20 Temmuz 2016 Çarşamba

POKEMON



POKEMON

         İnsanlık hali, olur ya, içinize apansız doğan tuhaf merakınıza isteminiz dışında yenik düştünüz diyelim. Ucunu da yeni sivrilttiğiniz kara kaleminizi elinize aldınız ve oldu olacak bir Hollanda haritası da ben çizeyim dediniz. Bir de bakacaksiniz ki, çok geçmeden kar beyazı kağıdın yüzeyinde, çizim becerinizin ürünü ve zıplamak üzere olan bön bakışlı garip bir kurbağa görünümünü andıran bir şeklin belirdiğini görürsünüz. Bu insana ha zıpladı-ha zıplayacak intibasını veren kurbağanın ayakları kısmında veya haritanın tamamen güneyinde, bir yanında Belçika ve diğer yanında Almanya ile kol kola girmiş halde konum bulan, Hollanda’nın önemli şehirlerinden biri, kriterleri ile de dünyada ünlenen Maastricht şehrine idi, bu kez yolculuğumuz.
         Maastricht şehri adını 2000 yıl kadar önce, iki yakasına kurulduğu Maas nehrinden alıyor. Günümüzde bir eğitim ve kültür şehri. Bakıldığında kent adeta Almanya ile Belçika’nın omuzları arasında, insan yüreğini burkacak şekilde sıkışmış gibidir. Meydanları, kafeleri, flemenkçenin yumuşak Limburg aksanını da benliğine katıp, zarif makyajı ile birlikte telli duvağını takıp takıştırmış, kurbağanın bütününden ayrıcalık gösteren, özgün, oldukça şirin, aydınlığa uzanan Maas nehri üzerindeki birbirinden güzel köprüler ile adeta bir masal şehri.
         Şehrin görülmesi gereken dört bir yanını kolaçan edip, gezdikten sonra biraz dinlenmek gayesi ile gezimize ara verdik. Hava sıcak olduğu için kafenin terası balık istifi doluydu. Kafenin konumu ve Maas nehri kıyısına olan terası ile manzarası çok hoş olduğundan, biraz beklersek masalardan birinin boşalacağı umudunu taşıyarak, sabırsızlık ile beklemeye koyulduk. Belçika, Almanya ve Avrupa’nın diğer ülkelerinden oldukça yoğun bir turist akını olduğu için pek çok farklı dil birbirine karışıyor. Bu arada Mastricht’in şık, bakımlı ve güzel bayanları da göz kamaştırıyorlar.
         Şansımız varmış. Çok geçmeden masalardan biri boşaldı ve anında kimsenin oturmaması için tez elden yerimizi aldık. Siparişimizi henüz vermiştik ki, karşıdan iki yaşlı ama, bakımlı ve yoğun aksesuarlı iki ninenin tıngır mıngır bize doğru geldiğini gördük. Yanımızdaki iki boş sandalyeye göz koymuşlardı. Boş sandalyeleri gösterip, masayı birlikte paylaşmamıza izin olup, olmadığını yumuşak Belçika flemenkçesi ile sordular. Biz de herhangi bir sakınca olmadığını, başımızı hafifçe “evet” mahiyetinde eğince, iki şık nine yanı başımıza usulca konuşlandılar.
         Nineler meraklı gözler ile alttan alta bize bakıp, kim olduğumuzu, nereden geldiğimizi anlamaya çalışırlarken, doğrusu bizim merakımız da hatırı sayılır bir yoğunluktaydı. Ama biz biraz daha şanslı durumdayız. Onların konuşmalarından nereden geldiklerini hemen anladık. Kısa bir süre sonra daha yaşlı olan; boynuna, kollarına, parmaklarına, kulaklarına ve takılabilecek her yerini pahalı olduklarını düşündüğüm takılar ile bezemiş, kokoş görünümlü olanı söze girdi.
“Afedersiniz, çok merak ettik, siz nereden geliyorsunuz?”
“Türkiye’den geliyoruz ama Amsterdam’da oturuyoruz ve buraya bir günlüğüne gezmeye geldik.” deyip süslü ninemizin merakını giderdik. Türkiye adını duyunca, yine konuşkan olan nine, bir an gözlerini Maas nehrinin kenarına dizili olan mimarisi bir birinden güzel binaların hemen üzerinde yer alan, yer yer bulutların pamuk öbekleri halinde dağılmış olan mavi gökyüzüne kaldırıp, anılarına dalar gibi oldu. Yüzlerce irili ufaklı kırışığın ardında yer alan çağla yeşili gözlerini bir müddet yumduktan sonra, mutlulukla bize baktı,
“Aa… Ne güzel. Bakın ben seksen üç ve bu arkadaşım ise yetmiş sekiz yaşında. Yaklaşık otuz yıl önce Türkiye’de, Kemer’deydik. Biz dört arkadaş kocalarımızı evde, Belçika’da bırakıp, iki haftalığına Türkiye’ye gittik. Bu arada diğer iki arkadaşımız da, kocaları da öldüler.”
         Bol aksesuarlı yaşlı ninenin susacağı yoktu anlattıkça anlatıyordu. Nehir kenarında cılız sazlıkların arasından dört tane yavrusu ile yola doğru süzülüp gelen yeşil başlı bir ördek, yanlara doğru yata yata süzülüp, geldiler. Bir kıyıcıkta buldukları ekmek parçası ile daha zümrütleşmemiş olan yavruları birlikte ziyafet çekecekken, bir iki tırtıklamanın ardından apansız kanat çırpıp gelen bir karga “kime nasip, kime kısmet” demeden ekmek parçasını kaptığı gibi havalandı. Yeşil başlı ördek kargaya bildiği bütün bedduaları okuyup, lanet yağdırarak, uğradığı saygısızlığa bir anlam veremeden, yeniden yalpalaya yalpalaya yavruları ile sazlıkların arasından süzülüp, Maas üzerinde biri büyük dördü daha küçük iç içe açılıp büyüyen daireler oluşturarak, görünmez oldular. Bu arada soluklanmasının ardından nine iştahla anlatmaya davam etti.
“Dediğim gibi otuz yıl önce Kemer’de idik. O iki hafta nasıl çabuk geçti anlatamam. Belki de hepimiz için bugüne değin geçirdiğimiz en güzel tatildi. Bir gün sahilde dolaşırken yirmi beş yaşlarında dalgalı saçlı, uzun boylu bir gencin bana uzun uzadıya baktığını hissettim. Yanıma cesurca yaklaşıp, yarım yamalak ingilizcesi ile birlikte bir şeyler içmeyi teklif etti. Baktığım zaman kendisinden iki katı daha yaşlıydım. Hani nerede ise torunum olacak yaştaydı. O an yüreğimden bir şeyler koptu, beni çağıran bu sese yok diyemedim. Bir kafeye gidip oturduk. Arkadaşlarım da bizimle beraber geldiler. Adını hiç unutamadığım delikanlı isterlerse arkadaşlarım için de birilerini bulabileceğini söyledi. Kocalarımız Belçika’daydılar. Bilinmeyen ama oldukça heyecanlı bir macerada kendimizi bulmuştuk. Arkadaşlarım teklif üzerine biraz nazlandılarsa da kabul etmek daha cazip geldi. Murat limonatasını usulca kenara koydu, çıplak kolumu okşayıp, cebinden telefon defterini çıkardı. Üç ayrı yere telefon etti. Yarım saat içinde üç delikanlı daha çıkageldi. Onlar da oldukça genç ve oldukça yakışıklıydılar. Arkadaşlarım nerede ise yazı tura atıp, gençlerden birini seçeceklerdi ki, Murat her bir arkadaşını diğer üç kadına yönlendirdi. Akşama kadar aynı mekanda yiyip, içtik. Keyfimize diyecek yoktu. Biz dört arkadaş kafenin masraflarını ödeyip, kalktık. Murat yine devreye girip, istememiz halinde bizimle otele gelebileceklerini ve güzel bir gece geçireceğimizi söyleyince, doğrusu ne inkar edip saklayayım, geçmiş gün geçmişte kaldı, hepimizin de ağzı kulaklarımıza vardı. Onlara sarılıp kabul ettik. Uzun lafın kısası Kemer’de kocalarımızın haberi olmadan, iki hafta gibi unutulmaz bir tatil geçirdik. Tabi gençlerin bütün masraflarını karşılayıp, kendilerine pek çok hediyeler almayı ihmal etmedik. O nedenle ne zaman Türkiye adını duysam, biraz önce olduğu gibi kalbim hızla atıyor ve kulaklarım, çınlıyor. Böyle işte niye saklayayım ki, dediğim gibi; geçmiş gün geçmişte kaldı.”
         Ara sıra bakışlarımı başka yönlere çevirmeye çalışsam da pek faydası yoktu. Terasta dünyaca ünlü Belçika biraları yudumlanırken, sadece bizim masa değil, kümeler halinde herkes yoğun bir sohbet içindeler. Genç ve yaşlı ele ele dolaşan gençler ve temiz giyimli yaşlılar birbirlerine bütün şirinlikleri ile gülümsüyorlar. Serçeler korkusuzca masalara konuyorlar. İnsanların uzattığı ekmek parçalarını minik gagaları ile parçalayıp, yutuyorlar. Kanal turu yapan büyük botlarda insanlar, nehir kıyısındakilere el sallıyorlar. Fakat nineler dönüp bakmıyorlar. Onlar yıllar sonra yeniden kendilerini Kemer’de hissederek, o anları yaşlı gözlerinin önüne getirmeye çalışırken, üst üste göz kapaklarını kırpıştırıyorlar.
         Daha genç ve üzerinde az miktarda aksesuarı olan bayan yan gözler ile bakıp, bütün sırlarının ifşa edilmesine pek razı gelmemiş gibi görünse de, O da memnuniyetini gözlerine kırpıştırarak belirtti.
         Ne diyeceğimizi şaşırmış bir halde nineyi kesintisiz dinledik. Öylesine güzel anlatıyordu ki, gayet doğal, gizli ve saklı demeden bütün kutuları açıp, gözlerimizin önüne seriyordu. Derken uzun uzadıya yaptığımız sohbetin ardından, bizden izin isteyip, kalktılar. Ağır adımlarla ayaklarını sürüye sürüye ve bastonlarına dayanarak uzaklaştılar.
         Ninelerimizi savmıştık ki, iki tane gencin ellerindeki mobil telefonlarına bakarak bize yaklaştığını gördük. Ne olup bittiğini anlamadan, yanı başımızda telefonları bize yönelik gelip, durdular. Birisi telefonunu sırtıma doğru tutup, bir düğmeye bastı. Merakla dönüp ne olup bittiğini sordum. Genç kekeler gibi mavi gözlerini büyükçe açarak, meramını anlatmaya başladı.
“Çok affedersiniz beyefendi. Biz pokemen yakalıyoruz ve bunlardan biri sizin sırtınızdaydı. Onu yakaladım. Bu yeni bir oyun, hani eskiden pokemon vardı ya, şimdi Nintendo pokemon go adlı bir oyun geliştirdi. Pokemonlardan biri de sizin sırtınızda olunca, sizi rahatsız etmek zorunda kaldık. Verdiğimiz rahatsızlıktan dolayı tekrar özür dilerim.”
         Kemer’de Belçika’lı yaşlı bayanlar, para karşılığı Anadolu’lu çiçeği burnunda  gençlerin kemerlerini çözüp, onların sırtından iki hafta boyunca hazlarının doruklarında doyuma ulaşırlarken, Maastricht’te benim sırtımda da pokemonlar avlanıyordu. Hay Allah, ne işi varsa pokemonların da benim sırtım da, demeden edemedim. Hayır ama neden benim sırtımda? Kim yükledi sırtıma bu garip yaratıkları?
         Yeşil başlı ördek yavruları ile bir kez daha sazlıkların arasından yola doğru sökün etti. Belli ki aksam yemeğini olsun kimselere kaptırmamak arzusundaydı. Vakit geç olmuştu ve eve dönmek üzere uzun, ince ve kıvrımlı yollar bizi bekliyordu. Ihlamur kokulu şehri, gülümseyerek ardımızda bıraktık.

Amsterdam, 20 Temmuz 2016
      





20 Haziran 2016 Pazartesi

BİR KERTE DAHA KAL BENDE





BİR KERTE DAHA KAL BENDE
                                                                           *Babalar gününde
 “Sen, olgun kavun!
Ben, delikanlı peynir!
Hemhal olur söyleşirdik.
Genç babam, gencecik babam.
                    Haydar Ergülen”

            Nedendir bilinmez ama, çocukluğundan beri kavun karpuz bostanlarına vurgundu. Yıllar sonra yaşlı bir halde de olsa, yeniden fırsat bulup geldiği ve şu an kendisinden geçmiş bir halde dolaşmakta olduğu kavun-karpuz bostanı O'nu bir kez daha alıp götürdü. Çocukluğunda bostanları uzaktan seyre dalmaya, güneşin ışınları ile parlayan kavun ve karpuzların arasında dolaşmaya bayılırdı. Dünya, ömründen çabukça öylesine uzun bir zamanı alıp gitti ki, gelinen günde, her şey ve herkes dört bir koldan üstüne üstüne gelip, oldukça yordu O’nu. Mahmut Beyi tarumar edip, bitap bıraktı. Açık kahve rengi gözlerinin feri kaçtı. Yüzü kuruyan dereler gibi çizgilerle doldu. Dalgalı saçlarına karlar yağdı. Uzun parmaklı elleri titrer oldu. Gelip sırtına yuva kuran küçük bir tepeyi andıran kambur da “ben buradayım”diye sesini yükseltince, işin vahameti biraz daha arttı. İlerleyen bir yaşta da olsa sonunda elini eteğini her şeyden çekip, ilk fırsatta soluğu burada, doğduğu topraklarda aldı. Mutluydu ve en nihayetinde gözünde tüten bostanların arasındaydı.
            Onlarca yıldır özlemini duyduğu topraklara, iki büklüm bir halde gelip, kucak dolusu getirdiği sevginin ışığını, kavun karpuzların arasına, bostan tarlasının kenarındaki iğde ağaçlarının kokularına serpiştirdi. Otlara dokundu. Kuşların cıvıltılarına dikkatle kulak verdi. Karınca kolonilerini izledi, yollarında engel oluşturan küçük çakılları kaldırdı. Gökte uçan turnalara el sallayıp, yolculuklarının nereye olduğunu sordu. Toprağı avuçlayıp kokladı. Eline konan uğur böceğini uzun uzadıya inceledi. Gözleri ışıl ışıl oldu. Üstündeki kasvet yükü uçup gitti. Dünyaya yeniden gelmiş gibi hisseti kendisini. Alabildiğine geniş boncuk mavisi gökyüzünün altında bahtiyarlığına diyecek yoktu. Kalbi seri atışlarla, mutluluğunu dillendirip, saklandığı yerden çıkıp, özgürleşmek ister gibi zorluyordu O’nu. Mahmut Bey bunu sezip, küçücük bir kız çocuğunun dalgalı saçlarını okşar gibi sol göğsünü sıvazlayıp, bastırdı.
            “Uslu dur oğlum, dur kızım… Olduğun yerde kal, boynu bükük yalnız koyma beni. Çekip gitme benden. El ele verip, ne denli büyük zorluklara katlandık seninle. Haksızlıkların önüne Amed’in aşılmaz surları gibi dimdik çıktık. Gönlümüzün kollarını, sıcacık dostluklara Hevsel Bahçeleri gibi açtık. Dicle ve Fırat ırmakları olup, sevgi doluluğu ile olabildiğince coştuk. Karıncaların incinmemesi için pür dikkat kesildik. Serçenin gagasındaki yemi yavrusunun minik gagasına aktarmasından büyük mutluluk duyduk. Kırlarda bin bir naz içinde açan gelinciklerin narin yaprakları ile rüzgarda danslarını sevgi ile izledik. Yaşamın yelkenlerimizi rüzgar ile doldurup, hep bildiği limanlara doğru sürüklediği bu gezegende, bordo şarabı dostlar ile kadehlerimizi çınlamaların ardından, güzellikler olsun diye yudumladık. Onurumuzdan zerre kadar ödün vermeden, insanlık dışı işkencelere dişlerimizi un ufak edercesine sıkıp, katlandık. O karanlık, rutubetli hücrelerden dimdik çıktık. Nice zalimi sabrımız, bilgimiz, görgümüz ve hayat tecrübemizle başımızı göklere değdirerek dize getirdik. Zulmün kalelerini nice kalem darbeleri ile al aşağı ettik, insanlık ve onur kavgamı yarım bırakma. Bi yol müsaade et, bayrağımı teslim edeyim, yerlere düşmesin isterim. Dur oğlum, yağız delikanlım, çakır gözlüm, gül dudaklım, duygu yüklüm, yorgun bedenimin ince sızısı, kızıl saçlım, dur güzeller güzeli kızım… Yapmam gerekenler var daha. Yorgun ayaklarımla gitmem gereken yol bitmedi. Toprağıma istediğim bahar henüz gelmedi. Nice güçlüklerle toplamaya çalıştığım ve saçmam gereken ışıklar var daha. Delinmesi gereken zifiri karanlıklar bitmedi. Terk edip, yalnız koyma beni. Olduğun yerde, ne olur bir kerte daha kal bende!”
            Sol göğsünün altındaki fırtınalara ve depremlere yine de aldırmamaya ve tınmamaya çalışarak, çapalı yumuşak toprakta dolandı. Bostan teveklerine basmamaya dikkat edip, garip giyimli, yırtık şapkalı korkuluklara alaylı gülümseyip, karpuzları hastasını muayene eden bir doktor edasında, adeta darbuka çalar gibi parmakları ile tıklattı. Gelen seslere büyük bir dikkatle kulak verip, ürünün hangi olgunlukta olduğunu anlamaya çalıştı. Kavunların bir Van Gogh çalışmasını andıran sarı, yeşil, beyaz ve kırmızının iç içe geçmiş o güzelim renklerine hayranlıkla bakıp, dallarından koparmadan mis kokularını ciğerlerinin derinliklerine çekti. Her defasında mest oldu. Sonunda dayanamayıp, tıkırtılanmalarında tok seslerin geldiği kan kırmızısı bir karpuzu ve güneşte oldukça büyük paha biçilmez bir elmas taşı gibi ışıldayan bir kavunu kesip, kendisine yıllardır hasretliği olan ziyafeti çekecekti. Bostan sahibinin oğlu, köyden uzaktan akrabası olan Osman kulübenin gölgeliğine bir tabure ve sehpa getirdi, kesilmiş kavun ve karpuz karışımının olduğu tabağı ortaya koydu. Ardında yaşlı ve genç bir elde yer bulan çatallar, art arda yakalanan kavun karpuz dilimleri, iştahla beklemede olan midelere indirildi.
            Üç sene kadar önce; yaklaşık elli yıldır, ıp ışıl başlarını bir yastığa koyduğu, ağzının tadının bir an olsun kaçmadığı, huzurun, güvenin ve mutluluğun her daim yüreklerinin başköşesine bağdaş kurduğu, ayaklarının dibinde her an eridiği, gül yüzlü, bal gözlü, ipek elli, geniş ufuklu, sırtını yasladığı yıkılmaz kalesi, yoldaşı, hayat arkadaşı Şükran, O’nu yapa yalnız bırakıp, göğe yükseldi. Belki şimdi de, özlemini duyduğu bu güzelim bostan tarlasında mest olup, kavun, karpuz ve iğde ağaçlarının kokularını, zorlayıcı sızılarla tepineduran duygulu yüreğinin yanı başındaki ciğerlerinin derinliklerine çekerken, “sol memesinin altındaki cevher,” kendisini acımasızca terk edecekti.
            Osman çay demlemek üzere isli çaydanlığa su doldururken, güneş gölgesini Mahmut Bey’den daha uzun kılarken, tekrar dolaşmak üzere bostanın en uç noktasına doğru yorgun ayaklarını harekete geçirdi. Alabildiğine bunaltıcı, sarı bir sıcak hakim olsa da, O bunun farkında değildi. Kuşlar koro halinde kondukları ağaç dallarında ötüşüp, derin bir tartışma içine girmişlerdi. Gagaladıkları iğde taneleri patır patır yere düşerken, Mahmut Bey’in yüreğindeki patırtılar da arttı. Bütün bedenini soğuk bir ter kapladı. Dayanılmaz bir sızı, güzelliklerle dopdolu yüreğinden bütün bedenine doğru hızla ilerledi.
            Yeryüzünden büyükçe bir tutam ışık yıldızlara yükseldi. Mahmut Beyin ışıklarını yüklenen büyük bir yıldız kaydı. Gök kubbenin boncuk maviliği bal rengi bir aydınlığa büründü. Ansızın büyük bir ahenkle yağan yağmurlar, toprakla buluştu, Anadolunun ücra bir köyündeki bostanda karpuz teveklerinin üzerine düşen Mahmut Bey’in bedeninin ağırlığından ezilen dallar tekrar canlandı, yere düşerken vücudunun yerde oluşturduğu iz yağmur suları ile yok oldu. Dört bir yanı mis gibi bir toprak kokusu sardı.
            Ertesi gün çıkan gazetelerde büyük puntolar ile atılan başlıklarda; Anadolu’nun ücra köylerinin birinde, onlarca kitabın sahibi ünlü muhalif yazarın, bir bostan tarlasında geçirdiği kalp krizine yenik düştüğünü ve hayata gözlerini yumduğunu yazdılar.

  

Amsterdam, 19 Haziran 2016 

24 Mayıs 2016 Salı

KÜSTÜM



  


 KÜSTÜM
     

         Son zamanlarda buğusu eksik olmayan, açık yeşil gözlerimi kırpıştıradururken sarı bukleli uzun saçlarımı çekiştirip, canım anneciğimin üst tarafı aynalı fırça tarağı ile özenle tarıyor, bir yandan da boydan boya çirkin bir bant ile yapıştırılmış odamın kırık camından, dışarıda bütün olup bitenleri, yüreğim ağzımda korku ile izliyorum. On yedi yaşıma daha yeni girdim. Adım Serdıl. Ardından ürperti ile baktığım kırık camın hemen dışında, her şeye rağmen bütün güzelliği ile sıcak bir bahar günü hakim. Ama etraf cıvıl cıvıl değil. Bu güzelim bahar gününe karşın yaşadıklarımız, zemheri ayını dahi mumla aratıyor. Çevredeki çoğu ev yakılıp yıkıldı. Uzaklarda gece gündüz çatışma ve bombalama sesleri geliyor. Her patlamada büyük bir korku ile irkilip, üçüncü kattaki evimizin penceresinden uzaklaşmak zorunda kalıyorum. Dört bir tarafta yağlı kurşunlar vızıltılarla hızla uçuşuyorlar. Huzur adı ile adlandırılan sokağımızda huzurun zerresi kalmadı. Annem ve babam, bana ve kardeşime sık sık pencerelerden uzak kalmamızı tembih etmelerine rağmen, duyduğum meraktan dolayı kırık camın uzağında kalamıyorum. Çünkü yüreğimde tarifi olmayan, beni benden alıp götüren, bütün bedenimi kasıp kavuran bir sevda var.
         Ansızın mahallenin içlerine doğru, yine oldukça büyük bir patlama oldu. Pencereme konan zavallı bir ak güvercin korku ile kanat çırpıp meçhule doğru uzaklaştı. Etrafı devasa bir duman bulutu kapladı. İnsanlar korku içinde can havli ile binadan çıkıp etrafa dağılıyorlar. Ağır silahlı askerler etrafta koşturuyorlar. Havada korku saçan patırtılı helikopter sesleri geliyor. “Eller yukarı, kanun namına teslim olun.” anonsları. Düşman diyarında, “Ceddin deden, neslin baban…” tüyler ürperten mehter marşının yükselen sesleri. Küçük yüreğim ürkek bir serçe misali titriyor. İnsanları, demem o ki, insan görünümlüleri bütün çabalamalarıma rağmen anlamakta zorlanıyorum. Daha doğrusu anlayamıyorum.
         Birileri tarafından çiçeği zorla burnuna iliştirilmiş ilimiz Şırnak haftalardır bu kaosu yaşıyor ve bunun daha ne kadar da süreceği belli değil. Böyle giderse, babam var olan pılımızı pırtımızı toplayıp, İstanbul’a taşınacağımızı söylüyor. Yabancısı olduğumuz, yolunu izini bilmediğimiz, yaban bir şehir İstanbul. Oralarda nasıl yaşanır, nasıl tutunulur bilemiyoruz. Ya ölümle günün yirmi dört saati burun buruna yaşayacağız, ya da yaban ele göç edeceğiz. Babamın bu kararını ilk kez duyduğum zaman, aklıma okulumda bana büyük bir tatlılıkla bakan, sınıf arkadaşım Roni geldi. Taşınırsak bir daha Roni’yi göremeyebilirim. O öylesine tatlı ki. Yaklaşık bir aydır devam eden çatışmalardan dolayı okula gidemiyorum. Bir bakkal dükkanı işleten babam da kepenkleri kapattı. Sokağa çıkma yasağı var. Küçük kardeşim Sidar hasta olduğu halde doktora götüremiyoruz. Çok ateşi var ve sürekli öksürüyor. Annem devamlı çamaşırlarını değiştirip, alnına ıslak bir bez koyuyor. Bütün kalbimle kardeşimin iyileştirmesi için Tanrıya yalvarıyorum. Dışarıya çıkan ölüm ile cezalandırılıyor. Var olan erzaklarımız da suyunu çekmek üzere. Büyük acıların yaşandığı komşumuz Suriye’yi aratmaz hale geldi şirin şehrimiz. Ne olacağı hiç belli değil ve işin en kötü yanı da, Roni’yi çok ama çok özledim. Telefonlar çalışmıyor, internet kesik ve elektrik düzenli verilmiyor. Roni’ye ulaşmam, O’nu görmem, çatışma ortamı böyle devam ederse imkansız gibi görünüyor.
         Evet, ben Serdıl bölgedeki pek çok çocuk gibi, “ağzımda gümüş kaşık ile dünyaya gelmediğim” gibi, ne yazık ki, gözlerimi büyük bir cıyaklama ile açtığım hayata, iki sıfır yenik olarak başlayanlardanım. Mahallenin dört bir tarafında yeşil kurbağa görünümlü askerler; şalvarlı başlarında çefyeler bulunan kızlı erkekli gençler ile ölümüne çarpışıyorlar. Bütün bu çatışmalar nedendi. Her kafadan farklı sesler çıkıyor. Kimisi vatanı böldürmeyeceğiz, kimileri de haklarımızı alacağız, hendekler ve benzeri gibi söylemlerde bulunuyorlar. Roni olmadıktan sonra, ne yapayım vatanı. Sevdiğim, küçük yüreğimi hoplatan, tir tir titreten Roni. O benim yalnızca vatanım değil, aynı zamanda her şeyim. Roni’yi özledim. Çatışanlara kızıyorum. Onların çatışmalarından dolayı, bu genç yaşımda amansız bir şekilde gönlümü kaptırdığım o tatlı bakışlı, kıvırcık saçlı, ince çeneli Roni’yi göremiyorum. Yüreğimdeki bu ezikliği, dayanılamayacak derecede olan eksikliği, bilmem hangi bölünen-bölünmeyen vatan, al veya yeşilli, sarılı bayrak, olmadı istenen daha fazla haklar giderebilir. O fırtınayı kim dindirebilir. Cehennem ortamına kim huzur ve barışı getirip, diyarımızı cennet eyleyebilir. Günlerdir açık yeşil gözlerim Roni’nin çizik çizik kestane rengi gözleri ile buluşamadı, birbirimize tatlı tatlı bakamadık. Acaba durumu nasıl? Şu an ne yapıyor? O da beni bu kadar çok ve artık dayanamayacak kadar özledi mi? Odamın penceresinden sürekli Menzil Cami yanında evleri bulunan Roni’nin mahallesini gözlemliyorum. Şimdilik sakin gibi gözüküyor. El ele tutuşma gibi bir lüksümüz olmasa da, bir daha Cizre Caddesini boydan boya gözlerden ırak birlikte adımlayabilecek miyiz?
         Hiç ama hiç bir şeyi biçare kalakalıp, bilmiyorum, anlamıyorum. Kurbağa görünümlü askerlere ve şalvarlı gençlere için için kızıyorum. Bütün bu acıları çekmemize, aç-susuz kalmamıza, evlerimize günlerdir hapsedilmemize, kuytu bir yerde Roni’nin elini gizliden tutmaya, gözlerinin içine durmaya ve bütün bunlara engel olmalarına, kimin ne hakkı var. İnsanların öldürülmesi, kanlarının büyük bir acımasızlık ile oluk oluk akıtılmasına, çoluk çocuk, genç yaşlı ve kadın demeksizin yoksul insanları öldürme hakkını kimin için, ne için ve hangi kutsal görünen amaçlar için kendilerinde buluyorlar. Elbette hayatta hiç ama hiç bir olgu, bir damla insan kanından daha kıymetli olmamalı. İnsan olabilmenin gerekliliği; bir karıncanın tek bir ayağını dahi incitmemek ve bir ağacın dalını koparmamakken, yıllar yılı kardeşçe barış içinde yaşamanın yerine, karşı karşıya gelip, düşmanlık, kin ve nefretle can almak nice bir insanlıktır, şaşırıp kalıyorum.
         Roni’yi çok özledim. Saçları kıvrıla kıvrıla daha da uzadı mı acaba? Yer yer çıkan sakalı ve bıyıkları gürleşti mi acaba? Hala heyecanlandığı zaman gözlükleri buğulanıyor mu? İnce uzun parmaklı elleri titriyor mu? Küçük Prensi ve Dostoyevsky'nin İnsanciklar'ını bir kez daha hayranlıkla okudu mu? Bu çatışma ortamı en kısa zamanda bitmeli. Eskisi gibi tekrar Roni’nin güzel gözlerinde kaybolmalıyım. Bu coğrafyada dünyaya gelmeyi ben seçmedim. Tamamen benim istemim dışında gelişti. Bu diyarda doğmuş olmak suç olmamalı. Roni ile Cizre Caddesini, yüreklerimizde tatlı ürpertilerle adımlayabilmeliyiz. Buna ne kurbağa görünümlü askerler, ne de şalvarlı gençler engel olmalılar.
         Okuluma gidemiyorum. Babam dükkanını açamıyor. Evlerimiz yıkılıyor, bombalanıyor ve her gün yoksul insanlar toprağa al kanlarını akıtıyorlar. Bunun önüne geçilmeli. Daha fazla bu cehennem hayatı devam etmemeli. İnsanlar yerlerinden, yurtlarından oluyorlar. Açlık ve sefalet diz boyunun çoktan daha üstlerine tırmanıp, insanlığı ahtapot gibi sarıp sarmalıyor. Okullar, hastahaneler, evler, camiler yıkılıyor, insanlar ve hayvanlar ölüyor, taş taş üstünde kalmıyor. Boncuk boncuk dökülen göz yaşları dinmiyor. Anne ve babaların yürekleri parçalanıyor.
         Ben on yedi yaşında, açık yeşil gözlü, Roni’ye gönlünü kaptırmış olan, Şırnak’lı bakkal Hüseyin’in ve güzeller güzeli annem Asiye’nin yüreğinin yükü sevda olan kızı Serdıl. Ben insan görünümlülere, bütün bu gayri insaniliğe neden olanlara ve sus pus seyirci kalan Tanrıya küskünüm. Belki de buradan, kendi toprağımızdan göçüp gitmek zorunda kalacağız. Hayatım, arkadaşlıklarım, çocukluğum, cümlelerim, okulum, gamzeli gülüşüm, yüreğimin atışı, mutluluğum, karnımdaki kelebeklerin uçuşu yarım kaldı. Kardeşim Sidar’ın saklambaç oyunu yarım kaldı. Saklandığı evimizden bir daha çıkıp, arkadaşlarını sobe yapamadı.
         Sarı bukleli saçlarımı korkusuzca taramak, bahçeye çıkıp ters lalelere su vermek, bütün çiçekleri tek tek okşamak, aralarındaki yaban otlarını temizlemek istiyorum. Kimseler yerinden yurdundan olmasın. İnsanlar perişan. Artık kırık olmayan bir camın ardından doğayı, doğan güneşe gülümsemek, sokaktaki kedi ve kopekleri doyurmak, komşumuz Sultan Nene'nin alış verişini yapmak, tomurcuklanan ağaç dallarını, açmaya başlayan çiçekleri, renga renk kuşları, kelebeklerin kanat çırpmalarını, bir uğur böceğinin balkonumuzdaki açelyaya konuşunu, karıncaların askeri bir nizamla yüklü bir ganimete doğru yönelişlerini, ayın doğuşunu, güneşin batışını, sokakta huzurlu bir yaşamı, simitçileri, çığırışları ile seyyar satıcılarını ve insanların yüzünde gülücükleri gözlemlemek istiyorum. Güzellikleri hiç bir güç gasp edip, elimizden almamalı.  Kimseler bu güç ve haklılıkta olmamalı. Bu derin yara daha fazla deşilmeye gelemeyecek durumda. Aslında, sevginin kendisi hem vatan, hem de bayrak. Ve ben Roni’yi çok ama çok özledim. Kalbim hüzün dolu. Roni’yi çok seviyorum. Beni mazur görün lütfen, Şırnak’lı genç bir aşığım.



Amsterdam, 24 Mayıs 2016  

10 Mayıs 2016 Salı

KURTLU KIRMIZI ELMA



KURTLU KIRMIZI ELMA

         Cam kırıkları ile dopdolu, acılara gark olmuş olsa da, yüreklerimizi; pür telaş süt beyaz bir güvercin edası ile kanat çırpıp, pır pır ettiren, alıp verdiğimiz nefes değildir aslında. Kalplerimizdeki asıl depremleri oluşturan, kana kana yudumladığımız ve zelal bir pınar suyu misali doymak nedir bilmediğimiz, O bal gözlü sevgiliye duyduğumuz devasa büyüklükteki aşkın kendisidir. Ve yine tarifsiz hazdaki o güzelim aşktır ki, kalbimizi Anadolu’lu Karacaoğlan’ın sazının telleri gibi coşku ile titretenin de, sevdadan başkası olmadığıdır.
          Nasıl da ince, inim inim bir sızıdır aşk. Alıp götürür, pamuk öbekleri bulutlarda kanatlandırır, uzun uzadıya gezdirir. Sonrasında yumuşacık bir inişle tekrar ayaklarınızı toprağa değdirir. Bizden öncekiler “ateşten bir gömlek” olduğunu söylemişler. Aşkı iliklerine kadar yaşayan elbette böyle olduğunu görür ve kabullenir. O anı, kişiyi, bakışı, edayı, nazı veya buna önayak olacak bir hareketi karşılaştığın kişide görmeye gör, bütün bedenini bundan sonrasında yakıp, kavuracak olan, kendini elinden çekip alamayacağın söz konusu ateşten gömleği üzerine giydiğin an olur.
         Duydunuz mu? Minik, hem de minnacık bir serçe öttü. Yağmur sonrası yumuşak topraktan kıvrım kıvrım çıkan  solucanı kaptığı gibi yuvasındaki yavrularına koşturdu. Yuvada alabildiğine bir hengame, telaş. Cik cik de cik cik. Solucan da, serçe de birer canlı, onlar dünyaya ait ve dünya da onlara. Yalvarırım kulak vermeye devam edin, dillendirilmeye çalıştığı aşkı siz de dinliyor olacaksınız.
         Efil efil esen rüzgarın ardından, çisil çisil yağan yağmur çiçek tarlasındaki bütün gülleri boncuk boncuk ıslattı. Binlerce gül arasında boy veren deve dikeni de ıslandı, yağmur damlaları dikenlerde asılı kaldı. Aynı kaderi ertesi gün bıçkınlanan güllerle deve dikeni de yaşadı ve onların arasında kayboldu. İhale usulu ile tesadüfen satın alındığı güllerle birlikte deve dikenini de gören çiçek dükkanın sahibi Rıfkı, diken deyip atmak yerine, onda ayrıksı bir güzellik buldu. Deve dikenini kırmızı güllerin arasına karıştırıp bir buket yaptı. Çok geçmeden eşi Birgül Hanıma yirmi gül sunmak isteyen Erol Bey tezgahtaki deve dikenli buketi ilginç bulup, gülleri aldı. Erol Bey evinin kapısını tıklattı, karşısında yirmi gülü gören Birgül Hanımın çehresinde alabildiğine tatlılıkta bir gülümseme, hiç  gitmeyecek gibi gelip yerleşti. Birgül Hanım arasında deve dikenin saklı olduğu güllerle Erol Beye sarıldı. Kapı aralığında uzun uzadıya öpüştüler. Evlerine aşk gelip baş köşeye bağdaş kurdu. Güller arasında saklı deve dikeni dünyaya aitti ve dünya da O’na.
         Boğumlu bedeni ile tırtıl, bu isim altındaki kimliği ile zerdali ağacının kıvrımlı dalında son adımlarını atıyor. Maviş bir kelebeğe dönüşmesine ramak kaldı. Kanatlarının güzelliği evrene tarifsiz bir güzellik katacak. Doğa maviş kelebek ile dengesini bulduğu bütünlüğüne kavuşacak. Evren bir aşk daha çoğalacak. Kelebeğin kanatlarının maviliğinde denizi, gökyüzünü ve aşkı göreceksiniz. Pır pır edip, yaşayacağı topu topu iki ya da üç gün. Yeni yeşilimsi veya sarımtırak boğumlu tırtıllar kelebeklere dönüşecek. Korkumuz olmasın, aşk bütün güzelliği ile sürekliliğini devam ettirecek. Kelebek dünyaya ait ve dünya da O’na. Sevdanın ömrü kelebeğin ömrü kadar olmayacak, nöbeti başka kelebekler devir alacak. Evren yeni kelebek kanatları ile yeniden renklenecek.
         Minnacık bir kurtçuk direngen mücadelesinin sonunda Memo’nun bahçesinde karısı Sultan’ın dört gözle kızarmasını beklediği ve sonrasında dalından koparıp, gül desenli fistanının eteği ile silip, iştahla ısıracağı elmanın kabuğunu nihayet deldi. Derin bir nefes aldı, ardından aheste aheste elmanın kalbine doğru tekrar yol aldı. Al elmayı yuvası eyledi. Al elma hayli albenili, ateş kızıllığında aşkı çağrıştırıyor. Sultan “gayrık yeter” beklediğim deyip, bütün kızıllığı ile kopardı O’nu sımsıkı tutunduğu daldan. Elma Sultan’ın fistanın gülleri ile cebelleşmesinin ardından, bir parça halinde ve beraberindeki kurtçuk ile üst üste beyaz ve sert kemik benzeri cisimlerden darbeler aldı. Birlikte ezik, büzük, biçare yuvarlandılar Sultan’ın iç organlarından oluşan, bir bilinmeze kör ve ıslak bir karanlığa doğru. Elma tatlı, kırmızı ve belki de kurtçuk ile daha bir lezzetliydi. Kızıllığında aşk vardı. "Al elma, gönül alma." Kurtçuk dünyaya aitti ve dünya da O'na, ama bu kerteye kadar.
         Dışarıda hafiften çıkan rüzgar, çok geçmeden sökün edecek yağmurun habercisi. Bahçede bulunan zerdali, iğde, dut, kiraz, nar, elma ve erik ağaçlarındaki bütün yapraklar, defalarca hışırtılı bir gürültü dahilinde sallandı. Karanlık iyiden iyiye çöktü. Uyku vakti gelip, çattı. Aşk zamanıydı şimdi. Memo pembe boyalı yatak odasının lambasını söndürdü. Sultan çoktan kızıl elmayı sildiği güllü fistanını çıkarmış, soyunup ilk günün heyecanı ile yatakta kocasını bekliyordu. Yıllarca birbirlerinden uzak kalmışlar gibi, büyük bir özlemle sevişmeye başladılar. Loş karanlıkta, kuş tüyü yorganın altında, ikisi kıllı dört adet el şehvetle iki ayrı bedenin dört bir yanında hızla dolandı. Bir anda Memo’nun karanlığından, Sultan’ın karanlığına milyonlarca sperm ulaştı. Maratonu sadece farklı olmak gayesi ile bir buket çiçek alan spermcik kazandı. Yağmur damlaları hızla art arda cama vurmaya başladı. İki yorgun beden tatlı ürpertilerle sırt üstü yan yana düştü. Ve geçen günlerin ardından şampiyon spermcik, mis kokulu çiçek buketinin sunumundan sonra, Sultan’ın karanlığındaki yumurtalardan birine aşık olup, O'nunla sımsıkı kucaklaştı. Küçücük bir embriyo oluştu. Bu mucizevi oluşumda dillere destan bir aşk vardı.  Embriyo dünyaya aitti, dünya da O’na. Dokuz ay ve dokuz günlük zorunlu bir evrenin ardından, berrak bir su damlası güzelliğinde gök gözlü bir kızları oldu ve adını "Sevda" koydular.
         Bir kez daha yineleyecek olursak, sol göğsümüzün altındaki kızıl elmanın narin tellerini titreten, aldığımız nefes değil. Kalbinize konçertolar çaldıran sevgiliye duyduğumuz aşktır. Kalbimizde depremler oluyor. Ve karnımızda tırtıl olmayı geride bırakan maviş, pembiş, zümrüt ve yakut bi dolu kelebek uçuşuyor. Kurtçuklar elmaların içinde dolanıyor, tırtıllar yeni kelebeklere dönüşüyor, spermler nemli karanlılarda yol alıyorlar, dünya dönüyor ve aşk olanca tadı ile devam ediyor.



Amsterdam, 10 Mayıs 2016 

27 Nisan 2016 Çarşamba

MÜJDE! MEVTADAN MEKTUP VAR


MÜJDE! MEVTADAN MEKTUP VAR

         Sevgili Dünyalılar, dostlarım, arkadaşlarım, yoldaşlarım; sizlerden habersiz aylar geçti. Gelinen noktada daha fazla dayanamadım. Aylarca önce son bir defaya mahsus yazdığım mektuptan sonra, bunu risk alarak sürdürmemek kararı almıştım. Olmadı. Bu eylem için  bir kez daha masaya oturdum. Masamdaki pembeli ve maviş sümbüllerin insanı mest eden o muhteşem kokularını içime çekerek, ilk satırlarımı yazmaya koyuldum. Sıcak bir gün. Odama serçe ağırlıklı, bir ağızdan ötüşen kuşların cıvıltıları doluşuyor. Oldum olası kuş seslerine bayılırım. Kuşlar adeta bir senfoni orkestrası gibidirler. O nedenle arka fonda sevdiğim seslerle yazmak bana da iyi gelecek. Satırlarıma henüz yeni başlamışken ve kuşlardan da söz etmişken, dikkatimi çeken bir şey var. Bütün kuşları gördüğüm halde, şimdiye değin buralarda baykuşa hiç rastlamadım. Kimselerin de baykuştan konuştuğunu duymadım. Çoğu kişi baykuşu uğursuz görse de, elbette öyle değil. Tam tersine bu derin derin düşünen kuşun bilgeliğin timsali olduğudur. Aynı zamanda baykuşun kuşların bayı olduğu da söylenir. Sormayın, kendileri öylesine utangaçtır ki, insanlardan utandığı için, gündüzleri ortaya çıkmazlar. İnsanların hayli uzağında daha çok geceleri belirirler. Şu an kulağıma gelen sesler arasında da ne yazık ki baykuş sesi yok. Bu mahcubiyet de nereden icap ediyor, insanlardan utanacak ne var, doğrusu onu da anlamış değilim.
         Var olan bütün riskleri göz önüne alıp, kendimi bir yerde tehlikeye atarak sizlere ulaşmayı ve pek dişe dokunur haberler olmasa da bunları kurgulayıp, iletmeyi çok istedim. Bunu yapmaya çalışmak beni bir hayli mutlu ediyor. Umarım sizler de bu mektupta dilim döndüğünce aktarma uğraşısı içine girdiğim, pek fazla detayın bilinmediği bu aleme ait ilettiklerimi okuduğunuzda, memnun kalırsınız. İletişimimizin olmadığı geçen bu süre zarfında elimi usulca, hayli bolca olduğu kanaatinde olduğum vicdanıma koyunca, gördüm ki, sizleri bu Araf diyarından bihaber bırakmaya yüreğim el vermeyecek. Çünkü aklım da, fikrim de tamamı ile oralarda kaldı. Zira sizlerin de bulunduğumuz bu mekanda neler olup, bittiğini çok merak ettiğinizi biliyorum. İnsanlık ardında bıraktığı tarihi boyunca, dönüşü olmayan bu gidilen muğlak yerden binlerce yıldır pek sağlıklı haberler alamıyor. Lafı, daha doğrusu satırlarımı daha fazla dolandırmaya gerek duymadan, Araf diyarından sizlere bir kez daha yazmaya çalışıyorum.
         Yaşantımız bir hengameden ibaret, kelimenin tam anlamı ile darmaduman bir durum. Kısacası tutulacak hiç bir tarafı yok. Belirsizlik yaşamımızı acımasızca törpüleyip duruyor. Dünyada toprak altından başlayan uzun ince bir yolu takip eden seyahatin akabinde, göç ettirilmek zorunda kalan büyük insanlık, burada bir arada yaşıyor. Bu aslında bir zenginlik. Yani ülkeler, sınırlar ve her türlü bölünme oldukça uzağımızda. Bütün ırklar ve milletler, Kürt, Türk, Laz, Ermeni, İngiliz, Fransız, Çin veya Japon demeden bir arada iç içe yaşıyor. Dikkatimi en çok çeken de Kızılderililer. Reis Oturan Boğa burada da kendisine uygun bir yer edinmiş. Oturduğu yerde kımıldamadan bir buda heykeli gibi duruyor. Ama sürekli etrafına direktifler vermeyi de ihmal etmiyor. Milli giysilerini giymeye devam ederken, kafasının etrafına taktığı tüylerde de renklilik var. Kafasında adeta bir gökkuşağı taşıyor. Barış çubuğunu sürekli tüttürse de, bu dünyadan edindiği alışkanlıktan dolayı olsa gerek. Barış bütün alanlarda sağlanmış durumda. Dünyanın bu konuda örnek alacağı çok örnek var. Hiç kimsenin bir başkasının tavuğuna kış diyecek bir durumu yok. Böylesi bir ortam yok. Daha önce gönderdiğim mektuplarımdan birinde de yazdığım gibi, daha önce var olan içki hakkımızı iki kadehten üç kadehe yükseltmek, en çok da Oturan Boğa’nın işine yaramış gibi. Dünyada iken böyle bir alışkanlığı var mı idi, bilemiyorum. Mücadelemiz sonucu edindiğimiz bu haktan sonra, bu Kızılderili lideri üç kadehlik hakkı olan şarabı oturduğu yerde aheste aheste demlenip, bütün güne yayıyor ve ertesi günü aynı keyfin tekrarı için, zamanı kolluyor.
         Anlatımlarımdan amaç, elbette sizlere burayı cazip hale getirmek değil. Ama şu da var ki bütün insanlığın tek tek dönüp dolaşacağı ve de kaçınılmaz geleceği son nokta burası. Biz burayı kaba tabirle kürkçü dükkanı olarak adlandırmayalım. Bulunduğumuz bu yerin bir özelliği de para diye bir metanın olmaması. İstediğinizi, yemeden içmeye, evinizin mobilyasına kadar akla gelebilecek her türlü ihtiyacınızı istediğiniz kadar, belirli merkezlerden edinebiliyorsunuz, hem de hiç bir karşılık ödemenize gerek kalmadan. Her şeyi alıp evinize yığma ihtiyacını zaten duymuyorsunuz.
         Olur ya, ansızın kafanıza eser de haydi deyip, sokakları turlamak istediğinizde, yanınızdan yörenizden geçen pek çok tanınmış, insanlığa oldukça büyük katkıları olmuş değerleri görebilirsiniz. Elbette hepsinin peşinden koşup bir fotoğrafını imzalatamazsınız. Böylesi istekler Dünyada kaldı. Ünlü ünsüz her insanın kendince mütevazi bir yaşantısı var. Her ülkeden ve milletten milyonlarca insan. Bir bakıyorsunuz ki, kocaman göbeği ile sallana sallana yürürken sakallarını sıvazlayan Marks karşı taraftan geliyor. Diğer taraftan karşıdan büyük bir gülümseme ile uzun adımlar atan Pir Sultan Abdal’ın bir kolunu sevgi ile Köroğlu’nun omuzuna attığını görebilirsiniz. Ayvaz oğlan hala öyle cılız, fazla büyümemiş, Köroğlu’nun etrafında dolanıp duruyor. Diğer bir köşede Einstein’ın gölgelik bir köşede sandalyesini çekip, oturduğunu, şarabını yudumlarken, derin derin düşünmesini yeni keşiflere yorabilirsiniz. Neruda, Nazım, Ahmet Arif, Kemal Tahir, Cigerxun, Ömer Hayyam, Yaşar Kemal, Orhan Veli, Orhan Kemal, Marquez, Balzac, John Steinbeck, Victor Hugo, Puşkin, Dostoyevsky, Tolstoy Gorki, Brecht ve daha pek çok bilinen şair ve yazarı çoğu zaman bir kamelyada oturmuş hararetli bir şekilde tartıştıklarını, fikir teatisinde bulunduklarını de gözlemleyebilirsiniz. Görünen o ki, bir arada bulunmaktan oldukça memnunlar.
         Daha önceki mektuplarımda sizden Azeri yazar arkadaşım Samet Behrengi’den bahsetmiştim. Bu arada O da bütün dünyalılara selam, sevgi ve de saygılarını iletiyor. Kapı komşum olduğu ve kendisi ile çok iyi anlaştığımız için günün çoğu zamanında birlikteyiz, Samet işleri geliştirdi. Laf aramızda artık rakı üretimini evde yapıyor. Komşuda pişince, elbette bana da yeteri kadar düşüyor. O nedenle, burada getirilen günlük üç kadeh kısıtlaması bizim için geçerli değil. Samet bunu uzun zamandır büyük bir gizlilikle ve başarı ile sürdürüyor. Böyle giderse bize Araf’ta ölüm yok.
         Hemşehrim Neşet Ertaş’a takılmaya devam ediyorum. Çok derin bir dostluğumuz var. Lakin yüreği öylesine kırgın ki. İnsan O’nun kırgınlığını gözlemleyince, ne denli haklı olduğunu anlıyor ve kendisini dinledikçe yüreğim büyük bir sıkıntıya gark oluyor. Hayatta iken kendisinin çok horlandığını tekrar tekrar yineliyor. Hatta hor görenlere biraz insan olmalarını, onları zor durumda bırakmamak adına söylemediğini de kulağıma usulca fısıldıyor. İcra ettiği sanatının pek çok kişinin yanında pek de bir kıymeti harbiyesinin olmadığını söylüyor. Ölümünün ardından kendisinin de tıpkı Hollanda’lı ressam Van Gogh misali iş işten geçtikten sonra anlaşılır ve sanatının takdir edilir hale geldiğini, bu diyara gelen yeni misafirlerle olan sohbetlerinde öğreniyor. Biraz olsun rahatlasa da içindeki sızı yüreğini dağlayıp,  dinmiyor.
         Neşet ile vakit buldukça babası Muharrem Amcayı ziyarete gidiyoruz. Büyük ozan. Her ne zaman gitsek, biz davetsiz misafirleri bütün yüzüne yayılan, adeta gözlerinden fışkıran büyük bir gülümseme ile karşılıyor. Eğer üzerinde hala çizgili pijamaları varsa, mahcup bir eda ile bizden onlarca defa özür dileyip, çarçabuk oturma odasının yanındaki yatak odasından takım elbiselerini bir çırpıda giyip, geliyor. Misafiri oğlu da olsa büyük bir saygı ile hareket ediyor. Derken Neşet ile karşılıklı sazlarını konuşturup, baba-oğul atışıyorlar ve ne zaman ki, Muharrem Amca “aydost” diye sanki yüreğinin on binlerce kilometre derinliğinden inleyerek giriş yapınca, o an bu Araf diyarının altı üstüne geliyor. Her ziyaretimizde çok geçmeden, Hacı Taşan, Çekiç Ali, Kazancı Bedih, Ali Ekber Çiçek de misafir olup, sazlarının tellerine dokunuyorlar. Nar kırmızısı çaylar, kekler ve börekler misafirlere ikram ediliyor. Doğrusu bu büyük ozanlarımızı dinlerken benliğimi alabildiğine yitiriyorum. İnsan yüreğinin bu denli coşkulu olmasına şaşmadan edemiyorum.
         Aşık Veysel’i burada da ince uzun yollarda yürürken görebilirsiniz. Gözleri görüyor artık. Neşet ile Muharrem Amca’ya giderken Aşık Veysel’e de uğradık. Bizi sıcak bir sevecenlikle içeri buyur etti, lakin acelemiz olduğu için, başka bir sefere deyip, ayak üstü bir kaç dakika sohbet ettik. Gayet iyi gözüküyordu. Sadık yari kara toprak yalnızca onu değil bizleri de koynuna alıp, bu yabancısı olduğumuz, alışmakta hayli zorlandığımız diyarlara getirmişti. Sohbette ozan sanki gözlerinin açılmasından şikayetçi gibi idi. Kafasındaki Anadolu yapımını andıran sekiz köşeli şapkasını zarif hareketlerle art arda bir kaç kez düzeltip, Küçük Prens misali görmenin aslında yürek ile yapılması gerektiğini söyleyince, biz de Aşık Veysel’in ayak üstü verdiği derin mesajı almış olduk.
         Dünyadan daha yeni göç ettirilmek zorunda bırakılıp, buralara gelenler, sizin diyarda gidişatın pek de iyi olmadığını söylüyorlar. Savaşlar, terör ve özellikle o iğrenç sakallı huri taliplilerinin estirdikleri gayri insani şiddet bizleri burada oldukça üzüyor. Ne yalan söyleyeyim ben bugüne kadar huri adına birilerini hiç görmedim. İnsanlığın barıştan ve kardeşlikten her geçen gün daha fazla adımlarla uzaklaşması anlaşılır gibi değil. Açlık, adaletsizlik ve insanlar arasındaki dağılımın insan dimağını sarsacak kadar büyük farklılıklar göstermesi çok acı. Oralarda bu olumsuzluklar daha ne kadar diz boyunu aşmaya devam edecek, bizleri de kaygılandırıyor. Bütün sevdiklerimiz, dostlarımız, insanlık, yani sizler o topraklarda yaşıyorsunuz. Bizleri bir tarafa bırakın, misafirliğinizde mutlu olun istiyoruz. Bu yüreğimizin en büyük arzusu. Umarım en kısa zamanda bütün bu konularda radikal adımlar atılır. İnsanlık kendisine yakışır bir yaşantı içine girer.
         Artık fani olduğuna bütün kalbimizle inandığımız dünyada biz insanlara biçilen yaşam süresi, bir kelebeğin ömründen farksızdı. Hayatımızdan tek bir sayfayı dahi koparıp atmak mümkün değil iken, beni günün birinde hiç beklemediğim bir anda der dest edip, yaşama dair bütün defterimi bir çöp gibi ateşe attılar. Çok uzun ve edebi olmasalar da, yüreğimizin derinliklerinden sökün edip gelen cümlelerimiz boynu bükük, biçare ve yarım kala kaldı. Köklerimizi kesip, sevdiklerimizden, yoldaşlarımızdan, ailemizden, yarimizden, yarenimizden, çoluk ve de çocuğumuzdan kopardılar bizi. O diyara davetsiz getirildik ve bize sorulmadan da, kimimiz ömrümüzün baharında, kimimiz de en güzel yıllarımızı sürdürdüğümüz bir zaman diliminde bir ağaç dalı gibi bıçkılanıp, koparıldık. Bize istemimiz dışında zorunlu olarak ardımızda bıraktırılan, şimdilerde sizin ise belli bir süre daha kalacağınız dünyada bulunduğunuz bütün süre boyunca, hayatın tuşuna dilediğiniz gibi dokunmanız, es geçmemeniz dileği ile esen kalın. Mektuplarınızı, güvenilir kişilere verip, aşağıdaki adresime yollamanızı rica ediyorum. Zahmet edip yazarsanız, beni çok mutlu edersiniz.

Saygılarımla…

Rahmetli Mevtaoğlu
Araf Mahallesi Sırat Köprüsü Bulvarı
Kazancılar Sokak No: 2  Katran Sitesi
                   Arafgrad/ Mevtanistan
***********************************************************************

Amsterdam, 27 Nisan 2016 

KORKU

      KORKU   “Elimde değil Olric! Ne efendimiz? Elleri Olric elleri…”   Oğuz Atay - Tutunamayanlar   Fırtınalı bir denizin da...