11 Temmuz 2019 Perşembe

KINALI





KINALI


“Sen yine de benden yana,
ferah tut yüreğini.
Benim hüznüm,
yakasından eksik etmez çiçeğini..."       Metin Altıok

Yaz ortası. Boğucu sarı sıcak dört bir yanda kol geziyor. Gün, ışıl ışıllığına çoktan kavuştu. Ay bir kez daha küskün, pılısını pırtısını topladı. Buruştura buruştura muşmulaya dönüştürdüğü güzel yüzünü düşürüp bir yerlere seyirtti. Bu küçük şirin sahil kasabasının çıkışına yakın, genişçe bir düzlükte, safir deniz sularının bir sigara içimi uzağında, sarı boyalı, tek katlı büyükçe bir ev. Taş örmeli geniş bahçe duvarlarının üzeri dikenli tellerle çevrili. Görünürlerde bahçede ve etrafta kimsecikler yok. Bir tek serçeler hareket halindeler. Sohbetlerine de diyecek yok. Ağaç dallarının birinden diğerine kısa "pır pır uçuşları" ile konuyorlar. Evin bahçesinde meyve ağacı olarak kalın gövdeleri kireçle boyalı beş zerdali ağacının beşini de güneşi gören tarafları kırmızıya çalan, yumurta sarısı zerdaliler basmış. Bahçe duvarının dipleri bakımlı, birbirinden alımlı rengarenk çiçeklerle bezeli. Ağaç dalları zerdalilerin ağırlığından "Buyursunlar efendim, hoş geldiniz. Sefalar getirdiniz." türünden yerlere doğru eğilmelerle kırılacaklarmış gibi görünüyor. Boğumlu dallardaki zerdaliler, yoğunlukları ile adeta üzüm salkımı görünümünde.
Bahçe avlusunun orta kısmında yer alan evin kapısı çok geçmeden usulca aralandı. Gül desenli eteğin altında aheste atılan adımların bahçeye getirdiği ev sahibesi Melek Hanımdı. Beraberinde Berfe de vardı. Bahçede akasya ve asmalar ile örtülü kamelyaya yerleştiler. Birkaç tane buz attığı kızılcık şerbetinden bir yudum aldı. Kırışıklara meydan okuyan kapalı göz kapaklarını aralayıp Berfe’ye baktı. Berfe'yi kendisini süzer buldu. Derinden olanca sevecenliği ile ona;
“Canımm…” deyip göz kırptı. Yetmişli yaşların basamaklarını tırmandığı bu zamanda Berfe’den başka da kimsesi kalmamıştı. Güngörmüş, kültürlü, bilgili, alımlı, pozitif enerjili ve asil bir kadındı. Artık yaşlanmaya yüz tutmuş canının özü bir tek oğlu vardı. Murat. O da yıllarca önce evlenmiş, Melek Hanımın yedi yıl kadar önce yerleştiği bu sahil kasabasına değil, eşi ile birlikte uzaklara, İstanbul’a yerleşmişti. Geçen yıllar oğlunu baba kılmayınca, Melek Hanım da torun sahibi olamadı. Bu güzellikten ve duygudan da mahrum kaldı. Güzelliğini tadacağını umduğu bütün beklentileri yarım kalakaldı.
Hafiften esen ılık bir rüzgârla zerdali yüklü dallar sallandı, yapraklar bir ağızdan hışırdadılar. Bütün bahçeyi buram buram yasemin kokusu sardı. Melek Hanım havaya savrulan kurşuni saçlarını, nar kırmızısı ojeli ince uzun parmakları ile düzeltti ve ardından meyveyle dolup taşan dallara baktı. Gözleri, parmağından hiç çıkarmadığı kocasının hatırası,  manevi değeri çok olan pırlanta ve ortası yakut taşlı antika yüzüğe takıldı. Dolgun, yine nar kırmızısı rujlu dudakları ile hafifçe tebessüm etti. Kocasının evlilik teklifinde bulunduğu o an, dizlerinin üzerinde masumca çöküşü, bu yüzüğü uzatması, titrek bir sesle; "Benimle hayatı paylaşır mısın?" diye sorması, kendisinin art arda "Evet... Evet... Evet..." demesi ve sonrasında olabildiğince sıkıca birbirlerine sarılmaları gözlerinin önünden saniyeler içinde çarçabuk geçti. Buğulanan gözlerinden yanaklarını okşayan iki damla gözyaşı boncuklar halinde biçimli çenesine doğru kaydı. Yüreğinde hoyrat ayaklar tarafından ezilmiş bir gülün hüznünün benzerini hissetse de, bunu Berfe'ye belli etmemek için bir çırpıda toparlanmaya çalıştı. Ola ki, görür diye; tez elden hiçbir şey olmamış gibi yüreğinin ezincini bir tarafa koyup, bütün şirinliği ile gülümsedi.
Gözlerine inanamıyordu. Bu yıl çok bereketliydi. Bunca zerdaliyi ne yapacaktı? Kimseler de yoktu ki onlara dağıtsaydı. Olmadı bir kısmını kurutur, birazını reçel yapar ve arta kalan yüklüce miktarını da konu komşuya dağıtırdı. Kendisi ne kadarını yiyebilirdi ki, taş çatlasın yıl boyunca iki-üç kilo kadar. Berfe de yemezdi. O bir kınalı keklikti ki, kekliklerin zerdali yediği görülmüş şey değildi.
Berfe'si ile baş başaydı. Birbirlerinin rüyalarında yaşıyor gibiydiler. Bütün sıkıntılarını derin bir hüzünle akan bir suya anlatır gibi bir tek ona anlatıyordu. Berfe de onu usluca dinleyip, üzüntüsünü paylaştığını belirtmek için kınalı tüylerin kapladığı pençesi ile toprağı eşeliyordu. Yine ol hikâyesini sil baştan anlatmaya koyuldu. Asıl önemlisi, bitmek tükenmek nedir bilmeyen, kendisini tamamen savunmasız bırakan yalnızlığı canına tak etmişti. Altından kalkılacak gibi değildi. Bir uğrak verip selam veren Allah'ın tek kulu yoktu.
Eşi matbaacı Sefer Bey evliliklerinin üzerinden on beş yıl kadar geçmişti ki, yakalandığı amansız bir hastalık sonrası çarçabuk dünyaya gözlerini kapadı. Sadece dünyaya değil, Meleğine de gözlerini kapadı, veda etti ve onu bir başına yapayalnız koydu. Dünyaya veda etmekle kocası onların birlikteliğinden vazgeçmiş oluyordu. Acımasızca; "Hoşça kal canımın içi hoşça kal/ Hoşça kal gözümün nuru hoşça kal/ ........./Vakit tamam/seni terk ediyorum." dedi. Tam da ona ihtiyaç duyduğu, yanında ve kendisine her yönden destek olmasını beklediği, elini sıkıca tutmasını, gözlerinin derinlerine bakmasını istediği bir zamanda ardına bakmadan çekip gitmişti.
Onunla birlikte olmak belki de vaat edilen cennetti. Lakin bu mutluluğu kısa sürdü. Bulunduğu cennetten Adem ile Havva misali kovuldu. Oysa hiçbir suç veya günah işlememişti. Pür ve kar gibi aktı. Bırakın yasaklı elmayı yemeyi, bahçesindeki zerdalileri bile yiyemiyordu. Bütün suçu güzelliklerden, insanlıktan, eşitlikten, hak ve hukuktan yana mı olmaktı? Ömrü boyunca bu insani değerler için mücadele etmemiş miydi? Bilemiyordu. Bu muammanın içinden çıkamıyordu. Bu cennetin tek meyvesi oğulları ki, Sefer Beyin ölümünden sonra hem annelik, hem de babalık ettiği Murat anacığını diz boyu vefasızlığı ile kırk yılın başında bir kez arıyordu. Oğlunu gözünden sakınır, yemez yedirir, ona en iyi koşulları sağlamak için yaralı bir serçe misali çırpınmıştı. Yeter ki iyi olsun, yeter ki o mutlu olsundu. Nerede yanlış yapmıştı, bunun cevabını bulamıyordu. Canı sağ olsun, yeter ki acılarını görmesin o da kendisine yetiyordu. Ona özlem duyarak kendisi acı çekse de olurdu. Bu nedenle sol yanında hasretle pır pır atan kalbi alabildiğine hicrandı. Bu uzak sahil kasabasında canından öte canı, arkadaşı, sırdaşı, yoldaşı ve biricik dostu Berfe’den başka kimi kimsesi yoktu. Her yanı kınalı, onu anlayan, dinleyen ve üzüntüsünü paylaşan yüreği büyük, küçük bir cana sığınmıştı.
Melek Hanım hüzünlü bir anlatımı takip eden matemli bir bakışla elini Berfe’ye uzattı. Tepeden tırnağa onun rengârenk, parlak ve kaygan tüylerini uzun uzadıya okşadı. Berfe sahibesinin bir somun ekmeği sıcaklığındaki ellerinden yayılan şefkati, bedeninin bütününde hissetti ve hoşlukla mayıştı, teslim oldu. Sonrasında Melek Hanımın badi parmağına uzun uzadıya yanağını sürttü. Mutluluktan bir iki öttü. Kafesini doğru gitti. "Bir arkadaşa bakacağım." der gibi yeniden kapısı açık olan kafesten çıktı. Ayçiçeklerinin, sardunyaların, hanımelilerin, mor salkımların, yaseminlerin ve mis amber kokulu kızıl güllerin arasında birkaç kez volta attı. Sonrasında cam parlaklığındaki minnacık gözlerini, Melek Hanımın boncuk mavisi gözlerine dikti.
Etrafta kuş cıvıltıları dışında büyük bir sessizlik hakimdi. Melek Hanım her gün olduğu gibi birazdan Berfe’ye yine kitap okuyacaktı. Bugün sıra Kum Kent Öyküleri adlı kitaptan, önce Kör Zewe ve sonrasında bir kez daha Mujik ile Tujik öykülerini okuyacaktı. Berfe’ye daha önce defalarca Mujik ile Tujik adlı iki kirpinin aşkını anlatan öyküyü okumuştu. Berfe bu öyküye bayılıyordu. O nedenle onu mutlu etmek için okunan her öyküden sonra, bir kez daha bunu okuyordu. Mujik veya Tujik’in adını duymaya görsün hemen Melek Hanımın yanı başına bitiyor, “çuk… çuk… çuk…” diye bir kaç kez öttükten sonra gagasını yanlamasına sahibesinin dizine koyuyor ve pür dikkat dinliyordu. Belki de Mujik’e âşık olmuştu. Berfe’ye göre doğrusu Tujik şanslı diken yumağı dişi bir kirpiydi. Görünen o ki; Berfe öyküdeki Mujik’e karşı minik yüreğinde platonik bir aşk barındırıyor ve bu sevda onu ondan alıyordu.
Berfe can kulağı ile dinliyor, bir yandan Kör Zewe’nin öyküsüne hüzünleniyor, bir yandan da Mujik ile Tujik’in aşkını kıskansa da, bir an evvel Melek Hanımın okuyacağı iki kirpinin büyülü aşkına kulak vermek için sabırsızlanıyordu. Akşamın alaca karanlığının bastırmasına az bir zaman kaldı. Var olan koşullarla yaşamanın tadını çıkarma yoluna gitmekten başka çareleri yoktu. Berfe heyecanlı, Melek Hanım da şen şakrak gördüğü dostunun bu halinden mutlu oluyor ve yüreğindeki matemi kovmaya çalışıyordu.
Beklenen alaca karanlık zerdali ağaçlarını da içine alacak şekilde dünyanın büyük bir kısmını kapladı. Melek Hanım ve Berfe bir kez daha araladıkları evlerinin kapısından içeri daldılar. Pencerelerden lambaların loş ışıkları dışarı süzüldü. Bahçe sessizliğe teslim oldu. Ağaç dallarındaki serçeler başka bahçelere doğru hızla kanat çırptılar. Küskün ay, gecenin ilerleyen saatlerinde yüzünü buruşturmalarla çıktığı seyahatinden döndü. Mehtap derin uykudaki Melek Hanım ve Berfe'nin sarı boyalı evini sevgili gibi yeniden sarıp sarmaladı.



Amsterdam, 11 Temmuz 2019

14 Haziran 2019 Cuma

ANNEM





                                                        Foto: Robin Yılmaz

ANNEM

Annem hasta. O yaşlı bedeni ve yüreği bir hayli zamandır yorgun. Orta Anadolu bozkırına öbek öbek köyler halinde serpişmiş olan Heciban Aşiretinden, namı diğer annem “Kör Zewe’nin” kalbi son birkaç yıldır tekliyor ve nefes almakta güçlük çekiyor. Zorlu bir yazma çabası içinde olduğum öykülerimde; eskiden beri anneme köylülerimin de dediği gibi Kör Zewe diye seslenmekte hiç ikirciklenmez ve zorlanmazdım.
Annemin böylesine çok yönlü bir öykü kahramanım, tılsımım ve aynı zamanda ilham kaynağım olmasından dolayı kendimi oldukça ayrıcalıklı hissediyorum. Aramızda sular seller gibi coşkulu bir dostluğumuz, arkadaşlığımız ve göz kamaştıran bir hukukumuz var. Garabete bakın ki; hasta olan bir insana hala "Kör Zewe" demeye devam ediyorum ve ağzıma en acısından isotlar ve biberler sürmekten kaçınıyorum. Aslında yaramaz bir çocuk gibi bunu çoktan hak ettiğimi de biliyorum. Devasa bir anne-oğul dostluğunun varlığından ve yekpareliğimizden söz ediyorum, bu fütursuzluk ondan mıdır dersiniz? Belki de yıllardır edinilen bir kanıksamadır, diye de düşünüle bilinir.
Bu adla hitap ettiğimde asla gocunmaz o. Böylesi bir sorunu yok. Hatta tam tersine gülümser. Ola ki kazara telaffuz ettiğimde, bunu saygısızlık olarak da algılamaz. Ama, şimdilerde annem hasta ve kendisine böyle seslenmeye dilim varmıyor artık. Annemin söylemeye alışık olduğum bu lakabı dilimin ucuna geldiği zaman içimde gürültülerle bir şeyler kopuyor, kırılıyor ve yüreğimde dayanılmaz bir acı hissediyorum bundan sonrasında. Annem hasta artık!
Bir yıl gibi bir zaman dilimi içinde birkaç defa kalp krizi geçirdi. Her defasında onunla birlikte ben de gidip geldim, ölüp ölüp dirildim. Altmış yaşına kırık bir merdiven dayayan ben, bir anda küçüldüm, çocuklaştım.  Şimdilerde tam altı yaşındayım. Ürkek ve acemi gözlerle etrafıma bakınıyorum. İçim ıslansa da, zaman zaman sessizce ağlamaktan kendimi alıkoyamıyorum. Yıkıntılıyım. Ona bir şey olursa bu uçsuz bucaksız dünyada ne yaparım, yapayalnız. El insaf, daha altı yaşındayım. Merhamet dileniyorum senden ey Tanrım!
Aslında hiç büyümedim ki ben, hem onun gözünde ve hem de benim anneme karşı olan hissiyatımda, her daim çocuk kaldım. Oysa hangimiz annemiz karşısında çocukluğumuzu ardımızda bırakmış hissederiz ki?  Renk renk misketlerimiz zulamızda bizi beklerken, ömrümüzü annemiz karşısında böyle süklüm püklüm geçiredururuz.
Küçüğüm ya; okumayı da hecelemelerle yeni yeni söküyorum. "Uyu Ali uyu." okuma fişlerindeki meşhur Ali bana kalırsa çok uyudu, bu kadarı yeter. Dürte dürte zoraki uyandırdım onu. Kahvaltı yapmamış. Birlikte kahvaltı yaptık. Ali’ye geçen hafta ilk defa “topu attırdım.” Şimdilerde Ayşe’ye başarabilirsem “ip atlatacağım.” Saklambaç oyununda bu denli becerisizlik. İnanılır gibi değil. Sobe olmakta üstüme yok. Laf aramızda yaşıtım bir kıza da aşığım. Adını söylemeyeyim. Bende saklı kalsın olmaz mı? Bakla azıcık da olsa ağzımda ıslansın. Biraz ketum kalmanızı diz kırıp rica ediyorum. Merak edip araştırmaya kalkmayın lütfen.
Annem benim. Her canlı böyle çok mu sever annesini? Mesela kirpiler, kurtlar, kuşlar, böcekler, aslanlar, tilkiler, hatta ve hatta kardeşlerim, köyün çobanı Aber, bekçi Memet, Deli Rısto, şairimizden kahraman olarak ödünç aldığım Bursalı Havlucu Recep, "yüz yıldır yalnızlığa" doyamayan Kolombiyalı yağız delikanlı Latino Gabo, Apartheid’in parlayan yıldızı "dark çikolata" Madiba, Monet, Ara Güler, Yaşar Kemal ve diğerleri annelerini benim kadar çok mu seviyorlar veya seviyorlardı? Sanmıyorum. İmkânsız bu. Kıskanırım. Olmaz, olamaz, oldurmam ki! Onu her anımsadığımda; süt köpüğü sularını yüreğimin irili ufaklı dağ ve tepelerinden toplayan, adeta kendi denizini arayan bir sevgi nehri yüksek debisi ile kayalara ve taşlara çarpa çarpa içimde akıp gider. İçim güneş altında kalan bir çakıl taşı gibi ısınır. Bedenime dokunan elim yanar. Onun varlığı ile hayata daha çok tutunurum.
Hastane yatağında bir başına, günlerce öylece yatması içimi lime lime ediyor, derinden acıtıyor. Onun bu hali, hüzünlenen yüreğimi bir beşik misali sallıyor. Kalksın, onlarca yıl öncesinde olduğu gibi elimden tutsun, yine köy meydanına götürsün beni. Amcalarımın çocukları ile oynarken, uzaktan bana baksın, gözetlesin, kollasın, gerçekte ve hayatta da düşmemem için dualar etsin. Ama amcalarımın çocukları benim gibi altı yaşında değiller ki. Elli-altmış yaşlarında onlar. Benimle oynarlar mı ki?
Hiç olmazsa bir tarafa fırlatıversin takılı serum hortumlarını, kutular dolusu kimyasal ilaçlarını. Başında zangoçlar misali bekleyen beyaz gömlekli doktorlara; "Sağ olun, var olun iyileştim ben. Başka hastalara bakın." desin.
Kar beyazı çarşaflı yatağının kenarına usulca oturdum. Kestane rengi gözleri ile uzun uzun hüzün damlayan kestane rengi gözlerimin içine baktı. Kestane diyarının derinliklerinde kayboldum hepten. Konuşmadı. Yüzündeki çizgileri demini iyice almış annem, derin bir suskuya büründü. İçindeki sessizliği merak ettim. Serum takılı elini usulca ve şefkatle titreyen elimin üzerine koydu. Bütün dallarım bir anda göverdi. Suskunluğu bitti. Bakışları ile adeta öyküde olduğu gibi: “Kamber Ateş nasılsın?” diyordu. 12 Eylül döneminde bildiğiniz bir öyküdür, Kamber Ateş öyküsü. Sevindirici olan ben mahkûm değildim ve annem de demir parmaklıklar önünde ziyaretçim değildi. Ama yine de dedim ya;
“Kamber Ateş nasılsın?” diye sordu bana.
“İyiyim annem, iyiyim. Var olasın. Asıl sen nasılsın?” Gözlerini kenetlenen ellerimize indirdi. Nutkum tutuldu. Gözleri yeniden konuştu.
“Kamber Ateş nasılsın?” Sözcükler boğazımda düğümlendi. Bir süre sonra heceler halinde sesim yarım açık tülbendini aralayıp pür dikkat kesilen kulaklarına ulaştı.
“İyiyim annem, iyiyim. Sen nasılsın? Ağrın, sızın var mı? Sen iyiysen ben de iyiyim.” Onun gözleri ile sorduğu soruya benim sesli cevap vermem üzere olabildiğince sevecenliğiyle gülü gülüverdi.
“Kamber Ateş nasılsın?” Onlarca kez daha aynı soruyu sordu. Uzun süre, süt beyazı tülbendinin altından taşan dalgalı saçlarına yıllar önce lapa lapa konan ve yaz ortasında dahi erimeyen karlara sessizce bakakaldım. 
…….............................................................................................................
Annem mi? Bütün canlıların anneleri gibi iyidir annem. Yağmur kokulu bir rayiha, bir iksirdir. Yumruk kadar yüreğinde eksik olmayan nevbahara dünyayı sığdırmakta şaşılası hünerdedir. Güzelliktir, sıcacık samimiyettir, akrabalıktır, dostluktur, acı paylaşandır, mutluysanız mutlu olandır, gözleri ile gülendir, hayattır ve her şeyden önce insandır. Şimdilerde ölürüm diye korkuyor. Lakin kim korkmaz ki "kalleş ölümden?" Acısı ve tatlısı ile vazgeçilemeyen değil midir yaşamak? Hele bir de ardında benim gibi altı yaşında bir çocuğu bırakmak. Olacak şey mi hiç? Hayır… Hayır… Hiç de adil değil böylesi. Daha dün, bin beş yüzlü yılların sonlarında tırnaklarını kuvvetlice yaşama kenetleyip gitmemekte direnmedi mi, 66. sonesinde hani “Kötülerin Yemen’e kadı olmasına” isyan edip, avazı çıktığı kadar bağıran bizim İngiliz William Shakespeare?
“E… Kardeşim William, Londra nere, Yemen nere?” diye sorsa da cahil.
“İyi ama kötüler kadı olmuş Yemen’e. Nerede kötü varsa karşısındayım.” dese de, meramını anlatamaz ki Shakespeare.
         Ama gelin görün ki, çekip gitmenin ne denli zor olduğunu aynı sonede devamla, iki sihirli dizesi ile bir güzel dile getirmedi mı kendileri?
“Vazgeçtim bu dünyadan, dünyamdan geçtim ama
Seni yalnız komak var, o koyuyor adama.”
Tanrıya şükür en nihayetinde bu badireyi de atlattı anacığım. Sevgi ile bakmaya devam ediyor. Gözleri ile konuşuyor. Dost gördüğü herkesi sıcacık bir samimiyetle buyur ediyor yanı başına. Yeri doldurulamaz manevi gölgemiz olmaya devam ediyor. Onun duldasında kalmak bize bir hayli iyi geliyor. Ve annem beş yüz yıl daha da var olacak. İnsanların hatırını bütün candanlığı ile soracak.
Gözleri ile gülecek, sevgi ile etrafına bakınacak. Çaylar, şerbetler ve patentli-üstü tavuk butları ile bezeli, tereyağlı Kürt Pilavı sunumu devam edecek anacığım. Bol köpüklü ayran ve kuru soğan da eksik olmayacak. Hadi çekinmeyin buyurun. Afiyet olsun. Herkese yeter bu dünya. Herkese yer var bu sofrada. Her daim var olsun analar!       


Amsterdam, 14 Haziran 2019  

28 Mayıs 2019 Salı

AGNES





AGNES

Küçük salaş restoranında işlerinin gidişatı hiç de fena değildi. Öyle ki, yoğunluktan bir sigara içimi kadar olsun başını kaşıyacak vakti yoktu. O dişi ve tırnağı ile bir yerlere getirmeye çalıştığı mütevazi restoranının bir tarafını yemek paket servisi yapmak isteyenlere ayırmıştı. Arkada kalan bölümde ise yaklaşık kırk kişilik bir restoran vardı. O gün de bir kez daha akşam yemeği vakti gelip çattığı zaman müşterileri söz birliği etmişlercesine bu mekâna bir anda yine doluşuverdiler.
Dışarıda; yeni bir yılı daha her geçen gün olanca şaşaalı kutlamaları ile yaklaştıran, aralık ayına has bir soğuk hissedilir oldu. Hafiften ıslık çalan bir rüzgâr kar tanelerini havada belirsiz yönlere doğru savuradurdu. Yaşlılar evlerinin cam kenarında oturdukları yerden karın yağışını ve gelip geçen insanları kahvelerini yudumlayıp pür dikkat izliyorlardı.
          Restoranının vitrininde çelik ve toprak kaplara tepeleme doldurulan yemeklerden yükselen duman ile birlikte aynı zamanda iştah açan kokular yayılıyordu. Hollandalı müşteriler gözlerine hitap eden birkaç yemekten azar azar alıyorlar ve damaklarında çok farklı bir haz bırakan Halil’in Akdeniz mutfağını da seviyorlardı.
Yemek bölümünde küçük bir bekleme kuyruğu oluştu. Halil müşterileri ile her zaman olduğu gibi tek tek ilgilendi. Derken sıra altın sarısını andıran dalgalı saçları ile otuzlu yaşlarda bir bayandaydı. Halil ilk defa gördüğü bu güzellik karşısında durakaldı. “Gözlerini su içen bir tavuk misali bir müddet havada tuttu.” Anlamsızca boşluğa gülümsedi. Ardından bakışlarını istemeden tekrar yemeklerin dizili olduğu vitrine indirdi. Etkisi altında kalığı kadının istediği yemekleri işaret eden siyah ojeli ince uzun parmağını takip etmeye koyuldu.
Halil çatallaşan sesi ile sorulanlara cevap verdi. Bir çantaya koyduğu yemekleri alan siyah ojeli kadın soluğu restoranın dışında aldı. Halil bütün benliğini kaptırdığı bu güzelliğin ardından bakakaldı. Çok güzeldi. Daha önce böylesi bir güzellik görmemişti ve kendisini hiç böyle hissetmemişti. Adeta çarpılmıştı. Vurgun yemişti. Bu etkilenmeden kendisi de şaşakaldı. Ol içini anlam veremediği anlamsız buruk bir dalga yaladı.
Yemek sırası gelen karşı komşusu Fred’in iyi “akşamlar dileği” ile kendisine gelen Halil, şaşkınlığını üzerinden atamadan aynı dilekte zoraki bulundu. Fred de Halil’i hiç bu kadar dalgın görmemişti. Halil sarı saçların ardından yemek buğularına katılıp buharlaşıp uçmuş gibiydi. Kendisini toparlaması oldukça zor oldu. Yemek seçmek üzere tezgâhına uzanan her elin parmakları gözüne uzun ve siyah ojeliymiş gibi gözüktü.
O günün hemen ardından adını bilmediği, ama aldığı yemeklerle birlikte her defasında kendisini de adeta alıp giden kadını “acaba yarın da gelir mi” diye düşündüğü vakitler içi ısındı. Tuhaf bir şekilde başı döndü. Devresi gün erken vakit restoranının kapısını açtı. Bir çırpıda hazırlıklarını tamamladı. Nefis yemek kokuları yeniden mekânına doluştu. Sabırsızca ve merakla beleren kestane rengi gözleri ile beklemeye koyuldu.
Alaca karanlığın bastırması ile yüreğinde bütün uğraşısına rağmen önüne geçemediği kıpırdamalardaki hareketlilik iyice arttı. Kalbi her zamankinden farklı atar oldu. Acaba bugün de gelecek ve onu yine görebilecek miydi?
Adını çok sonradan öğrenebildiği Agnes, o gün ve devam eden günlerde de sürekli gelip Halil’den yemek alır oldu. Halil’in yüreğini yerinden hoplatsa da aralarında istenilen yakınlaşma, karşılıklı sıradan bir merhabalaşmanın ötesine varamadı. Agnes sürekli soğuk ve mesafeli kaldı. Halil ne yapacağını şaşırmış bir halde, bu ulaşılmazlığı aşmak için “bin dereden su getirse” de Agnes bu billur sular benim için mi diye dönüp bakmıyordu. Ta ki o güne kadar.
Uzun süren kış buruşuk, yırtık ve kırık pılı pırtısını toplayıp gitmiş, baharla birlikte buğulanan topraktan göz kamaştıran renkleri ve bin bir çeşidi ile çiçekli bahar kapıyı araladıktan sonra çıkagelmişti. Kuşlar cıvıltıları ile yeşilin her tonuna bezenen ve bir top pıtrağa dönüşen ağaçların dallarında, insanların başını koro halinde döndürüyordu.
Bir Pazar günüydü. Biçimli yüzünün yer aldığı başında büyükçe bir ayçiçeğini andırana saçlarını savura savura Halil’in restoranına daldı. Umutsuz olsa da Halil önlem olsun diye elini bastırarak tuttuğu yüreğindeki debelenmelerle tezgâhının ardına geçti. Bir kez daha siyah ojeli uzun ince parmakların yemek seçimi konusundaki yönlendirmesine kendisini bıraktı. Yemek paketlerinin bulunduğu çantayla çıkmak üzere olan Agnes bir an bir şey sormak üzere Halil’e bakışlarını yönlendirdi.
“Halil Bey, bir şey soracağım ama ne olur kusuruma bakmayın, lütfen.” Halil apansız nar gibi kızardı. Agnes’in kendisine yönelik bir eleştiride bulunacağı hissine kapıldı. Ona olan duygularını, daha doğrusu platonik aşkını acaba çok mu belli ediyordu? Anlaşılan “baltayı taşa vurmuştu.” Hem de hayli sertçe olan bir taşa!
“Bugün Pazar olduğu için dükkânlar kapalı. Acaba rica etsem bana bir rulo tuvalet kâğıdı verebilir misiniz?” Halil’e bu hiç beklemediği istek çok komik gelse de, hemen akabinde büyük bir rahatlama hissetti. Korktuğu olmamıştı. Bir çırpıda bir poşete koyduğu iki adet tuvalet kâğıdını heyecanla Agnes’in eline tutuşturdu. Agnes hayranlık bırakan yüzünde yine bir o kadar hayranlık uyandıran bir gülümseme ile boncuk mavisi gözlerini kırpıştırarak teşekkür etti. Halil adeta eridi. Çok mutluydu. Aylar sonra garip bir vesile ile de olsa bir iki kelime konuşabilmişti. Şimdilik bu kendisi için büyük bir avuntuydu.
İnsanın içini dahi ıslatan yağmurlu ve karlı soğuk günler nihayet geride kaldı. Bahar bütün coşkusu ile Amsterdam’da kendisini hissettirmeye koyuldu. Sokaklardaki ağaçları bin bir çiçeğe bezedi. Kanatları, gagaları ve kuyrukları birbirinden süslü kuş cıvıltıları ortalığı alabildiğine sardı. Isınan hava ile birlikte insanların gülen yüzlerindeki gülümsemeler daha belirginleşti. Baharın bir parçası misali olan, kır çiçekleri motifli elbisesinin eteklerini uçura uçura Halil’in restoranın yolunu tutan Agnes, güzelim yemek kokularının buram buram yayıldığı açık olan kapıdan altın sarısı perçemini düzeltip, adımlarını içeri doğru attı.
Halil o gün daha bir itinalı giyindi. Tıraş oldu. Kokular süründü. Etrafı toparladı. Vitrinin üzerine büyükçe cam bir vazoya her biri neredeyse avucundan taşacak büyüklükte kızıl güller yerleştirdi.
Agnes büyük bir gülümseme ile Halil’e şimdiye kadar olagelenden farklı olarak sıcacık bir merhaba dedi. Halil’in gülümsemesi ve merhabasının sıcaklığının da Agnes’ten geri kalır yanı yoktu. Agnes bütün güzelliği ile yemek tezgâhının önünde dikeldiği yerden bir kez daha perçemini çekiştirdi. Heyecanla bekleyen Halil’e seslendi.
“İyi akşamlar. Nasılsınız? Dün akşamki yemek oldukça lezzetliydi. Ellerinize sağlık. Ben sizin yemeklerinizin müptelası oldum. Tekrar teşekkür ederim.” Ne diyeceğini ve nasıl hareket edeceğini şaşıran Halil yine de kısa sürede kendisini toparlamasını bildi. Sanki çok sevdiği birisi, onu sırtlayıp  güneşe koymuş gibi hissetti kendisini.
“Ben teşekkür ederim. Beğendiğinize çok sevindim. Bu bizim için bir onurdur. Damak zevkinize biraz da olsa hitap edebiliyorsak ne mutlu bize.”
“Ondan şüpheniz olmasın. Kesinlikle çok güzel.” Halil konuşmayı sürdürmek adına bir muziplik yapmak istedi ve tekrar söze girdi.
“Peki, tuvalet kâğıdımız nasıldı? O da yumuşaklığı ile beğeninizi aldı mı?” Agnes kendisinden beklenmeyecek bir kahkaha ile restoranı inletti. Patronlarının hovardalık manevralarına merakla kulak kabartan Aşçı Hüseyin ve garson Saliha da gülenler arasındaydı.
Halil ortamın yumuşadığını görünce, Agnes’e bir kahve içmek için vaktinin olup olmadığını sordu. Agnes hemen kabul etti. Restorandaki yuvarlak masaya oturdular. Halil titrek ellerle kendisinin sabah yaptığı elmalı turtadan bir parça ve iki fincan kahve ile çıkageldi. Mis gibi kokan kahvelerini yudumlayıp uzun uzadıya sohbet ettiler. Güldüler, gülüştüler.
Çok geçmeden flört etmeye başladılar. Bir sonraki baharda da dünya evine girdiler. Melez bir kız ve bir oğulları oldu. Hayatta bir tuvalet kâğıdının nelere kadir olabileceğine şaşkınlıkla, şimdilerde ömürleri yettiği zamana kadar mutlu mesut bir yaşam sürdürüyorlar. Yuvalarından hiçbir zaman kanatlanıp uçup gitmemesi için mutluluğun kanatlarını, ellerini ve ayaklarını sıkı sıkı bağladılar.

Amsterdam, 28 Mayıs 2019


3 Nisan 2019 Çarşamba

"F" & "K"





"F" & "K"

On bir yaşındaydım. O da on bir yaşındaydı. Ve ben onu çok seviyordum. Aynı sınıftaydık. Oturduğum sıranın bir önünde oturuyordu. Geriye dönüp baktığı zaman; "yüreğimin küçüklüğüne bakmaksızın, oraya ne kadar da kocaman boyutlu ve yoğunluklu bir sevgiyi sığdırmışım meğer." diye şaşakalıyorum. Sevdiğim, ilk göz ağrım, aşkım Fadime’nın saçlarının kokusu gün boyunca ciğerlerime doluyor ve kendimden alabildiğine geçiyordum. Güzeldi. Belki de dünya güzeliydi. Gamzeleri nasıl da çukur çukurdu. Dalgalı uzun saçları coşkun şelaleler misali omuzlarından aşağı hızla düşüyordu. Gözlerim derin ormanların yeşilini andıran gözlerine ilişmeye görsün, aman Tanrım o ne telaş, elim ayağım birbirine dolanırdı. Bütün vücudumu mest eden tatlı bir akışkanlık hızla dolanır ve bir anda kulaklarımı tırmalayan çıtırtılarla, harlı yanan bir odun sobasının ardında ısınmış gibi hissederdim ol bedenimi.
Henüz çocuk yaşlarda da olsak, her öğrencinin çoğunlukla bir sevdiği olurdu. Şimdilerde olduğu gibi. O yaşlarda kızlar ve erkekler, diğer çocuklar tarafından birbirlerine yakıştırılırdı. Allahtan beni de Fadime’ye uygun gördüler. Bu yakıştırma bütün okulda ve kasabada ağızdan ağıza yayılınca, ben de bu söylenti veya yakıştırmadan aldığım cesaretle Fadime’ye yine de yüreğim ağzıma tıkalı, korku ile yanaştım. Tarifsiz bir sevgi ile bağlı olduğum ona, masum-çocuksu duygularımı usulca fısıldadım. Bir anda kızardı, bozardı ve sesi garipçe çatallaştı. Ne yapacağını bilemedi. Şaşkınlıkla bir an bana bakakaldı. Bakışları apansız yere düştü. Gamzelerinin çukurlukları düzleşti. Sonrasında anlamakta zorlandığım söylenmelerle ardına bakmaksızın hızla yanımdan uzaklaştı.
Görünen o ki; baltayı sert bir taşa vurmuştum. Umudum kırılmıştı. Nafile, olmayacaktı. Ama ders zili çalıp sınıfa girdiğimizde, oturduğu ön sıradan dönüp dönüp her defasında hoş bir gülümseme ile bana bakıverdi. Gülü gülüverdi. Gülü gülüverdim, gerisin. Çok mutluydum. Gururluydum. Güm güm dövülen göğsüm, aniden beden ölçüsü değişen yüreğime dar geldi.
İlkokulun bitimine kadar bir yıldan fazla bir zaman Fadime ile çocuk sevgililerdik. Birbirimize çok yoğun duygular besledik. Dünya sadece onun etrafında dönüyordu. Baktığım her noktada Fadime’nin dünya güzeli hayali vardı. Okul bitiminde ailem Ankara’ya taşınınca Fadime ile ayrılık dayattı. Onu kasabada bırakıp şehre gitmek zorundaydım. Elim, kolum ve kanatlarım kırıldı. Ne yapacağımı bilemiyordum.
Anneme ve babama; "Fadime’den ayrılamam, burada kalacağım. Siz giderseniz gidin. Umurumda değil, ben sizinle gelmiyorum." diyemezdim. Diyemedim. Yabancısı olduğum bir şehirde o çukur gamzeli dünyalar güzeli yüzünü görmeden nasıl yaşayacaktım? Oldukça mutsuz, biçare ve şaşkındım. Aklım başımı terk etti. Kaderin ördüğü amansız ağları parçalamak elimden gelmedi. Önümde oldukça uzun bir zaman vardı. Her saniyem Fadime ile geçmeli ve “kıpır kıpır” yüreğim onun yanı başında atmalıydı. Artık on iki yaşındaydık. Kalbimi onun avuçlarına bırakmak istiyordum. Olmayacaktı. Kaderin bir örümcek gibi ördüğü ağların esiri oldum.
Ayrılık günü geldi. Erkenden kalktım ve sabahın alacasında Fadime’nin evinin önünde mantar gibi bitiverdim. Babası sabahın köründe işe gittiği için evde değildi. Akşamdan renkli bir kâğıda özenle paketlediğim bir Kemalettin Tuğcu kitabını ardımda saklı tutuyordum. Onda bir hatıram kalsın istedim. Heyecanım doruklardaydı. Kapıyı o açtı. Ani bir refleksle ardımda sakladığım kitabı uzattım. Kitabı aldı ve titreyen yüreğine bastırdı. Bugün taşınacağımızı biliyordu. Annesine oynamak için dışarı çıkacağını söyledikten sonra evden koşa koşa uzaklaştık. Başka bir mahallede tanıdık gözlerden uzaktık. Kapısı açık bir bahçeden içeri daldık. Çok mutlu ve bir o kadar da hüzünlüydüm.
İlk defa elini tuttum. İçim ürperdi. Büyük bir korku ile kocaman bir zerdali ağacının altında gamzelerine minnacık birer buse kondurdum. Gözlerinin içi güldü. Sarıldı. Bahçeyi bir anda gözlerinin zümrüt yeşili kapladı. Gözlerim kamaştı. Etrafı hepten papatyalar sarmıştı. Papatyaların arasında yer yer gelinciklerin narin kızıl çiçekleri ayrı bir renk katıyordu. İğde, elma ve mürdüm eriği ağaçları çiçeklere bezenmişlerdi. Serçeler sabah sohbetine çoktan koyulmuşlardı. Yeşil bir halıyı andıran çimlere oturduk. Başımızın üstünde kanatları birbirinden alımlı ve renkli kelebekler uçuşuyordu. Karıncalar bir köprü misali ayaklarımızın üzerinden geçip yiyecek toplamak üzere belirledikleri istikametlere doğru yol alıyorlardı. Uzun süre derin bakışlarımız birbirine sıkıca kenetli kaldı. Sonrasında titrek elleri ile hediyesini açtı. Kitabin ilk sayfasına kırmızı kalemle çizdiğim kalbi delen okun bir tarafında “F” ve diğer yanında da benim adımın baş harfi büyükçe bir “K” çizmiştim. Bizler küçük, aşkımız ise şaşılası bir büyükteydi. Avucunun içi ile çizdiğim kalbi uzun uzun okşadı. Aynı kalbi, dibinde oturduğumuz zerdali ağacının gövdesine de sivri bir taşla çizdim. Sevdamızı ölümsüz kıldım. Son bir öpücük verip gözlerimden boncuk boncuk düşen gözyaşlarımla evimin yolunu tuttum. Fadime o zerdali ağacının altında kalakaldı. Dönüp baktığımda ağacın altına çökmüş ve dönüp bakmıyordu. Belli ki o da en az benim kadar hüzünlüydü. Ardımdan Kemal diye bağırmadı. Art arda adımlarla hızla uzaklaşan beni bir kez olsun geri çağırmadı.
Uzun yıllar Fadime'den enikonu bihaber kaldım. Yıllar sonra Fadime’nin kendisinden yirmi yaş büyük omuzu tüfekli bir mahalle bekçisi ile evlendirildiğini duydum. Mutlu değilmiş. Babasının ve annesinin zoru ile evlendirilmiş, belli. Çocukları olmamış. Kocasının on ve on üç yaşlarındaki kızlarının anası olmuş. Omuzlarından düşen kumral-çağlayan saçlarını kocasının çocukları için süpürge etmiş. Ama diz boyunu aşan mutsuzluğu ile evliliği devam ettiği halde, o evlerini önünden sürekli gelip geçen burma bıyıklı bir kamyon şoförüne gönlünü kaptırmadan da edememiş. Bu yasak aşka nerede ince ise orada kopsun deyip bel bağlamış. Umutlanmış. Kalbi yeniden atmaya başlamış.
Bir ilkbahar sabahı bahçesinde renk renk sümbüller mis kokularını etrafa salarken üvey kızları okula, bekçi kocası da omuzunda tüfeği ile mahalleyi teftişe çıkınca, sevdiği şoför Taner evinin kapısında kamyonunu durdurmuş. Gönül kapısı açık duran Fadime sevdiğine işmar edip evinin kapılarını da açmış. Sarmaş dolaş çatırtılarla yanan ve bir zamanlar beni ısıtan odun sobası misali harlı bir ateşle alev alev yanan aşklarının meyvelerini koparırlarken, bekçi kocası ansızın evine gelmiş. Olup bitene inanmadığından çifte namlulu tüfeğine doldurduğu iki fişeği önce Fadime’ye ve ardından da şoför Taner’e sıkmış.
Şoför Taner’in yarı çıplak kanlar içindeki gövdesi, yine yarı çıplak Fadime’nin kanlı bedeninin üzerine yığılı vermiş. Bana gelince, evliyim. Fadime adında bir kızım ve Fırat adlı bir de oğlum var. Mutlu muyum? Bilemiyorum!
Her ne zaman fırsat bulursam, artık bir tarafında yüksekçe bir binanın yükseldiği bahçeye gidiyorum. Her yanda çocukluk sevdama dair hatıralar. Saatlerce zerdali ağacının dibinde oturuyor ve gövdesine sarılıyorum. Kalbimiz zerdali ağacının gövdesinin gelişmesi ile birlikte daha da büyüyüp çizgileri de derine inmiş. Fadime’nin yıllar önce hatıra kitabına çizdiğim kalbi okşadığı gibi, içimde buruk bir acıyla ağaçtaki kalbimizi okşuyorum. Sonrasında yere çömelmiş halde zümrüt gözleri ile bana bakan Fadime’nin derin gamzelerine birer öpücük konduruyorum. Serçeler sohbet etmiyorlar artık. Gelincikler papatyalara kırmızılık katmıyorlar artık. Küçük adımlarımla, gözlerimden patır patır düşen tuzlu yaşlarla hızla uzaklaşıyorum.
Fadime’nin beni çağırmamasına hala şaşakalıyorum. Art arda kulağımda iki kez tüfek sesi çınlıyor ve içimdeki acı köpürüyor. Pürmelal yüreğim suskun ve küskün. Beynimde depremler oluyor. Bir kez daha kendimde değilim. Dünya dönmüyor. Hıçkırıklarla katıla katıla, bir çukurun derinine gömülen derin çukurlu gamzeler için ağlıyor, ağlıyorum! 

Amsterdam, 3 Nisan 2019


https://www.facebook.com/kerem.hikmet.3/videos/10223242823958659/

12 Mart 2019 Salı

MÜJGAN







 MÜJGAN

Akşam yemeğinin hemen ardından yağmur başladı. Sonrasında, fındık büyüklüğünde dolu ile kol kola giren yağmur, daha da yoğun yağmaya devam etti. Ansızın kopan fırtınayı merakla izliyorum. Göz gözü görmese de ben görmeye çabalıyorum. Kıvrımlı ağaç dalları sağa, sola, ileri ve geri hareketlerin görüldüğü hızlı ritimli bir tango dansındalar. Ol insanlar evlerine kapandılar. Dışarıda sıcak soluğu yağmur ve doluya karışan kimseler yok. Güne gittikçe bastıran akşam karanlığı hakim oluyor. Sokak lambalarından cılız ıslak ışıklar yayılıyor. Islak ışıkların kendilerine hayırları olmadığı gibi, sokağı da aydınlatmaktan acizler. Bir an camlar kırılacakmış hissine kapıldım. Ama bu yersiz bir kaygı olmakla kaldı. Yemeğin vermiş olduğu rehavet ve cama vuran dolunun ninniyi andıran ritmik sesi olacak ki, oturduğum koltuğun kenarına kafamı koyar koymaz, derin bir uykuya dalmışım.
İç Anadolu bozkırının kalbindeki köyümdeyim. Her tarafı diz boyu yeşil otlar kaplamış. Otlar arasına üzerlik, çakır dikeni, deve dikeni, geven, kılıçotu, ayrık, yonca, sığırkuyruğu, gelincik ve peygamber çiçekleri de serpişmiş durumda. Suya hasret bu kurak topraklar bolca yağmur almış olmalılar. Bu verimlilik ve yeşilliğin bolluğu bunu gösteriyor. Daha kimselere rastlamadım. Karşılaştığım ilk kişiye bunu bir yol sorarım. Etraftan inek, koyun, eşek, köpek ve horoz sesleri geliyor. Karşı mahallede Hamza evinin terasından ağabeyi Yaşar’a "Kaman’a ne zaman gideceklerini" avazı çıktığı kadar bağıra bağıra soruyor. Yaşar gitmekten vazgeçtiğini aynı tonda bir bağırışla iletiyor. Hamza ağabeyinin bir kez daha yan çizmesine bozuluyor. Kaman'a gitme sevinci kursağında kalıyor. Otların yoğunluğu yürümemi zorluyor. Dikenlerden sakındığımdan köyün içlerine doğru yolculuğum uzuyor. Daha sekiz yaşındayım. Ahhh... Sormayın gitsin. Çocukluk öylesine güzel ki. Her şey, herkes ve her renk ön yargısız birbirinden daha güzel. Tamamı ile pür ve aksınız. Böylesi çok daha insani. Büyümeme kararı alıyorum. Hiç değilse beş yüz yıl çocuk kalmakta kararlıyım.
Okuma ve yazmayı henüz çözdüm. Babam, annemin bütün çoraplarımın yırtıldığını söylemesi üzerine, geçen hafta yeni siyah bir çorap aldı. Okumayı söküp sökmediğimi denemek maksadı ile okutacak başka bir şey yokmuş gibi, çorabın üzerindeki etiketi okumamı söyledi. Bir çırpıda okudum. Doğrusu helal olsun bana. Analar ne yiğitler doğururmuş görsünler.
"Ra... raa... fet ço... ço... çorap... la...la.. rı." Babam beni uzun uzadıya alkışladı ve öptü. Çok gururlandım. İçim içime sığmadı. Gözlerimi kırpıştırıp gökyüzüne bakar halde mutlu mutlu gülümsedim. Sırtımı babama yasladım.
Bir çocuk için hece hece de olsa okuyabilmek; loli şekeri, tahin helvası, karpuzun ortası, gül reçeli, dondurma, şerbet ve bal gibi bir şey. İlkokul ikinci sınıftayım. Arkası silgili daha iki kez tıraşlanmış sarı bir kurşun kalemim var. Bir de kırmızı bir kalemim var ki, onu kullanmaya kıyamıyorum. Kırmızı kalemimle sadece konu başlıklarını yazıyorum. Onu çantamda gözüm gibi saklıyorum. Yarısı kargacık burgacık yazılarla dolu üç ortalı çizgili bir deftere de sahibim. Babam Ankara'dan aldı. Kalemtıraşım yok. Babam bir dahaki sefer eğer Ankara'ya giderse, onu da alacak. Yine de Karun kadar zenginim yani. Defterimin kapağı onlarca kırmızı elmanın sarktığı bir ağaçla resmedilmiş. Canım elma çekiyor birden. Ama tek elması dahi olmayan biri kadar da fakirim.
Kurşun kalemimin ucu çabukça kırılıp tükenmesin diye çok fazla bastırmadan, “Ali topu at. Ayşe topu tut.” diye özenle kıvrımlı bir şekilde yazıyorum. Lakin beceriksiz Ayşe (kız işte ne olacak) topu tutamıyor.  Zavallıcık Ali de Ayşe’ye öylesine aşık ki! Onun topu tutması için yavaşça atıyor. Topu tutamayan Ayşe küsüp okul duvarının dibine çömeliyor. Aşk bu dile kolay. Ali koştura koştura anında Ayşe’nin yanı başında beliriyor.
“Özür dilerim Ayşe. Galiba çok hızlı attım.” Sıkıca örgülü saçını tuttuğu Ayşe ile hemencecik barışıyor Ali. Topu yeniden daha da yavaş atıyor. Ayşe en nihayetinde topu tuttu, sıkıca sarıldı ve sevinçten havalara uçtu. Ali’nin yanağına bir öpücük kondurdu. Ali'nin masum çehresi al al oldu. Yüreği titredi, bir hoş oldu.
Babam ve annem gencecik insanlar. Onlar daha tanyeri ışımadan uyanıyorlar. Ben uyumaya devam ediyorum. Keyfime diyecek yok. Çocuk dokunulmazlığım var. Babam otuz iki, annem ise henüz yirmi yedi yaşında. Daha çok uzun yıllar yaşayacaklar. Beni yapayalnız bir başıma bırakmayacaklar. Kurda kuşa yem olmayacağım. Babam sağlıklı, dinç ve yakışıklı. Uzun boylu, filinta gibi, bir delikanlıdan farksız. Annem de genç, ama kısa boylu ve topluca. Üzüm karası gözlerinin içi gülüyor. Anlatılmaz güzellikte derin bir sevgi ve şefkatle bakıyor. Mutluyum. Lakin annem babamın yanında oldukça kısa kalıyor. Arada bir dengesizlik var. Onlar iyi birer anne ve baba. Babam traktörü ile her gün tarlaya gidiyor. Ekiyor ve de biçiyor. Bir elimiz yağda, diğer elimiz balda olmasa da, Tanrı'ya şükür aç ve açıkta kalma korkumuz yok.
Arkadaşlarımla gün kararıncaya kadar dışarıda oyunlar oynuyorum. Ama çok acemiyim. Oyunda çelik bir tarafa, çomak da bir tarafa gidiyor. Çelik çomağın çok ırağına düşüyor. Bu becerimi hepten yitirmişim. Uzuneşek oyununda diğer çocukların yükü altında eziliyorum. Belim kırılacak diye korkuyorum. Bütün bedenime apansız ağrılar giriyor. Ağlamaklı bir halde oyunbozanlık yapıp oyundan çıkıyorum. Saklambaçta kan ter içinde kalıyor ve anında sobeleniyorum. Sek sek ve beş taş oyununda da bir o kadar beceriksizim.
Kocaman dünya sadece köyümden ibaret. Dünyada milyonlarca yerleşim yeri olduğu halde yalnızca komşu ilçemiz Kaman’ı birkaç kez gördüm. Kaman öylesine güzel ki, yemyeşil ve kocaman. Üç katlı, hatta dört ve beş katlı binalar var.  Dükkanlar oyuncak dolu. Çocuklar bisikletlere biniyor. Ne güzel. Her tarafta musluklardan şarıl şarıl sular akıyor. Çeşmenin musluğuna ağzınızı dayadığınız zaman anında suya kana kana doyuyorsunuz. Her tarafta büyük camekânlı lokantalar. Buram buram yemek kokuları geliyor. Renk renk dondurmalar. Simitler. Ayakkabı boyayan çocuklar. Dilenciler.
İlkokulun önünde tek sıralar halinde askeri disiplinle “hazır ol” vaziyetinde, başlarımız olabildiğince dik, gururla andımızı okuyoruz.
“Türküm, doğruyum, çalışkanım,
İlkem: küçüklerimi korumak, büyüklerimi saymak, yurdumu, milletimi özümden çok sevmektir.Ülküm: yükselmek, ileri gitmektir.
……………………………………”
Var olan varlığımızı da Türk varlığına armağan ettikten sonra, mutlu birer minik Türk olarak sınıflarımıza doluşuyoruz.
Sınıfa ite kalka büyük gürültülerle girdik. Ardında öğretmenimiz geldi. Bir anda hepimiz ayağa kalktık. Dolaplarda üzerinde iki mavi elin tokalaştığı Amerikan yardımı süt tozu kutuları duruyor.
Günlük yoklama yapıldı. Sınıfta her adı ve okul numarası okunan yüksek sesle “buraaaa…” diye seslendi. “Burdaa…” seslerinin kesilmesinden sora öğretmen cebinden çirkin yazılı bir kâğıt parçası çıkartıyor. Altı kişinin adını okudu. Aralarında ben de varım. Sınıfta yaklaşık kırk öğrenci var. Kafalarımız iki numara tıraşlı. Bizi kimin gammazladığını biliyorum. El yazısından tanıdım. Bekçi Ahmet'in oğlu Muammer. Sınıfta birkaç tane de kız öğrenci var. Onların saçları tıraşlı değil. Uzun siyah saçları örgülü. Yanakları al. Ayten'in al elma yanaklarında derin gamzeleri de var.
Mehmet Öğretmen adını okunanların tahtaya çıkmasını söyledi. Ne olup bittiğini anlayamıyorum. Ama tahtaya çıkış pek de hayra alamet değildi. Çok geçmeden öğretmen kocaman bir sopa ile karşımızda dikeldi. Korkudan ödümüz kopuyor. Dayak atılacak ama neden olduğunu bilemiyoruz. Ben altı kişilik sıranın en sondayım. Sopalı Mehmet Öğretmen hırsla ağzını açtı ve gözlerini yumdu.
“Uzatın lan ellerinizi. İt oğlu itler. Açınn… Açın bakalım ellerinizi. Demek evde Kürtçe konuştunuz ha. Lannn… Ben size kaç defa Kürtçe konuşulmayacak demedim mi? Ne anlıyorsunuz lan bu saçma sapan dille konuşmaktan?” Sopalar en öndeki arkadaşımızın eline inip kalkarken, bacaklarımdan aşağı sıcak bir sıvının akıp ayakkabılarımın içine doluştuğunu hissediyorum. İçim ürperdi. Bir hoş oldum. Uzun kömür karası saçları örgülü kızlar, en ön sıralarda oturduklarından, olup biteni en önce onlar görüyorlar. Son anda kendimi tutmaya çalışsam da tutulacak bir şey kalmamıştı. Dere dolup taştı. Çok geç. Yapılacak bir şey yok. Sopa ikinci ve üçüncü sırada bulunan öğrencinin avuçlarında yerini bulurken, kızlar da bana bakıp kendi aralarında alaylı bir şekilde gülüyorlar.
Utancımdan sıranın bana geldiğinin farkında değilim. Başımı bir karıncanın kafası gibi öne eğik tutuyorum. Milli duygularla hindi misali kabaran ve intikam hırsına bürünen Mehmet öğretmen taşan dereyi görecek halde değildi. O delinen yasağı onarmakla meşgul. Bu milli bir meseleydi. Camili Köyünde de bu misyon zatı alilerine verilmişti. Sopa dört kez son hızı ile indi-kalktı. Dört Kürtçe kelime, dört sopa demekti. “Ne kadar para, o kadar köfte.” Avuçlarım kan kırmızısı şişmiş, iki köfteye dönüşmüş halde sıralarımıza döndük. Belden aşağım ıslak ıslak. Tahtanın önünde sarımsı rengi andıran buhar dumanlarının yükseldiği bir gölet. Mehmet öğretmenin kunduraları gölette. Dersimiz coğrafya. Konu Türkiye’de göller. Van Gölü, Tuz Gölü, Eğridir Gölü…  Ve yeni bir katılım ile Sarı Göl. Hayırlı uğurlu olsun.
Köfteler sızım sızım sızlıyor. Tuz kokulu illet ıslaklık yapış yapış. Anneme ne diyeceğim? Ellerimdeki köftelerin ağrısı geçse bari. Masanın altında kıvranıyorum. Çiş kaşındırıyor. Halim hal değil.
Anlaşılan mutlu birer küçük Türk olduğumuz halde, var olan varlığımızdan bir kısmını Türk varlığına armağan edememişiz. Bu devasa varlığımızı acaba hangi zulamızda sakladık? Ben de bilemiyorum. Bu minnacık varlığımızı armağan etsek bile, cürmümüz ne ola ki?
Televizyonda yankılanan bir şarkının sesi ile uyandım, kendime geldim.
“Şenlik dağıldı, bir acı yel kaldı bahçede yalnız
O mahur beste çalar, müjganla ben ağlaşırız
Gitti dostlar, şölen bitti, ne eski heyecan, ne hız
Yalnız kederli yalnızlığımız da sıralı sırasız
O mahur beste çalar, müjganla ben ağlaşırız.”
Uyandım. Yağmur ve dolu dinmiş. Nihayet göz gözü adamakıllı görür hale gelmiş. Her taraf süt liman. İlk yüz yıl köfte yememe kararı aldım. Olmayan köfteden nefret ediyorum. Kahrolsun köfte.
Gördüğüm rüyanın etkisinden kurtulmaya çalışırken, on yıl önce kırk dokuz yaşımda “müjganın” kirpik anlamına geldiğini öğrendim. Türkçede de kirpik kelimesi olduğu halde ne diye Farsça bir kelime ithal edilmiş, doğrusu onu da anlayamadım. Müjganda yaşlar, dışarıda dolu karışımlı yağmur ve kara tahtanın önünde sarı göletler. Sınıfın en ön sıralarında kikirdeyen kız öğrenciler. Bacaklarımda ve ayakkabılarımda sıcaklığını hala hissettiğim kaşıntılı illet bir ıslaklık. Dışarıda ıslak ışıklar.
Yaşasın… Biliyorum. Müjgan kadın değilmiş. Geçte olsa bunun kirpik anlamına geldiğini ben de biliyorum artık. Hem de bir on yıl kadar.


Amsterdam, 12 Mart 2019

8 Mart 2019 Cuma

KARGALAR




 KARGALAR

Bir hafta önce yakaladığı ve evinde misafir ettiği minik serçelerini, derya maviliğindeki gökyüzünde köpüren bulutlara doğru buruk duygularla birer buse kondurduktan sonra serbest bıraktı. Özgürlüklerine kavuşan o dört minik serçe, sevinçle bulutlu mavilikte uzaklaştılar. “Cik” dediler önlerine yemleri, “cik cik” dediler suları verildi ama kısa süreliğine de olsa tutsaklık onlara göre değildi. Ev sahipleri garip bir adamdı. Serçeler neden tutulduklarına anlam veremediler. Ama en nihayetinde yine müptelası oldukları muhteşem semalardaydılar. Sonsuz genişlikteki gökyüzünü kanatlarının altına alma sevdası ile yanıp tutuşan serçeler, bu boşlukta her daim süzülmeliydiler.
Musa maviş gülümseyen gökyüzünde birer siyah noktaya dönüşen misafirlerinin ardından uzun uzadıya bakakaldı. Onları ne yazık ki, bir daha göremeyecekti. Gözlerini kırpıştırıp çuval dolusu bıyıkları ve kısa bir sakalla kaplı tombul yüzünü yere düşürdü. Hüzünlüydü. Yalnızlığını misafiri eylediği başka canlılarla gidermek, ona iyi geliyordu. Ayaklarını sürüye sürüye tekrar evine geldi.
İncitmemeye azami düzeyde dikkat göstererek yakaladığı hayvanları en fazla bir hafta evinde misafir ediyor ve onları uzun süre alıkoymaya da gönlü razı gelmiyordu. Ona göre doğa ve dünya sadece insanların değil, bütün canlılarındı.
Köydeki adı Deli Musa idi. Adı deliye de çıksa, o her türlü hayvan ile dosttu. İnsanlardan çok hayvanlarla haşir neşirliği ve yakınlığından dolayı, köylüler tarafından da garipseniyordu. Bırakın deliliği, tam tersine son derece zeki olduğu gibi on parmağında ondan da fazla hüner vardı. Garip karşılansa da, kimseler ile dostluk kuramasa da, herkesin evine tamirlere gidiyor, becerilerini kullanarak her türlü onarımda komşularına yardım ediyordu.
Bir hayvan oteline çevirdiği evinin her köşesinde, doğada yakaladığı bir hayvanı kısa süreliğine misafir eden Musa’nın yaşı ellilere vardığı halde bir başınaydı. Adı deliye çıkınca kimseler de ona kız vermedi. İki yıl önce çok sevdiği annesinin ölümü ile bir başına kaldı. Zaman zaman yalnızlıktan bunalsa da dönüşümlü olarak değişen misafiri hayvanlar ile dostluğu daha baskın geliyordu. Annesinin ölümünden sonra her yemek yediğinde titrek elleri sadece bir tabak ve bir kaşığa ilişti. Bir ikinci tabağı veya kaşığı alıp yanında birileri için masaya koyamadı. Can dostu olarak gördüğü hayvanların evindeki mevcudiyeti, insanları arar olmasını gerekmez hale getirdi. Onlarla ilişkisinde hiçbir fayda görmediği gibi, çok da gerekli değildi. İnsanlardan incinmiş ve küskündü.
Güneşli bir sonbahar sabahı. Sıcaklık mevsim normallerinin üzerinde seyrediyor. Yazdan kalma sıcaklarla canlıların ilikleri ısınıyor. Musa her zamanki gibi yine şafakla birlikte uyandı. Köyün derinliklerinde traktörle sebze satan bir seyyar satıcının megafondan ciyak ciyak sesi geliyor. Komşusu Ramazan traktörüne bağladığı mibzerle gıcırtılı sesler çıkara çıkara tarlasına doğru yola çıktı. Tohum atılan her tarla umut demekti. “Yağmur yağar mıydı? Tohumu bire kaç atmak gerekiyordu? Gübre ve mazot bu yıl da artar mıydı?” Kafasında onlarca soru vardı. Elinden gelen başkaca da bir iş yoktu. Atadan ve dededen kendisine bu miras kalmıştı. O da bunu sürdürüyordu.
Ramazan traktörün üstünde sıkıca kavradığı direksiyonu çeviredururken etrafına bakındı. Evinin avlusunda koşuşturan Musa’ya gözü ilişince gönülsüzce selam verdi. İçinden komşusuna acıdı. Musa’nın babadan kalma bir tarlası vardı. Onu da ortak veriyor, kıt kanat geçiniyor ve aldığını da kurda kuşa yediriyordu. Olacak iş değildi. Hangi akla hizmetti? Bilemiyordu. Elbette bir bildiği vardı.
Musa da selamını aldığı mahiyetinde kafasına bol gelen şapkasını eliyle tutup başını salladı. Ramazan’ı çok haz etmese de yine de komşuluğu iyiydi. Uzaktan uzağa da olsa kendisini kolladığını biliyordu. Aslında uzaktan anne tarafından da akrabaydılar. Ramazan’ın kız kardeşi Rukiye’yi anasını yalvar yakar gönlünü edip istemeye gitmişlerdi. Annesi Sarı Sultan’ı ve Musa’nın kapılarının önünde dikeldiğini gören köy muhtarı Mahmut ana ve oğula bakıp;
“Ne bekliyorsunuz kapımda?” diye elleri arkasında kızgınca sordu. Musa’nın annesi bütün cesaretini topladı ve kısık bir sesle meramını dile getirmeye yeltendi.
“Şeyyy…. Musa Ağam biz hayırlı bir iş için gelmiştik.” Muhtar Mahmut hakaretler ve usturuplu küfürlerle evine girip kapısını hızla çarptı. Çok aşağılanmışlardı. Musa ve annesi Sarı Sultan kapalı kapının önünde adeta birer noktaya dönüştüler. Dilenci muamelesi görmüşlerdi ve bu yenilir-yutulur türden bir şey değildi. Onurları yerle bir edildi. İçinde bir mangal gibi bir şeyler alev alev yandı.
O gün bugündür Musa insanlara doğru açılan bütün kapılarını sıkıca kapattı. Olmadı hepsini kilitledi ve anahtarlarını da derin kuyuların dibine attı. Bir daha da açmaya yeltenmedi. Yüreğini taze bir sarmaşık gibi dolamaya başlayan sevdasının köklerini kırptı. Oysa o Rukiye'yi ne çok sevmişti. Sevdasını yüreğinin olabildiğince derinine gömdü. Tez elden unutmak için doğadaki diğer canlılar ile sıkı bir dostluğu seçti. İnsan bildikleri onu insanlardan soğuttu. Böylelikle hayvanlara daha yakın oldu. İnsanlardan ise kaç yıldır uzaktı? On mu, yirmi üç mü, yoksa yüz yirmi üç mü? Hesaplayamıyordu!
Tavşanlara, güvercinlere, kekliklere, kedi ve köpek yavrularının yiyeceklerini ve sularını verdi. Kafeslerini temizledi. Her hayvanı büyük bir şefkatle sıvazladı, sevdi. Hepsinin tek tek hatırını sordu ve onlarla konuştu. Kedi ve köpekleri kalıcı misafirlerdi. Bu konuklarını diğerleri gibi kafeslerde tutmuyordu. Onlar evinin avlusunda diledikleri gibi dolaşıp, önlerine konulan yiyecekleri yediler. Kafalarına göre takılıp birbirleri ile oynadılar.
Serçe cıvıltıları olmadan gözüne uyku girmiyordu. Şimdi başka serçeleri konuk etmenin zamanı gelmişti. “Kasnak” denilen büyükçe bir buğday eleğini aldı. Metrelerce uzunlukta bir misina ipini kasnağın kenarındaki delikten geçirip bağladı. Daha sonra cebine doldurduğu buğday tanelerini avuçlayıp dik durumda bahçesinin içinde oturttuğu kasnağın önüne serpiştirdi. Bir odun parçasına doladığı misinayı aça aça taş örme duvarın ardına saklandı.
Serçelerin gelmesini beklemeye koyulduğunda her defasında olduğu gibi içini büyük bir heyecan kapladı. Kabuğuna sığmakta nasıl da zorlanıyordu. Aman Tanrım bu ne heyecandı. Yüreği yerinden fırlayacak gibiydi. Görünürde de serçeler yoktu. Evinin üzerinde bir karga kümesi gürültülerle süzüldü. Belki de bu kez serçe yerine yeni misafirleri bu sivri gagalı ve parlak tüylü kuşlar olacaktı. Kargaları daha önceleri de evinde konuk etmişti. İyi hoştu ama sadece geceleri o bön sesleri uyumasına engel oluyordu. Bir de etrafı çok kirletiyorlardı. Ama varsın olsundu. Başının üzerinde yerleri vardı. Misafirperverliğinde kusur etmeyecekti.
Kargalar buğdayın kokusunu almış olmalılar ki, çok geçmeden ani bir dalışla küme halinde bahçeye kondular. Musa’nın elleri titriyordu. Misina ipini iyice eline doladı. Kalbinin hızlı atışları ile uygun anı beklemeye koyuldu. Kargalar buğdayı paylaşamadılar. Aralarında büyük bir kavga başladı. Musa’nın acele etmesi gerekiyordu. Hızla ipi çekti. Yere düşen kasnağın altında üç tane karga kendilerini kurtaramadılar. Kanat çırpmaları nafileydi. Olan oldu ve Musa’nın ağına düşmüşlerdi. Oyunu sezenler anında kaçıp uzaklaştılar. Dönüp geride kalan arkadaşlarına bir kez olsun bakmadılar. Vefasızlığın en güzel örneğini gösterdiler. Yükseklerde bed sesleri duyulur oldu. Belki de birbirlerine düştükleri tuzağı anlatıyorlardı.
Musa kasnağı kapalı bırakıp bir koşu evine gitti. Daha önce serçeler için ayırdığı kafesi alıp geldi. Kasnağın kenarını hafifçe kaldırdı ve anı bir hareketle elini daldırdı. Kargalardan birini yakaladı. Bu sırada bir diğeri Musa’nın eline iyi bir gaga darbesi indirdi. Elinin acımasına aldırmadı. Yakaladığı kargayı kafese koydu. Daha sonra da sırası ile diğer iki kargayı kafese yerleştirdi.
Keyfine diyecek yoktu. Kafesi sallaya sallaya eve yöneldi. Kafesten kargalar bed seslerini yükselttiler. Önlerine konulan yemle kursaklarının dolması ile silkelenip kendilerine geldiler. Aralarında Sülün Karga söz aldı. 
“Daha ne istiyoruz?  Bakar mısınız, adamcağız hemen önümüze yemimizi ve suyumuzu koydu. Gökte ararken yerde bulduk. Kavga edip birbirimizi yemeyelim. Bakar mısınız tavşanlar, keklikler ne kadar da hayatlarından memnun ve keyifleri oldukça yerinde. Efendiliklerine söz yok. Şu güvercinlere bakıp yaptığımızdan utanmalıyız. Bizde kavga ve gürültü gırla. Daha fazla çıngar çıkartmadan halimize şükredelim. Bugüne değin hangi insanoğlu önümüze bir avuç darı serpti. Tanrının bugününe şükredelim. Demek dünyada böylesi iyi insanlar da var.”
Sülün Karga’nın uzun hitabını sabırla bekleyen Kırçıl Karga söze devam etti.
“Evet, Sülün’cüğüm yerden göğe kadar hakkın var. Belli ki iyi bir insana benziyor. Bana kalırsa gıkımızı çıkarmadan kıçımızın üstüne oturalım. Kavgalarımıza da artık bir son vermeliyiz. Bundan sonrasında birimiz hepimiz için, gerekirse hepimiz de birimiz için olmalıyız. Yalnız Mor Karga’nın adamcağızın elini ısırması hiç iyi olmadı.” Bunu duyan Mor Karga utancından ağzındaki buğday tanesini düşürdü. Süklüm püklüm tek kelime edemedi.
Kargaların hallerinden bir hayli memnun olduğunu gören Musa çocukluğunda rahmetli anacığı Sarı Sultan’dan öğrendiği bir şarkıyı ol iri bedenini sallaya sallaya mırıldandı.
“Karga karga gak dedi.
Çık şu dala bak dedi.
Çıktım baktım o dala.
Şu karga ne budala.
Karga fındık getirdi.
Fare yedi bitirdi.
Onu tuttu bir kedi.
Miyav dedi av dedi.”
Kargalar bir haftalarının bitiminde salıverildiler. Uzaklarda serçeler gibi kaybolmak için kanat çırpmadılar. Musa’nın evinin çatısına kondular. Gün ağarmasına kadar evden tekrar içeri dalmak için kapının açılmasını beklediler. Fakat kapı açılmadı. Musa tereyağlı bulgur pilavını iştahla kaşıklayadururken kargalar umutsuzca yeniden gökyüzünün alaca karanlığındaki yerlerini aldılar. Musa yemeğinin ardından olduğu yerde göz kapaklarının altına zorla yerleşen uykuya yenik düştü. Sızdı.
Rüyasında Rukiye ile evleniyordu. Sıra sıra halayların çekildiği, çifte davulun vurulduğu, zurnaların öttürüldüğü düğününün ardından gerdeğe giriyordu. Rukiye kar beyazı gelinliği içinde Musa'nın karşısındaydı. Damat yüz gümlüğünü takmak için gelinin duvağını kaldırdı. Karısının yüzünde büyük bir gülümseme vardı. Elleri ceketinin cebindeki reşat altınına gitti. Tam bu sırada kavgaya yeniden tutuşan kargaların bed sesi ürpertilerle uyanmasına sebep oldu. Rukiye görünürde yoktu. Odaya ağır bir tereyağlı pilav kokusu sinmişti. 

Amsterdam, 8 Mart 2019



5 Şubat 2019 Salı

AYNA









AYNA 
"Ayna benim en iyi arkadaşımdır. Çünkü ben ağladığımda, o asla gülmez." 
               Charlie Chaplin 
Sılo açık kahverengi gözlerine sabah güneşinin keskin ışınları apansız düşmesin diye, sağ elini gür kaşlarının hizasında siper etti. Aheste adımlarla evinin terasına çıktı. Dünyanın pek çok yerinde olduğu gibi, doğup büyüdüğü Heştiyar Köyü’nde de günün berrak, göğün alabildiğine mavi olduğu bir yaz ortasıydı. Keyfi yerindeydi. Halep kumaşı pırıl pırıl siyah takım elbisesi ile onu görenler, elli yaşında olduğuna inanmakta hayli zorlanırlardı. Giyiminin düzgün olması çok önemliydi. İstanbul Kız Kulesi kabartmalı, uzun köstekli-gümüş saatini sekiz düğmeli yeleğinin yan cebine özenle yerleştirdi. Bıyıklarını keyifle çekiştirip boncuk mavisi göğe doğru burdu. Evin tek ağacının terasa doğru sarkan gümüş yapraklı dallarından, haşmetli burnuna buram buram iğde kokusu doluştu. Ağacın üst dallarından birine konan ürkek bir serçe iki kez öttü ve ardından da hızla kanat çırpmaları ile belirsizliğe yöneldi. 
Varlıklıydı. Babadan kalma arazilerine çevre köylerde herkes imrenirdi. Bu yıl da ekinlerinden beklediğinin üzerinde bir verimlilikte mahsul elde etti. Tanrının bu gününe şükürler olsundu. Bir dediğini iki etmiyordu. Oturduğu iki katlı, altı odalı geniş konak çevredeki köylerde parmakla gösterilirdi. Dört bir yanı insanda büyük saygı uyandıran, işinin erbabı Ermeni ustalar tarafından yapılan, el emeği göz nuru ahşap oymalarla bezeliydi. Konağın her kapısı, penceresi, pervazları ve dolapları görülmeye değer birer sanat harikasıydı. 
Diğer yandan bugün onun için oldukça önemli bir gündü. Hayatının yeni bir dönüm noktasıydı. Bu muştulu güne verdiği ehemmiyetten aynanın karşısında uzunca vakit geçirdi. Saçlarına briyantin sürdü, yanaklarına, boynuna avuç dolusu lavanta dökündü. Üç çocuğunun annesi, karısı Makbule yaklaşık bir yıl önce, yakalandığı amansız bir hastalığa yenik düşmüştü. Geçen bunca zaman boyunca yeniden evlenmek maksadı ile kafasını aylarca yordu. Üç çocukla yalnız yapamıyordu. Bu yaştan sonra bir erkek için bir başınalık da katlanılır değildi. Akrabaları ve komşuları sonunda imdadına yetiştiler. Yapılan uzun araştırmaların ardından talihli gelin adayı komşu köy Bektaşlı’da bulundu. 
Edul henüz on beşindeydi. Köylülere göre ise evlenme yaşı çoktan gelip geçiyordu. Sılo’nun akrabaları Edul’ün babasının ‘ağzından girip burnundan çıkarak’ zoraki rızasını aldılar. Her hâlükârda kızları varlıklı bir eve gelin gidecek, ‘bir eli yağda ve bir eli balda’ rahat edecekti. Daha ne isterlerdi ki? Edul’ün gönlünün olup olmadığını sormak akıllarına dahi gelmedi. O, öyle veya böyle, müstakbel kocası ellili yaşlarda da olsa, çocuk yaşında bu evliliği onaylamak zorundaydı. Evlenecek olan kızların fikirlerinin sorulması görülmemiş ve adetten de değildi. Abesti. 
Konak avlusunun orta yerinde paçalı iki ak güvercin yarışırcasına takla atmaya başladılar. Yere konmaları ile birlikte öpüşür gibi gagalarını tokuşturuyor ve tekrar havalanıyorlar. Evin köpeği Kocabaş olup biteni ağzı açık ilgiyle izliyor. Sılo’nun gözleri de bir anda gösteri yapan bu kuşlara ilişti.
Ak güvercinlerden biri kendisi, diğeri ise yeni karısı Edul oluverdi. Hayal âlemine derinlemesine daldı. Bu manzaradan kendisini koparıp alması kolay olmadı. Evet, güzel ve mutlu günler onu bekliyordu. Özlemle beklediği an her geçen dakika daha da yakınlaşıyordu. Gülümsedi. Gözleri parladı. Tütün tabakasından bir sigara aldı. Muhtar çakmağından sızan gaz ve tütün kokuları birbirine karıştı. Boca ettiği sigara dumanını ciğerlerinin derinlerine doğru çekti. Sonrasında arkaya doğru taralı parıltılı düz saçlarının üzerinde, bir bacayı andıran burnundan gri bulutlar uçuştu. Nikotin hoşlukla genzini yaktı. Konakta 'İn cin top oynuyordu.' Kimsecikler kalmadı. Bir bardak çay olsun verecek tek insan yoktu. Üç gün ve gece süren curcunalı düğün kalabalığının ardından bir başına kalakaldı. Adetler gereği damadın evde beklemesi gerekiyordu. Öyle de yaptı. 
Kadınlı erkekli düğün alayı zılgıtlar, türküler, davullar ve zurnalar eşliğinde Edul gelini almak üzere çok da uzak olmayan Bektaşlı Köyü’nün yolunu tuttular. Akşam karanlığına kalmaz, alıp gelirlerdi onu. Sılo krallara layık bir düğünle ikinci defa dünya evine giriyordu. Düğünün çevre köylerdeki yankısı bir hayli ses getirdi. Şanına şan kattı. Gıpta ettiler. Böylelikle onu kahretmeye devam eden yalnızlığı da son bulacaktı. Kamanlı abdal ustalar tarafından çifte davul olanca güçleri ile dövüldü. Çifte erik zurna kafalar gökyüzüne kaldırılıp öttürüldü. Boy boy halaylar çekildi. Yüreklerindeki kıpırtılarla genç kızlar ve erkekler terli ellerini yeni halaylar için heyecanla birleştirdiler. Karun sofralarını aratmayan yer sofralarında ziyafetler verildi. Koçlar ve danalar kurban edildi. Çevre köylerden yüzlerce davetli düğüne katılımları ile şenlendirdiler. Heştiyar Köyü’nün semaları kadın davetlilerin attığı zılgıtlarla art arda yankılandı. Davul sesi çölü andıran bozkıra yayılan uzaktaki köylerde kulağa hoş geliyordu. 
Sılo’nun en büyük oğlu Mustafa yeni eşi Edul ile aynı yaştaydı. Diğer oğlu Selim on üç ve Arif ise on bir yaşındaydı. Gelin evinin örme taşlı geniş avlusunda onlarca metre uzunluğunda halaylar “Ki zawa? Ki zawa? – Kim damat? Kim damat?” bağrışmaları içinde döndü. Allı, yeşilli, pullu ipek mendiller sallandı. Havaya kurşunlar sıkıldı. Konağın tavan direğine takılan al bayrak nazlı nazlı sallandırıldı. 
Gelin alayı Edul’u Bektaşlı Köyü'ndeki baba evinden zılgıtlar eşliğinde alıp, Sılo’nun konağına doğru yola çıktılar. Damat evinin önünde çekilen son halayların ardından, damat Sılo arkadaşları tarafından sırtına vurulan onlarca yumruktan sonra gerdeğe girdi. Edul odanın bir köşesinde yatağın kenarına korku içinde ilişmişti. Kocasının içeri girdiğini görünce usulca ayağa kalktı.
Başını masumiyetle önüne eğdi. Buğulu ürkek bakışlarla beklemeye koyuldu. Sılo karısının duvağını usulca kaldırdı. Yüz görümlüğü hazırdı. Cebinden çıkardığı ve kırmızı bir kurdeleye dizili beş tane reşat altını karısının boynuna taktı. Sıkıca bağladı. Anlından öptü. Edul titrek elleri ile boynuna takılan altınlara dokundu. Çok da umurunda değildi. Ellerinin titremesi devam ediyor, yüreği hızla çarpıyordu. 
Genç gelin Edul’un bu evlilikten bir kızı dünyaya geldi. Çocukluğunu bir dem olsun yaşayamadan çocuk anne oldu. Annelik nasıl bir şeydi, nasıl yapılırdı? Bilemiyordu. Anne olması, benliğinden çocuksu duygularını alıp götürmeye yetmedi. Yaşayamadığı acı veren bu evreyi yüreğinden söküp atması mümkün değildi. Bu duygu kalbinin derinliklerinde yatıyordu. 
Bebeğini doyuruyor ve ev işlerini yapmasının hemen ardından sevinçle dışarı fırlıyordu. Baba evinde yaşayamadığı çocukluğunu, kocasının evinde Sılo’nun oğulları ile oynadığı oyunlar ile gideriyordu. Neler oynamıyorlardı ki; saklambaç, ip atlamaca, seksek, çelik çomak ve en çok da evlerinin önündeki büyük taşın üzerinden atlıyorlardı. Böylesi anlarda Edul kendisini unutuyor, avuntu ile dünyanın kendisi için de var olduğunu hissediyordu. Çok gecikmeli de olsa, biraz olsun çocukluğuna adım atması çiçeği burnunda anneye iyi geldi.  
Onu mutlu kıldı. Kendi yaşındaki üvey çocukları da Edul’u çok sevdiler. Çünkü o kendileri için bir üvey anneden çok, en iyi arkadaşlarıydı. Onun vakit bulup kendileri ile oynaması için can atıyorlardı. Üvey annelerini, aynı zamanda arkadaşları olan bu çocuk kadını üzmemek ve yüreğini hoş tutmak için adeta yarış halinde oldular. 
Edul kızı Sultan’dan ve Sılo’nun oğulları ile oynamaktan arta kalan zamanının büyük bir kısmını odasında duvara asılı altın varaklı aynanın karşısında geçirmeyi çok seviyordu. Onun derinliklerinde uzun uzadıya çehresine bakıyor, gülümsüyor, uzun siyah saçlarını tarıyor ve çoğu zaman kimselerin duymayacağı bir sesle konuşuyordu. Kimseler onun ne konuştuğunu duymadı, anlayamadı. Bu onların arasındaki bir sırdı. Ayna da en az Edul kadar ketumdu. ‘Ser verirler, sır vermezlerdi.’ 
Aynayı kendisine sırdaş edindi. Bu can dostu aracılığı ile Tanrıya yönelik adeta biteviye bir haykırış halindeydi. Karşısında bir insan varmışçasına derdini anlatadurdu. Yüreğindeki ol kanamalı yaraları bir bir açtı ve onunla paylaştı. Belki de daha çok yaşamadığı çocukluğunu, kardeşlerine olan özlemi, yanlış bir karar veren anne ve babasını anlattı. Akarsuya bırakılan rüyalar misali sıkıntılarını aktardı. Kendisini bir tek o anladı. Ona uzun uzun gülümsedi. Görünmeyen iki kol uzandı ve Edul’u bağrına sıkı sıkı bastı. Edul’un kara gözlerinden süzülen masumiyet gözyaşlarını kuruladı, teselli etti. Edul için bu büyülü bir aynaydı. En büyük avuntusu, en yakın arkadaşı ve dostuydu. Bütün hayatını onunla paylaştı. Döktüğü her gözyaşının ardından, aynasının da birlikte ağladığına inanıp ak bezlerle güzelce sildi. Parlattı. Öpücükler kondurdu. Belki de baktığı içinin aynasıydı. Uçsuz bucaksız parlak derinlikte aradığı kendisi ve çocukluğuydu. 
Duvara asılı kalmaya mahkûm edilen dostuna, dünyadaki en güzelin Edul olup olmadığını sormayı, kendisi Pamuk Prenses olmadığından gerek görmedi. Bu tür sıkıcı sorularla sırdaşının canını sıkmadı. En güzel o olsaydı ne olacaktı ki? Elbette fark etmeyecekti. Ama aynası güzel ve parlaktı. Şavkı parıltılarla bütün odasına yansıyordu. Onunla aralarında kimselerin göremeyeceği ve hissedemeyeceği çok güçlü ve sarsılmaz bir bağ vardı. Bunu kimselerin bilmesine de gerek yoktu. 
Evliliklerinin üzerinden çarçabuk dört yıl kadar bir zaman geçti. Hiçbir belirti göstermediği halde, oldukça sağlıklı görünen kocası Sılo ani bir hastalığa yakalandı. Kapısı tıklatılmayan doktor kalmadı. Hastane hastane dolaşıldı. Her türlü tedavi için gidilmedik yer kalmadı. Ancak hastalığına çare bulunamadı. Dört ay gibi bir zaman geçmeden de hayata gözerini kapadı. Ardında karısı Edul’u dul, üç oğlunu ve küçük kızları Sultan’ı babasız bıraktı. Edul sonradan da olsa Sılo’yu 'kaderim' deyip kabullenmiş ve sevmeye de başlamıştı. Onun için kocası bir yerde koruyucu ve baba şefkati veren birisiydi. O nedenle üzüntüsü büyüktü. Kızı Sultana ve oyun arkadaşları ve aynı zamanda üvey çocukları Mustafa, Selim ve Arif’e sarılıp yürekleri dağlayan ağıtlar yaktı. 
Dul kalan Edul daha çok gençti. Sılo’nun kardeşleri bir araya gelip abilerinin dul eşinin istemesi halinde baba evine gitmesinde karar kıldılar. Sılo’nun çocukları buna karşı direndilerse de Edul’un da gitme yanlısı olduğunu görünce kabullenmek zorunda kaldılar. Sultan’a da kimsenin bakamayacağı düşünüldüğünden, Edul kızını da beraberinde alabilecekti. 
Ayrılık günü gelip çattı. Bunu öncesinde Sılo’nun kardeşleri Edul ile konuştular. Mal varlıklarının azımsanmayacak kadar çok olduğunu, kendisine istediği kadar para veya ne arzu ediyorsa verebileceklerini, buna hakkı olduğunu, ağabeylerinin ve çocuklarının üzerinde çok hakkı olduğunu söylediler. Dolayısıyla bunu hak ediyordu. Ancak Edul hiçbir şey istemediğini söyleyince, çok zorlamalarına rağmen kabul ettiremediler. 
O oyun arkadaşları üvey oğulları ile ayrılacağından dolayı çok üzülüyordu. Onları beter özleyecekti. Tek tek kucaklaşmalarla, hüzünle vedalaştı. Sevgi ile sırtlarını sıvazladı. Kendisini unutmamalarını ve mümkünse sıkça ziyaretine gelmelerini sıkıca tembihledi. İleride güzel kızlarla evlenmelerini, çok mutlu olmalarını ve babalarının mezarına gitmeyi ihmal etmemelerini söyledi.  
Rüzgâr uğultulu bir solukla esiyor. Bir sonbahar sabahıydı. Boynu bükük Edul sağ eli ile sıkıca kızının elini tuttu. Sol kolunun altına sıkıştırdığı altı varaklı ayna ile ağlamaklı, buruk duygularla Sılo’nun evinden, içinde ezilmiş bir gülün hüznü ile ayrıldı. Onu görenler kıymeti harbiyesi olmayan bir aynayı yanında götürmesine anlam veremediler. Ama bu ayna belki de onun tek umuduydu. Onu da beraberinde götürmek istemişti. Rüzgârın etkisi ile hafiften sallanan ayna etrafına güneşten aldığı ışıkları yansıttı. Bu genç dul kadını uğurlayanların gözleri kamaştı. Rüzgâr apansız dindi. Kocasının atı Bozo ahırda sesini yükselterek hüzünlü kişnedi. Kocabaş kuyruğunu sallayadurdu. "Gitme, ne olur." dercesine kırpıştırdığı parlak gözleri ile baktı. Olduğu yere çöktü. Bu sırada Edul’un kulaklarının dibinde bir fısıltı duyuldu. 
“Ağlama Edul ağlama! Yazık günah sana. Harap ettin kendini. Kazara beni de elinden düşüreceksin. Şuracıkta paramparça olacağım. Yeter. Senin için çok üzülüyorum. Ama yalvarıyorum ağlama artık!”
Gözyaşlarını sular seller akıtan Edul çok ilerlemeden hüznün de verdiği dalgınlıkla, köyünün yolunda aynasını elinden düşürdü. Paramparça olan ayna ile birlikte hayalleri de onu terk etti. Yüreğinin kapılarını sonuna kadar açabileceği, acısını ve dertlerini paylaşacağı kimsesi kalmamıştı. Kırılan aynanın her parçasına ağlayan anne ve kızın oldukça hüzünlü onlarca çehresi yansıdı. Boncuk boncuk akaduran yaşlarla cam kırıkları ıslandı. Kim bilir, bu belki de yaşanan acıya daha fazla dayanamayan, beraberinde götürdüğü dert ortağının intiharı idi.

Amsterdam, 5 Şubat 2019  
 
 

KORKU

      KORKU   “Elimde değil Olric! Ne efendimiz? Elleri Olric elleri…”   Oğuz Atay - Tutunamayanlar   Fırtınalı bir denizin da...