KÜÇÜK CAMİLİ’NİN EZO GELİNİ
Yüksek yer anlamına
gelen ve ismi ile de müsemma olup, konumu gereği bir hayli yukarılarda olan
Bala, her bahtı karanın yüreğine çöken, o istenmeyen kasvetli karanlığı aklamak
gayesi ile görmek istediği, Başkent Ankara’nın bir ilçesidir. Devlet sarsılmaz varlığını
göstermek gayesi ile bu küçük ilçeye de elbette bir karakol, askerlik şubesi ve
hapishane hizmetini çok şükür esirgememiştir. Bala’ya bağlı kardeş Türk
köylerinden sonra, bir arada bulunan Kürt köyleri de Kızılırmak’a paralel bir
şekilde, İç Anadolu bozkırında bir Oltu taşı tespihin taneleri gibi art arda
ilçe topraklarında sıralanırlar. Bu tespihin bir telkari ustasının ince gümüş işçiliği ile süslenmiş olan imamesi, büyüklüğü gereği ile Kesikköprü beldesidir. Köyler
arasında büyük benzerlikler olsa da, yine de her yerleşim birimi kendince
farklılıklar ve şirinlikler sergilerler. Küçük Camili de yer yer ağaçların
bulunduğu bu köylerden biridir. Yaklaşık yüz haneli köy; kuruluş esnasında
sanki korkulu bir durumdan kaçarcasına, önceleri küçük bir vadiyi andıran bir
alana konumlandılar. Yerleşim olarak ilk bakışta insana köylülerin bir
şeylerden saklanma ihtiyacı duyduğu gibi bir hissi verse de, daha sonraları
yüreklerden duyulan korkunun silinmesi ile daha yukarılara, Ankara yolunun yükseltisine
çıkarak, alanlarını bu zuladan fazla taşmayacak şekilde iç içe geçmiş evlerin
yapımı ile sürdürdüler.
Küçük Camili
eşrafından Sılo, hanımı Ayşe ve oğlu Hüseyin şafak sökmeden uyandılar. On dokuz
yaşlarındaki kızları Hediye ve on yedisinde çiçeği burnunda delikanlıları
İhsan’ı uyandırmadılar. Köyde büyük bir sessizlik hakimdi. Bir kaç evden sarı
ışıklar süzülüyordu. Demek ki bu saatte başka uyananlar da olmuştu. Ankara’ya
giden köy minibüsü neredeyse böyle gece yarıları yola çıkıyordu. Kuyular’dan
başlayıp, Kesikköprü’ye kadar olan bütün köylerden yolcuları toplayıp, bir
kısmını Bala da bırakıyor, kalan yolcular ile de Ankara’ya doğru yola devam
ediyordu. Silo’nun gözü gelecek olan minibüsteydi. Çok geçmeden köy ilkokulunun
yanında bir ışık belirdi ve kıvrımlı yolda minibüsün parlak farlarından yayılan
göz alıcı ışık bütün köyün üzerinden geçip, yaladı. Silo aniden telaşlandı.
Çantalarını bir araya getirip, hanımı Ayşe’ye ve oğlu Hüseyin’e seslendi.
“Hadi çabuk olun.
Dolmuş geldi. Acele edin, yoksa bizi bırakıp giderler.” Hüseyin askerden yeni
gelmişti. Baba ve annesinde bir telaş olsa da, O’nun yüreğinin atışları çok
daha farklıydı. Hayırlı bir iş için Ankara’ya gidiyorlardı. Gece hiç uyumamış
saçlarına jöle sürmüş ve bir güzel taramıştı. Sakallarını kesmiş ve inceden
bıraktığı bıyığına dokunmamıştı. Avuç dolusu kolonyalar dökünüp, babasının
yanına geldi. Sabahın bu erken vaktinde gelen bu kolonya kokusu başını döndürse
de, oğlunun böyle üstünü başını düzeltmesi, bakımlı olması ve özellikle de
artık evlenme yaşına gelip, çok önceleri Ankara’ya taşınan akrabalarının kızı
Selma’ya gönlünü kaptırmış olmasından da oldukça memnundu. Aslında O da düz
siyah saçlarını arkaya doğru iyice tarasa ve Ayhan Işık bıyıklarını biraz daha
inceltse iyi olacaktı. Ama artık bu işlem için çok geçti. Allahtan Ayşe güzel
giyinmiş, uzun kıvırcık saçlarını güllü bir eşarpla örtmüş, gür kaşlarındaki
fazlalıkları cımbız ile almıştı.
Oğlunun evlilik
yolundaki seçimi doğrusu çok yerinde idi. Selma’nın babası da hem akrabası hem
de arkadaşı idi. Bir kaç gün önce Ankara’ya giden bir akrabası Hamit ile haber
gönderip, hayırlı bir mesele için gelip, misafir olacaklarını bildirmişlerdi.
Minibüsün orta koltuğunda üç kişilik yere, cam tarafına Ayşe, ortaya Hüseyin ve
kenara da Sılo oturup, sanki oğullarını koruma altına aldılar. Aracın tekerleği
yerdeki bir çukura girdi, hafif bir sarsıntıdan sonra yola koyuldu ve ışıklar
bir kez daha Küçük Camili Köyü’nün irili ufaklı evlerini taradı. Köyün dört bir
yanını köpek havlamaları ve öten horozların sesleri sarmıştı. Güneşin doğmasına
daha zaman olmasına rağmen, yolculuğa çıktıkları bu yaz gecesi de bir kaç
haftadır devam eden bunaltıcı sıcaklardan nasibini almıştı. Köy imamı İbrahim
hoca sabahın köründe uyanmak zorunda olduğu bu işini aslında pek de sevmiyordu.
Karısı şişko Emine ve iki kızı ne güzel mışıl mışıl uyumaya devam ediyorlardı.
Evinden çıkıp sabah ezanını okumak üzere ayağını sürüyerek yürürken, minibüsün
içindeki yolculara baktı. Kel kafasındaki külahını hareket ettirip, minibüs
yolcularına yine isteksizce selam verdi. Minibüsteki erkekler de bir ağızdan
mırıldandılar;
“Ve aleyküm selam.”
Yaklaşık bir saatlik
bir yolculuktan sonra, Bala’da inmesi gereken yolcular indiler. Boşalan yerler
tekrar doldu ve Ankara’ya doğru yolculuk devam etti. Ankara’ya geldiklerinde
güneş iyice yükseldiğinden, sıcak daha bir baskın hale geldi ve sabahın alaca
karanlığı yerini berrak bir aydınlığa bıraktı. Minibüs hayırlı işin sahiplerini
garajlara yakın bir yerde bıraktı. Anne,baba ve oğul ilk iş olarak bir
pastahaneye daldılar. Bir masaya ailece oturup, ısmarladıkları su böreği, simit
ve çayla kahvaltı yaptılar. Ardından Hüseyin tezgahtara kendilerine bir kutu
çikolata hazırlamasını söyledi. Tezgahtar bir operatör titizliği ile çekiştire
çekiştire plastik eldivenler giyip, işe koyuldu. Kutunun içine sanki çikolata
değil de beşibirlik altınları diziyor havasında idi. Kırık çikolatalardan
birisini Hüseyin’e verip, taze olduklarını damat adayına tescilletti. Çikolata
paketi oldukça ihtişamlı gözüküyordu. Kız tarafı akrabaları da olsa,
bırakacakları ilk intiba önemli idi. Sonuçta onlar da bilinen “naz tarafı”
idiler.
Caddeden geçmekte
olan bir taksiyi çevirip, bin bir telaş içinde bindiler. Sılo ön tarafa,
Hüseyin ve annesi de arka koltuğa oturdular. Sılo şoföre dönüp;
“Kardeşim biz
Keçiören Gazino durağına gitmek istiyoruz. Sana zahmet en kısa yoldan bizi
oraya götür müsün?.” Şoför “emriniz olur amca bey” mahiyetinde saygı ile
kafasını eğdi ve sarı kırmızılı tespihini geçirdiği vites koluna dokunup
arabayı büyük bir heyecanın yaşanacağı, mutluluk menziline doğru yola çıktı.
Arabada müzik olarak arka fonda Şarkıcı
Ümit Besen;
“Nikahına beni çağır
sevdiğim, istersen şahidin olurum senin.” diye yalvarırcasına şarkı söylüyordu.
Aynı romantiklikte
insanın içini bayıltan bir kaç şarkının ardından, kız evinin bulunduğu
apartmanın ikinci katında kendilerini buldular. Zili damat adayının annesi Ayşe
çaldı. Bu arada Hüseyin bir yandan elindeki çikolata kutusunun üzerindeki
süsleri düzeltirken, diğer yandan da bir davulu aratmayan hızla çarpan kalbine
derin nefes alıp vererek söz geçirmeye çalışıyordu. Kapıyı gelin adayı
Selma’nın annesi Sultan açtı.
“Aaa… Buyurun, biz de
sizi bekliyorduk. Hoş geldiniz, sefalar getirdiniz.” Beklenen misafirler
Selma’nın babası Fevzi tarafından da buyur edildikten sonra, misafirler devam edegelen
heyecanlarını biraz daha arttırarak gösterilen yerlere oturdular. Selma diğer
odada gelen misafirlerin telaş ve heyecanını aratmayacak duygular içinde
hazırlanıyordu. Ev sahibi Fevzi’nin hal ve hatır sorularından sonra, Selma’nin
da gelmesi için beklemeye koyuldular. Bu arada Fevzi ve hanımı Sultan sanki Hüseyin’i ilk defa görüyorlarmış gibi baştan ayağa süzmeye başladılar.
Hüseyin’in kalbinin atışları biraz olsun dinmiş olsa da, Selma’nin oturma
odasına girmesi ile çarpıntıları yeniden ayyuka çıkıp, tavan yaptı. Yerinden
hafifçe kalkıp, titreyen eli ile aynı durumda olan Selma’nın elini sıktı.
Selma’nın getirdiği
kahveler içildikten sonra, kız isteme faslı da tatlıya bağlandı ve Sılo
cebinden çıkardığı nişan yüzüklerini dualar eşliğinde, mutlulukları gözlerinden
okunan gençlerin parmaklarına taktı. Bir yıllık nişanlılığın ardından, Küçük
Camili Köyünde yapılan üç gün ve üç gece
süren düğünün ardından Selma ve Hüseyin de dünya evine girdiler.
Selma gelin olarak
Ankara’dan Küçük Camili Köyüne geldi. Köy hayatına uyum sağlaması uzun sürmedi.
Kaynanası Ayşe ve kayınbabası Sılo ile birlikte oturuyorlardı. Selma’nın da
köydeki diğer gelinler gibi çalışkanlığını ve hamaratlığını göstermesi
gerekiyordu. Bu konuda elinden geldiğince evin içinde koşturuyordu. Evliliğinin
üzerinden bir hafta geçmişti ki, her zamanki gibi erkenden kalktı. Bütün ev
halkına kahvaltı hazırlamadan önce tandır damını ve evin avlusunun içini
süpürmek için yörede “çalgı” denilen, kırlardan toplanan bir ottan yapılan
süpürgeyi eline alıp, işe koyuldu. Dışarıda çok güzel bir hava hakimdi. Evin
çatı kiremitlerinin arasına yuva yapan serçeler yavrularına buldukları
yiyeceklerin sunumunu yapıyorlar ve serçe yavruları da sevinç çığlıkları
atarcasına ötüyorlardı. Serçe cıvıltıları Selma Geline bir melodi gibi geldi.
Eğildiği yerden doğrulup, bu seslere bir müddet kulak kabarttı. Sonra kaldığı
yerden işine koyuldu. Önce karanlık tandır damından başladı. Kıyıda köşede her
tarafta öbekler halinde buğday serpişmişti. Selma kendi kendisine kaynanası Ayşe’nin
ve görümcesi Hediye’nin temizlik yönünden pek de titiz olmadıklarını düşündü.
Serpişmiş olan buğdayları ve diğer kalıntıları süpürüp avlunun bir köşesinde
topladı. Tozu dumana katarak bütün avluyu süpürdü. Bu arada kaynanası Ayşe
sabah mahmurluğu ile uykulu gözler ile gelinin ne denli çalışkan olduğunu aklından geçiriyordu. Evet
helal süt emmişti, oğluna ve ailelerine layık bir gelindi. İlk intibası
seçimleri isabetli ve çok kıt olan notu da Selma Gelin için tamdı. Çevresindeki
komşulara ve gelip giden akrabalarına gelinini anlata anlata bitiremiyordu.
Görgü, beceri, saygı ve sevgi gibi bir insanda olması gereken olanca meziyet
gelininde toplanmıştı. Çiçeği burnunda gelinin üzerine yoktu. O
her yönden bir numara idi.
Bütün ev halkı uyandıktan sonra yine evin gelininin
hazırladığı kahvaltı sofrasına geçtiler. Sılo sofradan kalkıp evinin
arkasındaki traktöre binip, tarlasına doğru gitmek için ayağa kalktı. Selma
hemen sofradan kalkıp, kayınbabasının ayakkabılarını bulup, getirdi.
Kunduralarının basık olan arka kısımlarını düzeltti. Sılo ayakkabılarını
giyerken yan gözlerle çayını yudumlamaya devam eden hanımına göz ucu ile bakıp,
göz kırptı. O da gelinlerine olan notunun tam olduğuna dair mesajını büyük bir
memnuniyet ifadesi dahilinde sofradakilere sezdirmeden iletti.
Sılo evin arkasına
geldiği zaman bir köşede komşularının bütün tavuk, horoz ve kazlarının bir
köşede buğday yediklerini ve kavgaya tutuştuklarını görünce şaşırıp kaldı.
Nereden gelmişti bu buğday ve bu kadar hayvanın evinin avlusunda ne işi vardı.
Anlam veremedi, acelesi olduğu için traktörüne binip gitti. Tarladaki işi
tahmin ettiğinden daha çabuk bitti ve tekrar eve geldi. Traktörünü aynı yere
koyacaktı ki, biraz önce görmüş olduğu, kendisinin ve komşuların hayvanlarının
gagaları açık, yere uzandığını görünce gözlerine inanamadı. Ne olmuştu bu kadar
hayvana? Hemen hanımına seslendi ve acele gelmesini söyledi. Ayşe de gelince, O
da şaşıp kaldı. Çok geçmeden toprak arasına karışmış olan buğday tanelerini
görünce olup biteni anlamakta gecikmedi. Ellerini dizlerine vurarak;
“Eyvah… Eyvah Selma
tandır damına attığım fare zehrini de süpürmüş. İnsan bilmez mi o buğdayların
zehirli olduğunu. Ne yapacağız biz şimdi, komşulara ne diyeceğiz? Bu nasıl bir
bela?” diyerek bütün komşuları başına topladı. Her gelen kendisine ait olan
kazlarını ve tavuklarını cansız yatar halde görünce Silo ve Ayşe’nin gözlerine
“ne yaptınız siz bunlara” der gibi ters ters bakarken, kayınbaba ve kaynana da
yeni gelinleri Selma’nın yüzüne aynı terslik ile baktılar. Selma Gelin ne
yapacağını şaşırdı. Bütün komşulardan, kaynanasından ve kayınbabasından
yalvaran gözlerle özür diledi. Eşi Hüseyin olup biteni görünce O da eşi adına
herkese dönüp;
“Komşular, Selma
buğdayın zehirli olduğunu bilmemiş. Kusuruna bakmayın. Ama zararınız ne ise
karşılarız. Ne olur bu olayı tatlıya bağlayalım.” diye bir açıklamada bulundu.
Komşular yeni gelinin tecrübesizliğine verip, zararlarının da karşılanacağının
verdiği rahatlık ile hayvanlarını geride bırakıp, evlerinin yolunu tuttular.
Komşuların dağılmasının
ardından Hüseyin ve Selma köyün dışında kazdıkları bir çukura ayaklarından
tutup, ters tuttukları tavuk, horoz ve kazları bu çukura atıp, üzerini toprakla
kapladılar. Küçük vadide yer alan bütün evlerde gündem, Sılo’nun yeni gelinin
icraatı idi. Onca kanatlı hayvanın katliamından sonra Küçük Camili Köyü’nün Ezo
Gelini’ne verilen bütün puanlar, bir çırpıda geri alındı. Köylülerin notu da
artık, ne yazıktır ki, kocaman bir sıfırdı.
Amsterdam, 7 Mart
2016