29 Eylül 2010 Çarşamba

TREN GİTME





TREN GİTME…

Gece boyu, hafiften kıllı kolunu sevgiyle boynuna doladığı karısı Sultan ile sırt üstü uzandığı yer yatağında, kestane rengi gözlerini kırpıştırarak açmaya çalıştığında; açık sarıya boyalı yatak odalarının loşluğundan, günün hala ışımadığını fark etti. Yün yorganın kenarından usulca tutup üstünden attı. Bu sırada karısı da uyandı ve sabah oldu mu diyen gözlerle kocasına baktı. Bu sabah; yine köyü Camili’de yeni bir güne merhaba diyen Seyfo için farklıydı. Göğüs kafesi yüreğine dar geliyordu. İçi kıpır kıpır ediyordu. Birazdan uzun yıllar sonra yeniden şehre gitmesi gerekiyordu. Yeleğinin cebinden köstekli Devlet Demir Yolları baba yadigarı gümüş saatini çıkarıp uzunca bir süre baktı. Saatin arka kapağındaki tren kabartmasını defalarca okşadı. Trenler hakkında çok şey duyuyordu ama hiç binmemişti. Kısmet olursa çok yakında binecekti. Okuma yazması olmamasına rağmen, saati biliyordu. Fazla zamanının olmadığını anımsadı, o nedenle de acele etmesi gerekiyordu.
İnce uzun bıyıklarını ve gür kaşlarını yer yer çatlamış nasırlı parmakları ile özenle düzeltti. Sekiz köşeli şapkasını öne doğru çekiştirerek kelleşmiş olana kafasına düşmeyecek şekilde iyice yerleştirdi. Daha sonra abdest alıp, sabah namazını acele ile kıldı. Karısından hatır isteyip, hemen yola düştü.
Sabahın köründe köyde hiçbir hareketlilik gözlenmiyordu. Karşı mahallede öten bir horozun zor duyulan cılız sesi ve gecenin bu saatinde yokuşu tırmanmaya çalışan Xello’yi Heci Qoppe’nin otuz beşlik Massey Ferguson traktörünün gürültüsü bu durağanlığı bozdu. Güneş henüz doğmadığından hava serinceydi. Hafiften üşüdüğünü hissettiğinden ellerini, ani bir refleksle pantolonunun ceplerine hızla itti, adımlarını sıklaştırdı. Beş dakika sonra Xelili Tinte’nin dükkanının yanındaydı. Köy mezarlığına geldiğinde evler artık geride kalmıştı. Mezarlığın yanında saygıyla toprağa diz çöküp, ellerini açarak ölülerin ruhuna fatiha okudu. Yolu uzundu. Çok geçmeden art arda sıralanmış olan Heciban Köyleri arasında yılan kıvrımları ile dolanıp, çevre il ve ilçelere yönelen yollara katılan; bol çakıllı şose yolda kendisini buldu. En son iki yıl önce Ankara’ya gitmiş ve bir daha da herhangi bir şehre yolu düşmemişti. Oysa şehir yaşamı olanaklar dahilinde, buralara kıyasla çok daha renkli ve de farklıydı. Belki bir gün, biraz daha çalıştıktan sonra ve çocukları biraz daha büyüyünce, o da şehre göç eder, orada dilediği bir yaşama kavuşurdu.
Neredeyse tüm hayatı kendi köyünde çobanlık yaptığı kırlarda bayırlarda geçiyordu. Hani öyle ha… demeyle de şehre gidilmiyordu. Bu kez yolculuğu Kırıkkale’ye idi. Bu şehre daha önce de bir kez gitmişti. İlk seferinde olduğu gibi, yaklaşık on kilometrelik yolu yürüyüp, maden ocağına gelip, oradan da Kırıkkale’ye demir madeni taşıyan kamyonlardan birine binip, gidecekti. Şose yola girer girmez şehre gideceğinden dolayı, yeni boyadığı kunduraları toza bulandı. Yolda bulunan irili ufaklı çakıl taşlarına basmak zorunda kalırken, kundurasının ince köselesini delecekmiş gibi gelen çakıllar ayağını acıtıyordu. Bundan rahatsızlık duysa da yapılacak bir şey yok gibiydi, bu yolu yürümek zorundaydı. Sabah kahvaltısını da doğru dürüst yapmamıştı. Uzun ve yorucu bir yolculuktan sonra az ileride ki Küçük Camili Köyünü aşıp, maden yoluna yaklaştı. Maden ocağına ait kamyonlardan   birine (eğer ön tarafta yer varsa) binip, ver elini Kırıkkale diyecekti. Uzaklardan maden ocağı tarafında bir kamyonun yokuşu zorlanarak da olsa; tozu dumana katarak geldiğini gördü. Ne güzel bu fazla vakit kaybetmeyecek demekti. Hesabına göre kamyon yaklaşık on dakika sonra kendisine ulaşmış olurdu. Yolun kenarındaki rampada gözüne büyükçe bir taş kestirip, taşın sivri olan kısmını alta getirip, sivriliklerin kıçına batmasını bertaraf ettikten sonra, üstüne yayıldı. Eline aldığı küçük bir çöple ayaklarının arasında kalan toprağa daireler çizmeye çalışıyordu. Bu çizikler onu alıp çocukluğuna götürdü. Arkadaşları ile köyde keşfettikleri ıslakça bir yere çömelerek otururlar ve ellerindeki çubuklarla; tıpkı şimdilerde kendisi gibi birer yetişkin insan olan köylülerinin yaptığı gibi, olabildiğince büyük daireler, dikdörtgenler çizip, buraları kendi tarlaları olarak ilan ederlerdi. Elbette o zamanlar, onlar da kendi aralarında kavga ederlerdi. Ama bu hırlaşmalar oyun maksatlı olduğu için, çabukça unutulur ve arkadaşlıkları kaldığı yerden tüm ağız tatlarıyla yeniden devam ederdi. Oysa büyükler de öyle miydi? Tarla sınırlarını çizip, başkalarının hakkını elde etmeye çalışırlarken, çıkan kavgalar zaman zaman gayri insani boyutlara varır ve bu esnada birbirlerini dahi öldürebiliyorlardı. Tüm bunları derin derin düşünüp, köyünde ve çevrede yaşanan bu olumsuzluklardan dolayı kendi kendisine hayıflanırken, kamyonun kendisine iyice yaklaştığını gördü. Sağ elini gözlerine siper edip baktığında bunun kendi köyünden Hemo olduğunu fark etti. Hemo’yu çok severdi, doğrusu o da kendisine karşı saygıda kusur etmezdi. O halde yolculuk keyifli olacak demekti. Yörede kamyon şoförleri yoldan aldıkları yolculara kendi aralarında ‘ördek’ diyorlardı. Her ördek şoförler için ekstra bir cep harçlığı demekti. Hemo kamyonunun frenine tüm gücüyle basıp durdurdu. Araba yüklü olduğu için durmakta biraz zorlandıysa da on metre kadar sonra durdu. Seyfo kamyona yetişmek için koştu ve kendisinden beklenmeyen bir çeviklikle, bir çırpıda Hemo’nun yanına oturup, aynı hızla selamlaştı. Hâl hatır derken, Kırıkkale’ye neden gittiğini ve oradan da bir günlüğüne Ankara’ya geçeceğini soluk soluğa anlattı. Hemo aniden telaşlanıp;
“Seyfo Amca Kırıkkale öyle çok büyük bir şehir değil ama sakın Ankara’da kaybolayım deme ha.”
“Yok Hemo ya o kadar da değil. Adresi bulamasam Müslümanın birisine sorarım. Sora sora Bağdat dahi bulunur demiyorlar mı? Biz de elbet buluruz.” “İyi Seyfo amca kendine dikkat et de.”
“Sen merak etme. Ama tek sorun bildiğin gibi Türkçeyi fazla bilmiyorum. Belki bu konuda zorlanabilirim.”
“Yok canımmm… Derdini anlatırsın o kadar da değil. Tek kelime Türkçe bilmeyenler dahi hiç zorlanmıyorlar. Sen haydi haydi yolunu bulursun.”
Yaklaşık iki saatlik bir yolculuğun sonunda Kırıkkale kırmızı kiremitli yüksek binaları ile yeşillikler eşliğinde gözükmeye başladı. Seyfo kalbinin daha hızlı atmaya başladığını hissetti. Gülümseyip, Hamo’ya baktı.
“Eee… Kırıkkale’ye geldik.” Hemo kamyonunun uzun vites koluna sarılıp, hızını biraz daha düşürmeye çalışırken;
“Evet Seyfo Amca geldik. Bugün Kırıkkale kazan sen kepçe bakalım ne yapacaksınız.”
“Hemo ne yapacağım biraz gezip, çocuklara elbise falan, evin ihtiyaçlarını karşılarım. Hemo istersen sen beni bu köşe başında indir”
“Tamam Seyfo Amca, buyur.”
Hemo’ya ördek parasını verip, hatır istedikten sonra kamyondan atlayarak indi. Sokağın her iki tarafında da farklı sanatçılardan müzik sesleri ve belediyenin anonsları yükselip birbirine karışıyordu. Bir tarafta Orhan Gencebay, diğer tarafta ise Ferdi Tayfur’un damar şarkıları havada buluşup, anlaşılmayan bir gürültüye dönüşüyordu.
“Buyurun efendim, size nasıl yardımcı olabilirim?” diye sordu. Seyfo fruko gazozlarından birini gösterdi. Delikanlı hemen fruko şişesine sarılıp, kapağını yankılı bir gürültüyle ustaca açtı. Seyfo şişede yükselen kabarcıkları büyük bir hazla seyretmeye başlamıştı ki, gencin ikinci sorusu sökün etti.
“Başka arzunuz var mı efendim?”
Seyfo yine eliyle tezgâhın arkasında büyükçe bir kutuda bulunan kaymaklı bisküvileri gösterip, onlardan da biraz aldıktan sonra yoluna devam etti. Yolda kese kağıdına elini daldırıp, bir tane bisküviyi alıp, ağzına atarken; şarapçılar gibi fruko şişesini de kafasına dikiyordu.
Bahar güneşi ortalığı iyice ısıtmıştı. Susuzluğunu ve açlığını güzelce bastırdı. Çarşıya geldiğinde kafasında oluşturduğu ihtiyaç listesi ile teker teker mağazalara girip, elinde çantalarla çıkıyordu. Paralar yavaş yavaş suyunu çekiyordu, biriktirmek ve harcamak çok farklı kavramlardı. Yaklaşık iki yıl boyunca dağ tepe demeden gecesini gündüzüne katarak, çobanlık yapmıştı. Aldığı para ile çocuklarının karnını kıt kanaat doyurmaya çalışıyordu. Bunca zaman sonra bin bir güçlükle biriktirmeye çalıştığı parayla da ailesine biraz üst baş almanın zamanı gelmişti. Çünkü giyecek bir şeyleri kalmamış, üstleri başları adeta dökülüyordu. Kim bilir on yaşındaki, siyah bukleli saçlı kızı Bese; uzandığında göz kapakları açılıp kapanan bebeğini gördüğü zaman ne kadar çok sevinecekti. Bebeğinin saçlarını her gün tarayıp, akşamları onunla yatağa gideceğinden emindi. Dokuz yaşındaki alabulus traşlı elma yanaklı oğlu Baran’a da kocaman kırmızı bir traktör almıştı. Baran da alt dudağını titretip tükürükler saçıp, motor sesi çıkararak oynayacaktı. Elbette aynı şekilde karısı Sultan da bu güzelim allı güllü göz kamaştıran fistanlarını giyecek ve Seyfo’sunun karşında salınacak, Seyfo da ona hayranlıkla bakıp; sevinecek, gururlanacak, mutlu olacaktı. Aldığı her hediye Seyfo’nu gözlerinin önünde tatlı bir hayal oluşturuyordu. Derken alışveriş tamamdı. Unuttuğu bir şey yoktu. Bütün çantaları bir araya getirip, sora sora Ankara’ ya gitmek için tren istasyonunun yoluna koyuldu. Elinde onca çantayla Allah’tan istasyon o kadar da uzakta değildi. Büyükçe olan ve hemen arkasında dumanların yükseldiği istasyon binasından içeri daldı ve bilet almak amacıyla insanların sıraya girdiğini görünce, o da sıraya katıldı. Önünde yer alan yolcuların nasıl bilet aldıklarına kulak misafiri olup, bilet almaya hazırlandı. Bu o kadar da zor değildi. İnsanlar sadece gidecekleri şehrin adını söylüyorlardı. Ankara deyip, biletini aldı. Kendisinden bir önceki iri kıyım ince bıyıklı bir adam da Ankara’ ya gidiyordu. Gözleri ile daha uzaklaşmamış olan adamı yakın takibe alıp onun gittiği yöne doğru gitti. Adam hazır bekleyen ve beş dakika sonra kalkmak üzere olan, tepesinden yığınlar halinde dumanlar çıkaran trene bindi. Ardından Seyfo da kendisinden çok emin adımlarla çantalarını özenle kaldırarak trene bindi. Bir kompartımana geçti ve o da çantalarını alıp, tek tek başının üst tarafında bulunan bölmeye yerleştirdi. Acı acı öten düdük seslerinin ardından tren büyük bir gürültü ile yavaş yavaş hareket etti. Tren istasyonda el sallayan insanları, istasyon binasını ve sonra güzel bulduğu Kırıkkale şehrini ardında bırakarak Ankara’ya doğru ilerledi. Açık olan camlardan trenden çıkan simsiyah dumanlar içeri doluşuyordu. Ortalığı bir sis kokusu almıştı. Ellerinin ve yüzünün bu kurum halindeki sisten kirlenip, siyahlaştığını gördü. Cebinden çıkardığı mendiliyle yüzünü sildiyse de pek   payda etmeyeceğe benziyordu. Aniden camlardan yol kenarında bulunan evlerin ağaçların, insanların ve hatta gökyüzünün dahi kaybolduğunu görünce telaşa kapıldı. Uzun ve karanlık bir yerden geçmeye başlamışlardı. Çok geçmeden bunun bir tünel olduğunu anlamakta zorlanmadı. Tünelin sonunun geleceği olmadığı gibi çıkan dumanlar şimdi daha yoğun bir şekilde içeri doluşuyordu. Kendisini göremiyordu ama karşısında oturanların yüzlerinin simsiyah olduğunu fark etti. Kim bilir kendisi nasıl olmuştu. Hay Allah ne diye elin aklına uyup, bu lanet olası trene binmişti. Tren uzunca bir zaman daha yola devam ettikten sonra nihayet Ankara’ya yaklaşmıştı. Binlerce yüksek binanın arasından dumanlar eşliğinde Ankara Garı’na ulaşmışlardı. Uzunca öten bir klaksondan sonra peronlardan birine yanaşan trenden yolcular; garda bulunanların şaşkın bakışlarını hissederek indiler. Seyfo da üstünü başını çırpa çırpa indi. Bir an evvel tren istasyonundan çıkıp, Balgat Mahallesinde oturan amcasının evine gitmek istiyordu. Gider gitmez duş alacak ve ilk yüz yılda hiçbir trene binmeyecekti. Kararı kesindi, bu hayatında bindiği ilk ve son trendi. Lanet olsundu; bu insanı zenciye dönüştüren demir yığınına. Ankara’da bir gün kalıp, akrabalarını gördükten sonra tekrar köyüne gidecekti. Epeyce yürümüştü ki, birden ellerinin boş olduğunu fark etti. Eyvah deyip, telaşla kan ter içinde nefes nefese koşarak tren garına tekrar geldi. Tam perona adımını atmak üzereyken, tren hareket etti. Tüm aksilikler gelip, kendisini buluyordu. Hay aksilik nasıl oldu da eşyasını unutmuştu. Çocuklarına, karısına ne diyecekti şimdi. Hangi yüzle onlara bakacaktı. İki yıllık emeği bir çırpıda yok olmuştu. Onları kırk yılda bir olsa da sevindiremeyecek miydi? Bese’nin, Baran’ın ve karısının yüzünde oluşacak olan o mutluluğu göremeyecek miydi? Hevesi kursağında kalmış, yıllar sonra tekrar şehre gelmiş olmanın tadı aniden kaçmıştı. Seyfo ciğerlerinde toplamaya çalıştığı son nefesini de kullanıp, biçare bir şekilde trene doğru koşarken, gözünde canlandırdığı demir yığını; hiç eksik olmayan kara dumanını da beraberinde alıp, bir hayli yol almıştı. Ankara Garı’nın yüksek kubbelerinde Seyfo’nun insan yüreğini dağlayan hüzünlü sesi yankılanıyordu. Garda bulunan yüzlerce kadın ve erkek Seyfo’nun feryadını anlayamıyordu.
“Treeeen gitme… tıştım (eşyam) kaldıııı… Treeeen gitmeeee… tıştım kaldı. Tren gitmeeee…”




Amsterdam, 25 Haziran 2010
















Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

KORKU

      KORKU   “Elimde değil Olric! Ne efendimiz? Elleri Olric elleri…”   Oğuz Atay - Tutunamayanlar   Hırçın bir denizin dalga...