“Yalnızlığım yollarıma pusu kurmuş beklemekte
Acılar gözlerini dikmiş üstüme nöbette
Bekliyorum bekliyorum bekliyorum
Hadi gelin üstüme korkmuyorum
Yalnızlığım yollarıma pusu kurmuş beklemekte
Acılar gözlerini dikmiş üstüme nöbette
Bekliyorum bekliyorum bekliyorum
Hadi gelin üstüme
korkmuyorum.”
Sezen Aksu
Yapayalnızdı O. Her yönü
inişli çıkışlı altmışlı yaşları aşan, hercai ömrünü; art arda ve üst üste düşen
domino taşları gibi çarçabuk devirdi. İnce sızılar halindeki acıları ile yek
başına kalakaldı. Yalnızdı O. Bütün yaşamı boyunca, arayıp durduğu bulamadığı
ruh ikizi idi. Bir gün olsun, apansız yükselen pırpır bir kalp çarpıntısı ile
fellik fellik aradığım “işte bu O” diyemedi. Hayatında ürperti veren, tüylerini
şaha kaldıran ölü sessizliği, boşluk ve acımtırak burukluk her anında beraberinde
oldu. Umut ibresi bulunduğu yerde hafif bir titreşim gösterip, harekete
geçmedi. Kıtlık yıllarının ambarları gibi bomboş olan kalbi, bilmediği
avuçların içinde ezilip sıkıldıkça sıkıldı. Anlatılamaz katran karası bir duygu
idi bu. Yalnızdı O.
Son çare belki de
tılsım tutar deyip, kendisine ait insan boyundaki, metrelerce uzunluktaki uçsuz
bucaksız ağlama duvarlarının diplerinde, olmadı olabildiğince yüksek olan
tepelere çıkıp, çocuklar gibi gözlerini yummasının ardından, avazı çıktığı
kadar “elma… elma…” diye bağırdığı da oldu. Ama her ne hikmet ise, bir
yerlerden çıkıp gelen, diyarına uğrak veren, sorup sual eyleyen, istemlerine
uygun birileri olmadı. Nafile. “Armut” demekten her daim kaçındığı halde,
aradığı bulunmaz insan, zulasının derin dehlizlerinde bugüne değin kalmayı
yeğledi. Yalnızlık koynundan çıkmazı, kapısından eksilmezi oldu O’nun. Sevdiği
bir cana hasretini, eğilip kulağına fısıldayacağı birileri yoktu ve yalnızlığı pamuk yumağı bulutlarda idi . Kim bilir, kıyametini getirecek olan, O’nun bu hercümerç
yalnızlık duyguları idi.
Her nereden duydu
ise, idolü olan, belki de şimdi adını telaffuz etmek istemediği yazarlardan
birinin söyledikleri, var olan aklını yıllar yılı başından alıverdi. Ne
demişti, ah demez mi olaydı dersiniz, ama arayışının şiarı ve aynı zamanda
mihenk taşı oluverdi bu deyiş.
“Dünyanın en
harikulade varlığı, güzel göğüslü zeki bir kadındır.” deyip, büyük konuşmuştu,
adını sanını hatırlamadığı kişi.
Bir bedende aradığı her iki olmasa olmaz kıstası, bir
arada bulamadı. Birisini bulsa diğerinden eser yoktu. Olmadı. Yolunun kesiştiği
kadınlar; O’na göre ya güzel bir et yığını veya zeki, kurnaz ve kafasında kırk
tilkinin cirit attığı birileri olmaktan daha ileri gitmedi. Aradaki orantı
uçurumlardan farksızdı. Hayatını dilediği gibi biri ile doyasıya paylaşıp,
yaşam oburu olamadı. “Armudun sapı, üzümün çöpü” deyip, “ince eleyip sık
dokurken” sonunda gelip, çakılı kaldığı noktada yapayalnız kalmaya mahkum oldu
O. Böyle olunca da, her geçen gün yeni bir yaprağını gövdesinden düşürüp,
eksildikçe eksildi.
Mahalle bakkalı Mıçı Dayı’dan aldığı yumurtalar dahi
çift sarılıydı, Mıçı Dayı da yalnızdı. Ama sattığı yumurtaların sarıları kol
kola girip, yalnız olmadıklarını suratına haykırıyorlardı. Burnuna buram buram
kokan yumurtalar, tereyağında kızarınca daha fazla dayanamadı. Ve çavdarlı
ekmeğinden bir parça koparıp, çatalına batırdı, sonrasında kayısı kıvamındaki
çifte sarılara tek tek bandırdı, damaklarında hissettiği lezzet harikaydı. Bu
tat sarıların birlikteliğinden mi geliyordu, diye düşünmeden edemedi. O yalnız,
mahalle bakkalı Mıçı Dayı, güneş, yıldızlar, dağlar, Ağrı dağının yamacında
tırmanmaya çalışan yaşlı kaplumbağa, mavi bir çizgi halindeki okyanuslar, Kaf
dağının ardındaki prenses, “yalnızlığı insanlarla dolu” olan Kafka ve bulutların
ardındaki mekanında, gizli-saklının kâr etmediği, herşeyi bilen, gören, duyan
Tanrı yalnız.
Beyninde saplantı haline gelen bu kriterler olmasaydı,
bu girdabın uzağında kalacağı için belki de oldukça kasvetli olan yalnızlığı,
bu denli katmerli olmayacaktı. Görünen o ki, bir laz türküsünde dile
getirildiği gibi;
“Bu dünyada fayda yok öteki de şüpheli.” Şu an hala
bulunduğu diyarda aradığını bulamayacak gibi. Olur ya bir yanlışlık eseri,
dosyasında bir karışıklık olur da, cennete yolu düşse, orada da kendisine
sunulacağı vaat edilen kırk huride arayıp, bulamayınca, Tanrıya elinin tersi
ile gerisin geri gönderecek miydi?
Oysa aradığını bulsaydı, hani zekasının doğrultusunda,
estiğin son kertesinde, güzel göğüsleri ile ceylanlar misali seken bir
kadını olsaydı, cenneti dünya denilen bu gezegende, şimdi ve peşin yaşayacaktı.
Kendisini salt kendisi ile paylaşmayacaktı. Ufuklara doğru derinlemesine dalıp
gitmeyecekti. Hayatı sürekli kopuşlardan ibaret olmayacaktı. Umutsuzluk,
değersizlik, anlamsızlık ve boşluk duygularına zerre kadar yer olmayacaktı. Ama
şimdilik O yapayalnız ve bu dünyadan hala fayda yok, bir diğeri de şüpheliydi.
Ve;
"Sen açık renkli Acem halısısın, yalnızlık ise
çıkmayan Bordeaux şarabının lekesi. Yalnızlığın Fransa'dan taşınmış, yaranın
acısı Ortadoğu'dan gelmiştir. Kadınsız erkekler için, dünya çok geniş, keskin
ve ağır bir karışımdır, tıpkı ayın arka yüzü gibi." der, Haruki Murakami.
Amsterdam, 6 Şubat 2016
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder