TREN GİTME…
Gece boyu, hafiften
kıllı kolunu sevgiyle boynuna doladığı karısı Sultan ile sırt üstü
uzandığı yer yatağında, kestane rengi gözlerini kırpıştırarak açmaya
çalıştığında; açık sarıya boyalı yatak odalarının loşluğundan, günün hala
ışımadığını fark etti. Yün yorganın kenarından usulca tutup üstünden attı. Bu
sırada karısı da uyandı ve sabah oldu mu diyen gözlerle kocasına baktı. Bu
sabah; yine köyü Camili’de yeni bir güne merhaba diyen Seyfo için farklıydı.
Göğüs kafesi yüreğine dar geliyordu. İçi kıpır kıpır ediyordu. Birazdan uzun yıllar
sonra yeniden şehre gitmesi gerekiyordu. Yeleğinin cebinden köstekli Devlet
Demir Yolları baba yadigarı gümüş saatini çıkarıp uzunca bir süre baktı. Saatin
arka kapağındaki tren kabartmasını defalarca okşadı. Trenler hakkında çok şey
duyuyordu ama hiç binmemişti. Kısmet olursa çok yakında binecekti. Okuma
yazması olmamasına rağmen, saati biliyordu. Fazla zamanının olmadığını
anımsadı, o nedenle de acele etmesi gerekiyordu.
İnce uzun bıyıklarını ve
gür kaşlarını yer yer çatlamış nasırlı parmakları ile özenle düzeltti. Sekiz
köşeli şapkasını öne doğru çekiştirerek kelleşmiş olana kafasına düşmeyecek
şekilde iyice yerleştirdi. Daha sonra abdest alıp, sabah namazını acele ile
kıldı. Karısından hatır isteyip, hemen yola düştü.
Sabahın köründe köyde hiçbir
hareketlilik gözlenmiyordu. Karşı mahallede öten bir horozun zor duyulan cılız
sesi ve gecenin bu saatinde yokuşu tırmanmaya çalışan Xello’yi Heci Qoppe’nin
otuz beşlik Massey Ferguson traktörünün gürültüsü bu durağanlığı bozdu. Güneş
henüz doğmadığından hava serinceydi. Hafiften üşüdüğünü hissettiğinden
ellerini, ani bir refleksle pantolonunun ceplerine hızla itti, adımlarını
sıklaştırdı. Beş dakika sonra Xelili Tinte’nin dükkanının yanındaydı. Köy
mezarlığına geldiğinde evler artık geride kalmıştı. Mezarlığın yanında saygıyla
toprağa diz çöküp, ellerini açarak ölülerin ruhuna fatiha okudu. Yolu uzundu.
Çok geçmeden art arda sıralanmış olan Heciban Köyleri arasında yılan kıvrımları
ile dolanıp, çevre il ve ilçelere yönelen yollara katılan; bol çakıllı şose yolda
kendisini buldu. En son iki yıl önce Ankara’ya gitmiş ve bir daha da herhangi
bir şehre yolu düşmemişti. Oysa şehir yaşamı olanaklar dahilinde, buralara
kıyasla çok daha renkli ve de farklıydı. Belki bir gün, biraz daha çalıştıktan
sonra ve çocukları biraz daha büyüyünce, o da şehre göç eder, orada dilediği
bir yaşama kavuşurdu.
Neredeyse tüm hayatı
kendi köyünde çobanlık yaptığı kırlarda bayırlarda geçiyordu. Hani öyle ha…
demeyle de şehre gidilmiyordu. Bu kez yolculuğu Kırıkkale’ye idi. Bu şehre daha
önce de bir kez gitmişti. İlk seferinde olduğu gibi, yaklaşık on kilometrelik
yolu yürüyüp, maden ocağına gelip, oradan da Kırıkkale’ye demir madeni taşıyan
kamyonlardan birine binip, gidecekti. Şose yola girer girmez şehre gideceğinden
dolayı, yeni boyadığı kunduraları toza bulandı. Yolda bulunan irili ufaklı
çakıl taşlarına basmak zorunda kalırken, kundurasının ince köselesini
delecekmiş gibi gelen çakıllar ayağını acıtıyordu. Bundan rahatsızlık duysa da
yapılacak bir şey yok gibiydi, bu yolu yürümek zorundaydı. Sabah kahvaltısını
da doğru dürüst yapmamıştı. Uzun ve yorucu bir yolculuktan sonra az ileride ki
Küçük Camili Köyünü aşıp, maden yoluna yaklaştı. Maden ocağına ait
kamyonlardan birine (eğer ön tarafta yer varsa) binip, ver elini Kırıkkale
diyecekti. Uzaklardan maden ocağı tarafında bir kamyonun yokuşu zorlanarak da
olsa; tozu dumana katarak geldiğini gördü. Ne güzel bu fazla vakit
kaybetmeyecek demekti. Hesabına göre kamyon yaklaşık on dakika sonra kendisine
ulaşmış olurdu. Yolun kenarındaki rampada gözüne büyükçe bir taş kestirip,
taşın sivri olan kısmını alta getirip, sivriliklerin kıçına batmasını bertaraf
ettikten sonra, üstüne yayıldı. Eline aldığı küçük bir çöple ayaklarının
arasında kalan toprağa daireler çizmeye çalışıyordu. Bu çizikler onu alıp
çocukluğuna götürdü. Arkadaşları ile köyde keşfettikleri ıslakça bir yere
çömelerek otururlar ve ellerindeki çubuklarla; tıpkı şimdilerde kendisi gibi
birer yetişkin insan olan köylülerinin yaptığı gibi, olabildiğince büyük
daireler, dikdörtgenler çizip, buraları kendi tarlaları olarak ilan ederlerdi.
Elbette o zamanlar, onlar da kendi aralarında kavga ederlerdi. Ama bu
hırlaşmalar oyun maksatlı olduğu için, çabukça unutulur ve arkadaşlıkları
kaldığı yerden tüm ağız tatlarıyla yeniden devam ederdi. Oysa büyükler de öyle
miydi? Tarla sınırlarını çizip, başkalarının hakkını elde etmeye çalışırlarken,
çıkan kavgalar zaman zaman gayri insani boyutlara varır ve bu esnada
birbirlerini dahi öldürebiliyorlardı. Tüm bunları derin derin düşünüp, köyünde
ve çevrede yaşanan bu olumsuzluklardan dolayı kendi kendisine hayıflanırken,
kamyonun kendisine iyice yaklaştığını gördü. Sağ elini gözlerine siper edip
baktığında bunun kendi köyünden Hemo olduğunu fark etti. Hemo’yu çok severdi,
doğrusu o da kendisine karşı saygıda kusur etmezdi. O halde yolculuk keyifli
olacak demekti. Yörede kamyon şoförleri yoldan aldıkları yolculara kendi
aralarında ‘ördek’ diyorlardı. Her ördek şoförler için ekstra bir cep harçlığı
demekti. Hemo kamyonunun frenine tüm gücüyle basıp durdurdu. Araba yüklü olduğu
için durmakta biraz zorlandıysa da on metre kadar sonra durdu. Seyfo kamyona
yetişmek için koştu ve kendisinden beklenmeyen bir çeviklikle, bir çırpıda
Hemo’nun yanına oturup, aynı hızla selamlaştı. Hâl hatır derken, Kırıkkale’ye
neden gittiğini ve oradan da bir günlüğüne Ankara’ya geçeceğini soluk soluğa
anlattı. Hemo aniden telaşlanıp;
“Seyfo Amca Kırıkkale
öyle çok büyük bir şehir değil ama sakın Ankara’da kaybolayım deme ha.”
“Yok Hemo ya o kadar da
değil. Adresi bulamasam Müslümanın birisine sorarım. Sora sora Bağdat dahi
bulunur demiyorlar mı? Biz de elbet buluruz.” “İyi Seyfo amca kendine dikkat et
de.”
“Sen merak etme. Ama tek
sorun bildiğin gibi Türkçeyi fazla bilmiyorum. Belki bu konuda zorlanabilirim.”
“Yok canımmm… Derdini
anlatırsın o kadar da değil. Tek kelime Türkçe bilmeyenler dahi hiç
zorlanmıyorlar. Sen haydi haydi yolunu bulursun.”
Yaklaşık iki saatlik bir
yolculuğun sonunda Kırıkkale kırmızı kiremitli yüksek binaları ile yeşillikler
eşliğinde gözükmeye başladı. Seyfo kalbinin daha hızlı atmaya başladığını
hissetti. Gülümseyip, Hamo’ya baktı.
“Eee… Kırıkkale’ye
geldik.” Hemo kamyonunun uzun vites koluna sarılıp, hızını biraz daha düşürmeye
çalışırken;
“Evet Seyfo Amca geldik.
Bugün Kırıkkale kazan sen kepçe bakalım ne yapacaksınız.”
“Hemo ne yapacağım biraz
gezip, çocuklara elbise falan, evin ihtiyaçlarını karşılarım. Hemo istersen sen
beni bu köşe başında indir”
“Tamam Seyfo Amca,
buyur.”
Hemo’ya ördek parasını
verip, hatır istedikten sonra kamyondan atlayarak indi. Sokağın her iki
tarafında da farklı sanatçılardan müzik sesleri ve belediyenin anonsları
yükselip birbirine karışıyordu. Bir tarafta Orhan Gencebay, diğer tarafta ise
Ferdi Tayfur’un damar şarkıları havada buluşup, anlaşılmayan bir gürültüye
dönüşüyordu.
“Buyurun efendim, size
nasıl yardımcı olabilirim?” diye sordu. Seyfo fruko gazozlarından birini
gösterdi. Delikanlı hemen fruko şişesine sarılıp, kapağını yankılı bir
gürültüyle ustaca açtı. Seyfo şişede yükselen kabarcıkları büyük bir hazla
seyretmeye başlamıştı ki, gencin ikinci sorusu sökün etti.
“Başka arzunuz var mı
efendim?”
Seyfo yine eliyle tezgâhın
arkasında büyükçe bir kutuda bulunan kaymaklı bisküvileri gösterip, onlardan da
biraz aldıktan sonra yoluna devam etti. Yolda kese kağıdına elini daldırıp, bir
tane bisküviyi alıp, ağzına atarken; şarapçılar gibi fruko şişesini de kafasına
dikiyordu.
Bahar güneşi ortalığı
iyice ısıtmıştı. Susuzluğunu ve açlığını güzelce bastırdı. Çarşıya geldiğinde
kafasında oluşturduğu ihtiyaç listesi ile teker teker mağazalara girip, elinde
çantalarla çıkıyordu. Paralar yavaş yavaş suyunu çekiyordu, biriktirmek ve
harcamak çok farklı kavramlardı. Yaklaşık iki yıl boyunca dağ tepe demeden
gecesini gündüzüne katarak, çobanlık yapmıştı. Aldığı para ile çocuklarının
karnını kıt kanaat doyurmaya çalışıyordu. Bunca zaman sonra bin bir güçlükle
biriktirmeye çalıştığı parayla da ailesine biraz üst baş almanın zamanı
gelmişti. Çünkü giyecek bir şeyleri kalmamış, üstleri başları adeta
dökülüyordu. Kim bilir on yaşındaki, siyah bukleli saçlı kızı Bese; uzandığında
göz kapakları açılıp kapanan bebeğini gördüğü zaman ne kadar çok sevinecekti.
Bebeğinin saçlarını her gün tarayıp, akşamları onunla yatağa gideceğinden
emindi. Dokuz yaşındaki alabulus traşlı elma yanaklı oğlu Baran’a da kocaman
kırmızı bir traktör almıştı. Baran da alt dudağını titretip tükürükler saçıp,
motor sesi çıkararak oynayacaktı. Elbette aynı şekilde karısı Sultan da bu
güzelim allı güllü göz kamaştıran fistanlarını giyecek ve Seyfo’sunun karşında
salınacak, Seyfo da ona hayranlıkla bakıp; sevinecek, gururlanacak, mutlu
olacaktı. Aldığı her hediye Seyfo’nu gözlerinin önünde tatlı bir hayal
oluşturuyordu. Derken alışveriş tamamdı. Unuttuğu bir şey yoktu. Bütün
çantaları bir araya getirip, sora sora Ankara’ ya gitmek için tren istasyonunun
yoluna koyuldu. Elinde onca çantayla Allah’tan istasyon o kadar da uzakta
değildi. Büyükçe olan ve hemen arkasında dumanların yükseldiği istasyon
binasından içeri daldı ve bilet almak amacıyla insanların sıraya girdiğini
görünce, o da sıraya katıldı. Önünde yer alan yolcuların nasıl bilet
aldıklarına kulak misafiri olup, bilet almaya hazırlandı. Bu o kadar da zor
değildi. İnsanlar sadece gidecekleri şehrin adını söylüyorlardı. Ankara deyip,
biletini aldı. Kendisinden bir önceki iri kıyım ince bıyıklı bir adam da
Ankara’ ya gidiyordu. Gözleri ile daha uzaklaşmamış olan adamı yakın takibe alıp
onun gittiği yöne doğru gitti. Adam hazır bekleyen ve beş dakika sonra kalkmak
üzere olan, tepesinden yığınlar halinde dumanlar çıkaran trene bindi. Ardından
Seyfo da kendisinden çok emin adımlarla çantalarını özenle kaldırarak trene
bindi. Bir kompartımana geçti ve o da çantalarını alıp, tek tek başının üst
tarafında bulunan bölmeye yerleştirdi. Acı acı öten düdük seslerinin ardından
tren büyük bir gürültü ile yavaş yavaş hareket etti. Tren istasyonda el
sallayan insanları, istasyon binasını ve sonra güzel bulduğu Kırıkkale şehrini
ardında bırakarak Ankara’ya doğru ilerledi. Açık olan camlardan trenden çıkan
simsiyah dumanlar içeri doluşuyordu. Ortalığı bir sis kokusu almıştı. Ellerinin
ve yüzünün bu kurum halindeki sisten kirlenip, siyahlaştığını gördü. Cebinden
çıkardığı mendiliyle yüzünü sildiyse de pek payda etmeyeceğe
benziyordu. Aniden camlardan yol kenarında bulunan evlerin ağaçların,
insanların ve hatta gökyüzünün dahi kaybolduğunu görünce telaşa kapıldı. Uzun
ve karanlık bir yerden geçmeye başlamışlardı. Çok geçmeden bunun bir tünel
olduğunu anlamakta zorlanmadı. Tünelin sonunun geleceği olmadığı gibi çıkan
dumanlar şimdi daha yoğun bir şekilde içeri doluşuyordu. Kendisini göremiyordu
ama karşısında oturanların yüzlerinin simsiyah olduğunu fark etti. Kim bilir
kendisi nasıl olmuştu. Hay Allah ne diye elin aklına uyup, bu lanet olası trene
binmişti. Tren uzunca bir zaman daha yola devam ettikten sonra nihayet
Ankara’ya yaklaşmıştı. Binlerce yüksek binanın arasından dumanlar eşliğinde
Ankara Garı’na ulaşmışlardı. Uzunca öten bir klaksondan sonra peronlardan
birine yanaşan trenden yolcular; garda bulunanların şaşkın bakışlarını
hissederek indiler. Seyfo da üstünü başını çırpa çırpa indi. Bir an evvel tren
istasyonundan çıkıp, Balgat Mahallesinde oturan amcasının evine gitmek
istiyordu. Gider gitmez duş alacak ve ilk yüz yılda hiçbir trene binmeyecekti.
Kararı kesindi, bu hayatında bindiği ilk ve son trendi. Lanet olsundu; bu
insanı zenciye dönüştüren demir yığınına. Ankara’da bir gün kalıp, akrabalarını
gördükten sonra tekrar köyüne gidecekti. Epeyce yürümüştü ki, birden ellerinin
boş olduğunu fark etti. Eyvah deyip, telaşla kan ter içinde nefes nefese
koşarak tren garına tekrar geldi. Tam perona adımını atmak üzereyken, tren
hareket etti. Tüm aksilikler gelip, kendisini buluyordu. Hay aksilik nasıl oldu
da eşyasını unutmuştu. Çocuklarına, karısına ne diyecekti şimdi. Hangi yüzle
onlara bakacaktı. İki yıllık emeği bir çırpıda yok olmuştu. Onları kırk yılda
bir olsa da sevindiremeyecek miydi? Bese’nin, Baran’ın ve karısının yüzünde
oluşacak olan o mutluluğu göremeyecek miydi? Hevesi kursağında kalmış, yıllar
sonra tekrar şehre gelmiş olmanın tadı aniden kaçmıştı. Seyfo ciğerlerinde
toplamaya çalıştığı son nefesini de kullanıp, biçare bir şekilde trene doğru
koşarken, gözünde canlandırdığı demir yığını; hiç eksik olmayan kara dumanını
da beraberinde alıp, bir hayli yol almıştı. Ankara Garı’nın yüksek kubbelerinde
Seyfo’nun insan yüreğini dağlayan hüzünlü sesi yankılanıyordu. Garda bulunan
yüzlerce kadın ve erkek Seyfo’nun feryadını anlayamıyordu.
“Treeeen gitme… tıştım
(eşyam) kaldıııı… Treeeen gitmeeee… tıştım kaldı. Tren gitmeeee…”
Amsterdam, 25 Haziran 2010
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder