17 Nisan 2017 Pazartesi

HÜDHÜD






HÜDHÜD

         Saatler boyu inatla, yılmadan kanat çırpıyorum. Bitap düştüm. Kanatlarımın altı kan ter içinde kaldı. Ama biraz daha ilerleyip, en azından bir yerleşim yerine konmam daha iyi olacak. Havaların Afrika dışında da ısınması ile birlikte annem ve babamla birlikte adını ilk kez duyduğum, Anadolu’ya doğru uzun soluklu bir göçe çıktık. Onlar daha önceleri bu diyara gelmişlerdi. Benim ilk gelişim. Ben de büyüdüm ve artık denizleri, dağları ve ülkeleri aşıp yeni göçlere çıkacak kadar geliştim.
         Afrika’dan yola çıkıp, en nihayetinde Anadolu denilen toprakların semalarında kanat çırpıyoruz.  Bu toprakların güzelliğine ve muhteşem tabiatına bütün benliğimle vuruldum. Büyülendim. Ardımızda inanılmaz güzellikte güzel yerleşim yerlerini ardımızda bıraktık. Daha az ağaçlıklı geniş bir alanı alabildiğine kaplayan bu bozkıra gelmeden önce, ben şaşkınlıkla etrafımı seyre dalmıştım. Kendimden geçmiş bir halde kanat çırpmaya devam ederken, annem, babam, kardeşlerim ve akrabalarımın dahil olduğu büyük göç kafilesinden bıhaber ayrıldığımı fark ettim. Onları kayıp ettiğimi görünce minik yüreğimi büyük bir korku sardı. Yaklaşık iki gündür beyhude bir arayış içindeyim. Bu bölgede, büyük buğday ve arpa tarlalarının genişliğinin görünümü gözlerinizi yoracak bir büyüklükte. Saatlerce aynı manzaraya takılıp kaldım. Artık umudumu tamamen yitirdim. Büyük bir umutsuzluk içindeyim ve kendimi çok mutsuz hissediyorum. Bahtsız başımın çaresine bakmaktan başka seçeneğim kalmadı. Oldum olası üzerimden atamadığım dalgınlığım talihsiz başıma bunu da getirdi.
         Birazdan öyle veya böyle yeryüzüne iniş yapmak zorundayım. İndiğim zaman acaba kaç kişi benim bir Hüdhüd kuşu veya diğer adımla Çavuş kuşu olduğumu anlayacak. Böylesi bir bozkırda tanınıyor olabileceğimi hiç sanmıyorum.
         Annem, babam, kardeşlerim ve akrabalarım büyük bir üzüntüyle şimdi her yerde beni arıyorlardır. Ama sesimi duyuramam. “Hüd hüd” diye ötüp, onları çağıramam. Bu bozkıra kayıp olduğum iki gün içinde defalarca kondum. Fazla ağaçlıklı ve yeşil bir alan olmasa da bizim besinimiz olan böcek, karınca ve diğer omurgasız canlılar açısından zengin bir yer. Bu konuda herhangi bir şikayetim söz konusu değil.
         Şu an büyük bir köyün üzerinde zig zaglar çizerek uçuyorum. Benim gibi renkli bir kuşun bu bölgede yer alacağını sanmıyorum. Başımdaki renkli tepeliğim ve kanatlarımdaki çizgilerimle hayli gösterişliyim. Tam bir asker milleti olan Türkler kanatlarımdaki çizgilerimden dolayı beni “Çavuş Kuşu” veya “İbibik” olarak adlandırmışlar. Çavuşluk öylesi yüksek bir rütbe değil elbet. Asker olmayı hiç yeğlemem. Bunun yanı sıra “İbibik” adımı  içeren türküler de yok değil.
“Kara gözlüm efkarlanma gül gayri
İbibikler öter ötmez ordayım
Mektubunda diyorsun ki gel gayri
Vatan borcu biter bitmez ordayım”
Bana çıkardığım sesten dolayı “Hüdhüd Kuşu” diyenler de var. Bence bu kulağa daha hoş geliyor.
         Sanırım köydeki bu evin önüne insem iyi olacak. Evin bahçesinde birkaç tane ağaç da boy gösteriyor. Ağacın ve yeşilliğin olduğu yerde yiyecek bir şeyler de bulunur. Yere inmek üzere alçaldığımda köy yolunun yanı başındaki tabelada Büyükcamili adı yazılıydı. Şu an bahçesine konduğum ev köy yoluna çok yakın. Ev halkından kimseleri henüz göremedim. Hemen domates fidesinin altında kıvrılarak hareket eden bir solucan ve az ileride karınca yuvasından birkaç tanesiyle karnımı doyurdum.
         Gagamdaki son karıncayı da iştahla boğazımdan aşağı salıyordum ki, otuz metre kadar ileride bulunan evinden, hafif bir aksama ile bahçeye doğru gelen yaşlı bir kadının geldiğini gördüm. Yürüme esnasında dizlerinde duyduğu can alıcı ağrıyı kırışıklıkların sardığı yüzünde hissediliyordu. Bir gözünü de sürekli kısıyordu. Belli ki, o gözü çok iyi görmüyordu. Telaşla dibinde bulunduğum zerdali ağacının en yakın dalına kondum. Yaklaşmakta olan yaşlı kadın görkemli renklerle bezeli kanatlarımı anında fark etti. Çehresine büyük bir şaşkınlık ifadesi yayıldı. Bahçe kapısını aralayıp olduğu yerde durdu ve hayranlıkla alımlı renklerime bakmaya koyuldu. Belli ki bugüne değin benim türümde başka bir kuş görmemişti. Beni ürkütmemek için olacak usulca iki adım daha atıp, iğde ağacına yakın bir yerde toprağa oturdu. İğde ağacından buram buram kokular yayılıyordu. Gördüğüm kadar ile kadından zarar gelmeyeceği güvenini hemen edindim. Ben zerdali dalında, O iğde ağacına yakın toprakta oturduğu yerde karşılıklı uzun uzadıya bakıştık. Kemerli burnunun etrafında benekler var. Kör olduğunu tahmin ettiğim gözü diğerine kıyasla daha küçük gibi.
         Size kendimden yeterince söz edemedim. Kuş olarak, bu denli güzel olunca mütevazi olmanın da pek gereği yok. Kanatlarım ve kuyruğum olabildiğince alacalıdır. Bedenimin diğer bölümleri pembeye çalan açık kahve rengidir. Çok alımlı olan şah şaşalı tepeliğimin uçları ise siyahtır.
         Bir İran efsanesine göre bendeniz Hüdhüd kuşu zamanında çok güzel bir kadınmışım. Günlerden bir gün odamda yarı çıplak, belime kadar uzanan kömür karası saçlarımı tarayadururken, kayınbabam yanlışlıkla odama girince, utancımdan başımda tarağımla aniden bir kuşa dönüştüm. Kanatlanıp, açık pencereden gökyüzüne havalandım. Başımdaki süslü tepeliğim de, o gün uçma esnasında unuttuğum taraktır. İran'lılar bu nedenle beni "tarak başlı" anlamına gelen "Şaneser" diye adlandırırlar.
         Önemli bir özelliğim de yer altında kimselerin göremeyeceği su kitlelerini görmemdir. O nedenle Süleyman Peygamberin oluşturduğu orduda kılavuz olarak  ben de yer aldım.
         İnsanları kötü bakışlardan koruduğum gibi, yapılan büyüleri de anında bozarım. Benim resimlerim evlerde kötü cinlere, kem gözlere karşı duvarlara asılır. Rüyalarınızda beni görmeniz halinde sıkıntılarınızdan kurtulacağınız, suya kavuşacağınız, emniyette olacağınız ve misafirinizin geleceği anlamına gelir. En güzeli de sevgililerden haberler getiririm. Heyecanla atan yürekleri mümkün olduğu kadar rahatlatırım.
         Zorunlu olarak yerleşmeye karar verdiğim Büyükcamili Köyü’nde bir yerde ev sahibim sayılan, ayağı duyduğu ağrılardan dolayı aksayan ve bir gözü görmediğinden kendisine Kör Zewe adı verilen yaşlı teyzemle ilişkilerimizi oldukça geliştirdik. Zewe Teyzem gününün büyük bir kısmını bahçede benimle birlikte geçiriyor. Karşılıklı aşıklar gibi saatlerce bakışıyoruz. Zaman zaman bana içini döküyor. Yaşamın zorluklarını, özlemlerini, yapamadıklarını, keşkelerini, ayrılıklarını, savaşları, fakirliği, hastalıkları, sevgiyi, güzellikleri, umutları ve ne yazık ki, dünya insanlığının o kahreden kötü gidişatını anlatıyor. Ben de her ne zaman sohbete eşlik etmek için “hüd hüd” dememle birlikte, O başındaki eşarbını aralayıp, kır saçlarını karıştırıyor. O an yüzünde mutlu olduğuna dair bir esintinin yayıldığını hissediyorum. Haliyle bu hali beni de mutlu ediyor. Ailemden bihaber aylar geçeduruyor. Tek tesellim, tutanağım dünyalar tatlısı Zewe teyzem oldu. Karşılıklı birbirimizi çok seviyoruz. O’nun tabiatla iç içeliği, yakınlığı doğrusu görülmeye değer. Bütün insanlar tabiata bu denli yakınlık duyuyor olsa, yeryüzü daha yaşanılır bir gezegen olurdu. Tabiata ne denli yakın olunursa, bir o kadar da vicdanlı olunuyor kanaatindeyim.
         Zewe teyzemi bekliyordum. Sohbetini, güneşe yüzünü dönüşünü, dizlerini ovmasını, saçlarını güllü eşarbını aralayıp açmasını ve bana olan o içimi hoş eden, her şeyi unutturan bakışlarını özledim. Çok gecikmeden çıkageldi. Kendisini mutlulukla selamladım. Benim kaldıramayacağım taşların altında, benim için solucanlar aradı. Elindeki çubukla zerdali ağacının kovuğuna yaptığım yuvaya bıraktı. 
         Bugün de hayli dertleştik. Gün alaca bir karanlığa büründü. Kalkıp evine gitme vakti, beraberinde ayrılığı da getirdi. Ayağa kalktı. Eteğindeki tozları çırptı. Sonrasında, biçare halde bir şeyler arandığını gördüm. Anlaşılan evinin anahtarını düşürmüştü. O bahçede dört bir yana bakınırken, ben de telaşla aramaya koyuldum. Gözlerim iyidir. Ben ki, onlarca metre toprak altındaki suları dahi görürüm. Böyle olmasaydı zaten Süleyman Peygamber beni ordusunun kılavuzu olarak tayin etmezdi. Az ileride anahtarın biber fidelerinin arasında toprağa karıştığını gördüm. İki kanat çırpışı ile uçtum. Anahtarın bulunduğu yere toz kaldırmadan indim. “Hüd hüd – Orada… Orada” diye üst üste öttüm. Görseniz nasıl mutlu oldu. O anahtarını cebine koyarken, ben de sağ omuzuna usulca kondum. Uzun gagama ard arda çok tatlı bir öpücükler verdi. Ardından da büyük bir şefkat ve sevgiyle kanatlarımı sıvazladı. Minnet dolu gözlerle tekrar yuvama kanat çırpmamı yine hayranlıkla izledi. Annemi, babamı ve kardeşlerimi O'nunla tanıştırmayı ne çok isterdim. Ağrılar içinde aheste adımlarla evine doğru ayağını sürüyerek uzaklaştı. Bir de kendisinden bir kaç yaş büyük, ama çok daha dinç görünen kocası var. O bize hiç takılmıyor. Çocuklarının her biri bir yerdeler. Onları bir başlarına yapayalnız bırakmışlar. Ömürleri bol olsun, sağ olsunlar. Ah... Benim Büyükcamili Köyü’ndeki biricik Zewe teyzem.

Amsterdam, 17 Nisan 2017









5 Nisan 2017 Çarşamba

AŞK ZÜĞÜRDÜ




AŞK ZÜĞÜRDÜ

         Basık bir havanın hakim olduğu öğle sonrasında, kısa bir şekerleme yaptım. O nedenle, gecenin ilerleyen saatleri olduğu halde uykum iyiden iyiye kaçtı. Yatakta o yana-buyana dört dönmelerim de kâr etmedi. Soluğu zorunlu olarak şiş gözlerimle balkonda aldım. Yorgunum. Uykumun vefasız bir yar misali beni terk etmesinde, bunaltıcı yaz sıcağının da etkisi olsa gerek. Büyükcamili Köyü’ndeyim ve seksen dört yaşındayım. “Kör Zewe” olarak nam salan, okuduğunuz öykülerin de kahramanlarından biri olan, hayat arkadaşım kadar tanınmıyor olabilirim. Bir iki öykünün kahramanı olabilmeyi başarırsam, bakarsınız ben de en az O’nun kadar bir üne kavuşurum.
         Biz yaşlı insanların hayatlarının daha hızlı geçtiğine dair üzerimden atamadığım kalıcı bir intiba var bende. Yaşlıların avuçlarında sıkıca tutmayı beceremediği ve kanat çırpmalarıyla uçup giden değerleri, geçen her günle birlikte çoğalıyor. İnsan ömrü çok da uzun bir zaman birimi olarak görülmemeli. Aslında bir nevi kelebek ömrü. Lakin bugüne değin ne çok şey gördük, yaşadık ve şahit olduk. Şaşılası bir dünya. Yaşayageldiğimiz bu renklilik; doğup büyüdüğümüz coğrafyadan da kaynaklanıyor olabilir. Her anı olaylara gebe, daimi bir hareketlilik, bir adım ileri ve ne yazık ki çok geçmeden on adım geriye olan dönüşler çok yaşandı, yaşanıyor. Görünen o ki, daha çok yaşanacak da! Bu coğrafyaya biçilen kaftan da bu olsa gerek.
         Balkondayım. Bütün ışıkları söndürdüm. Adeta pusuya yatmış bir vaziyette pür dikkat Büyükcamili’yi dinliyorum. Oğlum uzun yıllar önce bana çok sevdiğini söylediği bir şairden bir şiir okumuştu. Şiirden çok anlamadığım halde, bu mısraları ben de çok sevmiştim. Malum, yaşlı hafızası, yanılmıyorsam şairin adı Orhan Veli’ydi. Şair yıllarca önce, dünya şehri güzel İstanbul’u dinleyip, duyduklarını şiirle dile getirmişti. Kıyaslamak gibi olmasın. Tesadüf bu ya, ben de şu an İç Anadolu’da küçük bir Kürt köyünü dinliyorum. Hatırladığım kadarı ile şair, devasa şehri gündüz vakti dinlemiş. Şair olmayan, sıradan bir köylü olan ben Heyderi Hecike de küçük bir köyü gecenin kırkında dinliyorum. Aradaki fark akıllara ziyan. Bir ayrıcalık daha var ki, dinleme esnasında O’nun gözleri kapalı, benim ise açık, şişkin ve yorgun. O kısacık şiirde pek çok olayı olabildiğince bütünüyle büyük bir ustalıkla anlatmış. O büyük şehir, bu şiiri hatırlamamla birlikte anında gözlerimin önünde canlanıyor.
         Camili'de gökyüzü gündüzleri mavinin bin bir tonu ile hergün yeniden boyanır. Şu an rengini seçmek mümkün değil. Gece vaktinde gökyüzü karanlık bir boşluk gibi. Bugün sanki dünyanın bütün yıldızları bu köyün semalarında buluşmak üzere üşüşmüşler. Her yıldız bir pırlanta parıltısında. Üst üste alt alta, iğne atsan gökyüzündeki boşluğa düşmez. Rastgele bir yıldıza saplanıp kalır. İnsanın “Ne var, ne oluyor, neden hepiniz elbirliği yapıp, bu göğe üşüştünüz?” diye sorası geliyor. Cevap alabilir miyim bilemiyorum.
         Galiba bir yerlerde küçük bir kavga başladı. Büyükçe bir yıldız, daha küçük olan, ama öne çıkmaya kalkışan yıldızı var gücü ile tekmeledi. Küçük yıldızcık gökyüzünde hızla kilometrelerce eğimli bir kavisle uzaklara kaydı. Tahminim dünyada bir yerlere düştü ve söndü. Kül oldu. Umarım birilerinin başına düşmemiştir.
         İstanbul’u dinleyip, anlatan şair başından aşkın sevdalar yaşamış. Doğrusu gıpta etmedim değil. Kıskanmadığım tek tarafı ömrünün kısalığı oldu. Biz de sevdik elbette. Ancak tek taraflı. Sevdamız kalbimizde hapis kaldı. Yüreğimizden dışarı salı verme cesaretini kendimizde bulamadık. Ama şair adeta bir bal arısı olup, çiçekten çiçeğe konmuş. Kimi kadından hayli memnun olduğu halde, nefret ettikleri de yok değil. Anlaşılan o ki, o kısacık otuz altı yıllık ömre pek çok sevgili sığdırmasını bilmiş.
         O'nun anlatımıyla; “Birincisi ilk göz ağrısı. İncecik dal gibi bir kız.” Bir tüccarla evlendiği için, yediği önünde-yemediği ardında, ne bulduysa yemiş. Haliyle "dal gibi kızdan" eser kalmadığı aşikar.
         İkincisi kendisinden yaşça çok büyük, Münevver abla. O’nu gülme krizlerine sokan, Münevver ablasına bugün dahi hatırladığında kendisini utandıran aşk mektupları yazmış şair. Azgın bir kadın çıkagelir sonrasında. Ardından güzeli- esmeri, caninin içi Nuri Nisa takip etmiş. Kibar bir kadın ve ardından da şairi küplere bindiren, kendisinin deyimi ile “O bokun soyu” dediği kadın hayatında yer alır. Sizin de bildiğiniz adamcağızın aşklarını size neden bir kez de ben sayarım ki? Bu da bir nevi “Aşkta züğürt olanın, çapkın olan birini diline dolaması mıdır?” dersiniz. Daha pek çok sevgiliyi hayatına kattıktan sonra, en çok bağlandığı, “eşit olsak, hür olsak diyen” sadece kadın değil, aynı zamanda "insan" olanla hayatını birleştirir. Bunun kim olduğunu da edebiyat tarihçisine havale eder.
         Benim aşk yelpazem hiç bu denli geniş olmadı. Bütün hayatımı ömrü uzun, canı sağ olsun Kör Zewe doldurdu. Aramızda öyle dişe dokunur büyüklükte pürüzler çıkmadı. Her daim özverili olmaya ve elimizden geldiğince birbirimize kol kanat germeye çalıştık. Zaten aklı başında bir birliktelik de bunu gerektirmez mi? Benim cephem de, edebiyatçı da olmadığımdan edebiyat ile ilintili veya ilintisiz herhangi bir tarihçinin araştıracağı her hangi bir durum yok. Her şey olabildiğince aleni.
         Şairin ölümü, ülkedeki hayat kalitesinin bir göstergesi. Belediyenin kazdığı bir çukura düşer ve otuz altı yaşında ölür. Çok hazin bir son. Bir şair için ölüm bu kadar ucuz olmamalıydı. Yazık! Yüreği insani duygularla dolu olan şair, maddi olarak varsıl değildir. Öldüğü zaman cebinde sadece 28 kuruş olduğu görülür.
         Köyün içlerinden köpek sesleri geliyor. Horoz, koyun, inek, ağlamaklı kedi ve insan sesleri dolduruyor kulaklarımı. Bir karmaşa hakim. Telaşlı yeni bir gün başladı. Okunan ezan bütün sesleri bastırıyor. Gökyüzünde birileri belirdi. Bütün yıldızları kucaklayıp, çuvallara doldurdu. Ağızlarını bürüdü ve sıkıca bağladı çuvalları. Ay gümüş bir tepsi gibi parlarken, O’nu da alıp, altın varaklı koca bir sandığa koydu. Kırk büyük kilitle üst üste kilitledi. Yıldızsız gökyüzü çıplak ve oldukça sade kaldı.
         Dört bir yandan kuş sesleri gelmeye başladı. Karşı mahallede bir traktörün patırtılı sesleri duyulur oldu. Bir araba manevra halinde hareket ederken, farlarıyla alaca karanlığı henüz üzerinden tamamıyla atamayan Büyükcamili’yi taradı. Karşı mahalledeki evlerin ardında geniş bir kızıllık belirdi. Kızıllıkla birlikte gün ışıdı, ısındı. Yeni bir gün çıkageldi. Allah elden ayaktan düşürmesin. Seksen dört yaşıma bir gün daha eklendi. 
         Komşumuz Topal Mehmet’in tamir atölyesinden günün ilk çekiç sesleri duyulur oldu. Ustalardan biri çekiçle vurmakta olduğu demiri daha sıkı tutması için çırağına çıkıştı. Çekiç sesleri daha sık ve yüksekten gelmeye devam etti. Demir tavında dövülüyordu. Amca oğlum Osman evinin demir kapısını gıcırtı ile açtı. İri yarı cüsseli bedeni ile tam ışımayan balkonunda silüet halinde göründü. Ama ben O’na gözükmesem iyi olur. Bakarsın konuşmaya tutar beni. Havamda değilim ve hiç uyuyamadığımı da O'na şimdi anlatmakta zorlanacağım. Daha sonra hal ve hatırını sormayı ihmal etmem. Osman kapısının menteşelerini de neden yağlamaz ki, her sabah aynı gıcırtıyla uyandırıyor bizi. Bu gıcık gürültüden kendisi hiç mi rahatsız olmuyor? İyisi mi bir ara kendisine hatırlatayım.
         Bahçenin kapı kısmında yüzlerce karınca sağ ve sol yanlarını dikkatlice kontrol edip, teker teker yer altındaki yuvalarından çıktılar. Güneşten gözleri kamaşmış olmalılar. Güzergahlarına doğru uzun bir konvoy oluşturdular. Bir kısım karınca dönüş yolunda görünmeye başladı. Ağızlarında kendileri kadar büyük birer buğday tanesiyle yavaş yavaş yer altındaki kilerlerine doğru indiler. Hayat alabildiğine güzel.
         Dünyada var olan her şey şaşılacak kadar iç içe ve birbiriyle görünmeyen üst üste kör düğümlerle bağlı. Dünya bir bütünlük içinde. İnsan yaşamının arıların varlığına bağlı olması bunun en iyi örneği. En güzeli de kalpler arasında var olan bağ. Neşet Ertaş’ın dediği gibi; “Kalpten kalbe bir yol vardır. Görülmez.” Kalpler arasında görülemeyen bu yollar ne denli çoğalırsa, dünyamıza da barış ve güzellik o yoğunlukta hakim olacaktır.
         Ben de ayaklanayım artık. Varıp abdest alayım. Vakti gelmişken sabah namazına durayım. Sonra da yatağıma döneyim. Bir iki saat uyuyabilirsem, bana yeter de, artar da. Dünya nasıl da baş döndüren bir hızla tur atıyor. Hayat hiç duraksamadan, dönen  bir fabrika bandı  gibi süreklilikle devam ediyor. Büyükcamili de bu gezegende edindiği mütevazi hacmi ile birlikte dönüyor. Bunca yıldır ilk kez doğup büyüdüğüm köyü dinlemeyi akıl ettim. İnsanlara, kuşlara, böceklere, karıncalara, arılara, kaplumbağalara, horozlara, kirpilere, kurtlara, eşeklere, ağaçlara ve bitkilere kulak verdim. Dünyanın seslerini ayrı ayrı can kulağıyla dinledim. Fırsat buldukça sizler de dinleyin derim. Büyükcamili ile birlikte kendimi de dinlemeyi ihmal etmedim. Dinliyorum ve her şeyi daha iyi anlıyorum.

Amsterdam, 5 Nisan 2017






   

28 Mart 2017 Salı

TERMOS







TERMOS

         Kalkık gür kaşlarını sudan bir bahaneyle de olsa birleştirip çatmaya görsün, anında bütün aile fertleri O'nun ürkütücü hışmından fellik fellik saklanacak yer ararlardı. Üst kısmı tel tel bıyıklarla kaplı, dolgun dudaklı mübarek ağzını açtı mı, gözlerini saatler boyu yumardı. Ne zaman ve hangi durumlarda bineceği belli olmayan kocaman küplerden de akrobatlar misali uzun zaman inmez, birinden bir diğerine ustalıkla atlardı. Küpler üzerindeki uzun soluklu seyr-i seferinde fıldır fıldır dönen gözlerine yerleşen iki ejderha ateş püskürmeye başlardı. Kırçıl saçları tıpkı bıyıkları gibi tel tel olur, kaşları inişli çıkışlı hatlar çizerdi. Karısı Pelè böylesi istenmeyen bir durumun oluşması halinde, suspus, "çıt" sesinin bile gürültü sayıldığı bir ölü sessizliğe bürünürdü. Bütün bedeni elektrik akımına kapılmışçasına bir titremeyle, gıkını dahi çıkarmadan mutfakta soluğu alır ve ne kadar ağır eşya varsa korkudan kapının arkasına yığardı. Her defasında kalbini göğsünü yarıp, çıkmaması için iki eliyle bastırırdı.
         Hesko karısı Pelè’ye her ne kadar sabun misali baloncuklar halinde köpürüp atarlansa da, onca yıl sonra hala ilk günkü gibi sırıl sıklam aşıktı. Var olagelen ani parlamalarının, hiddetinin ve kızgınlığının önüne bütün çabalamalarına ve istemine rağmen geçemiyordu. Aslında kızgınlığı kalbinin derinlerinden gelmiyordu. Anlık saman alevi parlamalardı. Kısa bir an için de olsa, bu olumsuz dışa vurumlar, herkesin kalbini kırmaya ve ortamı berbat etmeye yetiyordu. Ama Allah’ı var bugüne değin, bu şiddet ve celallenmeye rağmen; fındık burun, kalem kaş, al yanak ve kara üzüm gözlerin sahibi Pelè’ye tek bir fiske vurmadı. Varsın dövmesindi. Yine de kadın dediğin, öyle veya böyle erinden korkmalıydı. Çocukları da öyle. Saygıda kusur edilmemeli ve akan sular; mevzu bahis saygı olunca, çok güçlü bir fren sistemi ile olduğu yerde ve anında durmalıydı. Hesko üç oğlan, üç kız ve bir de güzeller güzeli Pelè’den oluşan güzel evinin sarsılmayan direğiydi. Katılırsınız veya bu konuda kendileri ile hemfikir olmazsınız; Hesko’ya göre korkusuzluk saygısızlığı da beraberinde getirirdi. Atalarından bugüne değin böyle görmüştü. Şüphe götürmeyen bu görüş aynı zamanda “Haneyi Hesko’nun bekası” için de gerekliydi.
         Her köpürme anında ağzından ve burnundan körükler gibi hava çıkartıyor, gözleri bir anda kan çanağına dönüyordu. Sinir küpü bir insan da olsa, hayat çizgisindeki gidişat dilediğince seyrettiğinde, Hesko yumuşacık bir insan olup, kuş tüyüne dönüşüyor ve ardından da pamuk şekeri olmasını biliyordu. Oğulları ve kızları babalarının bu ters tarafından çok çekiniyorlardı. Günün birinde babalarının birilerine ters düşüp başını belaya sokacağından da korkmuyor değillerdi. Çocukları her ne kadar O’nu zorunlu olarak idare etme yoluna gitseler de, başkası aynı yolu seçmekte zorlanabilirdi.
         Hesko da köylüleri gibi nafakasını çiftçilik ve hayvancılıktan çıkartıyordu. Oğullarından ikisi ve bir kızı evlenip Ankara’ya yerleşince, iki kızı, bir oğlu ve karısı Pelè ile birlikte yaşamaya başladı. On yedisinde bıyıkları yeni terleyen oğlu Osman tarla işlerinde ve hayvancılıkta kendisine yardımcı oluyordu. On beş yaşındaki kızı Yeter ve on dört yasındaki Sultan anneleri ile birlikte ev işlerinde koşuşturuyorlardı.
         Hesko karısı Pelè’nin yaptığı peynir, tereyağı ve yoğurtları traktörünün römorkuna her çarşamba günü yakınlarındaki Kaman ilçesinin pazarına götürüp satıyor, aldığı para ile de ailesinin ihtiyaçlarını gideriyordu.
         Bahar mevsimi geniş İç Anadolu bozkırına gülücükler atarak çıkageldi. Koyunlar kuzuladı. Bahar yağmurları art arda bol miktarda gelince; dağ, taş, dere ve tepeler güzelim bir yeşilliğe, öbek öbek kır çiçeklerine bürüdü. Kaplumbağalar yuvalarından kafalarını korkusuzca mobil yuvalarından çıkardılar. Kirpiler pamuk yavrular doğurdular. Köstebekler toprağın altını üstüne getirdiler. Cırcır böcekleri karanlık geceleri aydınlattılar. Tırtıllar kanatlanıp gökyüzünün maviliğiyle buluştular. Bütün coğrafyayı onlarca çeşit kuşun cıvıltıları sardı. Yağmur sonrası çıkan tatlı rüzgar esintileri, gönül rızası aldığı çiçeklerin mis amber kokularını alıp, getirdi. Kelebekler ve arılar ayaklarında çiçek tozlarının ağırlığıyla tabiatta uçuştular. Tozları kondukları çiçekten bir diğerine taşıdılar. Çoğalmanın, üremenin, refah, bolluk ve bereketin önünü açtılar. Bütün insanlar ve dünyada yaşayan canlılar bu nadide kokuları ciğerlerine depoladılar. İnsanı sermest eden hoş kokuları alıp veren nefesler, İç Anadolu bozkırındaki bütün insanları alabildiğine mutlu kıldı. Baharın o muhteşem verimliliği ile hayli sıcak bir yaz mevsimine yumuşak geçiş yapıldı. Hesko ve karısı Pelè de diğer köylüleri gibi koyunlarından beklemedikleri bir oranda süt elde ettiler. Sağdıkları her damla sütü değerlendirip, tenekeler dolusu peynir ve tereyağı elde ettiler.
        Peynir ve tereyağı tenekelerinin yüklenmesi esnasında Hesko yine hiddetlendi. Oğluna ve Pelè’ye çatmamak için burnundan soluyarak, kendisini zar zor tutabildi. Kaman’a bir kez daha gidiyor olması bağırıp çağırmasının önünü kesti. Hesko her Kaman’a gelişinde kendisini büyülenmiş hissediyordu. Kilometrelerce öncesinden başlayan o güzelim yeşil örtü ve boy boy ağaçlar gözlerine, yüreğine bir rahatlama getiriyordu. Ciğerlerine doluşan temiz hava ile de bir kuş misali kanatlanıp, tüy hafifliğine ulaşıyordu.
         Havanın çok sıcak olduğu bu çarşamba gününde, pazarın sanayi sitesine yakın kısmında, dört teneke peynir ve iki teneke de tereyağı ile pazardaki yerine konuşlandı.
Sanayi sitesindeki bir tamir atölyesinden gelen çekiç seslerini bastıran Neşet Ertaş'ın dillere destan, babasının "Aydost" adlı türküsü, sabahın bu erken saatlerinde yürekleri dağlıyordu.
         Kaman’da Peynirci Kürt Hesko olarak nam salmıştı. Peynir ve tereyağı ihtiyacı olanlar, Çarşamba sabahı erkenden Hesko’nun tezgahının önünde sıralanıyorlardı. Bugün de Kaman’lı Rukiye hanım en ön sıradaydı. İki adım atıp, Hesko’nun tezgahının başında dikeldi.
         “Hesko ağam nasılsın? İyi misin? Karın ve çoluk çocuğun da iyiler mi? Bak sana bizim Kaman'ın meşhur cevizlerinden getirdim. Kabuğu ince, kolay kırılır. İçi çok lezzetlidir. Karına ve çocuklarına götürürsün, olmaz mı? Badem de getiririm. Severlerse, bir dahaki sefere daha çok ceviz getiririm. Ne diyeceğim, iki hafta önce senden peynir almıştım, biraz yağsızdı. Bu hafta nasıl, yağ oranı ve tadı iyi mi acep?” deyip, izin almadan kopardığı bir parça peyniri hafif uzunca olan burnunun hizasına götürüp, uzun uzadıya kokladı. Sonrasında da peynir parçasını ağzına attı. Dikkatle çiğnedi. Şarap test eder gibi kısık bakışlarla Hesko’nun gözlerinin derinine durdu. “İyi, fena değil” anlamında kafasını salladı. Daha sonra da üç kilo peynir istedi. Hesko’nun omuzlarına bir iki dokunmayla istediği indirimi de anında yaptırdı. Büyük bir gülümseme ve işveyle Hesko’nun tezgahından ayrılıp, yerini sıradaki müşteriye bıraktı.
         Müşterileri genelde kocaları Almanya’da çalışan, cüzdanları hatırı sayılır sayıda yeşil markla dolu kadınlardı. Hesko her kadının kocasının Almanya’nın hangi şehrinde işçi olduğunu, kaç yıldır ve nasıl bir işte çalıştığını biliyordu. Onları tanımadığı ve görmediği halde, isimleri sorulduğunda hemen söyleyebiliyordu. Kadın müşterileri alış verişlerinin ardından, uzun bir zaman Hesko’nun yanında yöresinde kalıyor, bazen de O’na yardım ediyorlardı. Sohbetlerinde Hesko’nun bugüne değin edindiği bütün bilgileri sohbetleri esnasında kendisine aktarıyorlardı.
         Yarı yarıya dul sayılabilecek bu Kaman’lı kadın müşterilerine karşı oldukça kibar, nazik, yumuşak ve güler yüzlüydü. Onlarla oturup sohbet etmek, birlikte bir şeyler yemek ve onların cilveleşmelerinden büyük zevk alıyordu. Bu müşteri potansiyelinin arasından her hangi bir dost edinemediyse de, istemesi halinde aday gibi görünen bir iki kadın da yok değildi. Lakin şimdi bunun sırası olmadığı halde, şeytan da kendisini ara sıra dürtmüyor değildi. Aslında güzellikte ve diğer yönlerden hiç birisi Pelé'nin pamuk ellerine su dökemezdi. Ama yine de "lanet kör şeytan" insanı rahat bırakmıyordu.
         Satış sonrası çarşıya geldi. Elleri cebinde parasının üzerinde dükkanları dolandı. Tanıdık olduğu esnafın ikram ettiği çaylarını yudumladı. Ekmek, çay, şeker, Pelè’ye ve kızlarına birer elbise, kendisine ve oğluna iki gömlek aldı. Bütün alış verişini çantalara doldurdu. Gömlek aldığı mağaza sahibi ile de dost olmuşlardı. Mağaza sahibi Kaman’lı Halit, Hesko’ya dönüp;
         Hesko abim, birer de soğuk su içer miyiz?” diye sordu. Hesko içtiği çayların hararetini düşürmediğini fark etti.
         “Olur Halit Usta, bir bardak da suyunu alayım.” Halit büyükçe cam bir bardağa, Hesko’nun daha önce hiç görmediği kapalı bir sürahiye benzeyen kaptan su doldurdu. Cam bardağı alıp kalın alt ve üst dudağı ile birleştiren Hesko, suyun soğukluğuna şaşıp kaldı. Hesko’nun şaşkın bakışları Halit Usta’nın gözlerinden kaçmadı.
         “Hesko abim, buna 'termos' diyorlar. Bize de yeni geldi. Havalar sıcak gittiği için peynir ekmek gibi satılıyor. Termosun özelliği sıcağı sıcak ve soğuğu da saatlerce soğuk tutuyor. Anlayacağın bizim bildiğimiz toprak testi dönemi sona erdi. Arzu edersen bir tane de sana verelim. Yenge hanımı sevindirirsin.”
         “Olur, neden olmasın. Ver bakalım bir tane.”
         “Hangi renkten istersin Hesko abi?”
         “Kırmızı olsun. Bilirsin bizim Kürtler kırmızıyı pek bi severler. Ben de severim.” Halit Usta kırmızı bir termosu özenle bir gazete kağıdına sardı ve siyah bir poşet içinde Hesko’nun eline iliştirdi.
         Yarım saat kadar sonra Hesko traktörü ile Hirfanlı Köyünü dönüş yolunda ardında bıraktı. Uzaklarda tepelerin ardında güneş bütün kızıllığı ile batmak üzereydi. Kızılırmak’tan esen tatlı rüzgar ağaç dallarını bin bir nazla sallıyordu. Irmak maviş bir akışkanlık çabası içindeydi. En geç yarım saat kadar sonra da evinde olurdu. Termosun marifetlerine Pelè de çok şaşıracaktı. Traktörle, motor gürültüleri ve tozu dumana katarak evine geldi.
         Hesko’nun geldiğini gören Pelè ve çocukları askeri bir disiplinle sıraya girip, beklemeye koyuldular. Hesko aylardır gittiği gurbet elde nihayet sılasına dönüyormuş gibi bir karşılamayı görünce yüzü güldü. Traktörü ile büyük bir TIR aracını sürercesine direksiyona asılıp, kavisler çizdirerek durdu. Pelè kocasının çehresinde uzunca bir zamandır böylesi tatlı bir gülümseme görmemişti. Hesko’nun bu haline çok mutlu oldu. Yüreğine doğru sıcak-tatlı bir akıntı hissetti.
         Hesko çantayı kaptığı gibi çok atik bir hareketle traktöründen atladı. Soluğu hala büyük bir nizam ve intizam içinde bekleyen Pelè ve çocuklarının yanında aldı. Siyah poşetten çıkardığı termosu gözlerinde nadir görülen bir parıltı ile Pelè’ye uzattı.
         “Bak Pelè bunun adı termos. Buna sıcak su koyduğun zaman sıcak, soğuk su doldurduğun zaman da soğuk kalıyor. Anlayacağın artık tarlaya soğuk su için testi götürmeme gerek kalmadığı gibi, bu termosa çay da doldurup tarlaya götürebileceğim. Senden ve çocuklardan bu termosu gözünüz gibi korumanızı istiyorum. Kazayla da olsa kim ki, bu termosu kırarsa O’nun benden çekeceği var. Bilesiniz. Benden söylemesi, sonra vay ben görmedim, bilmiyorum veya duymadım yok.” Tembihleme esnasında yüzündeki o tatlı görünüm aniden kayboldu. Alışılagelen Hesko yine karşılarındaydı.
         Pelè ve hala nizami hizada bekleyen çocukları yutkunmalar eşliğinde kırmızı termosa baktılar. “Oldu. Emredersiniz. Baş üstüne” mahiyetinde kafalarını salladılar.
         Pelè ve çocuklarının işi zordu. Bu termos denilen icadın çok yukarılardan gelen emir ve komuta uyarınca çok iyi korunması gerekiyordu. Başına bir hallerin gelmemesi lazımdı.
         Ertesi gün Hesko traktörü ile yine tarlaya gitti. Neredeyse hasat zamanıydı. Tarlaların verimini merak ediyordu. O nedenle aksama kadar bütün ekin tarlalarını tek tek dolaşacaktı. Hesko’nun evde olmamasını fırsat bilen Pelè komşuları Esme ve Hatice’yi çaya davet etti. Pelè özenle demlediği çayın yanı sıra bol yeşil soğanlı kısır hazırladı. Komşularına mahcup olmak istemiyordu. Kırmızı termosuna da soğuk su doldurup, görücüye çıkarabilirdi. Ne kadar çok beğeneceklerini görür gibi oluyordu.
         Misafirler yukarı kattaki balkonda gölgede oturuyorlardı. Pelè bir elinde çaydanlık ve diğer elinde kırmızı termosla merdivenleri çıkıyordu. Güneşin şavkı gelip, bir anda metal çaydanlık ile buluştu. Pelè’nin bir anda gözleri kamaştı. Dengesini hafiften yitirip, tökezleyince elindeki termos merdivenlerden aşağıya kadar yuvarlandı. Korktuğu başına gelmişti. Kırmızı termos kırılmıştı. Pelè’nin bir anda aklı başından gitti. Komşularını unuttu. Şimdi Hesko’ya ne diyecekti. O’nu nasıl sakinleştirip, termosun kırıldığına ikna edecekti. Kocasının hiddetinden termos gibi kırmızı bir renk alan yüzünü, dönüp duran gözlerini görür gibi oldu.
         Pelè uzun uzadıya düşündü ve aklına çalışmalarını aklına yatan plan üzerinde yoğunlaştırdı. Tarladan geç vakit dönen kocasına bol tereyağlı bir bulgur pilavı pişirdi. Bu arada artık yumurtlamayan “Kara Tavuğu” kümeste bir köşeye sıkıştırıp yakaladı ve oğlu Osman’a kestirdi. Tavuğu önce haşladı ve sonrasında da kırmızı toz biberli tereyağında kızartıp, bulgur pilavının üzerine yerleştirdi. Görünüm muhteşemdi. Yanına da güzelce bir salata ve ayran yaptı. Çok geçmeden tarladan yorgun argın dönen Hesko bulgur pilavı ve tavuk kokusunu içine çeke çeke gelip, yer sorasında bağdaş kurdu. Ziyafete diyecek yoktu. Bunu neye borçlu olduğunu anlayamadı.
         Zil çalan karnını tıka basa doyurdu. İçilen tavşan kanı çayların ardından, uyku saati geldi. Esnemeler dahilinde yatak odalarına çekildiler. Pelè çeyizinden kalma ceviz sandığından, öncesinden çıkardığı pembe geceliğini şuh hareketlerle giydi. Hesko olup bitene anlam vermekte hala zorlanıyordu. Akşam ziyafetinden sonra böylesi bir sunuma her ne kadar mutlu olsa da, bunun altından bir çapanoğlunun çıkacağından da adı gibi emindi. Varsın kimin oğlu çıkarsa çıksındı. Önemli olan anın tadını çıkarmaktı. Mutlu olduğunu çok da belli etmeme gayreti ile yorganı üzerine çekti.
         Pelè bildiği bütün kadınlık numaralarını bir hışımda döktürdü. Öyle bir hızla altlı üstlü oldular ki, bir anda nefes nefese kaldılar. Pelè’ye göre termosun kırıldığını söylemenin tam zamanıydı. Şu an söylerse belki de bütün korkuları geride kalabilirdi. Hesko’nun altında O’nun pazılı kollarına daha da sıkıca tutunmaya çalıştı. Omuzlarına üst üste öpücükler kondurdu. Usulca kulağına eğildi.
         “Heskooo… Termos ji keşt! – Heskooo… Termos kırıldı!” Hızını alamayan Hesko garip iniltiler dahilinde mırıldandı. Hesko kendisinden iyice geçti. Pelé çok kötü bir anda yakalamıştı.
         “Ma bişke. Ma bişke… - Kırılsın. Kırılsın…” deyince Pelè’yi bir rahatlamadır aldı. Bütün gücünü yeniden toparlayıp, bol merhametli kocasına daha çok sarıldı. Çok geçmeden Hesko kökünden baltalanan bir çam ağacı misali Pelè’nin yanına devrildi. Bir anda karısının biraz önce söyledikleri aklına geldi ve yattığı yerde doğrulup, karanlıkta Pelè’nin yüzünü seçmeye çalıştı. Pelè bu girişiminin de çözüm olmadığını hemen sezdi. Korkudan ne diyeceğini bilmeden, küçük dilini yuttu. Üzerine doğru harlı lavlar halinde gelecek olan Hesko’nun hışmı ile neler olacağını beklemeye koyuldu.
         Hesko önce nefesini toparlamaya çalıştı. Pelè’ye doğru iyice eğildi. Gecenin karanlığında çocukları tarafından duyulmalarını hiç hesaba katmadan, kör karanlıkta açtı ağzını yumdu gözünü.
         “Pele… Te got çi? Te got çi? Te got termos ji keşt! – Pelè… Ne dedin? Ne dedin? Termos kırıldı mı, dedin!” Karanlıkta Pelè’nin hiç beklemediği bir anda okkalı bir tokat gelip, sol al yanağının yanı başında patladı. Hesko gece yarısı yine küplerin üzerindeydi.
         Pelè hıçkırıklarla süklüm püklüm ağladı. Ağladı. Yanağının acısını dindirmek için eliyle iyice bastırdı. Yüreğindeki acı daha fazlaydı. Bir termos için otuz yıllık kocası olacak mendebur adam, bunu kendisine reva görmemeliydi. Sırtını Hesko’ya dönüp, kederli bir halde ağlamasını sürdürdü. Sabah şafak söktüğünde, Kara Tavuğun yokluğunu fark eden horozun sesi ve gözlerinde şişliklerle uyandı. Yorgun, bitkin, mutsuz ve oldukça kırgındı. Kara Tavuk Hesko’nun midesindeydi. Otuz yıllık bir evliliği geride bırakırlarken, Pelè’nin yüreğini derinden yaralayan bir tokat da gürültü ile al yanağında şahlanmıştı. Çocukları olup biteni sezinleseler de, duydukları korkudan gık diyemediler. Evin horozu geniş avluda dört bir yanda Kara Tavuğu aramaya devam etti. Hesko ortalarda gözükmüyordu. Süt dökmüş kedi olup, kahvaltı yapmadan traktörü ile evden uzaklaşmıştı.


Amsterdam, 29 Mart 2017

KORKU

      KORKU   “Elimde değil Olric! Ne efendimiz? Elleri Olric elleri…”   Oğuz Atay - Tutunamayanlar   Fırtınalı bir denizin da...