1 Şubat 2016 Pazartesi

CAMİLİ’Lİ NERON



CAMİLİ’Lİ NERON

Altmışlı yılların sonu, çiftçiliğin  altın yılları idi. İç Anadolu’ya yüzlerce yıl önce öbekler halinde serpiştirilmiş Kürt köylerinde de artık kara sabandan makineli ziraata geçişin de zamanıdır. Çorak toprakla örtülü evinin önüne bir traktör çeken her Camili’li, makineli çiftçiliği yapamayanların tarlalarını ortak almak için kolları sıvıyorlardı. İki yüz haneli Camili Köyü’nde yörede o zamanlar “çap” da denilen tarla tapularını bir araya getiren her çiftçi, Tarım Kredi Kooperatifinden kredi ile bir traktör alabiliyordu.
Camili Köyünün yüksekçe bir yerine çıkıp yavaşça kafanızı sağdan sola ve tekrar aynı hızda soldan sağa doğru çevirdiğinizde, pek çok evin önünde sahibinin medarı iftarı, emir ve komuta hazır “gavur” icadı traktörleri görebilirdiniz. Her renk ve modelden traktörler, İç Anadolu bozkırında boylu boyunca uzanan binlerce dönümlük tarlanın, bir çırpıda altını üstüne getirip toprağın “ooh be” deyip, nefes almasını, Dünyanın olanca düzlükleri ve yükseltileri kırışıklıklarla dolu yaşlı kabuğunun yenilenmesini sağlayan birer canavardı.
Heyderi Hecike ömrü hayatında hiç köpek sahibi olmadığı için komşusu Memed, kendisine saldırının olmayacağı ihtimali ile yerden taş toplama tedarikine girme gereğini görmedi. Elini kolunu sallaya sallaya evin avlusundan usulca girdi. Yaz mevsiminin son demleri de olsa, hava hatırı sayılır derecede sıcaktı. Ev sahibi Heyder ve karısı Kör Zewe yine her zamanki gibi balkonda oturuyorlardı. (Daha önceki öykülerden de anımsayacağınız gibi, Heyder’in karısının bir gözü görmediğinden, Camili’ler bir gözü kör demek yerine, her iki gözünü de devre dışı bırakıp, kendisine kısaca Kör Zewe diyorlardı.) Kör Zewe komşuları Memed’in sekiz köşe kasketini biraz daha yukarı doğru kaldırarak geldiğini görünce, yükü ağır olan kısa bacaklarına bütün bedenini yükleyip, saygı göstermek mahiyetinde ayağa kalktı. Memed hafiften elini kaldırıp, “selamun aleyküm” derken Heyder kör Zewe’ye kıyasla daha da hafif olan vücudu ile fazla bir zorlanmaya mahal vermeden, O da gelen misafiri karşılamak babında ayağa kalktı. Memed komşusu Heyder ile tokalaştıktan sonra Kör Zewe’nin oturma odasından, bir koşuda diyemeceğimiz bir hızda getirdiği güllü desenlerin art arda sıralandığı yün mindere bağdaş kurup, oturdu.
Memed tavşan kanı üçüncü bardak çayına iki kesme şekeri atıp, kaşığın sesi uzaklardan duyulacak şekilde karıştırdı. Büyük bir zevkle bu bardaktan da, ince dudaklarını ileri doğru gerdirerek ilk yudumunu höpürdederek aldı. Sağ eli ile altına topladığı sağ ayağını yavaşça çekip, kurtardı. Artık asıl meseleye gelebilirdi. Heyder’in gözlerine bakıp;
“Heyder biliyorsun yıllardır komşuyuz seninle. Düşündüm taşındım tarlalarımı başkasına ortak vereceğime sana vereyim diyorum. Komşuluk gereği yüz yüze bakıyoruz. Bildiğim kadar ile senin diğer ortakların da senden oldukça memnunlar. Ekim ve biçim işini zamanında ve yerinde yapıyorsun. El kazanacağına, var hayrını gör kısmetse ikimiz de kazanalım. Çoluk çocuğumuzun nafakasını çıkaralım, diyorum. Sen ne diyorsun?”
Heyder komşusu olduğu için Memed’i iyi tanıyordu. Gözlerini Memed’in ince zayıf bedeninde baştan aşağıya, kendisini ilk defa görüyormuş gibi gezdirdi. Kendi halinde de olsa, sadece biraz sinirli, ileri geri küfürler savurmaktan başka kimseye zararı olmayan biri olduğunu çok iyi biliyordu. Kendisine teklifin gelmesi ile her ne kadar sevinse de, bu asabilik konusu kafasına takıldı. Memed’in içtiği sigara dumanının ardında kalan zayıf, çökük suratında yer alan feri kaçık gözlerinin içine bakıp;
“Memed sağ olasın. Bu teklifi elbette başkasına yapmayıp, bana gelmiş olmana çok sevindim. Senin tarlalarını seve seve ortak alırım. Lakin en hafif bir aksilikte kızıp, küplere bineceksen, bu işin taraftarı olmadığımı da bilmeni isterim. Benim çekindiğim tek nokta bu. Yoksa seni bir komşu olarak çok severim de, sayarım da. Söylememe gerek yok, bunu sen de biliyorsun. Tabi ki komşuyuz ve senin tarlalarını da kendi arazimi nasıl ekip, biçiyorsam, öyle aynı şekilde yapacağımdan şüphen olmasın. Elimden geleni yapacağım. Hiç bir masraftan çekinmeyeceğim. Gerisi Allah’a kalmış. Umarım birbirimize karşı mahcup olmayız.”
“Yok yahu ne kızması, ne küplere binmesi. Öyle bir şey olmaz. Ben sana güveniyorum, sen de bana güven. Kızma konusunu da kafana takma. O bende gelip geçici. Bazen heyheylerimin gelmesinin önüne geçemiyorum, o kadar. Senden şüphem olsa, zaten böylesi bir teklifle sana gelmem. Bak kapısının önünde traktörü olan, ortakçılık yapmak isteyen bir yığın insan var. Sen de biliyorsun. Ancak ben en uygun seni gördüm, hani sen de istersen, iyi olur diye düşünüyorum.” Çok geçmeden iki komşu köy ortasındaki camiden yükselen ezan sesi yankılanırken anlaşıp, tokalaştılar. Olup bitene kulak misafiri olan Kör Zewe anlaşmadan pek hoşnutluk duymasa da bir şey söyleme gereğini duymadı.
Diğer bütün ortaklıklar gibi bu yeni oluşum da, Camili Köyü’nde misafir odalarında, cami avlusunda ve evlerin duvar diplerindeki gölgeliklerde bir araya gelip, sohbet eden köy erkekleri tarafından kulaktan kulağa aktarıldı. Sohbetlerinde köylüler bu yeni, “çiçeği burnunda” ortaklığı, Demirel hükümetinin tarım politikalarını, buğday taban fiyatını ve günlük politik gelişmeleri dilleri döndüğünce anlatmaya çalışıyorlardı. Onların gözünde sembolik fötr şapkası ile Demirel sürekli aksamalara uğrayan gidişatı yoluna koyacak, Allah tarafından gönderilmiş kelli-felli yeni bir kahramandı.
Heyderi Hecike yeni ortağı Memed’e söz verdiği gibi tarlaları zamanında sürüp, ekti. Kış bütün uğultuları ile gelip çattı. Kusursuz melodilerle ıslıklar çalan sonbahar rüzgarları, kurak ve ağaçsız Camili Köyü’nde sararan yaprakları dallarından koparmayıp, bir yerden diğer bir tarafa savurmadı. Kış mevsimi uçsuz bucaksız tarlaları ve Camili Köyünü kar beyazı çarşaflara bir kez daha bürüdü. Memed yeni ortağının evine sık sık oturmaya gidip gelirken, eriyen karlardan sonra çamur deryasına dönen patika yollarda lastik ayakkabılarını bulduğu küçük bir tahta parçası ile silip, Heyderi Hecike’ye selam verip, mümkün olduğu kadar gürül gürül yanan sobanın yanı başında yer almaya çalışarak, Kör Zewe tarafından sunulacak nar kırmızısı çayını beklemeye koyuluyordu.
Kış mevsimi bir kez daha sırasını savıp, yerini bozkırda dahi bir başka olan, gelin güzelliğindeki bahara bıraktı. Bahar beraberinde insanın içini hoş eden bir sıcaklığı, sakal tıraşları uzamış olan Camili’li erkeklerin ve genelde armut görünümlü kadınların suratlarına büyük bir gülümsemenin konmasına neden oldu. Bu tatlı gülümsemenin konmadığı tek çehre, çukur avurtlu Memed’in suratıydı. Evet bahar her ne kadar güzel ve sıcak olsa, çiçek ve böceğin yanı sıra ekinlerin yeşerip, büyümesi ve verimli bir hasat için gerekli olan yağmurun da olması gerekiyordu. Memed’in huzuru hiç yerinde değildi. Kah kendi evinde, kah sık sık uğradığı ortağı Heyder’in evinde ellerini kıçının üst tarafında birleştirip, oltu taşı tespihini şaklatarak volta atıyor ve sürekli küfürler savuruyordu. Yağmurun yağmamasından dolayı kahrediyor, karşılaştığı herkesi bu uğursuzluğun potansiyel elebaşı ve başlıca sebebi olarak görüyordu.
Geçen her yağmursuz gün Memed’in daha da çileden çıkmasına ortam sağladığı gibi, O’nun artık her şeye ve herkese küfretmesine bahane oluyordu. Verimli bir hasat alamayacağı, bütün emeklerinin boşa olduğunu yinelerken bağırıp, çağırıyordu. Günler haftaları arka fonda Memed’in küfür ve  bağrışları ile kovalayıp geçerken, yaz mevsimi de bunaltıcı sıcaklığı ile hepten sökün etti. Bundan sonra yağmur yağsa da bunun ekinlere bir faydası olmayacaktı. Elbette Memed’in haricindeki diğer Camili’li çiftçiler de bu gidişattan endişe duyuyorlardı. Önlerindeki kış açlığı getirecek, harman sonrası borçlarının ödenmesine dair verdikleri sözlerini yerine getiremeyecekler, kızları ve oğullarına düğünler yapamayacaklar, ailelerinin üst başları yenilenmeyecek ve bütün hayalleri suya düşecekti.
Ekinler oldukça cılızdı. Boyları iki karışı geçmediği gibi ekin kelleleri yarı yarıya boştu ve biçilse dahi elde edilecek hasat masrafını karşılamayacak cinstendi. Allah’ın takdiri böyleydi, yapılacak bir şey yoktu. Demek ki kullarına bu yıl da bunu reva görmüştü.
Heyderi Hecike’nin uyku ile bir sorunu olmadığı halde her nedense o gece uykusu kaçtı. Sabaha kadar sağa sola döndü ama gür kirpiklerinin ardından uykuyu bütün çabalamalarına rağmen buyur edemedi. Olmadı erkenden yorganı üzerinden atıp, kalktı. Güneş yeni bir güne göz kırpıyordu. Sabah serinliği hakim olsa da çok geçmeden bozkırın bağrına sarı bir sıcak gelip oturacaktı. Dünya yeni bir güne başlıyordu. Kümeslerde tavuklar ve horozlar tüylerinin üzerinde toz toprak varmışçasına silkinip, tünedikleri yerlerden kanat çırpıp kalktılar. Tavuklar etrafı kolaçan ederken horozlar ilk ötüşleri için büyük bir gururla kafalarını iyice havaya kaldırıp ötmeye başlarken, aynı anda köy camisinin minaresinin merdivenlerindeki karanlıkta ellerinin yordamı ile tırmanan hoca da, ezan için elini kulağına götürüp, avazı çıktığı kadar yüksek bir ses ve melodik bir tonlama ile ezan okudu. Dış kapının anahtarını çevirip, yeni bir güne merhaba diyen Heyder, avlu kapısından hiddetle Memed’in geldiğini gördü. Yine nedensiz yere  bağırıp çağırıyordu.
“Yok Heyder yok. Hani elinden geleni yapacaktın, iyi bir hasat elde edecektik. A…. koduğumun yağmuru bir damla dahi yağmadı.” Cebinden bir kutu kibriti çıkartıp;
“Yok a…. koduğumun yağmuru da yağmadı. Ben de gidip o ekini yakmaz mıyım. Yağmadı kardeşim yağmadı. Bir damla dahi yağmadı. Bütün uğursuzluk gelip beni buldu. Yakacağım o ekinleri. Ne hayri var yansın daha iyi. Yağmadı. Bir damla dahi yağmadı.” Heyder duydukları karşısında şaşırmış gibi gürünse de Memed bu canlı performansla Camili açık hava tiyatrosundaki oyununu günlerdir sergiliyordu. O’nu teselli etmeye çalıştı.
“Memed yapma etme, yaptığın ayıp. Biz elimizden geleni yaptık. Gerisi Allah’a kalmış bir şey. O’na şart koşamayız. Yalnızca bizim ekinlerimiz bu durumda değil. Yağmur diğer ekinlere de yağmadı. Yapma etme, şu kibriti de cebine koy. Gel bir bardak çay içelim.”
“Yok Heyder yok. Göreceksin, bak ne yapıyorum. Çayını falan da içmiyorum. Git çayını kendin iç. Yağmıyor, yok yağmıyor. A…. koduğum bir damla dahi yağmıyor.”
Memed’i ikna edemeyen Heyder, karısı Kör Zewe’yi uyandırıp, kahvaltı hazırlamasını söyledi. Kör Zewe yatağında bir iki gerinmenin ardından emrin büyük yerden geldiğinin farkındalığı ile uyandı, çaydanlığın altını yakıp, çay kaynattı. Yer sofrasına yumurtalar kızartıp, bir tabak yoğurt ve zeytinler koydu. Çocukları ile siyah desnlerle süslü basma sofra örtüsünü dizlerinin üzerine çeken Heyder iştahla yumurtanın kayısı sarısına bandırdığı ekmeği ağzına yeni götürmüştü ki, köy içinde bağrışmaların geldiğini duydu.
“Yangın…. Yangın…” diye bağırıyorlardı. Kahvaltısından kalkan Heyder, köyün ilerisinde tarlalardan büyük bir dumanın yükseldiğini gördü, üzüntü ile kafası uzun süre yere eğik kalakaldı. Kör Zewe de kahvaltı sofrasından kalkıp, kocasının yanına geldi. Çocuklar sofradaki kızarmış yumurtaları ve zeytinleri büyük bir iştahla midelerine indirdiler. Uzaklarda yoğun bir duman bulutu göklerde tırmanmaya devam ediyordu.
“Yağmadı, bir damla dahi yağmadı.”

Amsterdam, 1 Şubat 2016





Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

KORKU

      KORKU   “Elimde değil Olric! Ne efendimiz? Elleri Olric elleri…”   Oğuz Atay - Tutunamayanlar   Fırtınalı bir denizin da...