10 Nisan 2015 Cuma

GRAMOFON






GRAMOFON

Günümüzde ne yazık ki, evlerimizdeki yerinden elini eteğini çekip, artık yok olan gramofonun o estetik, muhteşem güzelliğini, belki de bir o kadar güzellikte olan yaşamlarında bu aletin sahibi olanlar, “eskiler” de diyebileceğimiz ileri yaşlara varan şahsiyetler bilirler. Eskiden evlerimizin başköşelerinde (televizyonlarımızın şimdiki yerinde), yer alan vazgeçilmez plak çalar aletlerinin üzerinde, bir köpeğin de resmedildiği ve “Sahibinin Sesi” olarak geçen ünlü bir marka vardı. Şirket “Sahibinin Sesi” adı altında hayli kaliteli gramofonlar ürettiği gibi, pek çok tanınmış müzisyenin değerli çalışmalarını da LP’ler halinde müzikseverlerle buluşturup, bu başarılı çalışmalara imza attılar. Plaklarda veya gramofonlarda resmedilen köpeği ve Sahibinin Sesi ibaresini görenler bunun bir marka olduğunu haliyle ilk etapta anlayamayıp, akabinde akıllarına muzipliklerin gelmesine de engel olamıyorlardı.
Malumunuz her hayvan zamanla sahibine benziyor. Aradan geçen yıllar beraberinde “sarı öküzü”, sahibi “Sarıların Mahmut’u” hal, hareket ve görünüm itibari ile birbirlerini andırır hale getiriyor. Bu zamanla yaşanan göz aşinalığının bir getirisi midir, yoksa burada “körle yatan şaşı mı kalkıyor” deyimi mi devreye giriyor, pek anlaşılır gibi değil.
Her insan hayatının bir öykü olduğu söylenir. Bu savdan yola çıkarak, benim hayatım da bir nebze öyledir diye düşünüyorum. Benim ve köpeğimin öyküsüne geçmeden, arzu ederseniz öncelikle Sahibinin Sesi markasının nasıl oluştuğunu bildiğim kadarı ile anlatayım. Bu arada benim adım Cemo ve köpeğimin adı ise Şero. Şero Kürtçede aslan anlamına gelir. Ama Allah’ı var, benim Şero’mun da aslandan geri kalır bir tarafı yok. Tanrı, Şero ve bendeniz Cemo’nun birlikte yaşamını İç Anadolu’da bir Kürt yerleşim yeri olan Kesikköprü beldesinde uygun görmüş ve ikimizi buraya fırlatıp, “Ne haliniz varsa gidip-görün demiş”. Lafı fazla uzatmadan Sahibin Sesi markasının öyküsüne gelecek olursak.
1800 lü yılların son dönemlerinde, kendi çapında ünlü bir ressam olan Francis sıradan bir yaşam sürdürüp, kırların, tepelerin, kandırabilirse kadınların yarı çıplak resimlerini yapıp, hayatını idame etmeye çalışan biri idi. Hiç beklemediği bir anda ağabeyi Mark’ın ani ölümü ile O’nun çok sevdiği terrier cinsi köpeği Nipper ve ağabeyinin sesinin kayıt edildiği bir kaç tane silindirik disk ve yine silindir bir fonograf da kendisine miras kalır. Ağabeyinin anısına bu diskleri ara sıra gramofonda köpeği Nipper’e dinletip, nostalji yaşatmak isteyen Francis sesin her duyumunda bir şey fark eder. Ağabeyi Mark’ın sesinin odada yankılanması ile beraber, Nipper gidip gramofonun içinde sahibini arar. Bu hazin tablo karşısında çok duygulanan Francis bunun üzerine bir gramofon ve bunun yanında sahibinin sesini dinleyip, O’nu arayan köpeğini tuvaline yansıtır. Daha sonra bunu bir gramofon şirketine satar ve böylelikle “Sahibinin sesi” markası da bu görüntü ile acımasız dünya pazarındaki yerini alır. Bu öyküde haliyle ben de köpeğim Şero ile olan yaşantımızı buldum. Gramofonun öyküsünü de anlattığıma göre, asıl benim ve sevgili köpeğim Şero’nun ilginizi çekeceğini umduğum öyküsünü anlatmaya başlayabilirim, müsaadenizle.
Kesikköprü köy irisi bir belde. Çevre köylere kıyasla yeşillikler içinde. Bu güzelim yerleşim yeri, kendisine özgü kırmızı topraklı tepeleri ile ayrıcalıklığını ortaya koyar. İçinden kıvrımlar halinde geçen Kızılırmak da beldeye ayrıca bir güzellik katar. Kızılırmak adeta beldemizin boynuna takılan değer biçilemeyen güzellikte, göz kamaştıran boncuk mavisi safir bir gerdanlık gibidir. Bu safir gerdanlığın etrafına evler irili ufaklı serpiştirilmiş pırlantalar misali yer alırlar. Baraj gölü, beldemize çevre halkı ve Ankaralılar için, imkânları ile bozkırda eşsiz bir sahil kasabası konumunu sunar. Yılda bir kaç mahsulün alındığı o uçsuz bucaksız verimli topraklar, bu beldede oturanların en önemli gelir kaynağıdır, her ne kadar payımıza, kırışık iki yakamızı bir araya getirecek kadar düşmese de!
Dünyanın her yerinde olduğu gibi bizde de insanlar ikiye ayrılırlar. Ben oldukça fakir olan tarafta yer aldığımdan, haliyle sevgili Şero da fakir bir köpek. Şanslı bir hayvan olsaydı, zaten benim köpeğim olmazdı. Tıpkı Türk filmlerinde olduğu gibi Şero da konumumuza bakmadan, köyümüzde en varsıl aile olan Hüsso’nun köpeği Sülün’e âşık oldu. O nedenle mecnun bir halde sürekli Hüsso’nun kapısının önünde dolanıp duruyor. Sülün de O’na karşı bir şeyler hissediyor olsa gerek ki, bizim Şero’yu görmeye görsün, her türlü kuyruk sallamalar, dil çıkarmalar, baygın bakışlarının en alasına ve kafasını hızla sallayıp, zarif kulaklarını yanaklarına patırtı sesleri çıkararak vurmasına tanıklık edebilirsiniz. Doğrusu Şero’nun kendi sınıfından bir köpeğe âşık olmasını çok isterdim. “Davul dengi dengine” diye boş konuşmamış, çok bilen atalarımız. Koca göbekli Hüsso ve o kaknem, iri burunlu benekli karısı Zeliş, Şero’yu görmeye görsünler, ilk yaptıkları O’nu ellerine ne geçirirlerse (süpürge, terlik, taş, ayakkabı ve kinlerini kusturacak her şey) fırlatıp, bahçelerinden kovmak oluyor. Belli ki Şero’nun Sülün ile arkadaşlık etmesine pek razı değiller. Kendisine fırlatılan her nesnenin, Şero’nun çevik hareketler ile ıskalatmasının ardından, o ilk etapta yüksek avlu duvarını atlayıp, gidermiş gibi yapsa da ortalık yatıştığı zaman, gururu kırılsa da çok geçmeden soluğu Sülün’un yanında alıyor. Sevgilisini koklayıp, uzun dili ile tüylerini yalıyor.
Zoruma giden Şero’nun yemeğe de kalacak kadar yüzsüzleşmesi. Hem de yalnız başına değil. Mahallenin bütün yoksul köpeklerini alıp, Hüsso’nun büyük kızı Süheyla’nın yemek artıklarını çöpe atmasını bekliyorlar. Çoğu zaman o saatte Hüsso’nun evine doğru gitmesini engellemeye çalışsam da, buna mani olamıyorum. Bir yandan da yaşanan bu büyük aşka saygım var, vicdan azabı da duymuyor değilim. Ama Şero’nun sahibi veya bir yakını olarak benim de onurum kırılmıyor değil elbette.
Sülün sahibinin o denli zenginliğine ve sonradan görmeliğine karşın, bir o kadar asil ve kibar bir köpekti. Hayvan da olsa bu denli iyi olması başımın üzerinde yer almaması anlamına gelmez. Lakin bu aşkın sonu yok gibime geliyor. Masallardaki gibi, “onlar muradına ve bizler de kerevetine çıkar mıyız?” bilinmez. Ama böylesi bir ayrılığın Şero’ya büyük bir acı vereceğinden eminim.
Bugün Ankara’dan misafir olarak akrabalarımız geldi. Benim gözümde dünyalar güzeli, dünyaya açılan tek penceremin tatlı esen rüzgârı, kendisine karşı hep mahcup olduğum, yakamdan düşmeyen fakirliğimden dolayı rahat ettirip, gün yüzü gösteremediğim karım Dilan hazırlıklar için mutfakta hummalı bir uğraş içinde. Karımın kan ter içindeki halini görüp, kendi kendime Tanrının bir kez olsun bizim de sırtımıza usulca üflememesine şaşıp kalmaktan, başka bir şey yapamıyorum.
Avluda köşeye sıkıştırdığım bizim İbiş horozu yakalayıp, kaşla göz arasında kestim. Bütün bu olup bitene, yine göbekli Hüsso tarafından kovulan Şero da şaşkınlık ile bakıyordu. Evet, evde ziyafet vardı. Şero’nun aklından bir şeylerin geçtiğini şaşılar gibi göz bebeklerini döndürmesinden anladım.
Misafirlerimizle Allah ne verdiyse (bize pek bir şey verdiği yok, lafın gelişi) yedik içtik. Doydular mı diye yüzlerine baktım, ama bir şey anlayamadım. Fakat gördüğüm kadarı ile sofrada kemik namına hiç bir şey görünmüyordu. Bizim çocuklar kemikleri dahi un ufak ettiler. Cama doğru uzanıp, baktığımda aklıma gelenin başıma geldiğini anında gördüm. Evet, Şero Bey şürekâsını toplayıp, kapının önünde hazır kıta, sofradan artanların karım Dilan tarafından atılmasını sabırsızlık ile bekliyorlardı. Sanıyorum sürekli Hüsso’nun evine dadanmak onun da ağrına gitmiş olacak ki, bu defa da Şero arkadaşlarını yemeğe davet etmişti. Sülün de Şero’yu kırmamak adına bu nazik davetini kabul edip, gelmiş ve diğer köpeklerin ardında duruyordu. Şero en arkada utangaç bir eda ile bekleyeduran Sülün’ü burnu ile itekleyip, utanacak bir şeyin olmadığını, kulağına fısıldıyor, sevdiceğinin gönlünü hoş tutmaya çalışıyordu.
Derken beklenen an geldi. Bütün bu olup bitenden bihaber olan Dilan özenle topladığı sofra bezini toplayıp, balkondan aşağı doğru döktü. Üç beş kıytırık kemiğin yere dökülüşünü seyrederken, Şero adına içim burkuldu. Köpekler sofra artıklarının dökülüşü anında, aynı zamanda kafalarını yukarı doğru kaldırdılar. Şero çok mahcup oldu. Sülün hemen Şero’nun yanına gelip, onu teselli ettiyse de, Şero’nun hali hal değildi. Dökülen bir kaç kemiği de Bodur Kasım’in köpeği Dino hiç bir şeye aldırmadan yedi. Şero kuyruğunu iyice arka ayaklarının arasına sıkıştırıp, bizim evi terk edip, hep birlikte Hüsso'nun evinin yolunu tuttular. Sülün Hüsso’ya aldırmamasını, kendi evinin onun da evi olduğunu anlatsa da, Şero’nun yüreği çok buruktu ve zor teselli oluyordu. An; yer yarılsa da o da yerin altına girse anıydı. Çünkü en iyi kendimden biliyorum, yoksulluğun utancı dağlar kadar büyüktü.
Evde misafirleri unuttum ve çok derinlere dalıp, gittim. Dilan’ın bir kaç kez;
“Cemo Can çayını al. Misafirlerimiz var, niye öyle derinlere daldın. Neyin var? Misafirlerimize ayıp oluyor. Kendini unuttun hepten.” deyince ansızın irkilip, kendime geldim. Çay nar kırmızısı idi. Misafirler ise nar kırmızısı çaya değil, şaşkınlıkla bana bakıyorlardı. Kendimi toparlamam güç oldu. İçimdeki acıyı kimselere anlatamazdım. Dünyada her şeyi paylaştığım Dilan’a dahi anlatamazdım. Kim bilir Şero şu anda arkadaşlarına ve özellikle de Sülün’e karşı ne denli mahcup ve zor durumdaydı. Ne çok sahibi ile benzeşip, ne kadar çok “sahibinin sesi” olmak zorunda kalıyordu. Eve gelir gelmez yapacağım ilk iş onun o güzelim, biçimli kafasını ellerimin arasına alıp, yanaklarından bir güzel öpmek olacak.
Karanlık iyiden iyiye bastırdı. Ay bütün ihtişamı ile bir ayna gibi Kesikköprü’nün semalarında süzülüp, safir gerdanlığı ve etrafındaki pırlantaları ışıl ışıl parlatıyor. Gökyüzü sonsuz sayıda birbirinden parlak yıldız ile bezeli. Misafirler de yavaş yavaş yatmaya giderler. Kendi kendimle kalmaya çok ihtiyacım var. Kulağım dışarıda. Ve pür dikkat “dört kulakla” beklediğim beni mutluluktan uçuran, “ha duyuldu, ha duyulacak” derken, gelen hüzünlü havlama sesleri. Karanlıkta parlayan iri boncuklar ise Şero’mun buğulu gözleri.

Amsterdam, 10 Nisan 2015
  


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

KORKU

      KORKU   “Elimde değil Olric! Ne efendimiz? Elleri Olric elleri…”   Oğuz Atay - Tutunamayanlar   Fırtınalı bir denizin da...