ÇİÇEK GÖBEĞİ
İtalya'da aşk şehri olarak bilinen Venedik
sakinlerinin verimli topraklarından dolayı “Flora di Levente (Doğu’nun çiçeği)”
adını verdikleri, Yunanistan'ın güneyindeki Zante adasında; 1798 yılında düz, kömür karası saçları alabildiğine gür,
çehresi ince uzun, kaşları yay ve kirpikleri ok, güzel mi güzel bir bebek
kestane gözlerini kırpıştırmalarla dünyaya açtı. Mutluluktan uçan anne ve baba,
dünya güzeli oğullarının adını Dionysios koydular.
Yaklaşık 155 yıl sonra,
yani 1953 yılında, başka bir coğrafyada, Siverek ilçesinde Viranşehirli bir
aşirete mensup bir ailenin de, Dionysis’a benzeyen bir oğlan çocuğu dünyaya
geldi. Anne Zaza, baba ise Kürt kökenlidir. Tıpkı Dionysios misali güzel bir
çehresi olan bebeğe Uzun ailesi Mehmet adını verdi. Kahverengi gözleri çakmak çakmak,
düz, katran karası ve gür saçlıdır minik bebekleri. Etrafına durmaksızın
gülücükler saçan Mehmet ailesinin bir anda neşe kaynağı oluverdí.
Aralarında çok “kız alıp
vermemişler ve tavukları birbirlerine karışmamış” olsalar da her iki bebeğin memleketleri asırlardır yaka yakaya komşudur. Çok
sonraları; biri Türkiyeli Kürt bir yazar ve şair, diğeri Yunanlı bir şair olarak dört bir yanda ünlenirler. Her iki edebiyat emekçisinin doğduğu komşu topraklar, asırlar
boyu pek çok medeniyete beşiklik edip birbirinden kopmaksızın, yan yana ve kol
kola birlikte Ege’nin boncuk maviliklerine ayaklarını uzatırlar. Bu coğrafyada
yer alan halklar kültürleri, yemekleri, gelenek ve göreneklerinin biri
diğerinden çok farklılık göstermez. Her şey aynı sıcaklık, samimiyet, içtenlik
ve güzelliktedir. Öyle ki: Mehmet Uzun Yunanistan’da, Dionysios Solomon’un
misafiri veya tam tersi Solomon Türkiye’de Mehmet Uzun’un konuğu olsaydı,
kendilerini hiç yabancı hissetmeyeceklerdi. Hiçbir şeyi garipsemeyeceklerdi.
Aynı zaman dilimine denk gelen bir evrede yaşasalardı, elbette birbirlerini
şeref misafiri olarak kabul edip ağırlayacaklardı. Lakin Mehmet Uzun kader
ortağı Solomon’dan yüz yıldan fazla bir zaman sonra hayata çakmak çakmak
gözlerini açtığı dünyada, çileli bir hayat sürdürdüğü bir süreçte bu buluşma
sağlanamadı.
Mavinin en güzel tonlarının hakim olduğu dünya güzeli Zante
adasında yerleşik olan Solomon ailesi, belli bir yaşa gelen Dionysios'un daha iyi bir
eğitim alması için karşılarındaki komşu çizme İtalya’ya gönderirler.
Dionysios İtalya’da iyi bir eğitim alır. Genç yaşta yıllarca öncesinde
ülkesinden ayrıldığı için ana dilini unutur. İtalyancaya hakimdir. Yıllar
yılları kovalar. Takvim yaprakları 1821 senesini gösterdiğinde Osmanlı-Yunan
savaşı başlar. Savaş 125 yıl aralıksız devam eder. Dionysios ülkesi adına
üzgündür. Tatlı bir imbat rüzgârının estiği bir yaz gecesinde rüyasında
gözlerinde tüten annesini görür. Annesi beyaz bir gelinlik içindedir. Üzgün ve
ağlamaklıdır. Yosun yeşili gözlerinden zümrüt tanesi yaşlar süzülmektedir.
Mırıltılar halinde oğluna yalvar yakar olur. Çaresizdir.
“Dionysios… Oğlum gel
artık. Özledim seni oğul. Hasretine dayanacak gücüm kalmadı. Kolum kanadım
kırıldı. Yalvarırım gel artık. Helen toprağında büyük bir savaş var. Eli ayağı
tutan herkes cephede. Savaş acımasız. Her gün yüzlerce insan ölüyor. Gel oğlum,
gel artık.” der.
Mehmet yedi yaşında
Siverek’te okula başladığında tek kelime Türkçe bilmemektedir. Okulun ilk
günlerinde çok bozuk bir Türkçe ile okunan andın ardından, arkadaşı ile biraz
olsun bildiği tek dil olan Kürtçe ile konuşurken, öğretmenlik görevi yapan bir
asteğmenin attığı tokat ile cılız yanağı allanır. İncinir. Çok acı duyar.
Öğretmen ise hiddetlidir.
“Kürtçe konuşmak yasak
demedik mi? Türkçe konuş.” Bilse Türkçeyi konuşacak. Lakin bilmediği bir dili
nasıl konuşur! Gökten vahiyle “Türkçe konuş ya Mehmet” diyen de olmamıştır ki,
konuşsun. İçi yanağından çok daha fazla acımıştır. Tokadın acısı on dakika
sonra geçse de, ancak yüreğindeki sızı ömrü boyunca her daim varlığını
sürdürür.
Dionysios ait olmadığı
topraklarda daha fazla kalamayacağına karar verir. Tez elden Venedik’ten bir
tekneyle ardında bıraktığı adası Zante’ye döner. O bir şairdir. Savaşta bir
şair ne eyler ki? Olsa olsa var olan isyan için şiirler yazar, özgürlüğü
haykırır. Böylelikle kendi insanının yanında yer alır.
Kendi adasında insanlar
tanıdık olsa da konuştukları dil, kendisine alabildiğine yabancıdır. Halkını
yüreklendireceği, özgürlük şarkıları yazacağı dilden tek kelime bilmeyen,
bihaber olan bir şair ne yapabilir ki? Büyük bir azimle halkının arasına
katılır. Duyduğu bütün kelimeleri tek tek not eder. Öğrendiği her kelime
umutlandırır kendisini. Hatta ilk kez kulağına gelen kelimeler için kelime
sahiplerine para öder. Böylece adanın dört bir yanında adı; “kelime satın alan
adam” olur. Kelime avcısıdır artık o.
Mehmet Uzun yaşamını 1977
yılına kadar Türkiye’de sürdürür. Genç yaşta can güvenliği nedeni ile İsveç’e
gitmek zorunda kalır. Sürgünlük hayatında, ana dilini çok da iyi bilmediğini
fark eder. Tıpkı Solomon gibi, o da Kürtçe dilinde doğduğu toprakların çok
uzağında kelime avcılığına çıkar. Dengbejlere koşar. Onları can kulağı ile
saatler, günler boyu dinler. Duymadığı, bilmediği kelimeleri yakalamaya
çalışır. Sürekli notlar edinir. Kafasını üst üste yığılı sözlüklerin birinden
kaldırıp bir diğerine gömer. Büyük bir kırıma uğramış olan dilini en iyi
şekilde eksiksiz öğrenir.
Zante Adasında Solomon’un
kelime satın aldığı dilden dile dört bir yana ulaştığından, para kazanmak
isteyen fakirler kelime satmak için şaire koşarlar. Şair sürekli yeni sözcükler
satın alır. Aşk, sevgi, sevda, koku, serçe, kaplumbağa, kalp, gökyüzü ve
binlerce kelimenin ne anlama geldiğini uzun bir uğraşının ardından
öğrenir. Şiir yazmanın zamanı gelmiştir
artık. Uzun soluklu olacaktır yazacağı şiir. Dünyanın en uzun şiirini, 156
kıtadan oluşan “Özgürlük İlahisini” kaleme alır ve şiir Yunan milli marşı
olarak kabul edilir. Böylelikle Solomon savaş halindeki halkının yanında yerini
alır.
Kollarını sıvayıp yazma
sırası Mehmet Uzun’dadır artık. Ve Mehmet Uzun yaralı-yasaklı bir dilde art
arda büyülü romanlar yazar. Yaşar Kemal meslektaşının yazım sanatını aynen
şöyle tanımlar.
“Mehmet, kaynakları
tüketilmiş ve damarları koparılmış olan bir dile can vererek dikenli yolları
aşan bir yazardır.” Hummalı bir çalışma ile sancılı bir dilde yazdığı
romanların sayısı kısa sürede yediye ulaşır.
Yunanlı usta yönetmen
Theo Angelopoulos “Sonsuzluk ve Bir Gün” adlı filminde kelime avcısı şair
Dioynsios’un yaşamını uzun uzadıya işler. Filmde Alexondros adlı yaşlı ve
ölümcül bir hastalığa yakalanan bir şair ve Arnavut kaçak göçmen bir çocuk
vardır. Alexondros Arnavut çocukla Solomon’un yaptığı gibi kelime oyunlarına
girerler. Böylelikle Solomon’un yarım kalan “Hür Esir” şiirini tamamlamaya
çalışır. Çocuktan her defasında kelimeler satın alır. Üç kelime çok önemlidir.
Çocuk ilk önce “çiçek göbeği” anlamına gelen “korfulamu” kelimesi ile ayakları
birbirine dolana dolana Alexondros’a koşar. Sözcük aynı zamanda anne kucağında
uyuyan bebeğin duyduğu iç huzur, şefkat ve sevgi anlamlarını da içerir.
İkinci olarak “xenitis”
sözcüğünü satın alır. Her yerin yabancısı ve daimi sürgünü anlamındadır.
Ağır bir hastalığa
yakalanan Mehmet Uzun da en nihayetinde doğduğu topraklara döner. Yakalandığı
ölümcül hastalıktan kurtulamayacağını bildiği için gözlerini dünyaya kendi
insanlarının arasında kapatmak ister. Diyarbakır'da "Veni Vidi" hastanesinde tedavi görür. Hastanenin adının anlamında olduğu gibi, "Gelir
Görür" ama Viçi kelimesi gerçekleşmez.
Diğer yanda kaçak Arnavut
çocuğu bir gemi ile Amerika'ya gönderen Alexondros sürekli bağırır.
"Yarın nedir? Zaman
nedir? İnsanlar nasıl seveceğini neden bilmez, anne?"
“Zaman sahilde çakıl
taşları ile oynayan çocuktur.” gibi yüreklere burukluk veren bir tümce ile başlayan film, en
son Selanik limanında yürüyen kalabalığın arasına dalan çocuğun getirdiği
“argathini” kelimesi ile devam eder. Filmin başlangıcındaki burukluğu burada da hissedersiniz. Çünkü bu kelime; karanlığın derinliği veya her şey
için geç kalınmış olmayı anlatır. Arnavut çocuğun, bir polis arabasının
çarpması ile ölen arkadaşı Selim’in ardından yaktığı bir ağıtla kareler filmin
sonunu getirir.
Nefes aldığı halde gün geçtikçe birer gölgeye dönüşen, düşünen ama ne abestir ki; hissetmenin çok uzağına düşer mi oldu günümüz insanı? Öyleyse, yazık! Hayıflanmadan edilemiyor. Üstümüze sinmiş olan bütün duyarsızlığa karşın, Ege Denizi'ne birer “kısrak başı gibi uzanan” komşu
iki ülkenin büyük şairi Dionysios ve biricik yazarı Mehmet Uzun’nun dayattıkları hüznün bütün bedenimizi kaplamasına engel olamayız. Türküde “hey
Selim” diye seslenilse, ağıt yakılsa da, duygularımızın önüne geçmekte zorlanıp kendimizi belki de: “Hey Dionysios… Hey Mehmet…”
diye seslenir ve sorulanlara cevap arar buluruz.
"Hey! Selim!
Bu gece bizimle olamaman
ne acı
Hey! Selim!
Çok korkuyorum, Selim.
Deniz o kadar büyük ki!
Gittiğin yerde bizi ne
bekliyor Selim?
Hepimizin gideceği o yer
neye benziyor?
Dağlar mı var, vadiler
mi?
Polisler mi var orada
askerler mi?
Hiç geriye bakmadık ki
biz.
Şimdi tek görebildiğim,
deniz, uçsuz bucaksız deniz.
Rüyamda annemi gördüm
gece
kapının eşiğinde durmuş,
ağlıyordu.
Noel'di, çanlar
çalıyordu.
Dağlara kar düşmüştü.
Keşke burada olaydın
bize eskisi gibi
o limanlardan,
Marsilya'dan, Napoli'den,
Şu koca dünyadan
bahsedeydin
Hey! Selim, anlat, anlat
bize
Şu koca dünyadan bahset.
Hey! Selim, konuş, konuş
bizimle... "
Amsterdam, 11 Ağustos 2019