8 Eylül 2010 Çarşamba

HACIK'IN HAYDAR

HACIK’ IN HAYDAR

Gün gece yarısıydı. Dışarıda uğultulu bir rüzgarın harmonisinde lapa lapa yağan karlar, havada birer kelebek misali uçuşuyorlardı. Bu beyaz kelebekler; köydeki tüm çirkinlikleri, üstü açık akan lağım çukurlarını, evlerin hemen önünde yer alan çöp yığınlarını, susuz dere boylarını, fakir görünümlü evlerin damlarını ve gözle görülebilecek her bir yanı, ak bir çarşafa bürüyerek, geçici de olsa göze hoş gelmeyen tüm görünümleri kamufle ediyordu. Zengin fakir farkı gözetmeksizin süt beyazına bürünen her mekan, yağan karların homojen dağılımıyla, gözleri kamaştırıyordu.
Aynı kar taneleri, geçen baharda kulaklarının yarısı kesilmiş, kocaman gözlü ve özellikle böylesi kış aylarının soğuk gecelerinde, kara ve benekli kafasını yukarıya doğru kaldırarak uluyan, Devreş’ın üzerine yağsa da, o sığınıp, uzanmaya ve arada bir uykuya dalmaya çalıştığı ahır damının kuytuluğunda, iki de bir ayağa kalkıp, üzerine doluşan karları, kendisini hızla sallayıp, silkeliyordu. Uzun dilini çıkarıp, ağzının etrafını yalıyor, keskin dişlerle dolu ağzından büyük bir buhar bulutu çıkarıyor, daha sonra da tekrar ısıtmış olduğu kuru yerine gidip, çömeliyordu. Böyle olunca da yağan karlar onun üstünü örtmüyordu, ki o zaten üstü örtülmeyecek güzellikte bir köpekti. Hizmetinde bulunduğu evin önünde yaz kış demeden, kendi cinsinden beklenen bir sadakatla oturup, sık sık uluyarak, sahibinin istemediği gelişmelerin oluşmaması için gerekli yerlere uyanık, orada hazır ve nazır olduğunun mesajını düzenli olarak veriyordu.
Köyün ortasındaki, Devreş’in sahibi Heciki Heceli’nin tek katlı evinde gecenin ilerleyen bu saatinde, baş döndürücü bir telaş yaşanıyordu. Hecık’in karısı Keve üçüncü doğumunun sancıları içinde kıvranıp duruyordu. Keve, Hecik’le on yıl kadar önce evlenip, bir Türk köyü olan Sırapınar’dan Camili Köyüne gelin gelmişti. Orta boylu, yuvarlak masum yüzlü, koyu kahve rengi gözlerini sık sık kırpıştıran sade bir kadındı. Sırapınar ve çevre köylerde nam salmış olan Kemali Şıxlı’nın kız kardeşiydi. Hecik, kırk kilometre uzağındaki Sırapınar Köyü’nden Keve’nin güzelliğinin methini duymuş, maddi durumunun da pek kötü olmamasının da vermiş olduğu güvenle, çevre Türk köyleri tarafından vahşilik, kıllılık ve kuyruklu olmakla suçlanmalarına rağmen annesi ve babası ile birlikte gidip, Allah’ın emri Peygamberin kavliyle, Keve’yi istetmişti. Keve’nin annesi babası epeyce nazlanmışlarsa da, sonuçta oğulları Kemal’in direnmesine rağmen onun da gönlünü alıp, bu insanların anlatılagelen rivayetlere hiç uymadıklarını, vahşi herhangi bir davranışlarını görmedikleri gibi, görünürde de arkalarında herhangi bir kuyruğun sallanmadığını, üstelik öyle abartılı bir şekilde kıllı olmadıklarını kabullendirerek, bu işe zoraki “hee” demişlerdi. Kız evi naz evidir derler ama bunlar nazda biraz fazla ileri gitmişlerdi. Hatta, neredeyse oğulları Kemal’i ikna etmek için erkeklerden biri gidip, Hecik’in ve babasının arkasına iki büklüm eğilerek, bakıp:
“Bak oğlum bak kuyrukları yok, vallahi de yok billahi de yok, istersen sen de gel bi yol bak, inanmıyorsan gel gör,” diyecekti. Hecik ya sabır diyerek, sineye hiç te çekilmeyecek bu hakaretlere katlanıp, yutulmayacak olan bu hazmı zor, zehir zıkkım lokmayı; salt Keve’nin ve onun güzelliğinin hatırına yutmak zorunda kalıyordu.
Kemal ise hal ve hareketleri, görücülere karşı takındığı tavırlarıyla, söylenenleri aslında hiç te yutmadığını belli eden gözlerle bakıp:
“iyi iyi gördüm, bir şey yok, sizin dediğiniz olsun,” deyip yapılan hakaretleri reva gören tavırlarla, olayı geçiştirir gibiydi.
Keve’nin Sırapınar Köyü’ndeki adı Keklik’ti. Nasıl ki şimdilerde Almanya’da, düştüğü Köln, Münih, Frankfurt ve diğer büyük denizlerde Alman bir koca bulamayan sarışın bomba Maria, koca havliyle Çorum’lu Çörtük Hasan’a sarılıp onunla evlenerek, “Kelimeyi Şahadet” getirdikten sonra, Meryem adını alıyorsa, aynı dinden olmalarına rağmen, zamanla Keklik’in adı da, aynı paralellikte ki konumlar olmasa da, her ne hikmetse Keve’ye dönüşüyordu.
Hecik gecenin bu soğuğunda doğum için içeri doluşan komşu kadınlar kendisini kapı dışarı ettiklerinden, kalın siyah paltosunu giyip, ellerini ovuşturarak, üç gündür kesmediği sakallarının yer aldığı avurtları çıkmış yüzünü, gür kaşlarını ve bir çuval dolusu kalın pala bıyıklarını sıvazlaya sıvazlaya istemeyerek te olsa, istenilmediği evin kapısını açıp, kulaklarında Keve’sinin iniltileriyle, yüreği sızlayıp acıyarak, ayaklarını yerde sürüye sürüye, kendisini dışarıda buldu. Devreş hala uluyordu. Sahibinin bu saatte dışarı çıktığını görünce buna pek şaşırıp, gözlerine inanamadı. Gecenin bu saatinde, karanlığında, soğuğunda ne işi vardı bu adamın? Ulumasını yarıda keserek yanına gitmek istediyse de, bunu çok yorgun ve uykusuz olduğunu göz önüne getirerek, bu sefere mahsuz yapmayayım deyip, yerine çömelip boylu boyunca uzandı. Ön ayaklarını epeyce öne doğru uzattıktan sonra, kafasını sahibini gözlemleyecek şekilde ayaklarının üzerine koyup, Hecik’e bakarken, uzandığı yerden, arada bir kuyruğunu olabildiğince yükseklere kaldırıp sallamayı da ihmal etmiyordu.
Hayırlısı ile bu gelen yolcu, Hacık’in üçüncü çocuğu olacaktı. Sekiz yaşlarında Şixo ve altı yaşında Sultan adlı bir de kızı vardı. Bu sefer kız mı olacak, erkek mı olacak diye çok merak ediyor ve bir taraftan da erkek olması için, içinden tanrıya dua ediyordu. Görünüşe göre bu defa doğum oldukça güç olacağa benziyordu. Daha önceki doğumlar bu denli güç olmamıştı. Yarım saattir dışarıda köpeği Devreş’le birbirlerine bakıp, soğuktan tirtir titreyip, bekliyorlardı. Tam esnemeye başlamıştı ki, en nihayetinde, içerden tiz, viyak viyak gelen bir bebek ağlamasını duyunca, esnemesi yarıda kaldı, titremesi durdu. Üşüdüğünü unutup, bakışlarını hızla Devreş’ten kaçırarak evinin kapısına yöneltti. Kapı açılır açılmaz kardeşi Bahri’nin hanımı, yengesi Bese:
“Hecik, Hecik... Lawike ke te bu (Hecik, Hecik... Bir oğlun oldu),” diye bağırınca, Hecik paltosunun yakalarından iki eli ile sıkı sıkı çekiştirerek tutup, kapıda durarak, kendisinin tepkisini bekleyen yengesi Bese’ye yöneldi.
“Ee rindi, rindi Bese, ma bi xer bi, Xude ji te razi bi, çi muradi te heye bide te. Zariye te ji ji tera bibaxşini...(İyi, iyi Bese, hayırlı olsun, Allah senden razı olsun, ne muradın varsa versin. Çocuklarına sana bağışlasın.)”
Sevincini karanlıkta fazla belli etmeden, şaşkınlıkla ayakkabılarını çıkarmadan evin içine daldı. Mutluluğuna diyecek yoktu. Oğlunun adı hazırdı. Evde sabaha kadar hiç kimse uyumadı. Oğlu Şıxo, kızı Sultan’da babalarının Heyder adını verdiği kardeşlerine sevecen gözlerle, ama birazda çekinerek bakıyorlardı. Babaları Hecik, iki gün öncesinden köyün harman yerinde kuru bir yer bularak, kundak için bir torba dolusu beyaz toprak getirmiş, anneleri Keve bu toprağı burnuna deyen şiş karnı ile eğile büküle elekten geçirip, doğumdan sonrasına hazırlamıştı. Bese toprağı alıp, bir tepsiye koyduktan sonra, saman ve tezekle yanan sobanın üzerine koydu. Eline tahta bir kaşık verip, şaşkın gözlerle bakan Sultan’a sobanın üzerideki toprağı yemek karıştırır gibi karıştırmasını sıkı sıkı tembihledi. Sultan ne olup bittiğini anlamadan, verilen emri yerine getirirken, Bese’de Keve’nin yanı başında uzanan simsiyah saçlı Heyder’ı alıp, biraz ısınmış olan topraktan alıp, yere serdiği kundak bezinin içine serpiştirip, bebeği özenle yatırarak, kundağı üç metre uzunluğundaki kalın ipiyle sıkı sıkı bağladı. Elleri ayakları kundak bezinin içinde kalan Heyder, hareketsiz halde, hazır ola geçmiş, yerde uzanan minik bir askeri andırıyordu. Hecik sevgi dolu gözlerini oğlundan ve daha önceki çocuklarından kalan yer yer sarı, kırmızı, mavi, beyaz ve siyah çizgilerle boyanmış tıngır mıngır sallanacak olan beşiğinden ayıramıyordu. Oğlu birazdan buraya konulacak, burada hayata gülümseyecek, acıkıp susadığı, altı kirlendiği zaman ağlayıp, figan eyleyecekti.
Derken geçen zaman Hecik’in beklentilerini gerçekleştirdi. Heyder oğlan, annesi Keve’den Türkçe birbirinden güzel ninniler, masallar ve hikayeler dinleyerek beşiğinde sallana sallana etrafına gülücükler saçarak büyüdü. Heyder bir yaşına gelmişti ki, İç Anadolu Kürtlerinde adet olduğu üzere, Keve Heyder’i alıp, babasının boynuna (kolüne) bindirdikten sonra, Heyder’in ayaklarına da bir ip bağladı, oğlu ile öylece koşan, Hecık’e büyük oğlu Şıxo yetişip ipi kopardı. İpin kopmasıyla; Heyder düşe kalka ilk adımlarını atmaya başladı. Keve büyük bir tencere nohutlu hedik kaynatıp, bunu tepsilere doldurup, Şıxo ve Sultan’la tüm komşularına gönderip, oğullarının artık yürüdüğü müjdesini verdi. Komşuları da “çam sakızı çoban armağanı,” kimi bir çocuk çorabı, kimi de küçük bir elbise veya evde hediyelik ne buldularsa, bunu gelen tepsiye koyup, hayırlı olması dileğiyle, Keve’nin evine gönderdi.
Annesi Keve geçen zamanla birlikte Kürtçeyi her ne kadar öğrenmeye çalıştıysa da bu hep kırık dökük bir düzeyde kaldı. O nedenle bu dilde konuşurken hep çekine çekine hata yapacağından korkarak konuşuyordu.
Kimsenin olmadığı zamanlarda çocukları ile hep Türkçe konuşup, onların ileride bu dilde de zorluk çekmemeleri için, kendince buna önem verdi. Heyder ve kardeşleri böylelikle mülti kültürel bir ortamda, çok dilli olarak büyüyüp her iki dili de konuşmaya gayret gösteriyorlardı. Daha üç yaşına yeni gelmiş olan Heyder, kendilerinden bir kaç yaş büyük olan amca çocukları Kerman, Heci, Selehattin ve diğer komşu çocukların peşine takılıp oynarken, zaman zaman kendisini şaşırıp spontane bir şekilde onlarla Türkçe konuşunca, onlar da garip garip bakıp, kendi kendilerine “çattık ha belaya” deyip, ama yine de akraba olduklarından onu da aralarına alıp, birlikte oynuyorlardı.
Zaman dur durak bilmiyordu. Hecik’in evinde de mutluluğuna gölge düşürecek bir durum olmadığı halde, Heyder daha yeni altı yaşına basmıştı ki, babası Hecik’in sağlık durumu ani bir hızla çok kötüye gitti ve Hecik çok geçmeden, ardında çok sevdiği Keve’sini ve çocuklarını bırakıp, hayata veda etti. Aksilik bu ya Keve’nin de sağlık durumunda belirli aksamalar vardı. Kocasının ardından bir yıl gibi bir süre geçmeden, canını dişine takıp, çocuklarını büyütüp, vatana millete hayırlı birer evlat yetiştirmek istediği halde, ömrü bu istediğini gerçekleştirmeye yetmedi ve o da hayata bir daha açılmamak üzere sürekli kırpıştıradurduğu gözlerini yumdu.
Şixo büyümüş delikanlı olmuştu. Sultan’da bir hayli serpilip gelişmişti. Bir tek küçük olarak ortada Heyder kalıyordu. Heyder’in bu halini gören ve Tol Köyü’nde zengin bir adam olan Çavuş Ahmet’le evli olan teyzesi Kamer; Heyder’e acıyıp büyütmek üzere yeğenini kendi köyüne alıp götürdü. Kamer, Heyder’e kendi çocuğu gibi davranıp, onu kendi çocuklarından her bakımdan ayırmadan; bir annenin yapabileceği her şeyi yapıp, sevgisini ve şefkatını esirgemedi. Çavuş Ahmet’te Heyder’i kendi öz oğlu gibi kabullenip, olanaklarını olabildiğince seferber etti.
Bir kaç yıl aradan sonra ağabeyi Şıxo Küçük Camili ve ablası Sultan da Kuyular Köyü’nden evlenmişlerdi. Heyder ilk kez on yedi yaşındayken kendi köyüne gelip, ağabeyi Şıxo’nun evinde bir kaç gün misafir olduktan sonra yeniden Teyzesi Kamer’in yanına döndü. Tol Köyü her bakımdan kendi köyüne hiç benzemiyordu. Kendisine burada köylüler Hacık’ın Haydar diyorlardı. Konuşulan dil, örf ve adetler, yaşam sitili ve akla gelebilecek her şey farklıydı. Tüm bunlara intiba etmek pek kolay olmadı. Özellikle dilin farklılığı çok ön plandaydı. Zamanla çocukluğunda öğrenmiş olduğu Kürtçeyi konuşmaya konuşmaya unutup gitti. Babasızlık ve annesizlik böylesi bir yaşta, insanın şekillenmeye başladığı bir yaşta oldukça güçtü ve kaçınılmaz bir gereklilikti. Dışarıda arkadaşları ile oynuyor, gülüp koşuyor, fakat yine de yüreğinde var olan bir eksiklik tüm acımasızlığı ile gelip baş köşeye çöreklenip kalıyordu. Oynarken düştüğünde ne “baba” ne de “anne”diye bağırabiliyordu. Kanayan dizini gidip göstereceği bir anne
veya babası yoktu. Bir bayram sabahında uyandığında, saçlarını ıslatıp taradıktan sonra, duvardaki aynada kendisine bakıp yakışıklı olduğuna kanaat getirerek, koşa koşa gidip, elini öpeceği bir anne ve babadan ne yazık ki yoksundu. Her ne kadar başkaları ona anne ve baba olmaya çalıştılarsa da, hiç kimse kendi anne veya babası iyi de olsalar kötü de olsalar bu biyolojik değerlerin yerini tutmuyordu. Yaşanılan burukluk, gariplik ve yüreğindeki boşluk katlanılır gibi değildi. Her şey yarım, anlamsız, yavan ve alabildiğine tatsızdı.
Yirmisine gelen Hacık’ın Haydar, askere gitmeden önce ikinci defa gidip ağabeyini ve ablasını ziyaret etti ve oradan çok uzak diyarlara, şarkılara konu olan Kağızman’a gitti. Bu uzak ve oldukça soğuk mahrumiyetler diyarında, askerlik umduğundan daha kolay ve çabukça geçti. Uzun boylu ve düzgün bir görünüme sahip olduğu için, askerde kendisini hemen merasim alayına aldılar. Bölüğünde bando şefi olmuştu. Tüm merasimlerde bölüğün en önünde yürüyüp, Viyana Flarmoni Orkestrasının şefliğini yapıyormuşçasına bir edayla, elindeki süslü şef sopasını ileri, geri, yanlara ve yukarı aşağı sallayıp durdu. Bu işi askerliği boyunca sürekli yaptığından, zamanla bu sopa sallama işi kendisinde tik halini almıştı. Sivil yaşamında da Heyder’in normal sokakta yürürken, elinde sopa varmış gibi elini kolunu sallayarak ve sık sık ardına bakıp, bölüğünün ne alemde olduğunu da ihmal etmediğini söylerler.
Askerlikten sonra gelip, kendi köyüne yerleşti. Fakat kısa süre sonra köy yaşantısının kendisine pek bir getirisinin olmayacağını fark edip, kısa bir süre sonra Ankara’ya gidip, iş aradı. Şehir yaşamı oldukça farklı olmasına rağmen, buradaki yaşama tez elden ayak uyduran Heyder, uzun bir aramadan sonra, pek çok gazetenin matbaalarının bulunduğu Ulus Rüzgarlı Sokakta bulunan, o zamanlar Ankara’nin önemli gazetelerinden olan Hakimiyet Gazetesi’nin danışma bölümünde iş buldu. İşi çok rahattı, gelen telefonlara bakıyor, gazeteyi ziyarete gelen misafirlere yol gösterip, gününü gün ediyor, sekreter hanımlarla sohbet edip, çay yudumlamayı da ihmal etmiyordu.
Ankara’nın Bab-ı ali’sine kapağı atan Heyder’in sonunda yıldızı parlamıştı. Geriye bir evliliği kalıyordu. Onu da hal etmek üzere izin alıp köyüne giden Heyder; köyünde amcasının oğlu olan, kendisinden bir kaç yaş küçük yakın arkadaşı Osmani Behri ile gezerken, o zamana kadar kendisine “Xalo – Dayı” diye hitap eden, Zeve Heci Qero, Camili kırlarının yeşerip, binlerce çiçeği ağırladığı bir bahar günü, köyün dışında bulunan ve Heyder’in dedesi Heceli’nin hayratına yaptırmış olduğu kuyuya su getirmeye giderken:
“Xalo tu deheri ku dere, tu bi xer hati. (Dayı nereye gidiyorsun, hoş gelmişsin.)” diye hal hatır sorma sohbetine girmişken, hafif bir elektriklenmenin ardında onunla göz göze gelir. Heyder ayağına gelen bu kısmet üzerinde düşünüp, amcasının oğlu Osman’ın da Zeve hakkındaki övgülerinin ardından gelen diretmenin karşısında, daha fazla dayanamayıp, yelkenleri olduğu gibi suya indirir. Gerçi o hep, Ankara’nın mürekkepli sokağında gördüğü sekreter bayanlara olan sempatisinin de etkisinde kalarak, uzun boylu ve özellikle de uzun boyunlu bir bayan kafasından geçirse de, bu tam tersi olan kısmetinin önüne geçememiştir. Annesi ölen Zeve’yle aynı kaderleri paylaşmaktadır. Kader ortaklığının haricinde Zeve’deki ebatlar, hiçte onun gönlünden geçen verilere yakın değildir. Öyle de olsa kader kısmet kuramı burada da ağırlığını ortaya koyar ve bu iki genç insanın birlikteliğini gündeme getirir. Dolayısı ile evdeki hesapla, çarşıdaki arasındaki fark oldukça büyüktür ve en değme, işinin erbabı muhasebeciler dahi büyük defterdeki bu balans ayarını eşitlemekte zorlanırlar. Biri uzun, biri de kısa olan bu iki insan yan yana geldiklerinde nokta ile virgül imla işaretleri gibi irili ve ufaklıydılar. Ve virgül tüm birliktelikleri boyunca, noktanın kısalığından, tombulluğundan yakınıp durur. Evliliğin ardından virgül, noktayı da beraberine katarak, bu işaretlerin çokça kullanıldığı iş yerinin bulunduğu, her bahtı karanın görmek istediği, Türkiye’nin kalbi Ankara’ya götürdü. Heyder, o zamanlar yeni yeni bir yerleşim yeri haline dönüşen Balgat gecekondu semtinin, halk tarafından Qurduk Mahallesi olarak adlandırılan kısmında, küçük bir ev kiralayarak, evini dayayıp, döşedi. Hakimiyet Gazetesindeki işine gidip gelen Heyder’in aklında aslında hep kendi iş yerini açma planları vardır. Gece gündüz hep bunu hayalleyip, durdu. Uzun araştırmalar sonunda o zamanlar, Ulus’taki meşhur Postacılar Caddesinde bir lokantanın satılık olduğunu öğrenen Heyder gidip, lokantaya müşteri oldu. Sıkı pazarlıklarda usta olan Heyder, uzunca bir tokalaşmanın ardından, anlının akıyla beşi bire indirerek, lokantasının anahtarını aldıktan hemen sonra, ceketini mutfak duvarındaki çiviye asıp, işe başlamak üzre kollarını sıvadı.
Çok kısa bir zaman zarfında, ünü Ulus semtinde dilden dile yayıldı. Lokantada işler umduğundan çok daha iyi gidiyordu. Ankara’nın pek çok tanınmış siması gelip, yemeğini burada yiyor, Heyder gün geçtikçe pek çok ünlünün ikinci adresi haline geliyor, siparişlerin ve iş yoğunluğunun üstesinden zor geliyor, bu nedenle de gecesini gündüzüne katıyordu.
İş yerinde gidişat çok iyi olduğu halde, evde nokta ile virgül’ün birlikteliğinde ki gidişat pek iç açıcı değildi. Gece yarıları evine gelen Heyder’in yolunu dört gözle bekleyen Zeve’nin ise bu duruma dayanacak gücü ve takati kalmamıştır. Zeve her gün ağlayarak, sorun çıkarmaya başlamıştı. Babasını ve köyünü dehşetlice özlediğini hüngür hüngür
ağlayarak, küçücük evin bir penceresinden diğerine gidip gele haykırıyordu. Heyder’in de zaten askerlikten kalma bir sopa sallama tiki vardı ki, o zaman sopayla Zeve’ye veryansın edip, notadan bihaber olan Zeve’ye her türlü notayı attığı dayakla okuturdu. Gün boyunca yediği dayaktan sonra evde yalnız kalan zavallı noktacık, kırk metre kare Qurduk Mahallesi evinin içinde, dört duvarın arasında yıllarca yuvarlanıp durdu. Hiç kimsecikler yoktu. Kapısını çalacağı, gidip dertleşeceği Allah’ın tek tanıdık bir kulu yoktu. Günler müthiş bir yalnızlık içinde geçiyordu. Vakit geçmek nedir bilmiyor, üstelik uzaklardaki güzel köyü ise gözünde buram buram tütüyordu. Zeve’nin bu ağlamaları, sızlamalarıdır ki, Heyder; Vehbi Koç ile birlikte attığı adımları, yaptığı yatırımları geri çekince, Camili Köyü’nde de bir Vehbi Koç’un çıkma şansı böylece ortadan kalkıyordu.
Rivayete göre Heyder; Rüzgarlı Sokağına o zamanlar “Garipçiler” adıyla anılan Melih Cevdet ve Oktay Rifat’la birlikte gidip gelen, duygu yüklü büyük şair Orhan Veli’ye bir karşılaşmalarında, karısının durumunu anlatınca, ünlü şair aşağıdaki unutulmaz mısraları kaleme alır:

“YALNIZLIK ŞİİRİ
Bilmezler yalnız yaşamayanlar,
Nasıl korku verir sessizlik insana;
İnsan nasıl konuşur kendisiyle;
Nasıl koşar aynalara,
Bir cana hasret,
Bilmezler.”
Orhan Veli

Zeve’nin ağlayıp sızlamasından illallah getirip, onu anlamakta zorlanan Heyder, lokantasını tezden elinden çıkarıp, tekrardan köyüne döndü. Boş olan baba ocağına yerleşip, ağabeyi Şixo ile babadan kalma tarlalarını ortaklaşa ekip, biçmeye başladı. Heyder ve Zeve’nin de kendileri gibi uzun ve kısa boylu, kimi nokta kimi virgül gibi iki kızı ve üç oğlu oldu.
Heyder köyde yer aldığı her cemaatte, Ankara’nın Rüzgarlı Sokağını, orada nasıl bir memur olduğunu, daha sonra nasıl gece muhabirliğine yükseldiğini anlatır, ardından lokantasından, o zamanki işlerinin gidişatından dem vurur, gelen müşterilerinin ününü, tanınmışlığını, örneğin Zeki Müren’i, chavrolet marka arabasıyla kapıda nasıl karşıladığını, arabasının kapısını açıp, kendisini nasıl lokantasına buyur ettiğini ballandıra ballandıra anlatırdı.
Bunca anlatımın ardından, bu kez daha gerilere giderek, Tol Köyü’ndeki yaşantısını, oradaki insanları tek tek isim vererek, mübarek insan Kamer Teyzesini, kocası Çavuş Ahmet’i ve oğullarını anlatır da anlatır. O
nedenledir ki, yıllar sonra Aslani Ussi Cummo’nun sarı ford ve Heyderi Ekremi Cuddo’nun mavi magirus marka dolmuşlarına binip, Ankara’ya doğru yol alan Camili’ler; ilçemiz Balâ’nın medari iftihari olan ünlüleri Milli Damat Davulcu Asım, Medya Kralı dünya pot kırma rekortmeni Reha Muhtar, Cüneyt’ten dahi daha Cengaver ve mert delikanlı Deli Yürekli İmirzalıoğlu, Esteregon Kalesi’ni yeniden hortlatmayı başaran belediye başkanımız Turgut Altıntop kadar ünlü olmasa da, yarım asır gibi bir zaman biriminden daha önceleri, bu adamı, diğer anlamda Camili Köyü’nün ilk gazetecisini, yani Heyder’i, Ankara yolu güzergahında bulunan Tol Köyünü gördüklerinde hemen anarak:
“Elo loo, Heydere Hecike işte li vi gündi Tırka mezin biyi, ( Heyderi Hecike işte buTürk köyünde büyümüş) der, herkes meraklı gözlerle dolmuşun penceresinden bakıp, bu köyü ilk defa görüyormuş gibi süzer ve Heyder’li kısa bir sohbetle yollarına devam ederler.
Heyderi Hecikenin, Sırapınar’dan meşhur ağa dayısı Şıhlı Kemal oğulları ile sık sık, o zamanlar o çevrede hiç kimsede bulunmayan “impala” marka yaylı kırmızı arabası ile gelir, yeğeni Heyder’e misafir olurdu. Heyder’in çocukları ve komşu çocuklar, uzaydan bir araç gelmiş gibi, arabanın gelişi ile birlikte, hemen koşup arabanın içinde, arka koltuğun arkasında sabit bir şekilde oturan, küçücük köpeğin arabanın yaylanması ile birlikte yaylı kafasını sallamasına bakmaya giderlerken; Şıxlı Kemal’ın oğulları, bu çocukları yakalayıp, bu kez de başka şüphelerini onlarla gidermeye çalışırlardı. Kuyruk, vahşilik ve kıllılık varsayımları ortadan kalkmış, bu kez bunların müslüman olup olmadığı merak konusuydu. Arabanın içinde bulunan köpeğin kafasının sallanışını pür dikkat ayakları üzerinde yükselerek izleyen çocuklara sorulan soruları, çocuklar da yadsıyıp hiç duymamazlıktan gelirdi.
“Söyle bakalım lan, Kürt müsün, Müslüman mısın?”
Çocuklardan gelen yanıtsa, kısa ve netti:
“Té got çıııııı?.... (Ne dedin?)”





Amsterdam, 10 Ağustos 2006

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

KORKU

      KORKU   “Elimde değil Olric! Ne efendimiz? Elleri Olric elleri…”   Oğuz Atay - Tutunamayanlar   Hırçın bir denizin dalga...