GRAMOFON
Günümüzde ne yazık ki,
evlerimizdeki yerinden elini eteğini çekip, artık yok olan gramofonun o
estetik, muhteşem güzelliğini, belki de bir o kadar güzellikte olan
yaşamlarında bu aletin sahibi olanlar, “eskiler” de diyebileceğimiz ileri
yaşlara varan şahsiyetler bilirler. Eskiden evlerimizin başköşelerinde
(televizyonlarımızın şimdiki yerinde), yer alan vazgeçilmez plak çalar
aletlerinin üzerinde, bir köpeğin de resmedildiği ve “Sahibinin Sesi” olarak
geçen ünlü bir marka vardı. Şirket “Sahibinin Sesi” adı altında hayli kaliteli
gramofonlar ürettiği gibi, pek çok tanınmış müzisyenin değerli çalışmalarını da
LP’ler halinde müzikseverlerle buluşturup, bu başarılı çalışmalara imza
attılar. Plaklarda veya gramofonlarda resmedilen köpeği ve Sahibinin Sesi
ibaresini görenler bunun bir marka olduğunu haliyle ilk etapta anlayamayıp,
akabinde akıllarına muzipliklerin gelmesine de engel olamıyorlardı.
Malumunuz her hayvan
zamanla sahibine benziyor. Aradan geçen yıllar beraberinde “sarı öküzü”, sahibi
“Sarıların Mahmut’u” hal, hareket ve görünüm itibari ile birbirlerini andırır
hale getiriyor. Bu zamanla yaşanan göz aşinalığının bir getirisi midir, yoksa
burada “körle yatan şaşı mı kalkıyor” deyimi mi devreye giriyor, pek anlaşılır
gibi değil.
Her insan hayatının bir
öykü olduğu söylenir. Bu savdan yola çıkarak, benim hayatım da bir nebze
öyledir diye düşünüyorum. Benim ve köpeğimin öyküsüne geçmeden, arzu ederseniz
öncelikle Sahibinin Sesi markasının nasıl oluştuğunu bildiğim kadarı ile
anlatayım. Bu arada benim adım Cemo ve köpeğimin adı ise Şero. Şero Kürtçede
aslan anlamına gelir. Ama Allah’ı var, benim Şero’mun da aslandan geri kalır
bir tarafı yok. Tanrı, Şero ve bendeniz Cemo’nun birlikte yaşamını İç
Anadolu’da bir Kürt yerleşim yeri olan Kesikköprü beldesinde uygun görmüş ve
ikimizi buraya fırlatıp, “Ne haliniz varsa gidip-görün demiş”. Lafı fazla
uzatmadan Sahibin Sesi markasının öyküsüne gelecek olursak.
1800 lü yılların son
dönemlerinde, kendi çapında ünlü bir ressam olan Francis sıradan bir yaşam
sürdürüp, kırların, tepelerin, kandırabilirse kadınların yarı çıplak
resimlerini yapıp, hayatını idame etmeye çalışan biri idi. Hiç beklemediği bir
anda ağabeyi Mark’ın ani ölümü ile O’nun çok sevdiği terrier cinsi köpeği
Nipper ve ağabeyinin sesinin kayıt edildiği bir kaç tane silindirik disk ve
yine silindir bir fonograf da kendisine miras kalır. Ağabeyinin anısına bu
diskleri ara sıra gramofonda köpeği Nipper’e dinletip, nostalji yaşatmak
isteyen Francis sesin her duyumunda bir şey fark eder. Ağabeyi Mark’ın sesinin
odada yankılanması ile beraber, Nipper gidip gramofonun içinde sahibini arar.
Bu hazin tablo karşısında çok duygulanan Francis bunun üzerine bir gramofon ve
bunun yanında sahibinin sesini dinleyip, O’nu arayan köpeğini tuvaline
yansıtır. Daha sonra bunu bir gramofon şirketine satar ve böylelikle “Sahibinin
sesi” markası da bu görüntü ile acımasız dünya pazarındaki yerini alır. Bu öyküde
haliyle ben de köpeğim Şero ile olan yaşantımızı buldum. Gramofonun öyküsünü de
anlattığıma göre, asıl benim ve sevgili köpeğim Şero’nun ilginizi çekeceğini
umduğum öyküsünü anlatmaya başlayabilirim, müsaadenizle.
Kesikköprü köy irisi bir
belde. Çevre köylere kıyasla yeşillikler içinde. Bu güzelim yerleşim yeri,
kendisine özgü kırmızı topraklı tepeleri ile ayrıcalıklığını ortaya koyar.
İçinden kıvrımlar halinde geçen Kızılırmak da beldeye ayrıca bir güzellik
katar. Kızılırmak adeta beldemizin boynuna takılan değer biçilemeyen
güzellikte, göz kamaştıran boncuk mavisi safir bir gerdanlık gibidir. Bu safir
gerdanlığın etrafına evler irili ufaklı serpiştirilmiş pırlantalar misali yer
alırlar. Baraj gölü, beldemize çevre halkı ve Ankaralılar için, imkânları ile
bozkırda eşsiz bir sahil kasabası konumunu sunar. Yılda bir kaç mahsulün
alındığı o uçsuz bucaksız verimli topraklar, bu beldede oturanların en önemli
gelir kaynağıdır, her ne kadar payımıza, kırışık iki yakamızı bir araya getirecek
kadar düşmese de!
Dünyanın her yerinde
olduğu gibi bizde de insanlar ikiye ayrılırlar. Ben oldukça fakir olan tarafta
yer aldığımdan, haliyle sevgili Şero da fakir bir köpek. Şanslı bir hayvan
olsaydı, zaten benim köpeğim olmazdı. Tıpkı Türk filmlerinde olduğu gibi Şero
da konumumuza bakmadan, köyümüzde en varsıl aile olan Hüsso’nun köpeği Sülün’e âşık
oldu. O nedenle mecnun bir halde sürekli Hüsso’nun kapısının önünde dolanıp
duruyor. Sülün de O’na karşı bir şeyler hissediyor olsa gerek ki, bizim Şero’yu
görmeye görsün, her türlü kuyruk sallamalar, dil çıkarmalar, baygın
bakışlarının en alasına ve kafasını hızla sallayıp, zarif kulaklarını
yanaklarına patırtı sesleri çıkararak vurmasına tanıklık edebilirsiniz. Doğrusu
Şero’nun kendi sınıfından bir köpeğe âşık olmasını çok isterdim. “Davul dengi
dengine” diye boş konuşmamış, çok bilen atalarımız. Koca göbekli Hüsso ve o
kaknem, iri burunlu benekli karısı Zeliş, Şero’yu görmeye görsünler, ilk
yaptıkları O’nu ellerine ne geçirirlerse (süpürge, terlik, taş, ayakkabı ve
kinlerini kusturacak her şey) fırlatıp, bahçelerinden kovmak oluyor. Belli ki
Şero’nun Sülün ile arkadaşlık etmesine pek razı değiller. Kendisine fırlatılan
her nesnenin, Şero’nun çevik hareketler ile ıskalatmasının ardından, o ilk
etapta yüksek avlu duvarını atlayıp, gidermiş gibi yapsa da ortalık yatıştığı
zaman, gururu kırılsa da çok geçmeden soluğu Sülün’un yanında alıyor. Sevgilisini
koklayıp, uzun dili ile tüylerini yalıyor.
Zoruma giden Şero’nun
yemeğe de kalacak kadar yüzsüzleşmesi. Hem de yalnız başına değil. Mahallenin
bütün yoksul köpeklerini alıp, Hüsso’nun büyük kızı Süheyla’nın yemek
artıklarını çöpe atmasını bekliyorlar. Çoğu zaman o saatte Hüsso’nun evine
doğru gitmesini engellemeye çalışsam da, buna mani olamıyorum. Bir yandan da
yaşanan bu büyük aşka saygım var, vicdan azabı da duymuyor değilim. Ama
Şero’nun sahibi veya bir yakını olarak benim de onurum kırılmıyor değil elbette.
Sülün sahibinin o denli
zenginliğine ve sonradan görmeliğine karşın, bir o kadar asil ve kibar bir
köpekti. Hayvan da olsa bu denli iyi olması başımın üzerinde yer almaması
anlamına gelmez. Lakin bu aşkın sonu yok gibime geliyor. Masallardaki gibi,
“onlar muradına ve bizler de kerevetine çıkar mıyız?” bilinmez. Ama böylesi bir
ayrılığın Şero’ya büyük bir acı vereceğinden eminim.
Bugün Ankara’dan misafir
olarak akrabalarımız geldi. Benim gözümde dünyalar güzeli, dünyaya açılan tek
penceremin tatlı esen rüzgârı, kendisine karşı hep mahcup olduğum, yakamdan
düşmeyen fakirliğimden dolayı rahat ettirip, gün yüzü gösteremediğim karım Dilan
hazırlıklar için mutfakta hummalı bir uğraş içinde. Karımın kan ter içindeki
halini görüp, kendi kendime Tanrının bir kez olsun bizim de sırtımıza usulca
üflememesine şaşıp kalmaktan, başka bir şey yapamıyorum.
Avluda köşeye sıkıştırdığım
bizim İbiş horozu yakalayıp, kaşla göz arasında kestim. Bütün bu olup bitene,
yine göbekli Hüsso tarafından kovulan Şero da şaşkınlık ile bakıyordu. Evet,
evde ziyafet vardı. Şero’nun aklından bir şeylerin geçtiğini şaşılar gibi göz
bebeklerini döndürmesinden anladım.
Misafirlerimizle Allah ne
verdiyse (bize pek bir şey verdiği yok, lafın gelişi) yedik içtik. Doydular mı
diye yüzlerine baktım, ama bir şey anlayamadım. Fakat gördüğüm kadarı ile
sofrada kemik namına hiç bir şey görünmüyordu. Bizim çocuklar kemikleri dahi un
ufak ettiler. Cama doğru uzanıp, baktığımda aklıma gelenin başıma geldiğini
anında gördüm. Evet, Şero Bey şürekâsını toplayıp, kapının önünde hazır kıta,
sofradan artanların karım Dilan tarafından atılmasını sabırsızlık ile bekliyorlardı.
Sanıyorum sürekli Hüsso’nun evine dadanmak onun da ağrına gitmiş olacak ki, bu
defa da Şero arkadaşlarını yemeğe davet etmişti. Sülün de Şero’yu kırmamak
adına bu nazik davetini kabul edip, gelmiş ve diğer köpeklerin ardında
duruyordu. Şero en arkada utangaç bir eda ile bekleyeduran Sülün’ü burnu ile
itekleyip, utanacak bir şeyin olmadığını, kulağına fısıldıyor, sevdiceğinin gönlünü
hoş tutmaya çalışıyordu.
Derken beklenen an geldi.
Bütün bu olup bitenden bihaber olan Dilan özenle topladığı sofra bezini
toplayıp, balkondan aşağı doğru döktü. Üç beş kıytırık kemiğin yere dökülüşünü
seyrederken, Şero adına içim burkuldu. Köpekler sofra artıklarının dökülüşü
anında, aynı zamanda kafalarını yukarı doğru kaldırdılar. Şero çok mahcup oldu.
Sülün hemen Şero’nun yanına gelip, onu teselli ettiyse de, Şero’nun hali hal
değildi. Dökülen bir kaç kemiği de Bodur Kasım’in köpeği Dino hiç bir şeye
aldırmadan yedi. Şero kuyruğunu iyice arka ayaklarının arasına sıkıştırıp,
bizim evi terk edip, hep birlikte Hüsso'nun evinin yolunu tuttular. Sülün
Hüsso’ya aldırmamasını, kendi evinin onun da evi olduğunu anlatsa da, Şero’nun
yüreği çok buruktu ve zor teselli oluyordu. An; yer yarılsa da o da yerin
altına girse anıydı. Çünkü en iyi kendimden biliyorum, yoksulluğun utancı
dağlar kadar büyüktü.
Evde misafirleri unuttum
ve çok derinlere dalıp, gittim. Dilan’ın bir kaç kez;
“Cemo Can çayını al.
Misafirlerimiz var, niye öyle derinlere daldın. Neyin var? Misafirlerimize ayıp
oluyor. Kendini unuttun hepten.” deyince ansızın irkilip, kendime geldim. Çay
nar kırmızısı idi. Misafirler ise nar kırmızısı çaya değil, şaşkınlıkla bana
bakıyorlardı. Kendimi toparlamam güç oldu. İçimdeki acıyı kimselere
anlatamazdım. Dünyada her şeyi paylaştığım Dilan’a dahi anlatamazdım. Kim bilir
Şero şu anda arkadaşlarına ve özellikle de Sülün’e karşı ne denli mahcup ve zor
durumdaydı. Ne çok sahibi ile benzeşip, ne kadar çok “sahibinin sesi” olmak
zorunda kalıyordu. Eve gelir gelmez yapacağım ilk iş onun o güzelim, biçimli
kafasını ellerimin arasına alıp, yanaklarından bir güzel öpmek olacak.
Karanlık iyiden iyiye
bastırdı. Ay bütün ihtişamı ile bir ayna gibi Kesikköprü’nün semalarında
süzülüp, safir gerdanlığı ve etrafındaki pırlantaları ışıl ışıl parlatıyor.
Gökyüzü sonsuz sayıda birbirinden parlak yıldız ile bezeli. Misafirler de yavaş
yavaş yatmaya giderler. Kendi kendimle kalmaya çok ihtiyacım var. Kulağım
dışarıda. Ve pür dikkat “dört kulakla” beklediğim beni mutluluktan uçuran, “ha
duyuldu, ha duyulacak” derken, gelen hüzünlü havlama sesleri. Karanlıkta
parlayan iri boncuklar ise Şero’mun buğulu gözleri.
Amsterdam, 10 Nisan 2015
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder