29 Nisan 2015 Çarşamba

KARA ÜZÜM HABBESİ




KARA ÜZÜM HABBESİ

"ikimizin yerine dinliyorum
sevdiğin şarkıları
siyah tişörtünü giyiyorum yatarken
gömleklerini, kazaklarını, kokunu
senin rüyalarını görüyorum ölür gibi uyurken
gün boyu elimde kahve fincanı."  
Murathan Mungan


Merdiven altındaki dar kilerde, rafta yer alan cam kavanozdaki siyah kuru üzümden bir kaç tane alıp, ada mutfağına yöneldi. Üzüm tanelerini mutfak tezgahındaki sarı pirinç havana koydu. Açık pencereden karşı sokakta bulunan heybetli kilisenin çan sesleri mutfakta yankılanıyordu. Var olduğu günden beri hep şikayetçi olduğu kısa boyu ile bedenini alttan yukarı doğru ittiren hareketler eşliğinde ayaklarının ucunda yükselerek, “ıhlayıp-puflayıp” siyah üzüm tanelerini olabildiğince ezdi. Ezdiği çekirdeksiz üzüm tanelerini cam bir çay tabağına alıp, yatak odasındaki aynanın önündeki pufa ilişti. Sağ elinin kalın baş ve işaret parmaklarının yardımı ile kaytan bıyıklarının ince uzun kısımlarına sağlı ve sollu sürüp, yukarılara doğru Osmanlı’daki yeniçeri askerlerinin bıyıklarına andıracak biçimde şekillendirdi. Aynı uygulamayı gür kaşlarına da uyguladı ve kısık gözlerinin üzerindeki bu kılları dikleştirerek asi bir görünüm verdirdi. Kuru üzümlerin bu ezilmiş hali, bıyıklarını ve kaşlarını istediği görünümde olmasını ve uzun süre kalıcı kılan bulunmaz bir kurtarıcı idi.
Yıllar önce, şimdilerde altmış yaşında olduğuna göre elli beş yıl öncesine gidip, sevgili anacığının altın varaklı büyük aynanın önündeki o hali gözlerinin önüne geldi. İlk defa annesinin kaşlarını bu üzüm şırası ile düzeltirken görmüş ve kendisi de annesine özenip, arta kalan üzüm ezmesi ile kaşlarını, ileriki yaşlarda da boğumlu burnunun altında aniden türeyen, gökyüzüne doğru kalkık asi bıyıklarını şekillendirmeye başladı.
Bu asi bıyıkların sökün etmesinin öncesindeki yıllarda, on yaşlarında annesinden kulaklarını deldirip, tıpkı O’nun gibi küpe takmak istediğini söylediğinde, bu dünyalar kadar sevdiği insanı nasıl da şaşırtıp telaşlanmasına neden olduğunu gördü. Annesi sinir krizleri geçirdi, günlerce gizli gizli ağladı ve babasına “kadın gibi küpe takmak istediğini” söylemekle tehdit etti. Oğlunun diğer erkek çocuklar gibi olmadığını, bir kaç kez makyaj malzemelerini kullandığını, kız çocuklarının oyuncakları ile oynadığını, tesadüfen görünce çok zamandır var olan bu yöndeki kuşkuları arttı.
Gözlerinizin önünde bir akarsu misali akıp gittiğine inandığım bu satırların sonrasında, benim öykümü en iyi ben anlatırım diye düşündüm. Nasıl ki kolu kırılan birinin acısını en iyi kolu kırılan bir başkası anlıyorsa, burada da aynısı söz konusu olsa gerek. Acılarla dolu kısa hayat hikayemi başlangıçta kaleme almaya çalışan kişinin kısa anlatımından, eşcinsel olduğumu anlamışsınızdır. Yaklaşık yirmi beş yıl önce memleketim Elazığ’ı kimselere haber vermeden terk edip, Almanya’ya geldim. Bir daha da geldiğim yere hiç dönmedim. Oysa bir kez olsun gitmeyi ne çok isterdim. Sorup yaramı deşmeyin ne olur. Kimleri bırakmadım ki ardımda, canımdan canlarımı, annemi, babamı, kardeşlerimi, akrabalarımı ve arkadaşlarımı.
Anacığımın Elazığ gibi tutucu bir yerde, O'na yaşattığım onca şoka artık daha fazla karşı koyacak gücü kalmamıştı. Babam da bana dair bir şeyler sezinliyor ama yanıldığını sanıp, bana toz kondurmuyordu. Evlenecek yaşa geldiğim zaman annem bulunduğu içinde, benim için hummalı bir çaba ile gelin adayı arayışına girdi. Sonuçta annemin dayatması ve deyimi ile "el iyisi değil, bizim iyimiz" olsun deyip, Kemal dayımın en büyük kızı Hüsniye’de karar kılındı ve kısa bir süre sonra baskılara daha fazla dayanamayıp evlendim. Her düğünde olduğu gibi bizim için de, mutluluklar saçan bir düğün davetiyesi bastırıldı. Kartta “Hüsniye ile Murat’ın bu en mutlu günlerinde, siz dostlarımızı aramızda görmekten büyük bir onur duyacağız” yazılıydı. Ben mutlumuydum, değilmiydim, bu durumda bana soran olmamıştı. Benim kara günüm olacak bu günde, düğün davetiyesinde benim en mutlu günüm olduğu söyleniyordu. Oysa bu böylemiydi acaba. Ben Kemal dayımın büyük kızı Hüsniye’ye değil, oğlu Hüseyin’e platonik bir aşkla ölesiye bağlıydım. Hüseyin hiç bir şeyin farkında değildi ve ben kendi kendime hayali olarak yaşadığım her anımda O’nunla el ele, kol kola, başım omuzunda, ellerim kısacık saçlarında, gözlerim gözlerinde, kalbi kalbimde ve her halimle aşkımı yaşıyordum. Hüseyin ne yazık ki benim gibi eşcinsel değildi. O sabahtan akşama kadar, benden bihaber kızların peşinde koştururken, söz geçiremediğim yüreğimin üzerinde ki baskı her geçen gün artıp, daha çok eziliyordu.
Evet evlendim. “Dünya evi” denilen karanlık haneye ben de girdim. Gerdek gecesi ve devresi günler olması gerekeni, her defasında Hüsniye’ye çeşitli bahaneler uydurup, erteliyordum. Günlerce bir icraatın olmamasına daha fazla dayanamayan Hüsniye durumu aileme anlatınca gitmedik doktor veya hoca bırakmadık. Bütün gizli yerlerden bir muska çıkıyordu. Üzerimdeki baskı her geçen gün daha da artıyordu. Dayanacak gücüm kalmadı. Mutsuzluğumu biraz olsun unutmak maksadı ile bir gün kafayı iyice çektim. Hayatımda bu kadar sarhoş olduğumu hiç hatırlamıyorum. Ayakta duracak halim olmadığı gibi, ayaklarım birbirine dolanır halde zar zor eve geldim. Sarhoş olmama rağmen Hüseyin’i unutamamış, aklımda fikrimde hep o vardı. Hüsniye dırdır ederek yatağı hazırlarken, o an Hüsniye gözümde Hüsniye olmaktan çıktı ve sihirli bir çubuk değdirilmiş gibi Hüseyin’e dönüştü. Ezik yüreğimin büyük aşkı karşımdaydı, hayalimdeki Hüseyin ile sabaha kadar deliler gibi seviştim. Ertesi gün Hüsniye’nin hüsnü cemalinin çok mutlu olduğunu, serçeler gibi cıvıldadığını, martılar gibi maviliklerde süzüldüğünü, geyikler gibi sektiğini, maymunlar gibi daldan dala atladığını, ağzı kulaklarında ve dünyanın en mutlu kadını olduğunu gördüm. O’nu anlamıyor ve hak vermiyor değildim. Ama ne yazık ki elimden bir şey gelmiyordu. Kendimi değiştirmemin imkanı yoktu. Bu anlık veya geçici bir heves değildi. Kader olarak kabullenecek olursak, bu benim hiç şikayet etmediğim yazgımdı. O gün kendimden tiksindim. Sanki ruhum ve bedenim kirlenmişti. Hüsniye’yi bu mutlu gününde olsun, mutsuz etmemek için, tuvalete gidip, gizlice kustum. Bunda Hüsniye’nin hiçbir suçu yoktu. Hüsniye’ye kendimi, duygularımı ve dünyamı anlatmayı, beni anlamasını ne çok isterdim. Karım aslında özünde çok iyi bir insandı. Ne de olsa Hüseyin’in kız kardeşi idi. Ama beni anlayamazdı. Benim dünyaya bakışım, duygularım ve kendimce duruşum ne kadar da farklıydı. Bana kalırsa duygularım zengindi, çünkü gizli dünyamda hem kadınlık ve hem de erkeklik vardı. Yani dünyaya iki pencereden daha zengin bir ruh hali ile bakıyor ve gözlemlerimi de çok yönlü yapıyordum. Toplumda dilediğince yaşama cesaretini onca kötü koşul, düşünce ve dayatmalara rağmen kendisinde bulanların durumu, ülkemde, doğup büyüdüğüm topraklarda içler acısı idi. Kimselerin din, ahlak, sağlık ve her türlü anlayışları, benim ve benim gibilerin dilediğimiz gibi özgürce, yüreğimizin işaret ettiği yönde yaşama istemimizin önüne geçme hakları olmamalıydı. İnsan ömrü bir gelincik misali, bugün var olduğu halde, yarın çıkacak bir rüzgarla ortadan kalkabilirdi. Bu kısacık dünyada, ciğerlerime doldurduğum nefesimi istemediğim kollarda tüketmemeliydim. Her günüm bir azap ve tiksinti idi. Bu evliliğe beş yıl dayanabildim. Beş yıl boyunca üç kez sarhoş olup, başka hayaller ile birlikte olduğum Hüsniye’den iki oğlum ve bir kızım oldu. Kimselere haber vermeden, pasaportumu alıp, gizlice Almanya’ya geldim. Yaklaşık yirmi beş yıldır el kapılarındayım. İltica edip, başka bir isim aldım. Yeni kimliğimle bana ulaşmak isteyenler, bütün aramalarına rağmen bana bugüne değin ulaşamadılar. Tek merakım onca yıldır ardımdan, hakkımda söylenenler. Özlemiyor değilim, hem de dünyalar kadar. Çocuklarım büyümüşler, iş güç ve makam sahibi olmuşlar. Onlar bana ulaşamasalar da, sosyal medya üzerinden onları her an takipteyim. Kızım Fadime iki yıl önce, oğlum Hasan da bir yıl önce evlendi. Kızımdan bir torunum var, adı Pınar. Kocaman gözlü, kömür karası saçları sıhhatli yanaklarında derin gamzeleri var. Küçük oğlum Zafer kendi işini kurdu, henüz evlenmedi. Ama O’nun da Hale adında güzel bir kız arkadaşı var. Resimlerinde çok mutlu gözüküyorlar. Bütün bunlar, beni uzaktan uzağa oldukça mutlu ediyor. Onlara dokunma lüksüm yok, sadece sanal alemde gözlemleyebiliyorum.
Bu arada önce annem ve ardından da babam öldü. Çocuklarım yine sosyal medyadan bana duyurmak istermiş gibi her ikisinin de üç yıl ara ile olan ölümlerini yayımladılar. Acımı yüreğime gömdüm, yalnızlığıma bir anne gibi ağladım. Günlerce bir başıma hıçkırıklarla katıla katıla, bir boğa misali böğürerek göz yaşlarımın yağmur olup, dökülmesinin önüne geçemedim.
Yüreğim alev alev yanıyor, bu yaşantı için davetiye çıkarmadım. Bedenim, yaratılışım, ruhum, duygularım bilinen ve onay gören bir kadın erkek ilişkisini kabullenmedi. Uzun zamandır yaşantıma ve tercihime nefretle bakan gözlerin uzağındayım. İlişkilerim sadece Almanlar ve beni ben olarak kabul eden bir kaç Türkiyeli ile sınırlı. Almanya’da özgür ve mutluyum.
Eski adıyla Murat yeni adı ile Murti’nin akşama misafiri vardı. Kırmızı uzun bir mumu özenle masanın tam ortasına koydu. Işıkları hafif kıstı, her tarafa oda parfümleri sıkıp, küçük vazolu bir kaç çiçeği evin uygun köşelerine yerleştirdi. Her şey hazırdı. Yemekleri soğumasın diye ısıtıcıların üzerine yerleştirdi. Buzdolabından pembe şarabını açıp, iki kristal bardağı ile birlikte tabakların yanı başına bıraktı. Soğuktan dışı buğulanan şarap şişesinden odaya mis gibi bir buket yayıldı.
Son kez aynaya baktı, vaziyet berkemal sayılırdı, karizmada gözle görülür bir çizik yoktu. Sadece daha yeni boyadığı, artık kırlaşan bıyıklarının sağ tarafı aşağılara sarkık duruyordu. “Kara üzüm habbelerinden” öğle üzeri sarı pirinç havanda dövdüğü ezmenin şırasına parmaklarını bulayıp, kaytan bıyıklarına yeniden sürdü. Sol kulağına taktığı pırlanta küpenin ışıldayıp ışıldamadığına baktı.Tam bu sırada kapı zilinin sesi antrede yankılandı. Yirmi yıldır ilişkileri olmasına rağmen, tanışmalarının ilk günkü heyecanı ile yüreği ağzında kapıyı açtı. Gür bir ses yükseldi.
“Guden abend meine lieben Murti – İyi akşamlar benim sevgili Murtim.” Kapıdaki iri yarı heybetli adam, elinde rengarenk kocaman bir buketle, kızıl kaytan bıyıklı, biricik aşkı Günter’di. Daha dün görüştükleri halde, asırlardır ayrı kalmışlarcasına, kapıda bedenlerini sıkı sıkıya birbirine dolayan da, nefret dolu gözlerden uzak, ölümsüz sevgileri idi.

Amsterdam, 29 Nisan 2015
    

  

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

KORKU

      KORKU   “Elimde değil Olric! Ne efendimiz? Elleri Olric elleri…”   Oğuz Atay - Tutunamayanlar   Fırtınalı bir denizin da...