ÖDÜNÇ YUMURTALAR
Her insanın ayrı bir dünya olduğu söylenegeldiği gibi, yine her
insanın gizemli bir hikayesinin varlığı dillere pelesenktir. Bu uygun anlar,
ortamlarda ve derin muhabbetlerde tekrarlarla, altı itinalı çizilerek dile
getirilir. Tek tek etrafımızdaki bireylere baktığımızda, bunun gerçekten de
böyle olduğunu görürüz. O nedenle; her canlının üzerinde kendince dik durmaya
çalıştığı dünya, içine milyarlarca dünyayı tıkış tıkış sığdırır. Bu noktada,
dünya insanlığının farklı duyguları, hırsları, tutkuları, birbirinden tepeden
tırnağa, olaylara bakışında, düşünme tarzlarında, ilgi alanlarında ve diğer pek
çok konuda değişkenliği vardır. Var olan ayrıcalıklar, düşünülüp, göz önüne
getirildiğinde, bu başınızın dönmesine yeter de artar ki, güzel ve muhteşem
olan da aslında bu benzemeyişlerdir.
İtalya’nın en büyük ressam, heykeltıraş, şair ve bilginlerinden
biri olan Michelangelo 1501 yılında yapımına başladığı ve dört yıl boyunca
gecesini gündüzüne katarak başardığı, beş buçuk metre boyundaki kral Davut
heykeli ile tarihe adını büyük kratlı pırlantaları yan yana tek tek dizdirerek,
yazdırmayı başardı ve ölümsüzleşti. Michelange’ya ölümsüzlüğü getiren bu eser,
aynı zamanda Dünyanın yapılan ilk çıplak heykelidir. Heykel insan anatomisinin
en ince detayları açısından alabildiğine kusursuz ve pürüzsüzdür.
Michelangelo, aynı muhteşemlikte olan Musa adlı eserini
bitirdikten sonra, çekici ile devasa yapıtının dizine hızla vurur ve
“konuşsana” diye haykırır. Davut Heykelinde mermer ötesindeki o dudak uçuklatan
inanılmaz gerçekliğini görenler, şaşkınlıklarını gizleyemezler. Bu harikulade
figürü, bu denli büyük bir mermerden nasıl çıkardığını şaşkınlıkla soranlara;
“Ben sadece bu mermer kütlesi içindeki figürü gördüm ve O’nu özgür
bırakana kadar etrafını yonttum.” diye yanıtlar.
Günümüze değin bin bir çekiç darbesi ile yontulup, hayat verilen
taş ve mermerlerle devam edecek olursak, bir Davut ve Musa ihtişamındaki diğer
bir eser ise, Romalı Plinius’un dünyanın en güzel heykeli olarak gördüğü
Afrodit’tir. Bu bilinen bir öyküdür. Afrodit Akdeniz coğrafyasının, kadın
gibi kadın olanıdır. Bu büyülü heykelin yaratıcısı, çok uzağımızda değil, ötede
bir koşu, "üç ödünç yumurta" alıp geleceğimiz yakınlıktadır,
Atina’lı Praksiteles'dir.
Datça yakınlarında
Knidos’da, tepelerinde hoş sarı bir sıcağın hakim olduğu bir gündür. Praksiteles
çok sevdiği, bugünün deyimi ile “kankası” bir ressam arkadaşı ile sahilde bir
yandan içkilerini yudumlarken, aynı zamanda da sanat içerikli koyu bir sohbete
dalmışlardı. Aniden, hemen tepelerindeki manastırdan rahibelerin koşturarak
denize doğru kahkahalar atarak geldiklerini gördüler. Rahibeler suya
ulaştıklarında elbiseleri ile bedenlerindeki bunaltıdan kurtulmak için hemen
maviliğe daldılar. Rahibelerden biri, vücudunun muhteşemliğinden emin olmuş
olacak ki, O üzerindekileri bir fazlalık görüp, derin sulara çıplak olarak
kendisini attı. Praksiteles gözlerine inanamaz, şaşkınlıkla kocaman açılan
gözlerinin önündeki bu güzelliğin, bu muhteşem vücudun heykelini mutlaka
yapması fikri, o an beyninde şimşek gibi çakar.
Ertesi gün soluğu manastırın kapı tokmağını hızla vururken alır.
Telaşla baş rahibeden, çıplak rahibenin heykelini yapıp yapamayacağını sorar.
Bunu rahibenin kendisine sorulması gerektiği yanıtını alan Praksiteles, hemen
orada O’nu buna ikna eder ve bu göz kamaştıran detaylardaki inanılmaz
güzelliğin heykelini yapmaya başlar.
Zaman zaman
çekiç seslerine ara vererek, çok merak ettiği hikâyesine de dikkatle kulak
verir. Her insanın olduğu gibi, O’nun da bilinmeyen bir hikayesi vardır. Rahibe
bir adam öldürdüğünü ve mahkemenin kendisini idama mahkum ettiğini anlatır.
Karar anında, avukatı hemen kendisinin yanına gelerek, üzerinde bulunan
elbiselerini hızla yırttıp, mahkeme heyetine O’nun anlatılamaz güzellikteki
vücudunu gösterir. Ve yargıçlara avazının çıktığı kadar yüksek bir sesle bağırır;
“Vicdanınız
bu eşsiz memeleri yok etmeye razı gelecek mi?” Bu gencecik kızın
memelerinin inanılmaz-muhteşem güzelliğini gören yargıçlar, aynı anda
yaptıkları yeni bir değerlendirme ile O’nun ömür boyu bir manastırda kalmasına
karar verirler, Praksiteles
eserini Knidos Afroditi diye adlandırır. Bir mermer kütlesinden, bu hazin
hikayesi olan rahibenin heykeli çıkmış olur.
Nazım da
bizim topraklarımızda yetişmiş “kelimelerin romantik heykeltraşıdır”. Nazım’ın
da her şiiri birer afrodit heykeli güzelliğindedir. Büyük şair “güzel güneşli
günlerin görüleceğini” vaat ettiği “nikbinlik” adlı şiirinde şu satırlara yer
verir.
“Uuuuy!
Çocuklar kim bilir
Ne
harikuladedir
300
kilometre giderken öpüşmesi”.
Şimdiye
değin üç yüz kilometre giden veya aynı anda öpüşen, kaç kişi vardır
bilemiyoruz. Ama Nazım’in bu konuda da elbette bir bildiği vardır. Görülen o
ki; dünyayı içinde barındırdığı dili, ırkı, dini, kültürü ve bütün farklılıkları
ile kabul eder, güzel bir dünyanın gereksiz fazlalıklarından arınması ile
sağlanacağında hem fikir olursak, beyinlerimizden ırkçı, şoven ve milliyetçi
duyguları silip atarsak, belki de üç yüz kilometre giderken öpüşmenin vereceği
hazda bir yaşantıyı da yakalamış oluruz. Çok dini bütün günler yaşadığımız bu
dönemde, yazıyı da, bu atmosfere uygun bir dua ile kapatmak gerekir, aksi halde
abesle iştigal etmiş oluruz.
“Tanrı
bütün dünya insanlığına, üç yüz kilometre giderken öpüşmenin tadında bir dünya
nasip eylesin. Amin!”
Not: Bu arada ekonomik kriz günleri içindeki komşumuz Atina’dan ödünç aldığımız yumurtaları da (gizlenen bir ekonomik krizi yaşayan bizler), unutmadan geri verirsek iyi olur.
Amsterdam,
16 Aralık 2014
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder