YİTİK DEĞERLER
Bilindiği gibi Dünyada ve hayatımızda gelişmiş ülkeler oldukça büyük bir öneme
sahiptirler. Bu ülkeler onlarca yıl önce yaşamış oldukları sanayi devrimlerinin
akabinde, gün be gün artan yeni teknolojik gelişmelerini insanlığın hizmetine
kâr amacıyla sunarken, haliyle keselerini de tıka basa dolduruyorlar. Teknoloji
insanlığa pek çok kolaylığı ve refahı getirirken, elbette pek çok değeri de
beraberinde bu getirilerine karşılık olarak alıp götürüyor ve hayatımızı da
allak bullak etmekten geri kalmıyor. En acı olanı da; teknolojinin
çocuklarımızı doğadan, temiz havadan, dünyadan kopartıp dört duvar arasına
kapatması, gözlerini bir ekranı sürekli izlemeye mahkum ederek onları birer
robot haline getirmesidir.
Kızılderili Reisi Dwan 1885’te ABD başkanına yazdığı bir mektupta, teknolojinin
getireceği bu tehlikelerin önseziyle bu mektuptan yapacağımız alıntıda
insanlığa şu mesajı verir:
“Beyaz adamın kurduğu kentleri de anlamayız biz Kızılderililer. Bu kentlerde
huzur ve barış yoktur. Beyaz adamın kurduğu kentlerde bir çiçeğin taç
yapraklarını açarken çıkardığı sesler, bir kelebeğin kanat çırpışları duyulmaz.
Belki vahşi olduğum için anlamıyorum,...... insan bir su birikintisinin
çevresinde toplanmış kurbağaların, ağaçlardaki kuşların ve doğanın seslerini
duymadıkça, yaşamanın ne anlamı ne değeri olur¬?”
Günümüz dünyasında Reis Dwan’in işaret etmiş olduğu bu ve buna benzer
değerlerden hiç birine yer kalmamıştır. İnsanlık dizginsiz bir şekilde
teknolojiyi de adeta araç bilerek, kendi egolarının esaretinde, hırsları uğruna
doğanın köküne kibrit suyu çeker hale gelmiştir.
Benim yaşantımın ancak dörtte biri reis Dwan’ın tasvirine tam yakın olmasa da,
yine de el değmemişliğin, teknolojinin bu denli henüz gelişmediği doğduğum köy
olan Ankara ilinin Bala ilçesine bağlı Büyük Camili Köyü’nde geçti. O sıralar
teknolojinin epeyce uzağında, var olan doğamızla kucak kucağaydık. Sabahları
erkenden kalkar, gece geç saatlere kadar bugün her biri birer kelaynak kuşu
olan bin bir oyunu oynar, sıkılmak nedir bilmezdik. Diğer bölgelerle karşılaştırma
olanağım olmadı, belki de oynadığımız bu oyunların pek çoğu sadece bizim yöreye
aitti.
Oyunlar hep kendi yaratıcılığımızla ortaya koyduğumuz, tamamen tabiattan gelen
materyallerle oynanırdı. Anne ve babalarımızın bütçelerine ihtiyacımız yoktu, onları
hiç bir maddi külfete sokmazdık. Oyunlarımızın çoğu İç Anadolu Bölgesinde
bulunan Kürt çocuklarının fantezilerini kullanarak, yaratıkları oyunlardı.
Türçe’de çelik çomak olarak adlandırılan bir oyun vardı ki, bunun bizde iki
versiyonu vardı. Bunlar “bodrık” ve “kit” oyunlarıydı. Kit oyununda Osmani
Mille dediğim arkadaş oldukça ustaydı. Bu oyun için yere büyükçe bir daire
çizilir, dairenin içine oyunculardan biri girer, uzunca bir sopa ve kısa
kesilmiş bir çubuk parçası ele alınarak, sopa yordamı ile bu küçük çubuk
parçasına hızla dairenin dışında bulunan diğer oyunculara doğru atılırdı. Daire
dışındaki oyuncular, yani sırasıyla bizler bozuk Türkçemizle, daire içindeki
oyuncu çubuğa vurmadan önce, şu an anlamını pek kestiremediğim şu cümleyi
olanca gücümüzle bağırırdık: “Üstüm başım kere çalı her yanıma değerse kabul.”
Bu cümle söylenmemişse havada uçarak gelen çubuk parçası daire dışındaki
oyunculardan eli hariç başka bir tarafına değerse daire içindeki oyuncu
yanmıyordu. Çubuğu eliyle kimse tutamamış veya herhangi bir yere değmemişse
çubuğa en yakın oyuncu çubuk parçasını alıp, dairenin içine atmaya çalışır,
bunu başarırsa daire içindeki oyuncu yanmış olurdu. Fakat daire içindeki oyuncu
da uzun sopası ile atılan bu çubuk parçasına vurarak onun daire içine düşmesini
engellerdi. Bu oyunu ben hep İngilizler ve uzun bir zaman sömürgesi halkalardan
olan Hintliler ve Pakistanlılar tarafından çok oynanan hokey oyununa
benzetiyorum. Kim bilir belki de İngilizler bu oyunu biz İç Anadolu’da ki Kürt
çocuklarından çalarak biraz daha da geliştirerek kendi milli oyunları haline
getirmişlerdir. Fakat bu oyunun orijini bizim bölgeye aittir.
İkinci olarak yine aynı sopa ve çubuk parçası ile oynanan oyun da
“bodrık”oyunuydu. (Tabii tamamen bir bozkırdan oluşan köyümüzdeki ağaçlıklı tek
yer olan rahmetli doğa hayranı Nuri Hemenin bağından çalınan ağaç dallarından,
bu oyunun malzemeleri tedarik edilirdi.) Bodrık oyunu için ayrıca küçük bir
kuyu ve ince uzun arkvari bir oyuntu yerde kazılırdı. Çubuk parçası bu arkın
ucuna getirilerek uzun sopa parçasının yardımı ile arkın içine konulan sopa
hızla ittirilir ve çubuk parçasının olabildiğince uzağa gitmesi sağlanırdı.
Yine bu oyunda da “ üstüm başım kere çalı” teranesi atılır ve çubuk parçası
elle tutulmaya çalışılırdı. Eğer karşı oyuncular bunda başarılı olamamışlarsa,
bodrik kuyusunun arkasındaki oyuncu uzun sopasını kuyunun üstüne uzatır, karşı
oyuncuların çubuk parçası ile yatırılan sopaya vurmaları istenirdi.
Hatırladığım kadarıyla bu oyunda da ben oldukça ustaydım. Küçük çubuk sopaya
değmemişse, kuyu arkasındaki oyuncu, çubuk parçasını alarak ayaklarını kuyunun
üzerinde açarak ve çubuğu burun hizasına kadar getirerek, “Boooddırık” diye
uzatmalı bir ses çıkararak çubuğu mümkün olduğu kadar kuyunun içine düşürmeye
çalışır ve kuyuya düşen çubuğun havada kalan tarafına, sopa yardımı ile tekrar
vurularak çubuk kuyudan uzaklaştırılır, oyun böyle devam ederdi. Galip gelen
oyuncu kuyudan itibaren oyunun başında yapılan anlaşmaya mutabık kalarak, elli
adım sayar ve ellinci adımda yenilenin sırtına binerek kuyuya kadar bir günün
beyliği beylik deyip yenilenin sırtında o anlık hükümranlığının tadını
çıkarırdı.
Üçüncü önemli bir oyun da “nelbir” oyunuydu. Bu oyunda ki malzeme de oldukça
basit ve yine tabiat anadandı. Bu oyun için düz ince ve daire şeklinde bir taş
ve yine küçük ama top gibi bir başka taş bulunur ve bunlarla oynanırdı.
Yuvarlak küçük taş bir yere konur ve tüm oyuncular belirli bir çizginin
arkasında durarak oyuna adını da veren nelbir adlı düz taşlarla, küçük yuvarlak
taşa vurarak olduğu yerden uzaklaştırılmaya çalışılır ve bu mesafe ayakla
sayılarak ölçülüp, puan toplanırdı. Oyunun sonunda yine kazanan oyuncu sırta
binerek ödüllendirilirdi. Bu oyunun da günümüzde golf veya Fransızların “boule
de joule” oyunu ile benzer yanları vardır.
Tüm bu oyunlar gündüzleri oynanır, yorgun düşen bedenlerimiz akşam yenilen
“Şorbe keşke” veya İç Anadolu Kürtlerinin oldukça fakir olan yemek
kültürlerinin tek yüz akı olan ve bölgede oldukça iyi pişirilen tereyağlı
bulgur pilavı yenir gerekli enerji tekrar depolandıktan sonra akşam oyunlarına
başlanırdı.
Kelaxlar tüm yıl boyunca biriktirilen hayvan gübresi evin arka tarafında bir
yerde biriktirilir, bahara doğru bundan “kerme”veya “tepik”denilen ve
şekillerine göre adlandırılan tezeklerdi. Görüldüğü gibi zengin bir dil olan
Kürtçe, bu alanda da zenginliğini ortaya koyarak tezeği dahi aldığı şekle göre
ayrı ayrı isimlendirmiştir. Bunlardan kerme kasnak denilen yuvarlak çemberlerin
içine doldurulup bastırılarak şekil
verilir, kalıp olarak kullanılan kasnak çekilir ve böylece kışın yakılmak üzere
bu bol kalorili kermenin üretimi yapılmış olurdu. Kerme içinde her ne kadar
beceri gerekiyorsa da tepik yapmak, her ev kadınının harcı değildi. Tepik için
“Kevani’nin”oldukça becerikli olması gerekli, çünkü tepik ustalık isteyen bir
iştir. Kurutulmak üzere “gom” denilen hayvan barınaklarının duvarlarına
yapıştırılan tepiklerin sergisi, o evin kadının ne denli maharetli olduğunun
bir göstergesiydi. Tepike güzel bir form verilmişse, elbette o kevaniye sergiyi
gözetleyenler tarafından tam puan verilirdi. Tepikin hazırlanması için
kevaninin tepik karışımının oranını bir laborant titizliği ile iyi yapması
gerekmektedir. Burada kullanılacak olan gübre, saman ve suyun oranının önemi ve
kalitesi de çok büyük bir önem teşkil etmekteydi.
Oyunları bir tarafa bırakıp, tepik konusunu fazlaca uzattıksa da tepik olayı da
geçiştirilecek kadar ehemmiyetsiz değildir, tepik deyip geçmemek gerekir. Çünkü
kışın okula giden her öğrenci, sırasıyla bu tepik veya kermelerden birisini bir
kolunun altına, bir kolunun altına da kitap ve defterlerini yerleştirerek okul
yolunu tutar, sınıfa giren öğrencinin eline öğretmen kitap ve defterden önce
kerme veya tepikin olup olmadığına bakardı. Öğrenci tepiki ile sınıfa girmeden
önce sınıftaki gönüllü
ajanlardan kimlerin okul sonrasında kaç defa Kürtçe konuştuğu hakkında gerekli
bilgiler rapor edilirken, ajanın kafası öğretmen tarafından okşanarak
ödüllendirilirdi. Öğretmen tarafından tespit edilen ve Kürtçekonuştuğu bilgisi
alınan öğrenci, eğer tepik te getirilmemişse bu küçücük bedenlerin avuç
içlerine veya birleştirilen parmaklarının uçlarına “cetvel” denilen öğretmen
coplarıyla, öğretmenin insafına ve tespit edilen cezaya göre vurularak,
cetvelin iniş ve kalkışları ona göre belirlenirdi. Eğitimdeki yeri bu denli
büyük öneme sahip olan tepik bu nedenle taktir edersiniz ki üç kelime ile
geçiştirilemezdi.
Akşamları geç vakitlere kadar oynanan diğer bir oyunda ay taşı anlamına gelen
“kevre hiwe”dir. Kevre hiwe için gerekli olan tek malzeme beyaz yuvarlak bir
taş parçasıdır. Oyuncular damların bir tarafına geçer, taraflardan biri taşı
hızla damın üzerinden diğer tarafa hızla atar ve rakip timden çocuklardan,
damın arkasında karanlıkta yerde olan taşın belirlenen bir süre içinde bulunup,
getirilmesi istenirdi. O sürede taşı bulup getiremeyen karşı taraf, belirli bir
cezaya çarptırılırdı.
Genelde gündüzleri oynanan başka bir oyun da “bist” oyunuydu. Bist bu oyunun
oynanması için kullanılan kazıkların adıydı ki, bu kazıklar yine rahmetli Nuri
Heme’nin bağından aşırılan ağaç dallarından yapılır ve bunlar kalınlıklarına
göre değerlendirilerek hepsine ayrı ayrı isimler verilirdi. En kalın biste
“galton” , daha incesine “xılç” ve diğer kalanlara da bist adı verilirdi. Bist
oynamaya giden çocuklar bütün galton, xılç ve bistlerini kollarının altına
cephanelik gibi alır, mahalledeki çamurlu ıslak bir yerde bir araya gelerek,
genelde sağ ayak biraz havaya kaldırılarak, sırayla herkes kazıklarından birini
hızla yere ve yan yana çakmaya çalışarak bir diğerinin kazığını düşürmek
suretiyle ona sahip olur,
böylelikle var olan cephaneliğine yeni mühimmatlar katmış olurdu. Bu bir tür
kumar oyunu sayılırdı. Köyde en güzel galton, xılç ve bistlere Nuru Heme’nin
torunu olan Osmani Mille sahipti ki, çocukluğumda hep Nuri Heme’nin torunu
olarak dünyaya gelmemişliğin burukluğunu yaşardım.
Gündüz veya akşam oynanabilen oyunlardan biri de beş taş ve kırk taş
oyunlarıydı. Beş taş adından da anlaşılacağı gibi beş tane küçük misket benzeri
taşla yere iyice bağdaş kurulup oturarak, taşlardan biri havaya fırlatılırken yerdeki
taşlar sırası ile diğer taşlara değmeden bir, iki, üç derken on sayısına kadar
çeşitli şekillerde oynanır, sonuçta elde edilen sayı kadar, yenilen kişi bir o
kadar faresini rakibine yedirmiş olurdu. Her oyundan sonra da “çar, şeş, nehe
mişke mine dewite danı” denilerek gerekli hatırlatma yapılırdı.
Kırk taş oyunu da buna benzer onlarca hatta yüzlerce taşla oynanırdı. Bu oyunda
da yine taşlardan biri havaya kaldırılır, mümkün olduğu kadar yerden taş
toplayarak rakip alt edilmeye çalışılırdı.
Bir diğer oyun da “kab” oyunuydu. Bu oyun bir tür zar atma oyunuydu, genellikle
daha büyük çocuklar veya yetişkinler arasında onanırdı. Kab, büyük baş
hayvanların ayak eklemlerinin arasından çıkarılan dört köşe bir kemikti. Bu
kemik zar gibi yere atılarak, kab’ın yere atılıp duruşuna göre puanlar alınır
ve bu duruşlar da değişik olarak adlandırılırdı. Örneğin duruşa göre şek, çik,
tix veya piştek gibi adlar verilirdi. Her duruşunda kendisine göre getirdiği
bir puan sayısı vardı.
Genelde kışları veya düğün evlerinde gençler bir araya geldiklerinde de yüzük
oyununu oynarlardı. Andersen’in masallarını aratmayacak güzellikte masallar tüm
gece boyunca birbirini kovalar, masalların vermiş olduğu korkuyla gece yarısı
evimize dönerdik.
Yüzük oyunu bir tepsinin üzerine ters olarak konulan kahve fincanlarından
birisinin altına gizlice bir yüzük saklanır ve bu yüzüğün diğer oyuncular
tarafından bulunması istenerek, oyuna devam edilirdi.
Baharın gelmesine yakın, daha doğrusu koyunların kuzulama döneminde,
“Yüzibeyz” denilen bir kutlama günü olurdu ki, bu baharla birlikte yeni yılın
tüm bereketiyle gelişinin kutlanması türündendi. Bunun için köyümüzün gençleri
değişik giysiler giyerek, pamuk veya yünden sakallar yapıp her taraflarına
“zengil” denilen çanlardan takar, büyük gürültülerle ev ev dolaşılırdı. Bu
evlerden genelde buğday veya bulgura benzer tahıllar istenir ve bunlar ertesi
gün köyün bakkalı Kamber Amca’ya götürülerek paraya çevrilir, okula gidenlerse
bununla kalem defter ve benzeri okul ihtiyaçlarını karşılarlardı. Şayet
evlerden biri gençlere herhangi bir yardımda bulunmamışsa, o zaman gençler hep
bir ağızdan; “seri sale bini sale, me ....... .....)” diyerek sonu kafiyeli
olarak biten müstehcenlik içeren sloganlarını atarlardı. Ev kadınları haliyle
gen yapılarında cimrilik olsa dahi, böylesi bir durumun önüne geçmek için cimri
davranmamaya çalışırlardı.
Başka unutulması güç olan bir gelenekte yine bahara doğru toprağın ısınması ile
birlikte kutlanan “Hidrellez”di. Bu gelenek genelde yağmur yağmadığı zaman
baharın kurak geçeceği anlaşıldığı sezildiğinde daha bir ağırlıklı olarak
gündeme gelirdi. O yıl yine ” yaz harmana” deyip yüklü bir borcun altına
girenler, havaların kurak gideceğini görüp, gidişatın pek hayra delalet
olmadığını görürler, böylesi bir günün organize edilmesine önayak olur, bir iki
tane de koyun bulunarak ziyafet vermek için bir cami hocası eşliğinde kırların
yolu tutulurdu. Artık çok büyük bir tesadüf eseri yağmur yağarsa, yapılan
duanın kabul gördüğü, Allah’la iletişimin sağlandığı anlaşılırdı. Ama tüm bu
masraf ve organizasyona rağmen yağmur yağmazsa yapılacak tek şey vardı ki ,o da
tüm bunların üzerine susuzluktan kavrulan köyümüzde su bulabilirsen bir bardak
soğuk su içmekti ve iş sonuçta yine Allah’a havale edilirdi.
Sayılamayacak kadar kaybolan değerlerin ardı arkası gelmez. Günümüzde pek çok
deyim ve atasözü de yok olmak üzeredir. Bu deyimlerden ve ata sözlerinden
birkaçını da gün ışığına çıkarmamız için “hafızayı beşerimizi” biraz yoklamaya
kalkarsak nelerin yitip gittiğini bir kez daha görmüş oluruz.
- Bi fisa hemam germ nabi (yellenmeyle hamam ısınmaz)
- Çev ji çeva reştiri (göz gözden karadır)
- Çev li der (gözü dışarda)
- Çev tirsi (gözü korkmuş)
- Dani bi kevir (bulguru taşlı)
- Dev sist (gevşek ağız)
- Dest giran (eli ağır)
- Dil qetin (ödü kopmak)
- Deste xwe alastin (elini yalamak)
- Dest direj (uzu elli)
- Ji dest derxistin (elden çıkarmak)
- Ker û gej (sersem)
- Rû nerm (yumuşak yüzlü)
- Rep û rut (çırılçıplak)
- Xwelî bi serî kirin (toprak başına)
- Xer nedîn (hayır görmemiş)
Ve daha yüzlerce deyim bugün hiç kimsenin diline almadığı ve unutulmakla yüz
yüzedirler.
Anlamları çok büyük olan iki atasözünü de anmadan geçemeyeceğim.
- Beq ne qiri ye biteqi (kurbağa bağırmasa patlar)
- Akle siwik bare girane (hafif akıl ağır bir yüktür)
Bunların anlamları insanlarımız tarafından hala çok iyi bilindiği gibi, sık sık
kullanıla gelen ata sözleriydi. Bu atasözleri her ne zaman duyulsa
insanlarımızın yüzlerine bir Mona Lisa gülümsemesi yayılırdı.
Nazar ve göz değmesine karşı da insanlarımız oldukça tedarikliydiler.
Hayvanların boynuna nazara karşı olduğuna inanılan “kespik” veya ince ağaç
dallarından kesilip bir ipe geçirilen “kener”ler takılırdı. Bu kenerlerin
yapımı da elbette incelik ve beceri isterdi.
Çok ilginç olan bir gelenek daha vardı ki, o da ineği veya başka bir hayvanı
kaybolan köylülerin, hayvanını bulana kadar hatırı sayılır dini bütün birisine
gidip dua ile kurdun ağzını bağlamasıydı. Kurdun ağzı sembolik olarak bir
çakının ağzı kapatılması ile kapatılır, kayıp olan hayvan bulunduğu zaman da
bıçağın ağzı tekrar açılarak, adeta bundan sonra “bana dokunmayan yılan bin yıl
yaşasın” deyiminin gereği yerine getirilerek doğanın dengesinin korunmasına
katkıda bulunulurdu. Fakat işin diğer ilginç yanı da dualar okunsa da eğer bu
arada kurdun ağzı suya değmişse bizim hatırı sayılır dini bütünün prestjinin
sarsılmaması için bu bahane edilerek kurdun ağzının açıldığı söylenirdi. Bu
ihtimalde kurt, kayıp hayvanı yemişse duaların yapabileceği bir şey yoktu. Ardı
arkası gelmeyen ve tuzla buz olan buna benzer onlarca gelenek, görenek,
güzellik ve değer. Elbette bu değerler ortadan kalkacak diye teknolojiye de
sırt çevirmemek gerekir. Ama diğer taraftan da insanın bu değerlerin ortadan
kalkmasından dolayı içi ezilmiyor değil. Bence biraz olsun bu durumda yalnız
Kızılderililerin değil tüm insanlığın Reisi olan Dwan’a kulak asmak gerekir.
Bunları kulağımıza küpe yaparak, elimizden uçup giden güzelliklere de sahip
çıkalım ve doğanın dengesi ile daha fazla oynamayalım. Teknolojiye her zaman
hoş geldin derken, güzellikler yerli yerinde dursa ve çocuklarımız bilgisayar,
playstation ve benzeri oyun araçlarıyla olan zincirlerini koparıp özgürleşerek
temiz havayı solumaya, doğayı kucaklamaya daha fazla zaman ayırmaları halinde
gelecek nesillerin daha sağlıklı, daha insani düşünen nesiller olacağı uzak bir
ihtimal değildir.
Amsterdam, 11 Mayıs 2006
Bu blogda, genelde yöreme ait karakterlerin (büyük saygı duyduğum) kısa hayat öykülerini, zihnimdeki imgeleri kağıt üzerine aktarmaya çalıştım. Yazar ve şair Hulki Aktunç; “yazma eylemi, ölümden bir şeyler koparmaktır” der. Bu “kalleş” olarak da adlandırılan tunç kayadan zerrecikler koparma uğraşısı çok güzel. Umarım "GERÇEK HAYALLERİME DAYANAN" sevda ile nakşetmeye çalıştığım öykülerimden esen tatlı meltem, az da olsa yüreğinize dokunur. Olanca sevgi ve saygımla.
8 Eylül 2010 Çarşamba
YİTİK DEĞERLER
Kaydol:
Kayıt Yorumları (Atom)
KORKU
KORKU “Elimde değil Olric! Ne efendimiz? Elleri Olric elleri…” Oğuz Atay - Tutunamayanlar Hırçın bir denizin dalga...
-
HECİBANLARIN HİCRETİ Çetin geçen bir kış mevsiminin ardından; tüm güzelliği ve bereketiyle kendisini iyiden iyiye hisset...
-
VELVEL DERESİ Yıllar önce köy irisi, kasaba küçüğü büyüklüğünde, Bâlâ ilçesine bağlı bozkırın meşhur beldesi Kesikköprü ’ye ko...
-
TOHUM Camili Köyü'nde ve dünyanın diğer pek çok diyarında tan yeri bir kez daha aynı anda ağardı. Şafakla birlikte sök...
Yoresel motiflerin ebedilestirilmesina yonelik buyuk ve guzel bir calisma. tebrik ediyorum.
YanıtlaSilMete Caliskan - Den Haag