8 Eylül 2010 Çarşamba

YİTİK DEĞERLER

YİTİK DEĞERLER

Bilindiği gibi Dünyada ve hayatımızda gelişmiş ülkeler oldukça büyük bir öneme sahiptirler. Bu ülkeler onlarca yıl önce yaşamış oldukları sanayi devrimlerinin akabinde, gün be gün artan yeni teknolojik gelişmelerini insanlığın hizmetine kâr amacıyla sunarken, haliyle keselerini de tıka basa dolduruyorlar. Teknoloji insanlığa pek çok kolaylığı ve refahı getirirken, elbette pek çok değeri de beraberinde bu getirilerine karşılık olarak alıp götürüyor ve hayatımızı da allak bullak etmekten geri kalmıyor. En acı olanı da; teknolojinin çocuklarımızı doğadan, temiz havadan, dünyadan kopartıp dört duvar arasına kapatması, gözlerini bir ekranı sürekli izlemeye mahkum ederek onları birer robot haline getirmesidir.
Kızılderili Reisi Dwan 1885’te ABD başkanına yazdığı bir mektupta, teknolojinin getireceği bu tehlikelerin önseziyle bu mektuptan yapacağımız alıntıda insanlığa şu mesajı verir:
“Beyaz adamın kurduğu kentleri de anlamayız biz Kızılderililer. Bu kentlerde huzur ve barış yoktur. Beyaz adamın kurduğu kentlerde bir çiçeğin taç yapraklarını açarken çıkardığı sesler, bir kelebeğin kanat çırpışları duyulmaz. Belki vahşi olduğum için anlamıyorum,...... insan bir su birikintisinin çevresinde toplanmış kurbağaların, ağaçlardaki kuşların ve doğanın seslerini duymadıkça, yaşamanın ne anlamı ne değeri olur¬?”
Günümüz dünyasında Reis Dwan’in işaret etmiş olduğu bu ve buna benzer değerlerden hiç birine yer kalmamıştır. İnsanlık dizginsiz bir şekilde teknolojiyi de adeta araç bilerek, kendi egolarının esaretinde, hırsları uğruna doğanın köküne kibrit suyu çeker hale gelmiştir.
Benim yaşantımın ancak dörtte biri reis Dwan’ın tasvirine tam yakın olmasa da, yine de el değmemişliğin, teknolojinin bu denli henüz gelişmediği doğduğum köy olan Ankara ilinin Bala ilçesine bağlı Büyük Camili Köyü’nde geçti. O sıralar teknolojinin epeyce uzağında, var olan doğamızla kucak kucağaydık. Sabahları erkenden kalkar, gece geç saatlere kadar bugün her biri birer kelaynak kuşu olan bin bir oyunu oynar, sıkılmak nedir bilmezdik. Diğer bölgelerle karşılaştırma olanağım olmadı, belki de oynadığımız bu oyunların pek çoğu sadece bizim yöreye aitti.
Oyunlar hep kendi yaratıcılığımızla ortaya koyduğumuz, tamamen tabiattan gelen materyallerle oynanırdı. Anne ve babalarımızın bütçelerine ihtiyacımız yoktu, onları hiç bir maddi külfete sokmazdık. Oyunlarımızın çoğu İç Anadolu Bölgesinde bulunan Kürt çocuklarının fantezilerini kullanarak, yaratıkları oyunlardı.
Türçe’de çelik çomak olarak adlandırılan bir oyun vardı ki, bunun bizde iki versiyonu vardı. Bunlar “bodrık” ve “kit” oyunlarıydı. Kit oyununda Osmani Mille dediğim arkadaş oldukça ustaydı. Bu oyun için yere büyükçe bir daire çizilir, dairenin içine oyunculardan biri girer, uzunca bir sopa ve kısa kesilmiş bir çubuk parçası ele alınarak, sopa yordamı ile bu küçük çubuk parçasına hızla dairenin dışında bulunan diğer oyunculara doğru atılırdı. Daire dışındaki oyuncular, yani sırasıyla bizler bozuk Türkçemizle, daire içindeki oyuncu çubuğa vurmadan önce, şu an anlamını pek kestiremediğim şu cümleyi olanca gücümüzle bağırırdık: “Üstüm başım kere çalı her yanıma değerse kabul.”
Bu cümle söylenmemişse havada uçarak gelen çubuk parçası daire dışındaki oyunculardan eli hariç başka bir tarafına değerse daire içindeki oyuncu yanmıyordu. Çubuğu eliyle kimse tutamamış veya herhangi bir yere değmemişse çubuğa en yakın oyuncu çubuk parçasını alıp, dairenin içine atmaya çalışır, bunu başarırsa daire içindeki oyuncu yanmış olurdu. Fakat daire içindeki oyuncu da uzun sopası ile atılan bu çubuk parçasına vurarak onun daire içine düşmesini engellerdi. Bu oyunu ben hep İngilizler ve uzun bir zaman sömürgesi halkalardan olan Hintliler ve Pakistanlılar tarafından çok oynanan hokey oyununa benzetiyorum. Kim bilir belki de İngilizler bu oyunu biz İç Anadolu’da ki Kürt çocuklarından çalarak biraz daha da geliştirerek kendi milli oyunları haline getirmişlerdir. Fakat bu oyunun orijini bizim bölgeye aittir.
İkinci olarak yine aynı sopa ve çubuk parçası ile oynanan oyun da “bodrık”oyunuydu. (Tabii tamamen bir bozkırdan oluşan köyümüzdeki ağaçlıklı tek yer olan rahmetli doğa hayranı Nuri Hemenin bağından çalınan ağaç dallarından, bu oyunun malzemeleri tedarik edilirdi.) Bodrık oyunu için ayrıca küçük bir kuyu ve ince uzun arkvari bir oyuntu yerde kazılırdı. Çubuk parçası bu arkın ucuna getirilerek uzun sopa parçasının yardımı ile arkın içine konulan sopa hızla ittirilir ve çubuk parçasının olabildiğince uzağa gitmesi sağlanırdı. Yine bu oyunda da “ üstüm başım kere çalı” teranesi atılır ve çubuk parçası elle tutulmaya çalışılırdı. Eğer karşı oyuncular bunda başarılı olamamışlarsa, bodrik kuyusunun arkasındaki oyuncu uzun sopasını kuyunun üstüne uzatır, karşı oyuncuların çubuk parçası ile yatırılan sopaya vurmaları istenirdi. Hatırladığım kadarıyla bu oyunda da ben oldukça ustaydım. Küçük çubuk sopaya değmemişse, kuyu arkasındaki oyuncu, çubuk parçasını alarak ayaklarını kuyunun üzerinde açarak ve çubuğu burun hizasına kadar getirerek, “Boooddırık” diye uzatmalı bir ses çıkararak çubuğu mümkün olduğu kadar kuyunun içine düşürmeye çalışır ve kuyuya düşen çubuğun havada kalan tarafına, sopa yardımı ile tekrar vurularak çubuk kuyudan uzaklaştırılır, oyun böyle devam ederdi. Galip gelen oyuncu kuyudan itibaren oyunun başında yapılan anlaşmaya mutabık kalarak, elli adım sayar ve ellinci adımda yenilenin sırtına binerek kuyuya kadar bir günün beyliği beylik deyip yenilenin sırtında o anlık hükümranlığının tadını çıkarırdı.
Üçüncü önemli bir oyun da “nelbir” oyunuydu. Bu oyunda ki malzeme de oldukça basit ve yine tabiat anadandı. Bu oyun için düz ince ve daire şeklinde bir taş ve yine küçük ama top gibi bir başka taş bulunur ve bunlarla oynanırdı. Yuvarlak küçük taş bir yere konur ve tüm oyuncular belirli bir çizginin arkasında durarak oyuna adını da veren nelbir adlı düz taşlarla, küçük yuvarlak taşa vurarak olduğu yerden uzaklaştırılmaya çalışılır ve bu mesafe ayakla sayılarak ölçülüp, puan toplanırdı. Oyunun sonunda yine kazanan oyuncu sırta binerek ödüllendirilirdi. Bu oyunun da günümüzde golf veya Fransızların “boule de joule” oyunu ile benzer yanları vardır.
Tüm bu oyunlar gündüzleri oynanır, yorgun düşen bedenlerimiz akşam yenilen “Şorbe keşke” veya İç Anadolu Kürtlerinin oldukça fakir olan yemek kültürlerinin tek yüz akı olan ve bölgede oldukça iyi pişirilen tereyağlı bulgur pilavı yenir gerekli enerji tekrar depolandıktan sonra akşam oyunlarına başlanırdı.
Kelaxlar tüm yıl boyunca biriktirilen hayvan gübresi evin arka tarafında bir yerde biriktirilir, bahara doğru bundan “kerme”veya “tepik”denilen ve şekillerine göre adlandırılan tezeklerdi. Görüldüğü gibi zengin bir dil olan Kürtçe, bu alanda da zenginliğini ortaya koyarak tezeği dahi aldığı şekle göre ayrı ayrı isimlendirmiştir. Bunlardan kerme kasnak denilen yuvarlak çemberlerin içine doldurulup bastırılarak şekil
verilir, kalıp olarak kullanılan kasnak çekilir ve böylece kışın yakılmak üzere bu bol kalorili kermenin üretimi yapılmış olurdu. Kerme içinde her ne kadar beceri gerekiyorsa da tepik yapmak, her ev kadınının harcı değildi. Tepik için “Kevani’nin”oldukça becerikli olması gerekli, çünkü tepik ustalık isteyen bir iştir. Kurutulmak üzere “gom” denilen hayvan barınaklarının duvarlarına yapıştırılan tepiklerin sergisi, o evin kadının ne denli maharetli olduğunun bir göstergesiydi. Tepike güzel bir form verilmişse, elbette o kevaniye sergiyi gözetleyenler tarafından tam puan verilirdi. Tepikin hazırlanması için kevaninin tepik karışımının oranını bir laborant titizliği ile iyi yapması gerekmektedir. Burada kullanılacak olan gübre, saman ve suyun oranının önemi ve kalitesi de çok büyük bir önem teşkil etmekteydi.
Oyunları bir tarafa bırakıp, tepik konusunu fazlaca uzattıksa da tepik olayı da geçiştirilecek kadar ehemmiyetsiz değildir, tepik deyip geçmemek gerekir. Çünkü kışın okula giden her öğrenci, sırasıyla bu tepik veya kermelerden birisini bir kolunun altına, bir kolunun altına da kitap ve defterlerini yerleştirerek okul yolunu tutar, sınıfa giren öğrencinin eline öğretmen kitap ve defterden önce kerme veya tepikin olup olmadığına bakardı. Öğrenci tepiki ile sınıfa girmeden önce sınıftaki gönüllü
ajanlardan kimlerin okul sonrasında kaç defa Kürtçe konuştuğu hakkında gerekli bilgiler rapor edilirken, ajanın kafası öğretmen tarafından okşanarak ödüllendirilirdi. Öğretmen tarafından tespit edilen ve Kürtçekonuştuğu bilgisi alınan öğrenci, eğer tepik te getirilmemişse bu küçücük bedenlerin avuç içlerine veya birleştirilen parmaklarının uçlarına “cetvel” denilen öğretmen coplarıyla, öğretmenin insafına ve tespit edilen cezaya göre vurularak, cetvelin iniş ve kalkışları ona göre belirlenirdi. Eğitimdeki yeri bu denli büyük öneme sahip olan tepik bu nedenle taktir edersiniz ki üç kelime ile geçiştirilemezdi.
Akşamları geç vakitlere kadar oynanan diğer bir oyunda ay taşı anlamına gelen “kevre hiwe”dir. Kevre hiwe için gerekli olan tek malzeme beyaz yuvarlak bir taş parçasıdır. Oyuncular damların bir tarafına geçer, taraflardan biri taşı hızla damın üzerinden diğer tarafa hızla atar ve rakip timden çocuklardan, damın arkasında karanlıkta yerde olan taşın belirlenen bir süre içinde bulunup, getirilmesi istenirdi. O sürede taşı bulup getiremeyen karşı taraf, belirli bir cezaya çarptırılırdı.
Genelde gündüzleri oynanan başka bir oyun da “bist” oyunuydu. Bist bu oyunun oynanması için kullanılan kazıkların adıydı ki, bu kazıklar yine rahmetli Nuri Heme’nin bağından aşırılan ağaç dallarından yapılır ve bunlar kalınlıklarına göre değerlendirilerek hepsine ayrı ayrı isimler verilirdi. En kalın biste “galton” , daha incesine “xılç” ve diğer kalanlara da bist adı verilirdi. Bist oynamaya giden çocuklar bütün galton, xılç ve bistlerini kollarının altına cephanelik gibi alır, mahalledeki çamurlu ıslak bir yerde bir araya gelerek, genelde sağ ayak biraz havaya kaldırılarak, sırayla herkes kazıklarından birini hızla yere ve  yan yana çakmaya çalışarak bir diğerinin kazığını düşürmek suretiyle ona sahip olur,
böylelikle var olan cephaneliğine yeni mühimmatlar katmış olurdu. Bu bir tür kumar oyunu sayılırdı. Köyde en güzel galton, xılç ve bistlere Nuru Heme’nin torunu olan Osmani Mille sahipti ki, çocukluğumda hep Nuri Heme’nin torunu olarak dünyaya gelmemişliğin burukluğunu yaşardım.
Gündüz veya akşam oynanabilen oyunlardan biri de beş taş ve kırk taş oyunlarıydı. Beş taş adından da anlaşılacağı gibi beş tane küçük misket benzeri taşla yere iyice bağdaş kurulup oturarak, taşlardan biri havaya fırlatılırken yerdeki taşlar sırası ile diğer taşlara değmeden bir, iki, üç derken on sayısına kadar çeşitli şekillerde oynanır, sonuçta elde edilen sayı kadar, yenilen kişi bir o kadar faresini rakibine yedirmiş olurdu. Her oyundan sonra da “çar, şeş, nehe mişke mine dewite danı” denilerek gerekli hatırlatma yapılırdı.
Kırk taş oyunu da buna benzer onlarca hatta yüzlerce taşla oynanırdı. Bu oyunda da yine taşlardan biri havaya kaldırılır, mümkün olduğu kadar yerden taş toplayarak rakip alt edilmeye çalışılırdı.
Bir diğer oyun da “kab” oyunuydu. Bu oyun bir tür zar atma oyunuydu, genellikle daha büyük çocuklar veya yetişkinler arasında onanırdı. Kab, büyük baş hayvanların ayak eklemlerinin arasından çıkarılan dört köşe bir kemikti. Bu kemik zar gibi yere atılarak, kab’ın yere atılıp duruşuna göre puanlar alınır ve bu duruşlar da değişik olarak adlandırılırdı. Örneğin duruşa göre şek, çik, tix veya piştek gibi adlar verilirdi. Her duruşunda kendisine göre getirdiği bir puan sayısı vardı.
Genelde kışları veya düğün evlerinde gençler bir araya geldiklerinde de yüzük oyununu oynarlardı. Andersen’in masallarını aratmayacak güzellikte masallar tüm gece boyunca birbirini kovalar, masalların vermiş olduğu korkuyla gece yarısı evimize dönerdik.
Yüzük oyunu bir tepsinin üzerine ters olarak konulan kahve fincanlarından birisinin altına gizlice bir yüzük saklanır ve bu yüzüğün diğer oyuncular tarafından bulunması istenerek, oyuna devam edilirdi.
Baharın gelmesine yakın, daha doğrusu koyunların kuzulama döneminde,
“Yüzibeyz” denilen bir kutlama günü olurdu ki, bu baharla birlikte yeni yılın tüm bereketiyle gelişinin kutlanması türündendi. Bunun için köyümüzün gençleri değişik giysiler giyerek, pamuk veya yünden sakallar yapıp her taraflarına “zengil” denilen çanlardan takar, büyük gürültülerle ev ev dolaşılırdı. Bu evlerden genelde buğday veya bulgura benzer tahıllar istenir ve bunlar ertesi gün köyün bakkalı Kamber Amca’ya götürülerek paraya çevrilir, okula gidenlerse bununla kalem defter ve benzeri okul ihtiyaçlarını karşılarlardı. Şayet evlerden biri gençlere herhangi bir yardımda bulunmamışsa, o zaman gençler hep bir ağızdan; “seri sale bini sale, me ....... .....)” diyerek sonu kafiyeli olarak biten müstehcenlik içeren sloganlarını atarlardı. Ev kadınları haliyle gen yapılarında cimrilik olsa dahi, böylesi bir durumun önüne geçmek için cimri davranmamaya çalışırlardı.
Başka unutulması güç olan bir gelenekte yine bahara doğru toprağın ısınması ile birlikte kutlanan “Hidrellez”di. Bu gelenek genelde yağmur yağmadığı zaman baharın kurak geçeceği anlaşıldığı sezildiğinde daha bir ağırlıklı olarak gündeme gelirdi. O yıl yine ” yaz harmana” deyip yüklü bir borcun altına girenler, havaların kurak gideceğini görüp, gidişatın pek hayra delalet olmadığını görürler, böylesi bir günün organize edilmesine önayak olur, bir iki tane de koyun bulunarak ziyafet vermek için bir cami hocası eşliğinde kırların yolu tutulurdu. Artık çok büyük bir tesadüf eseri yağmur yağarsa, yapılan duanın kabul gördüğü, Allah’la iletişimin sağlandığı anlaşılırdı. Ama tüm bu masraf ve organizasyona rağmen yağmur yağmazsa yapılacak tek şey vardı ki ,o da tüm bunların üzerine susuzluktan kavrulan köyümüzde su bulabilirsen bir bardak soğuk su içmekti ve iş sonuçta yine Allah’a havale edilirdi.
Sayılamayacak kadar kaybolan değerlerin ardı arkası gelmez. Günümüzde pek çok deyim ve atasözü de yok olmak üzeredir. Bu deyimlerden ve ata sözlerinden birkaçını da gün ışığına çıkarmamız için “hafızayı beşerimizi” biraz yoklamaya kalkarsak nelerin yitip gittiğini bir kez daha görmüş oluruz.
- Bi fisa hemam germ nabi (yellenmeyle hamam ısınmaz)
- Çev ji çeva reştiri (göz gözden karadır)
- Çev li der (gözü dışarda)
- Çev tirsi (gözü korkmuş)
- Dani bi kevir (bulguru taşlı)
- Dev sist (gevşek ağız)
- Dest giran (eli ağır)
- Dil qetin (ödü kopmak)
- Deste xwe alastin (elini yalamak)
- Dest direj (uzu elli)
- Ji dest derxistin (elden çıkarmak)
- Ker û gej (sersem)
- Rû nerm (yumuşak yüzlü)
- Rep û rut (çırılçıplak)
- Xwelî bi serî kirin (toprak başına)
- Xer nedîn (hayır görmemiş)
Ve daha yüzlerce deyim bugün hiç kimsenin diline almadığı ve unutulmakla yüz yüzedirler.
Anlamları çok büyük olan iki atasözünü de anmadan geçemeyeceğim.
- Beq ne qiri ye biteqi (kurbağa bağırmasa patlar)
- Akle siwik bare girane (hafif akıl ağır bir yüktür)
Bunların anlamları insanlarımız tarafından hala çok iyi bilindiği gibi, sık sık kullanıla gelen ata sözleriydi. Bu atasözleri her ne zaman duyulsa insanlarımızın yüzlerine bir Mona Lisa gülümsemesi yayılırdı.
Nazar ve göz değmesine karşı da insanlarımız oldukça tedarikliydiler. Hayvanların boynuna nazara karşı olduğuna inanılan “kespik” veya ince ağaç dallarından kesilip bir ipe geçirilen “kener”ler takılırdı. Bu kenerlerin yapımı da elbette incelik ve beceri isterdi.
Çok ilginç olan bir gelenek daha vardı ki, o da ineği veya başka bir hayvanı kaybolan köylülerin, hayvanını bulana kadar hatırı sayılır dini bütün birisine gidip dua ile kurdun ağzını bağlamasıydı. Kurdun ağzı sembolik olarak bir çakının ağzı kapatılması ile kapatılır, kayıp olan hayvan bulunduğu zaman da bıçağın ağzı tekrar açılarak, adeta bundan sonra “bana dokunmayan yılan bin yıl yaşasın” deyiminin gereği yerine getirilerek doğanın dengesinin korunmasına katkıda bulunulurdu. Fakat işin diğer ilginç yanı da dualar okunsa da eğer bu arada kurdun ağzı suya değmişse bizim hatırı sayılır dini bütünün prestjinin sarsılmaması için bu bahane edilerek kurdun ağzının açıldığı söylenirdi. Bu ihtimalde kurt, kayıp hayvanı yemişse duaların yapabileceği bir şey yoktu. Ardı arkası gelmeyen ve tuzla buz olan buna benzer onlarca gelenek, görenek, güzellik ve değer. Elbette bu değerler ortadan kalkacak diye teknolojiye de
sırt çevirmemek gerekir. Ama diğer taraftan da insanın bu değerlerin ortadan kalkmasından dolayı içi ezilmiyor değil. Bence biraz olsun bu durumda yalnız Kızılderililerin değil tüm insanlığın Reisi olan Dwan’a kulak asmak gerekir. Bunları kulağımıza küpe yaparak, elimizden uçup giden güzelliklere de sahip çıkalım ve doğanın dengesi ile daha fazla oynamayalım. Teknolojiye her zaman hoş geldin derken, güzellikler yerli yerinde dursa ve çocuklarımız bilgisayar, playstation ve benzeri oyun araçlarıyla olan zincirlerini koparıp özgürleşerek temiz havayı solumaya, doğayı kucaklamaya daha fazla zaman ayırmaları halinde gelecek nesillerin daha sağlıklı, daha insani düşünen nesiller olacağı uzak bir ihtimal değildir.




Amsterdam, 11 Mayıs 2006


1 yorum:

  1. Yoresel motiflerin ebedilestirilmesina yonelik buyuk ve guzel bir calisma. tebrik ediyorum.

    Mete Caliskan - Den Haag

    YanıtlaSil

KORKU

      KORKU   “Elimde değil Olric! Ne efendimiz? Elleri Olric elleri…”   Oğuz Atay - Tutunamayanlar   Hırçın bir denizin dalga...