzel gözlerinde kaybolmalıyım. Bu coğrafyada dünyaya gelmeyi ben seçmedim. Tamamen benim istemim dışında gelişti. Bu diyarda doğmuş olmak suç olmamalı. Roni ile Cizre Caddesini, yüreklerimizde tatlı ürpertilerle adımlayabilmeliyiz. Buna ne kurbağa görünümlü askerler, ne de şalvarlı gençler engel olmalılar.
         Okuluma gidemiyorum. Babam dükkanını açamıyor. Evlerimiz yıkılıyor, bombalanıyor ve her gün yoksul insanlar toprağa al kanlarını akıtıyorlar. Bunun önüne geçilmeli. Daha fazla bu cehennem hayatı devam etmemeli. İnsanlar yerlerinden, yurtlarından oluyorlar. Açlık ve sefalet diz boyunun çoktan daha üstlerine tırmanıp, insanlığı ahtapot gibi sarıp sarmalıyor. Okullar, hastahaneler, evler, camiler yıkılıyor, insanlar ve hayvanlar ölüyor, taş taş üstünde kalmıyor. Boncuk boncuk dökülen göz yaşları dinmiyor. Anne ve babaların yürekleri parçalanıyor.
         Ben on yedi yaşında, açık yeşil gözlü, Roni’ye gönlünü kaptırmış olan, Şırnak’lı bakkal Hüseyin’in ve güzeller güzeli annem Asiye’nin yüreğinin yükü sevda olan kızı Serdıl. Ben insan görünümlülere, bütün bu gayri insaniliğe neden olanlara ve sus pus seyirci kalan Tanrıya küskünüm. Belki de buradan, kendi toprağımızdan göçüp gitmek zorunda kalacağız. Hayatım, arkadaşlıklarım, çocukluğum, cümlelerim, okulum, gamzeli gülüşüm, yüreğimin atışı, mutluluğum, karnımdaki kelebeklerin uçuşu yarım kaldı. Kardeşim Sidar’ın saklambaç oyunu yarım kaldı. Saklandığı evimizden bir daha çıkıp, arkadaşlarını sobe yapamadı.
         Sarı bukleli saçlarımı korkusuzca taramak, bahçeye çıkıp ters lalelere su vermek, bütün çiçekleri tek tek okşamak, aralarındaki yaban otlarını temizlemek istiyorum. Kimseler yerinden yurdundan olmasın. İnsanlar perişan. Artık kırık olmayan bir camın ardından doğayı, doğan güneşe gülümsemek, sokaktaki kedi ve kopekleri doyurmak, komşumuz Sultan Nene'nin alış verişini yapmak, tomurcuklanan ağaç dallarını, açmaya başlayan çiçekleri, renga renk kuşları, kelebeklerin kanat çırpmalarını, bir uğur böceğinin balkonumuzdaki açelyaya konuşunu, karıncaların askeri bir nizamla yüklü bir ganimete doğru yönelişlerini, ayın doğuşunu, güneşin batışını, sokakta huzurlu bir yaşamı, simitçileri, çığırışları ile seyyar satıcılarını ve insanların yüzünde gülücükleri gözlemlemek istiyorum. Güzellikleri hiç bir güç gasp edip, elimizden almamalı.  Kimseler bu güç ve haklılıkta olmamalı. Bu derin yara daha fazla deşilmeye gelemeyecek durumda. Aslında, sevginin kendisi hem vatan, hem de bayrak. Ve ben Roni’yi çok ama çok özledim. Kalbim hüzün dolu. Roni’yi çok seviyorum. Beni mazur görün lütfen, Şırnak’lı genç bir aşığım.



Amsterdam, 24 Mayıs 2016  

10 Mayıs 2016 Salı

KURTLU KIRMIZI ELMA



KURTLU KIRMIZI ELMA

         Cam kırıkları ile dopdolu, acılara gark olmuş olsa da, yüreklerimizi; pür telaş süt beyaz bir güvercin edası ile kanat çırpıp, pır pır ettiren, alıp verdiğimiz nefes değildir aslında. Kalplerimizdeki asıl depremleri oluşturan, kana kana yudumladığımız ve zelal bir pınar suyu misali doymak nedir bilmediğimiz, O bal gözlü sevgiliye duyduğumuz devasa büyüklükteki aşkın kendisidir. Ve yine tarifsiz hazdaki o güzelim aşktır ki, kalbimizi Anadolu’lu Karacaoğlan’ın sazının telleri gibi coşku ile titretenin de, sevdadan başkası olmadığıdır.
          Nasıl da ince, inim inim bir sızıdır aşk. Alıp götürür, pamuk öbekleri bulutlarda kanatlandırır, uzun uzadıya gezdirir. Sonrasında yumuşacık bir inişle tekrar ayaklarınızı toprağa değdirir. Bizden öncekiler “ateşten bir gömlek” olduğunu söylemişler. Aşkı iliklerine kadar yaşayan elbette böyle olduğunu görür ve kabullenir. O anı, kişiyi, bakışı, edayı, nazı veya buna önayak olacak bir hareketi karşılaştığın kişide görmeye gör, bütün bedenini bundan sonrasında yakıp, kavuracak olan, kendini elinden çekip alamayacağın söz konusu ateşten gömleği üzerine giydiğin an olur.
         Duydunuz mu? Minik, hem de minnacık bir serçe öttü. Yağmur sonrası yumuşak topraktan kıvrım kıvrım çıkan  solucanı kaptığı gibi yuvasındaki yavrularına koşturdu. Yuvada alabildiğine bir hengame, telaş. Cik cik de cik cik. Solucan da, serçe de birer canlı, onlar dünyaya ait ve dünya da onlara. Yalvarırım kulak vermeye devam edin, dillendirilmeye çalıştığı aşkı siz de dinliyor olacaksınız.
         Efil efil esen rüzgarın ardından, çisil çisil yağan yağmur çiçek tarlasındaki bütün gülleri boncuk boncuk ıslattı. Binlerce gül arasında boy veren deve dikeni de ıslandı, yağmur damlaları dikenlerde asılı kaldı. Aynı kaderi ertesi gün bıçkınlanan güllerle deve dikeni de yaşadı ve onların arasında kayboldu. İhale usulu ile tesadüfen satın alındığı güllerle birlikte deve dikenini de gören çiçek dükkanın sahibi Rıfkı, diken deyip atmak yerine, onda ayrıksı bir güzellik buldu. Deve dikenini kırmızı güllerin arasına karıştırıp bir buket yaptı. Çok geçmeden eşi Birgül Hanıma yirmi gül sunmak isteyen Erol Bey tezgahtaki deve dikenli buketi ilginç bulup, gülleri aldı. Erol Bey evinin kapısını tıklattı, karşısında yirmi gülü gören Birgül Hanımın çehresinde alabildiğine tatlılıkta bir gülümseme, hiç  gitmeyecek gibi gelip yerleşti. Birgül Hanım arasında deve dikenin saklı olduğu güllerle Erol Beye sarıldı. Kapı aralığında uzun uzadıya öpüştüler. Evlerine aşk gelip baş köşeye bağdaş kurdu. Güller arasında saklı deve dikeni dünyaya aitti ve dünya da O’na.
         Boğumlu bedeni ile tırtıl, bu isim altındaki kimliği ile zerdali ağacının kıvrımlı dalında son adımlarını atıyor. Maviş bir kelebeğe dönüşmesine ramak kaldı. Kanatlarının güzelliği evrene tarifsiz bir güzellik katacak. Doğa maviş kelebek ile dengesini bulduğu bütünlüğüne kavuşacak. Evren bir aşk daha çoğalacak. Kelebeğin kanatlarının maviliğinde denizi, gökyüzünü ve aşkı göreceksiniz. Pır pır edip, yaşayacağı topu topu iki ya da üç gün. Yeni yeşilimsi veya sarımtırak boğumlu tırtıllar kelebeklere dönüşecek. Korkumuz olmasın, aşk bütün güzelliği ile sürekliliğini devam ettirecek. Kelebek dünyaya ait ve dünya da O’na. Sevdanın ömrü kelebeğin ömrü kadar olmayacak, nöbeti başka kelebekler devir alacak. Evren yeni kelebek kanatları ile yeniden renklenecek.
         Minnacık bir kurtçuk direngen mücadelesinin sonunda Memo’nun bahçesinde karısı Sultan’ın dört gözle kızarmasını beklediği ve sonrasında dalından koparıp, gül desenli fistanının eteği ile silip, iştahla ısıracağı elmanın kabuğunu nihayet deldi. Derin bir nefes aldı, ardından aheste aheste elmanın kalbine doğru tekrar yol aldı. Al elmayı yuvası eyledi. Al elma hayli albenili, ateş kızıllığında aşkı çağrıştırıyor. Sultan “gayrık yeter” beklediğim deyip, bütün kızıllığı ile kopardı O’nu sımsıkı tutunduğu daldan. Elma Sultan’ın fistanın gülleri ile cebelleşmesinin ardından, bir parça halinde ve beraberindeki kurtçuk ile üst üste beyaz ve sert kemik benzeri cisimlerden darbeler aldı. Birlikte ezik, büzük, biçare yuvarlandılar Sultan’ın iç organlarından oluşan, bir bilinmeze kör ve ıslak bir karanlığa doğru. Elma tatlı, kırmızı ve belki de kurtçuk ile daha bir lezzetliydi. Kızıllığında aşk vardı. "Al elma, gönül alma." Kurtçuk dünyaya aitti ve dünya da O'na, ama bu kerteye kadar.
         Dışarıda hafiften çıkan rüzgar, çok geçmeden sökün edecek yağmurun habercisi. Bahçede bulunan zerdali, iğde, dut, kiraz, nar, elma ve erik ağaçlarındaki bütün yapraklar, defalarca hışırtılı bir gürültü dahilinde sallandı. Karanlık iyiden iyiye çöktü. Uyku vakti gelip, çattı. Aşk zamanıydı şimdi. Memo pembe boyalı yatak odasının lambasını söndürdü. Sultan çoktan kızıl elmayı sildiği güllü fistanını çıkarmış, soyunup ilk günün heyecanı ile yatakta kocasını bekliyordu. Yıllarca birbirlerinden uzak kalmışlar gibi, büyük bir özlemle sevişmeye başladılar. Loş karanlıkta, kuş tüyü yorganın altında, ikisi kıllı dört adet el şehvetle iki ayrı bedenin dört bir yanında hızla dolandı. Bir anda Memo’nun karanlığından, Sultan’ın karanlığına milyonlarca sperm ulaştı. Maratonu sadece farklı olmak gayesi ile bir buket çiçek alan spermcik kazandı. Yağmur damlaları hızla art arda cama vurmaya başladı. İki yorgun beden tatlı ürpertilerle sırt üstü yan yana düştü. Ve geçen günlerin ardından şampiyon spermcik, mis kokulu çiçek buketinin sunumundan sonra, Sultan’ın karanlığındaki yumurtalardan birine aşık olup, O'nunla sımsıkı kucaklaştı. Küçücük bir embriyo oluştu. Bu mucizevi oluşumda dillere destan bir aşk vardı.  Embriyo dünyaya aitti, dünya da O’na. Dokuz ay ve dokuz günlük zorunlu bir evrenin ardından, berrak bir su damlası güzelliğinde gök gözlü bir kızları oldu ve adını "Sevda" koydular.
         Bir kez daha yineleyecek olursak, sol göğsümüzün altındaki kızıl elmanın narin tellerini titreten, aldığımız nefes değil. Kalbinize konçertolar çaldıran sevgiliye duyduğumuz aşktır. Kalbimizde depremler oluyor. Ve karnımızda tırtıl olmayı geride bırakan maviş, pembiş, zümrüt ve yakut bi dolu kelebek uçuşuyor. Kurtçuklar elmaların içinde dolanıyor, tırtıllar yeni kelebeklere dönüşüyor, spermler nemli karanlılarda yol alıyorlar, dünya dönüyor ve aşk olanca tadı ile devam ediyor.



Amsterdam, 10 Mayıs 2016 

27 Nisan 2016 Çarşamba

MÜJDE! MEVTADAN MEKTUP VAR


MÜJDE! MEVTADAN MEKTUP VAR

         Sevgili Dünyalılar, dostlarım, arkadaşlarım, yoldaşlarım; sizlerden habersiz aylar geçti. Gelinen noktada daha fazla dayanamadım. Aylarca önce son bir defaya mahsus yazdığım mektuptan sonra, bunu risk alarak sürdürmemek kararı almıştım. Olmadı. Bu eylem için  bir kez daha masaya oturdum. Masamdaki pembeli ve maviş sümbüllerin insanı mest eden o muhteşem kokularını içime çekerek, ilk satırlarımı yazmaya koyuldum. Sıcak bir gün. Odama serçe ağırlıklı, bir ağızdan ötüşen kuşların cıvıltıları doluşuyor. Oldum olası kuş seslerine bayılırım. Kuşlar adeta bir senfoni orkestrası gibidirler. O nedenle arka fonda sevdiğim seslerle yazmak bana da iyi gelecek. Satırlarıma henüz yeni başlamışken ve kuşlardan da söz etmişken, dikkatimi çeken bir şey var. Bütün kuşları gördüğüm halde, şimdiye değin buralarda baykuşa hiç rastlamadım. Kimselerin de baykuştan konuştuğunu duymadım. Çoğu kişi baykuşu uğursuz görse de, elbette öyle değil. Tam tersine bu derin derin düşünen kuşun bilgeliğin timsali olduğudur. Aynı zamanda baykuşun kuşların bayı olduğu da söylenir. Sormayın, kendileri öylesine utangaçtır ki, insanlardan utandığı için, gündüzleri ortaya çıkmazlar. İnsanların hayli uzağında daha çok geceleri belirirler. Şu an kulağıma gelen sesler arasında da ne yazık ki baykuş sesi yok. Bu mahcubiyet de nereden icap ediyor, insanlardan utanacak ne var, doğrusu onu da anlamış değilim.
         Var olan bütün riskleri göz önüne alıp, kendimi bir yerde tehlikeye atarak sizlere ulaşmayı ve pek dişe dokunur haberler olmasa da bunları kurgulayıp, iletmeyi çok istedim. Bunu yapmaya çalışmak beni bir hayli mutlu ediyor. Umarım sizler de bu mektupta dilim döndüğünce aktarma uğraşısı içine girdiğim, pek fazla detayın bilinmediği bu aleme ait ilettiklerimi okuduğunuzda, memnun kalırsınız. İletişimimizin olmadığı geçen bu süre zarfında elimi usulca, hayli bolca olduğu kanaatinde olduğum vicdanıma koyunca, gördüm ki, sizleri bu Araf diyarından bihaber bırakmaya yüreğim el vermeyecek. Çünkü aklım da, fikrim de tamamı ile oralarda kaldı. Zira sizlerin de bulunduğumuz bu mekanda neler olup, bittiğini çok merak ettiğinizi biliyorum. İnsanlık ardında bıraktığı tarihi boyunca, dönüşü olmayan bu gidilen muğlak yerden binlerce yıldır pek sağlıklı haberler alamıyor. Lafı, daha doğrusu satırlarımı daha fazla dolandırmaya gerek duymadan, Araf diyarından sizlere bir kez daha yazmaya çalışıyorum.
         Yaşantımız bir hengameden ibaret, kelimenin tam anlamı ile darmaduman bir durum. Kısacası tutulacak hiç bir tarafı yok. Belirsizlik yaşamımızı acımasızca törpüleyip duruyor. Dünyada toprak altından başlayan uzun ince bir yolu takip eden seyahatin akabinde, göç ettirilmek zorunda kalan büyük insanlık, burada bir arada yaşıyor. Bu aslında bir zenginlik. Yani ülkeler, sınırlar ve her türlü bölünme oldukça uzağımızda. Bütün ırklar ve milletler, Kürt, Türk, Laz, Ermeni, İngiliz, Fransız, Çin veya Japon demeden bir arada iç içe yaşıyor. Dikkatimi en çok çeken de Kızılderililer. Reis Oturan Boğa burada da kendisine uygun bir yer edinmiş. Oturduğu yerde kımıldamadan bir buda heykeli gibi duruyor. Ama sürekli etrafına direktifler vermeyi de ihmal etmiyor. Milli giysilerini giymeye devam ederken, kafasının etrafına taktığı tüylerde de renklilik var. Kafasında adeta bir gökkuşağı taşıyor. Barış çubuğunu sürekli tüttürse de, bu dünyadan edindiği alışkanlıktan dolayı olsa gerek. Barış bütün alanlarda sağlanmış durumda. Dünyanın bu konuda örnek alacağı çok örnek var. Hiç kimsenin bir başkasının tavuğuna kış diyecek bir durumu yok. Böylesi bir ortam yok. Daha önce gönderdiğim mektuplarımdan birinde de yazdığım gibi, daha önce var olan içki hakkımızı iki kadehten üç kadehe yükseltmek, en çok da Oturan Boğa’nın işine yaramış gibi. Dünyada iken böyle bir alışkanlığı var mı idi, bilemiyorum. Mücadelemiz sonucu edindiğimiz bu haktan sonra, bu Kızılderili lideri üç kadehlik hakkı olan şarabı oturduğu yerde aheste aheste demlenip, bütün güne yayıyor ve ertesi günü aynı keyfin tekrarı için, zamanı kolluyor.
         Anlatımlarımdan amaç, elbette sizlere burayı cazip hale getirmek değil. Ama şu da var ki bütün insanlığın tek tek dönüp dolaşacağı ve de kaçınılmaz geleceği son nokta burası. Biz burayı kaba tabirle kürkçü dükkanı olarak adlandırmayalım. Bulunduğumuz bu yerin bir özelliği de para diye bir metanın olmaması. İstediğinizi, yemeden içmeye, evinizin mobilyasına kadar akla gelebilecek her türlü ihtiyacınızı istediğiniz kadar, belirli merkezlerden edinebiliyorsunuz, hem de hiç bir karşılık ödemenize gerek kalmadan. Her şeyi alıp evinize yığma ihtiyacını zaten duymuyorsunuz.
         Olur ya, ansızın kafanıza eser de haydi deyip, sokakları turlamak istediğinizde, yanınızdan yörenizden geçen pek çok tanınmış, insanlığa oldukça büyük katkıları olmuş değerleri görebilirsiniz. Elbette hepsinin peşinden koşup bir fotoğrafını imzalatamazsınız. Böylesi istekler Dünyada kaldı. Ünlü ünsüz her insanın kendince mütevazi bir yaşantısı var. Her ülkeden ve milletten milyonlarca insan. Bir bakıyorsunuz ki, kocaman göbeği ile sallana sallana yürürken sakallarını sıvazlayan Marks karşı taraftan geliyor. Diğer taraftan karşıdan büyük bir gülümseme ile uzun adımlar atan Pir Sultan Abdal’ın bir kolunu sevgi ile Köroğlu’nun omuzuna attığını görebilirsiniz. Ayvaz oğlan hala öyle cılız, fazla büyümemiş, Köroğlu’nun etrafında dolanıp duruyor. Diğer bir köşede Einstein’ın gölgelik bir köşede sandalyesini çekip, oturduğunu, şarabını yudumlarken, derin derin düşünmesini yeni keşiflere yorabilirsiniz. Neruda, Nazım, Ahmet Arif, Kemal Tahir, Cigerxun, Ömer Hayyam, Yaşar Kemal, Orhan Veli, Orhan Kemal, Marquez, Balzac, John Steinbeck, Victor Hugo, Puşkin, Dostoyevsky, Tolstoy Gorki, Brecht ve daha pek çok bilinen şair ve yazarı çoğu zaman bir kamelyada oturmuş hararetli bir şekilde tartıştıklarını, fikir teatisinde bulunduklarını de gözlemleyebilirsiniz. Görünen o ki, bir arada bulunmaktan oldukça memnunlar.
         Daha önceki mektuplarımda sizden Azeri yazar arkadaşım Samet Behrengi’den bahsetmiştim. Bu arada O da bütün dünyalılara selam, sevgi ve de saygılarını iletiyor. Kapı komşum olduğu ve kendisi ile çok iyi anlaştığımız için günün çoğu zamanında birlikteyiz, Samet işleri geliştirdi. Laf aramızda artık rakı üretimini evde yapıyor. Komşuda pişince, elbette bana da yeteri kadar düşüyor. O nedenle, burada getirilen günlük üç kadeh kısıtlaması bizim için geçerli değil. Samet bunu uzun zamandır büyük bir gizlilikle ve başarı ile sürdürüyor. Böyle giderse bize Araf’ta ölüm yok.
         Hemşehrim Neşet Ertaş’a takılmaya devam ediyorum. Çok derin bir dostluğumuz var. Lakin yüreği öylesine kırgın ki. İnsan O’nun kırgınlığını gözlemleyince, ne denli haklı olduğunu anlıyor ve kendisini dinledikçe yüreğim büyük bir sıkıntıya gark oluyor. Hayatta iken kendisinin çok horlandığını tekrar tekrar yineliyor. Hatta hor görenlere biraz insan olmalarını, onları zor durumda bırakmamak adına söylemediğini de kulağıma usulca fısıldıyor. İcra ettiği sanatının pek çok kişinin yanında pek de bir kıymeti harbiyesinin olmadığını söylüyor. Ölümünün ardından kendisinin de tıpkı Hollanda’lı ressam Van Gogh misali iş işten geçtikten sonra anlaşılır ve sanatının takdir edilir hale geldiğini, bu diyara gelen yeni misafirlerle olan sohbetlerinde öğreniyor. Biraz olsun rahatlasa da içindeki sızı yüreğini dağlayıp,  dinmiyor.
         Neşet ile vakit buldukça babası Muharrem Amcayı ziyarete gidiyoruz. Büyük ozan. Her ne zaman gitsek, biz davetsiz misafirleri bütün yüzüne yayılan, adeta gözlerinden fışkıran büyük bir gülümseme ile karşılıyor. Eğer üzerinde hala çizgili pijamaları varsa, mahcup bir eda ile bizden onlarca defa özür dileyip, çarçabuk oturma odasının yanındaki yatak odasından takım elbiselerini bir çırpıda giyip, geliyor. Misafiri oğlu da olsa büyük bir saygı ile hareket ediyor. Derken Neşet ile karşılıklı sazlarını konuşturup, baba-oğul atışıyorlar ve ne zaman ki, Muharrem Amca “aydost” diye sanki yüreğinin on binlerce kilometre derinliğinden inleyerek giriş yapınca, o an bu Araf diyarının altı üstüne geliyor. Her ziyaretimizde çok geçmeden, Hacı Taşan, Çekiç Ali, Kazancı Bedih, Ali Ekber Çiçek de misafir olup, sazlarının tellerine dokunuyorlar. Nar kırmızısı çaylar, kekler ve börekler misafirlere ikram ediliyor. Doğrusu bu büyük ozanlarımızı dinlerken benliğimi alabildiğine yitiriyorum. İnsan yüreğinin bu denli coşkulu olmasına şaşmadan edemiyorum.
         Aşık Veysel’i burada da ince uzun yollarda yürürken görebilirsiniz. Gözleri görüyor artık. Neşet ile Muharrem Amca’ya giderken Aşık Veysel’e de uğradık. Bizi sıcak bir sevecenlikle içeri buyur etti, lakin acelemiz olduğu için, başka bir sefere deyip, ayak üstü bir kaç dakika sohbet ettik. Gayet iyi gözüküyordu. Sadık yari kara toprak yalnızca onu değil bizleri de koynuna alıp, bu yabancısı olduğumuz, alışmakta hayli zorlandığımız diyarlara getirmişti. Sohbette ozan sanki gözlerinin açılmasından şikayetçi gibi idi. Kafasındaki Anadolu yapımını andıran sekiz köşeli şapkasını zarif hareketlerle art arda bir kaç kez düzeltip, Küçük Prens misali görmenin aslında yürek ile yapılması gerektiğini söyleyince, biz de Aşık Veysel’in ayak üstü verdiği derin mesajı almış olduk.
         Dünyadan daha yeni göç ettirilmek zorunda bırakılıp, buralara gelenler, sizin diyarda gidişatın pek de iyi olmadığını söylüyorlar. Savaşlar, terör ve özellikle o iğrenç sakallı huri taliplilerinin estirdikleri gayri insani şiddet bizleri burada oldukça üzüyor. Ne yalan söyleyeyim ben bugüne kadar huri adına birilerini hiç görmedim. İnsanlığın barıştan ve kardeşlikten her geçen gün daha fazla adımlarla uzaklaşması anlaşılır gibi değil. Açlık, adaletsizlik ve insanlar arasındaki dağılımın insan dimağını sarsacak kadar büyük farklılıklar göstermesi çok acı. Oralarda bu olumsuzluklar daha ne kadar diz boyunu aşmaya devam edecek, bizleri de kaygılandırıyor. Bütün sevdiklerimiz, dostlarımız, insanlık, yani sizler o topraklarda yaşıyorsunuz. Bizleri bir tarafa bırakın, misafirliğinizde mutlu olun istiyoruz. Bu yüreğimizin en büyük arzusu. Umarım en kısa zamanda bütün bu konularda radikal adımlar atılır. İnsanlık kendisine yakışır bir yaşantı içine girer.
         Artık fani olduğuna bütün kalbimizle inandığımız dünyada biz insanlara biçilen yaşam süresi, bir kelebeğin ömründen farksızdı. Hayatımızdan tek bir sayfayı dahi koparıp atmak mümkün değil iken, beni günün birinde hiç beklemediğim bir anda der dest edip, yaşama dair bütün defterimi bir çöp gibi ateşe attılar. Çok uzun ve edebi olmasalar da, yüreğimizin derinliklerinden sökün edip gelen cümlelerimiz boynu bükük, biçare ve yarım kala kaldı. Köklerimizi kesip, sevdiklerimizden, yoldaşlarımızdan, ailemizden, yarimizden, yarenimizden, çoluk ve de çocuğumuzdan kopardılar bizi. O diyara davetsiz getirildik ve bize sorulmadan da, kimimiz ömrümüzün baharında, kimimiz de en güzel yıllarımızı sürdürdüğümüz bir zaman diliminde bir ağaç dalı gibi bıçkılanıp, koparıldık. Bize istemimiz dışında zorunlu olarak ardımızda bıraktırılan, şimdilerde sizin ise belli bir süre daha kalacağınız dünyada bulunduğunuz bütün süre boyunca, hayatın tuşuna dilediğiniz gibi dokunmanız, es geçmemeniz dileği ile esen kalın. Mektuplarınızı, güvenilir kişilere verip, aşağıdaki adresime yollamanızı rica ediyorum. Zahmet edip yazarsanız, beni çok mutlu edersiniz.

Saygılarımla…

Rahmetli Mevtaoğlu
Araf Mahallesi Sırat Köprüsü Bulvarı
Kazancılar Sokak No: 2  Katran Sitesi
                   Arafgrad/ Mevtanistan
***********************************************************************

Amsterdam, 27 Nisan 2016 

16 Nisan 2016 Cumartesi

TOPAÇ






TOPAÇ

Yazılmadık ne kaldı? Gecenin kırkının kırkında, kafasının derinliklerinde bir topaç misali dönüp duran soru idi bu. Kaygan zeminde şaşılası bir hızla dönmeye devam eden topaca, Baran oğlan bir yandan akan burnunu çekerken, bir yandan da kamçısını ustaca, olanca gücü ile vurdu. Topaç biteviye kavisler çizip etrafına bir renk yelpazesi saçarak döndü. Yatağına yatmak üzere uzanan adam çitten binlerce koyunu kazasız belasız atlattığı halde, uyku göz kapaklarının altından süzülüp, bütün istemine ve uğraşılarına rağmen giremiyordu. Hızla topaca değen kamçının sesini, yattığı yerden O da duyar gibi oluyordu. Kafasının içinde O’nu yiyip bitiren soru da aynen Baran oğlan’ın tokacı gibi hızla dönüyordu. Bir kez daha kendi kendisine sordu. “Yazılmadık ne kaldı?” Yaşam enine boyuna incelenmeden kaleme alınmıyor. Düşünceler kağıda döküldüğü andan itibaren kalıcı hale gelip, o andan itibaren değer kazandığına göre, ne yapıp yapıp yazmak gerekiyordu Eteğindeki bütün taşları döküp dökmediğini aklından geçirdi. Bu kadar az mı taşı vardı? Belki de bunlar taş bile sayılmazdı. Yok canım, o kadar da değildi. Taş olmasalar dahi, herhalde kum taneleri de sayılmazlar, diye düşünmekten kendisini gayri ihtiyari alıkoyamadı.
Uykusu elinden kanat çırpan bir kuş misali kaçıp, uzaklaştı. Karanlıkta tatlı bir horultu ile mışıl mışıl uyuyan karısını dinledi, bir müddet. Ne güzel, anında uyku moduna geçiş için, kendisinde bulunmayan bir düğmesi vardı, galiba. Oda karanlık olmasa, bir de tavanda direkler olsa idi, en azından direklere bakar, onları sayar veya üzerindeki budak izlerinden kendince şekiller çıkarırdı. Topaç dönüyor mu hala? Evet… Evet dönüyor. Hem de bütün hızıyla. Kamçı sesi ne ise de, ya Baran’ın burnunu çekişi dayanılır gibi değildi.
Her şey yazılmış olamazdı. Kıyıda köşede gizlenmiş olan temalar mutlaka vardı. Yazmak için bir konu bulmak üzere, kafasında bildiği bütün zulalara baktı. Hatta yattığı yerden evdeki bütün çekmeceleri karıştırdı. Olmadı. Anında memleketine ışınlandı. Anadolu’yu ışık hızı ile bir baştan bir başa dolaştı. Mevsimlerden bahardı. Çiğdemler, papatyalar, nergisler ve gelincikler topladı. Kengerlerden sakız yaptı. Tavşanların peşinden koştu. Kurtlara ve tilkilere kocaman gülümsedi. Yüreğinin yağını yakan dost ziyaretlerinde bulundu, Halil İbrahim sofralarına oturdu, buğulu rakı kadehini tokuşturduklarının dertlerini dinledi, acılarını ve mutluluklarını paylaştı, sımsıkı kucaklaştı, tokalaştı, acı kahveler içti. Ama ne Baran oğlanın topacı dönmemezlik etmeyip durdu, ne de kafasında beynini kemiren soru.Dünya tatlısı karısı horlamaya devam ediyordu. Yazılmadık ne kaldı?
Dünyada milyonlarca insan elinde kalem, yüzlerce dilde, yüreklere hitap eden en güzel kelimeleri büyük ustalıkla bir araya getirip, Baran oğlanların topaçlarının dönmesine hem de hiç aldırmadan, yazma yolu ile kafalarındaki soruyu kovalayıp, üzerlerindeki ağırlığı bir tarafa atıyorlar. Çok uzun zaman biriminin akabinde, üzerlerindeki yükü atabilmelerinin oldukça değerli getirisi olan ürünlerini gururla imzalayıp, sevgi ve saygıları eşliğinde, sırada kuyruk oluşturan okuyucularına tatlı bir gülümseme ile uzatıyorlar.
Bugüne değin o kadar çok şey yazıldı ki. Her eli kalem tutan kendince; “acaba yazılmadık ne kaldı” sorusuna bir yanıt bulup, yazma eylemine koyuldu. Aşkın, sevdanın bin bir türü, ak güvercinler, zeytin dalları, barış, kardeşlik, doğanın her hali, çayır çimen, karıncalar, sararıp solan yaprağın dalından düşüşü, dağ, taş, annelerin gözyaşı, sıla özlemi, halkları için yola çıkanların şanlı direnişleri, yarin nazı, işvesi, cilvesi, gamzesinin güzelliği, saçlarının lülesi-buklesi, baharın gelişi, lapa lapa yağan kar, çağlayan dereler, arıların vızıltısı, kanat çırpan kelebekler, börtü böcek. Atına atlayarak, uzun ipek yelesine yapışıp, kendince bir adalet sağlamak isteği ile sarp dağlara vuran eşkıyanın destanı, “İnce Memed” olup yazıldı. Hiroşima’da ölen, ama çocuklar şeker yiyebilsin ve öldürülmesin diye, kapıları birer birer çalıp imza toplayan Japon kız çocuğu, görüşmecinin; demir parmaklıklar ardında yarinin hasretinden prangalar eskiten, Kürt diyarından, “uyy havar” diye bağıran ve dağlardan sesinin en yüksek tonu ile şehirlere seslenen, sigarası karanfil kokan adama götürdüğü yeşil soğan, Fransız ellerinde güzelliklerinin anlatımı mümkün olmayan Elsa’nın gözleri insanı mest edecek şekilde yazıldı. Bu yazılanlardır ki, Küçük Prens görmenin gözle olmadığını, bunun bir yürek işi olduğunu gösterip, büyük bir yanılgıdan bizleri kurtardı. Böylelikle bir gerçek daha gün ışığına çıktı.
Ne güzel insanın çalakalem, dizginsiz, bir çırpıda yüreğinden geçenleri önce imbiklere biriktirip, sonrasında yazın yolu ile unutulmayacak-kalıcı hale getirmesi. Bir atasözünde bu aynen şöyle vurgulanır. “Alim unutmuş, kalem unutmamış.”
Baran oğlanın kırbacının sesini uzandığı yerde duyan ve kendince, mavi gözlü dev şairin de dediği gibi; “bizim tarafta olmaya ve yeni bir alemden yana olmaya çalışan” adamın kafasında aynı soru durmaksızın dönüyordu. Büyük bir girdabın içinde buluyordu kendisini. Bir şeyler mutlaka vardır. Kalemin ucu kör kalmamalı, açılıp yürekten damıtılanları ak kağıt üzerine kıvrak bir raksla aktarmalı, tabi kafamız elimizin ne yazacağına hükmederse. Yazılmadık ne kaldı? Bundan sonrasında yazılmak üzere kalan  salt güzellik olsun. Kalemlerin mürekkebi daim olsun.

Amsterdam, 16 Nisan 2016

22 Mart 2016 Salı

BOZKIRIN KIRGINLIĞI


                                                                                                                   Resim: Hatip Konukçu




BOZKIRIN KIRGINLIĞI

Aşk ile üflenen renkli billur camların kırılganlığında, alabildiğine hassas, tarihi dokusu hayli zengin, kalplerde yaşayan şairin de kıyasladığı gibi “Havva Ana’nın daha dünkü çocuk sayıldığı” Anadolu topraklarının yaşlı yüreğinden bi yol söz etmeye görün,  akıllara ilk gelen, bozkır olur. Öyle ki uçsuz-bucaksız, bir o kadar da yorucu, tekdüze git git bitmezdir o. Art arda düzlük, dere ve tepedir. Gözlerinizi kırpıştırıp, olmadı, asker selamına durur gibi elinizi kaşınız hizasında siper edip, gerekli gölgeliği edinmenizle birlikte ve ardından daha da kolay görmenin getirisi ile bir de derinlemesine bakmayı denediğinizde, gözlerinizi önüne serilen alabildiğine tarım alanları, bir tutam buraya, bir tutam oraya, bir diğeri şuraya, öbekler halinde ev ev serpiştirilmiş köyler ve kasabalardır İç Anadolu’da bozkır. Nuh`a buralardan da salıncaklar, hamaklar ve beşikler verilmiştir ve bilinen o ki; bozkırda da fukaralıktan bir hayli utanılır, hem de ele güne karşı çırıl çıplak.
Pek çok il, ilçe ve köy iri veya ufak olmalarına hiç bakmaksızın bir halaya tutuşmuş gibidir.Ritmi yüksek muhteşem görünümlü halayın başında sırası gelmişse, adil bir şekilde kimi zaman Ankara, kimi zaman Sivas veya Konya’dır. Olmadı, Çankırı, Yozgat, Bala, Polatlı, Tepeköy, Küçük Camili, Haymana’nın Bumsuz Köyü veya Kaman ilçesinin Hirfanlı Köyü’dür ışıltılı al mendili şevkle sallayan.
Bir de upuzun, safir taşları ile bezeli maviş maviş göz kamaştırarak ışıldayan, Kızılırmak adlı bir gerdanlığı vardır bozkırın. Büyük bir coşku ile akan mavi sularında bol kılçıklı sazan ve kefal cinsi balıkların dans ettiği, bozkırın uzaklara olan özlemini giderebilmesi için kavalyesi İç Anadolu’yu koluna taktığı gibi Karadeniz ile buluşturur bu ırmak. Baharın gelmesi ile birlikte, bütün düzlüklerde ve yükseltilerde gökkuşağının olanca renklerinde binlerce çeşit kır çiçeği, renk yelpazesi güneşle buluşup, yeryüzünü her defasında kalbinin atışları ile büyük bir heyecan duyan allı pullu bir geline dönüştürür. Kır çiçeklerinden burcu burcu yayılan mis amber kokuları ciğerlerinin derinliklerine çeken her canlı o an mest olur ve başı döner. Ateş böcekleri raks edip çıkardıkları kıvılcımlar ile ışıklar saçarken, cır cır böcekleri bestekarlarının kaleme aldığı bütün eserleri, kimi zaman koro halinde, kimi zaman da sololar halinde, büyük bir titizlikle notalarını okuyup, muhteşem konserlerini icra ederler. Bin bir renkli tüyleri ile keklikler bir kuytudan diğer birine kendilerine has ötüşleri ve paytak yürüyüşleri ile ilerlerler.
Bozkırın sürgün Kürdü olarak, komşu bir Türk köyünden yaşlıca bir amca ile tesadüfen bir yerlerde karşılaştığınızda size sorduğu ilk soru;
“Yeğenim, demek Camili köyündensin. Sizin orada bizim Şiho vardı. Ayşık’ın Şiho diyorlardı. Nasıl hayatta mı kendisi. Çok iyi bir insandı doğrusu. Arkadaşımdı kendisi. Sizin oradan bizim köye gelin de aldık. Dur bakalım yeğenim, neydi adı. Ha… Hatırladım. Hasko’nun Ruffo diyorlardı babasına. Ama aslan gibi çalışkan, evini çekip çeviren, saygıda kusur etmeyen, ailesi ve geçimi için dişi-tırnağı ile mücadele eden bir gelin. Sonra defineci Hinto vardı. O da sizin oralı mı idi? Türkçesi çok kıttı. Ama misafirperver ve çok da saf bir insandı. Evinin önünde yer altından çıkardığı, iri bir adamın dahi içine girip saklanacağı büyüklükte bir küp vardı. Bir keresinde evine yolumuz düşmüştü, Tanrı misafiri olduk. Sağ olsun bizi yere göğe konduramamıştı. Demek sen de Malı Bevlerdensin. Babanın adı ne idi acaba, belkim tanırım kendisini. Ayşık’ın Şiho’yu görürsen çok selamımı söyle. Kaman’a yolu düşerse buyursun gelsin acı bir kahvemizi içsin. Yeğenim seni de beklerim. Manifaturacı Talip diye sorarsan herkes tanır beni.”
Bozkırın dört bir yanında korku içinde zıplayan benekli tavşanların, belki yiyecek bir tek havuçları yoktur, ama her ihtimalde mutludurlar. Tilkiler her zamanki sinsilikleri ile tavuk kümeslerine durmadan dadanırlar. Gecenin zifiri karanlığında Hüsso’nun kıllı kolları, çifte benli şişko karısı dayı kızı Fato’nun beline dizginlenemeyen bir şehvetle sıkıca dolanırken, tavuk ve horozların can havli ile çığlıkları yayılır köyün sessiz derinliklerine. Hüsso apansız kollarını isteksizce geri çeker, ne oluyor diye bir an için sırt üstü uzanır. Gelen seslere kulak kabartır. Loş karanlıkta hızla alıp verdiği nefesini kontrol altına almaya çalışarak yan gözlerle göğsü inip kalkan eşi Fato’ya bakar. Fato hışımla yatağında doğrulur.
“Lo sen ne duruyorsun? Git bir bak hele yine o uğursuz tilki mi geldi, ne oldu?” deyip, hevesi kursağında kalan Hüsso’yu paralar. Hüsso aklında “Aman be tilki, zamanı mıydı şimdi. Bir on dakika sonra gelseydin ne olurdu sanki” deyip, sitemini yüreğinin atışları dahilinde sessizce dile getirir. Aşk kokusunun dört bir yanına iyice sindiği odada, telaşla giydiği pantolonunun kemerinin metal tokasından ve cebindeki bozuk paraların şıngırtıları yayılır. Devasa genişlikteki bozkırda, o an hayat bulan sevişmelerden biri gün ağarırken, mutlu son ile bitmez. Film kopar ve yarım kalır.
Kürtler müziklerini büyük bir gizlilik içinde sindire sindire dinlerler. Türkçeyi mümkün olduğu kadar kusursuz öğrenmeye çalışsalar da, dillerinin bir yerlerine söküp atamadıkları aksan, bir kene gibi yapışıp, kalır. Söküp atamazlar. Radyolarında ve televizyonlarında büyük bir zevkle dinledikleri, bozkırın ölümsüz ozanı Neşet Ertaş’ın türküleri, bozlaklar yayılır. Türkülerde “yar tatlı dilli, güler yüzlüdür. Mezar arasında harman olmaz. Mühür gözlü sakınılır, kıskanılır. Zahide’ye kurban olunduğu halde, O sevdiğinin belini kırar,” acımasızdır. Ozan “aydos” diye yeri göğü inletir. Hacı Taşan, Ali Ekber Çiçek, Çekiç Ali, Muharrem Ertaş, Aşık Veysel ve diğer değerler zenginleştirir bu bozkır diyarı.
Türk ve Kürt köyleri yüzlerce yıldır, yan yana, komşu ve kardeştirler. Bozkır sabahlarında Kürt köylerinde de radyo ve televizyonlarda Yurttan Sesler korosu coşkulu türküler dillendirir. Kürt Hüsso kendisini kaptırır, mırıldanmadan edemez. Muazzez Turing, Özay Gönlüm ve Bedia Akartürk aynı güzellikte kabul görür. Bu köylerde de yare gitmek için “ibibiklerin ötmesi, sütlerin kaymak tutması” beklenir. Birbirine sınır oluşturan aynı toprakların mahsulü buğdaydan yufka ekmeklerini yaparlar. Zaman gelir aynı bulgura kaşık sallanır, birbirlerine sundukları nar kırmızısı çaylar aynı tarzda üflenerek yudumlanır. Teneffüs edilen hava farklı değildir. Türk veya Kürt demeden aşık olunur, yaşanan onca aşk ve sevdanın akabinde, binlerce evlilik yapılır, mutlu yuvalar kurulur. Yakın akraba olunmanın ardından, yüz binlerce çocuk doğdu, doğuyor. Samanyolu, kuyruklu ve diğer sonsuz sayıdaki yıldızlar aynı semalarını ıpışıl aydınlatıp, süsler. Lakin gelinen noktada Hüsso yine de biraz kırgın gibidir. Bi yol olsun Aram Tigran, Ayşe Şan, Mehmet Arif Cizrawi veya Şıvan Perver’in Kürtçe müziklerinin tek bir sözcüğü yükselmez, kardeşleri olduğunu söyledikleri, yüzlerce yıldır bir arada yaşadıkları Türk köylerindeki insanların dudaklarının arasından, radyo ve televizyonlarından. Tek kelime Kürtçe  kelime öğrenilmez. Bu dilde “sevgi, aşk ve barış” sözcüğü nasıl söylenir diye hiç merak edilmez. Hiç kimse bu yasaklı adeta lanetli bir hal alan dilde, pır pır atan yüreğinin sesine kulak verip, “Seni seviyorum” diyemez. Arkadaşım, kardeşim, komşum dediği insanların isimlerini dahi telaffuzda hayli zorlanırlar. Devlete olan malum küskünlükleri bir tarafa, bir yanları sönük, kırgın, eksik ve duygulu yürekleri hep buruktur hor görülen bu insanların. Bir anlam veremezler, onurları hoyratça kırılır, boyunları bükülür her birinin. Kuyruklarının olup olmadığı her an gündemdedir. Bu konu bir türlü açıklığa kavuşturulmamıştır. Komşuları Türk köylerinin kafasının içinde dönüp dolaşan, varlığını her daim koruyan bir sorudur bu durum.
Kaplumbağalar sırtlarında görünmez ağır bir yükü alıp, başka bir istikamete doğru aheste aheste taşır gibidirler. Tarla fareleri deliklerinden çıkıp, dim dik sağa ve sola selam dururlar. Kirpiler sivri iğnelerini sevdiceğine batırmadan, incitmeden ve özenle sakınarak sevişirler. Her kuş kendi dilinde özgürce ötüşür. Uğur böcekleri, bal arıları ve tırtıl olmayı bir tarafa bırakan kelebekler ihtişamlı albenileri ile çiçek çiçek dolanıp, nazla kanat çırparlar. Kurtlar sürüler halinde avlarının peşinde dolanıp, çarşaf beyazı karlarda yürüyüp izlerini belli ederler. Yaz mevsiminde, hasat öncesi buğday, çavdar ve arpa başakları sahibinin yanık yüzünü gülümseterek, nazlı nazlı sallanırlar. Gelincikler çıkacak olan en hafif bir rüzgardan korku ile sakınıp, kuytularda toprağa kök salarak saklanırlar. Papatyalar boy boy sarı ve beyaz renklerinin kombinasyonunu en güzel bu geniş topraklarda sergilerler. Yöre papatyaları ile bakılan bütün fallar, her defasında “seviyor” ile sonlanır. Kışlar sert ayazlı, kuru soğuk, yazlar oldukça sıcaktır, safir gerdanlıklı uçsuz-bucaksız bozkırda.


Amsterdam, 22 Mart 2016

KORKU

      KORKU   “Elimde değil Olric! Ne efendimiz? Elleri Olric elleri…”   Oğuz Atay - Tutunamayanlar   Fırtınalı bir denizin da...