22 Nisan 2015 Çarşamba

BOZKIRIN FIRÇASI



BOZKIRIN FIRÇASI

"Bugün dünyayı istediğin bir renge boya
Rengârenk batan günü al karşına
Bir renk de kendinden kat
Çocuklar gibi saf, temiz ve berrak
Kapat gözlerini bir hikâye yarat
Vazgeçme hissedilir biraz da sıcaklığını kat
Kalbindeki elleri bırakma sıkıca tut
Çünkü varlıktır sevgiye en güzel kanıt
……………………………………………”
Can Yücel 

Tanrı; doğup büyüdüğüm ve hala yaşamakta olduğum o uçsuz bucaksız İç Anadolu bozkırını, nedendir bilinmez sadece bir kaç renge boyamakla yetinmiş. Alaycı bir edayla, hem de dudak bükerek: “buyurun size iki, olmadı üç renk yeter de artar” der gibi olan hali hep gözlerimin önündedir. Oysa realite, dünyada var olan onca renkten tek bir tanesinden vazgeçmenin, hayattan biraz daha kopmakla eş anlamlı olduğudur.
Beyaz rengin hayatımızda yokluğu saf ve temizliği, aynı şekilde siyah güç, tutku ve matemi, mavi sonsuzluğun ve özgürlüğün, kırmızı aşkın, canlılığın ve dinamizmin, mor asaletin, lüksün ve itibarın, yeşil doğanın ve huzurun, gri mütevaziliğin ve dengenin, pembenin olmayışı da neşenin yaşamımızda yer almaması gibidir.
Renklerin yelpazesini andıran yerleşim yerlerinden birinden hızla gelip, bozkırdaki bu renk yoksulluğunda gözlerinizi kırpıştırarak açtığınız zaman, insanın içini burkan, şaşılası bir ürküntü ile kendinize gelirsiniz.
Hayata gözlerimi açtığım bozkır dizayn edilirken, Tanrının paletinde sadece alabildiğine düzlükler halinde yer alan toprağı boyamak için bir yığın kahve rengi, Sivas ilinden başlayıp, İç Anadolu’yu bir yılan kıvrımı ile Kızılırmak’ın dolanmasına yetecek kadar bir mavi ve çok az miktarda, orada burada kazara yer alan ağacı resmetmek için soluk bir yeşil boya vardı.
Ülkemizin en güzel renklerinden saygın biri olmayı başarıp, ölümsüzleşen şair Can Yücel’in de dediği gibi, ben de kendi dünyamı hep istediğim renge boyamak isteğini, sımsıcak yüreğimi hiç bir zaman terk etmesini arzulamadığım, hizmetinde kusur eylemediğim bir misafir olarak gördüm.
Dünyaya geldiğim bir İç Anadolu köyü olan Küçük Camili İlkokulunda daha yedi-sekiz yaşlarında olduğum sıralarda dahi renklerin tarifi mumkün olmayan albenisinin arayışı içindeydim. Baharın gelmesi ile birlikte, öğretmenimiz bütün sınıfı alıp, kırlara götürür ve bulunduğumuz yerin resmini yapmamızı isterdi. Gözlerimizin önünde uzayıp giden manzara ne yazık ki, çok az renge sahipti. O nedenle çoğu zaman çocukluğumun hayallerini kurarak, zümrüt yeşili ağaçlar serpiştirirken resimlerimi hercai menekşeler, laleler, sümbüller, papatyalar, güller, coşku ile çağlayan akarsular ve benzeri doğa yansımaları ile süslerdim.
Daha sonraları ortaokul ve lise yıllarımda da resim yaparken sloganım yine, “dünyayı hep istediğim renge boyamak” oldu. Bu sıralarda yaptığım pek çok resim okul panolarında yerlerini alırken, benim duyduğum mutluluk da en güzel haliyle gelip, kendisini çocuksu yüzümde ve gözlerimde sergileniyordu.
Aynı şekilde matematik dersinde de, mütevaziliğimi ikircikliğe kapılmanın önüne geçemeden, bir tarafa bırakmaya çalışarak, çok başarılı olduğumu söyleyebilirim. Benim gözümde matematik ikinci bir Tanrı gücündeydi. Yürümemiz, konuşmamız, yememiz, içmemiz, dinlediğimiz müziğin, söylediğimiz yürek titreten aşk şarkılarının, telefonun, televizyonun, radyonun, iki bardak dolusu un-yarım kilo şeker-bir litre sütün karışımı ile yapılan kek, uzay ve akla gelebilecek her şeyin dayanağı matematikti.
Uzun uzadıya sürdürdüğüm çalışma hayatımın sonrasında, şimdilerde tadını çıkarmaya çalıştığım emekliliğimi sürdürdüğüm bugünde dahi, içimde bir ukde olarak kalmayı başaran matematik veya resim öğretmeni olma arzusundan uzaklaşamadım. Demem o ki, bazan dalıp gitmelerime, hafif de olsa hüzünlenmelerime şahit olunuyorsa, sevdiğim bu iki dersin öğretmenliğini yapamadığım için bir yerde hala içimde koruduğum keşkelerin dayatması, o an bu ukdenin yüreğimi yine acımasızca yoklaması ile karşı karşıya olduğum bir an yaşadığımdandır.
Resim yapma arzumdan dolayı, her ne kadar güzel sanatlar fakültesinde okumak istedimse de, o yıllar üniversitelerde bu bölüm sadece İstanbul’da olduğundan dolayı, koşulların yetersiz oluşundan, Ankara’da Endüstriyel Sanatlar Yüksek Öğretmen Okulunda (şimdiki Gazi Üniversitesi Mesleki Eğitim Fakültesi) eğitimimi tamamlamak zorunda kaldım. Daha sonraları Maliye Bakanlığında çeşitli görevlerde bulundum.
Resim yapmaya lise eğitimim sonrasında ara verdim. Uzun zaman resim yapma arzum olan o bukleli saçlı, al yanaklı, çakır gözlü sevgilim ile buluşamadım, yumuş ellerinden tutamadım. Bin dokuz yüz seksenli yıllarda Maliye Bakanlığını temsilen Kültür Bakanlığındaki görevim sırasında, Kültür Bakanlığında, saygın insan, tanınmış bir yazar olan, dostluğunu kazandığım bir müsteşar bana bir ricada bulundu. Bir sahil kasabasında Kültür Bakanlığındaki müdürlere bir haftalık maliye konusunda seminer vermek istediklerini ve bunu benim yapıp yapamayacağımı sordu. Bu çok değerli müsteşarın ricasını yoğun olmama rağmen kabul ettim. Seminer sonrası, akşam üzeri bu güzelim kasabada gezintiye çıktım. Etrafı ilgi ile izlerken, yoğun miktarda bulunan turistlerin çeşitli dillerdeki uğultuları da kulaklarımdaydı. Bir ara, başında buruşuk siyah bir bere, ağzında piposu ve çok da uzun olmayan kır sakallı bir ressamın muhteşem güzellikte genç bir turist kızın portresini yapıyor görünce durdum ve pür dikkat izlemeye başladım.
Her şey iyi güzeldi de ressam bu güzel turist kızın kulağını bütün uğraşısına rağmen çizemiyor, çizdikleri de portrede çok eğreti duruyordu. Daha fazla dayanamadım ve portresi yapılan turistin de Türkçe anlamadığından emin olduğumdan, ressama kulağı dediğim şekilde çizmesi halinde sorunun ortadan kalkacağını söyledim. Bunu söylememle birlikte ressam küplere bindi.
“Sen ne demeye benim işime karışıyorsun? Bilip bilmeden bana akıl verme, aklını kendine sakla. Git buradan, rahat bırak beni.” diye bağırıp beni kovsa da, ben gitmemekte direndim ve söylediklerimi tekrarlamaya devam ettim. Daha sonra dayanamadım ve gönlünü almak için “öğretmen olmadığım halde”, resim öğretmeni olduğumu söyleyip, bu sinir küpü adamı yumuşattım. Ardından dediğim tekniği kullanınca resimdeki büyük kusur da ortadan kalkmış oldu. Güzel turist kızın yüzüne büyük bir gülümseme geldi ve daha da güzelleşti. Böylelikle ben de kendi çapımda turizm sektörüne küçük bir katkıda bulunmuş oldum.
Seminerin ardından tekrar Ankara’da iş başı yaptım. İş ve beraberinde tatil imkanı bende taze kan görevi gördü. Kendimi daha dinç ve enerjik hissediyordum. Hayranı olduğum renkler yıllar sonra tekrar gözlerimin önünden bir film şeridi gibi geçiyordu. Tekniğini çok bilmesem de, o zamanlar beş yaşındaki kızım Duygu ve yedi yaşındaki kızım Çağıl’ın kuru pastel boyalar ile portrelerini yaparak, yukarıda sözünü uzun uzadıya ettiğim sevgilim (resim yapma arzum) ile barışıp, ellerini yeniden avuçlarımın içinde buldum. Bu kavuşmaya sözünü ettiğim değerli müsteşar dostum vesile olmuştu. O nedenle bütün yüreğimle kendisine teşekkür ettim. Bundan sonrasında dur durak bilmeden paletime koyduğum bütün renkleri tuvalimle üst üste fırça darbeleri ile buluşturdum. Bir yıl sonra bir sergi açacak kadar resim çalışmam oldu ve ben hayli mutluydum.
Kısa bir süre sonra çalışmalarımı gören, Hollanda’da organizatörlük yapan bir akrabam Hollanda’da sergi açmamı teklif edince, önce Hollanda’da Nijmegen ve Utrecht şehirlerinde iki ayrı sergim oldu. Akabinde Belçika’nın Gent, Ankara’da beş ve Kıbrıs’ta da iki sergi açtım.
Güzel sanatlarda bu işin okulunu okuyamamış, öğretmenliğini yapamamıştım ama zamanla deneme yanılma yöntemi ile dünyayı kendi renklerime boyayıp, yüreğimin yükünü hafiflettim.
Renkler kol kola girip dans ederlerken, yaşadığım bozkırı yaşanır hale getiriyor. Dünya tarifsiz güzel. Ve şairin dediği gibi “hayat her şeye rağmen güzel.” Diyeceğim o ki; Dünyanızı her zaman renkli kılmanız, samur fırçanızı elinizden düşürmemeniz ve üzerinde yaşamınızı sürdürdüğünüz gezegeni, bozkır da olsa, daha da mutlu olmak için elinizden geldiğince ve olabildiğince çok renge boyamanız dileği ile…

Amsterdam, 22 Nisan 2015

Not; Küçük Camili Köyünden çok değerli-sevgili ağabeyim Hatip Konukçu uzun bir zaman önce profesyonel ressamlığa doğru giden ince uzun yolunun öyküsünü anlatmıştı. Ben de bir şeyler yazmak için konu arayışı içindeyken, çok zamandır işlemek istediğim bu tatlı sohbeti, Hatip ağabeyimden müsaade alarak yazmaya çalıştım. Yaşar Kemal Neşet Ertaş’ı “Bozkırın Tezenesi” olarak adlandırıyordu. Biz İç Anadolu’ların gözünde ise Hatip Ağabey de “Bozkırın Fırçası” gibidir. Dolayısı ile Hatip ağabeyin dilinden, benim kırık uçlu kalemimden, bir Küçük Camili öyküsü. Sürçü lisan ettiysem af ola!


  

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

KORKU

      KORKU   “Elimde değil Olric! Ne efendimiz? Elleri Olric elleri…”   Oğuz Atay - Tutunamayanlar   Fırtınalı bir denizin da...