2 Ocak 2017 Pazartesi

ZÜMRÜDÜ ANKA





ZÜMRÜDÜ ANKA
      
Bütün insanlığın yüz akı olan, o ölümsüz Yaşar Kemal'imiz şüphesiz ki; gezegenimizin en büyük ve saygın yazarlarındandır. Kendisi ile yapılan yazılı bir röportajda, destansı yaşamından insanı çok derinden etkileyen dramatik kesitleri Fransız gazeteci Alain Bosquet’e, adeta bal tadında aktarır. Kitabı okurken bir anda sağ kolunuza Yaşar Kemal’i, sol tarafınıza ise Alain Bosquet’i almanın o müthiş mutluluğunu bütün hücrelerinizde alabildiğine hissedersiniz. Sağınızda ve solunuzda ulu çınarlar ile ağır adımlarla ilerleyen yolculuğunuz o gelin güzelliğindeki Van Gölünün kıyısından, Esrük Dağının eteğinden, Süphan Dağının hemen yanı başından başlar ve Osmaniye’nin bir Türkmen köyü olan Hamite’de noktalanır.
Uzun ve oldukça zorlu bir yoldur. Büyük bir gururla koluna girdiğiniz devasa yazar size yol boyu kendisine özgü dili ile dört bir yanda fışkıran bin bir türlü nebatı, dağları, tepeleri, höyükleri, dereleri, rüzgarı, tepenizdeki sarı sıcağı, gök kuşağını andıran kanatları ile delicesine uçuşan minik serçeleri, vızıldayan eşek arılarını, karınca kolonilerini, renk cümbüşü kelebekleri, cır cır böceklerini ve doğanın lütfu o dehşetli zenginliğini, büyüleyici bir anlatımla buğulanan gözlerinizin önüne serer. Çatal sesi ve büyük gülümsemesi ile anlatadururken bir yandan da sevgi ile sırtınızı bütün babacanlığı ile sıvazlayıp, diğer kolunuzdaki gazeteci arkadaşı Alain Bosquet’e koyu renkli gözlüğünün ardından çaktırmadan göz ucu ile bakar.
Başınızı sevgi, huzur, güven, saygı, gönül rahatlığı ve şefkat ile omuzuna koyarsınız. Kendinizi insan sevgisi ile dolu kalbinin gümbürtülerini dinler bulursunuz. Koluna girdiğiniz Yaşar Kemal bu ince uzun yolda, yirmi yıllık arkadaşı Alain Busquet’in sorduğu sorulara, onlarca sayfayı içeren yanıtlar ile destanını bir şelale misali coşku ile anlatmaya koyulur.
1915 yılında başlayan Rus harbinde Rus ordusunun attığı top mermilerinin, Yaşar Kemal’in ailesinin de dahil olduğu “Luvan aşiretinin” de bulunduğu köyün ortasına düşmesi üzerine her gün ölüm tehlikesi ile yüz yüze gelirler. Aşiret bölgeden göç etmek zorunda kalır. Yolculuk öncesi köy Rus ordusunun topçu atışlarına tutulduğu bir anda bütün köylüler dört bir yana kaçışırlarken, el ele tutuşup korku ile koşan iki kız arkadaş olan Hazal ile Zübeyde’ye bu esnada bir top gülesi gelir ve tutuşan bu iki minik eli koparıp, birbirinden ayırır.
Luvan aşiretine mensup Yaşar Kemal ailesinin zorlu yolculukları bir buçuk yılda tamamlanır. Dehşetli korkular ve felaketler yaşasalar da, sonuçta Çukurova'ya ulaşırlar. Bu yolculukta Yaşar Kemal henüz dünyaya gelmemiştir. Baba Sadık Bey ile Yaşar Kemal’in arasındaki yaş farkı hayli fazladır. Evliliklerinden ancak on yıl gibi bir zaman sonra Yaşar Kemal, ailesinin yerleştiği Hamite Köyünde dünyaya gelir. Tekrar yolculuklarına dönecek olursak; Sadık Beyin annesi Hirde Hatun yaşlı ve hastadır. İlk zamanlar ata bindirirler, ama hasta olduğundan tutunamaz ve sürekli düşer. Hal böyle olunca Sadık Bey bir buçuk yıl boyunca Mezopotamya çölünü annesini sırtında taşıyarak aşar. Mezopotamya Çölü savaşta sürülmüş, öldürülmüş Ermeniler, Türkmenler, Kürtler, Azeriler, Yezidiler, Nasturiler, Süryaniler, sürüler halinde başıboş köpekler ve kimsesiz çocuklar "ele güne karşı" aç, sefil ve çırılçıplaktılar. Her defasında oğluna bu eziyeti vermek istemeyen Hirde Hatun’u ikna etmek hayli zor olur. Akla hayale gelmeyen zorluklar ile karşılaşırlar. Ve uzun bir zaman sonra parasızlık da aileye o nahoş yüzünü gösterir. Elde avuçta bir şey kalmamıştır. Bunun üzerine Yaşar Kemal’in annesi büyük bir aşiretin mensubu olan kardeşlerinin düğünde hediye ettikleri kemerini çıkarıp, Sadık Beyin ayaklarının önüne atar.
“Al bunu sat. Bu bildiğin gibi çok kıymetli bir kemer. Bunu satarsak bizi bir süre idare eder.” Sadık Bey;
“Hayır… Hayır, bunu alamam. Bu senin kardeşlerinin armağanı. Bunu asla kabul edemem. Başka bir çare bulmamız lazım.” Kabul etmeyip almamakta dirense de, karısının ısrarı üzerine kemeri alıp, yol boyunda o bölgede bulunan varlıklı bir beye götürür. Bey kemere bakar ve kemerin çok kıymetli olduğunu bunu karşılayacak kadar varlıklı olmadığını söyler. Ama belki az ileride bulunan Hurşit Beyin bu kemeri almaya gücünün yeteceğini hatırlatır. Bunun üzerine Sadık Bey kemeri aldığı gibi soluğu Hurşit Beyin konağında alır. Hurşit Bey çevrede oldukça sevilip saygınlığı olan biridir. Hurşit Bey de kemere bakar ve gözleri fal taşı gibi açılır.
“Bak evlat, bu kemer öyle sıradan bir şey değil. Bu paha biçilmez değerde, çok kıymetli bir kemer. Değil ben, İstanbul’daki çok zengin beyler dahi bu kemeri alamazlar. Kimsenin gücü yetmez. Ama darda olduğunuzu görüyorum. İsterseniz ben size iki kese altın vereyim, ne zaman paranız olursa gelip, kemerinizi geri alın.” der ve Sadık Beye altınlarını verir. Tam gitmek üzere ayağa kalkan Sadık Beye Hurşit Beyin karısı da bütün sevecenliği ve yüzünde tatlı bir gülümseme ile bir kese daha altın getirip verir. Artık karada ölüm yoktur. Hurşit Bey oturup bir mektup yazar ve Sadık Beye;
“Bu mektubu al. Kadirli’de İskân Komisyonu başkanı olan Karamüftüoğlu Arif Beye ver. Benim gönderdiğimi söyle. O sana gerekli yardımı yapacaktır.” Sadık Bey oradan çok mutlu ayrılır. Hızlı adımlar ile yürüyüp kervanına yetişip, karısına müjdeyi verir.  Ve kervan yeniden Kadirli’ye doğru yola koyulur.
Kadirli'ye doğru yol alırlarken, Sadık Beyin sırtına ilişen annesi Hirde Hatun çimlerin arasında iniltili bir ağlama sesi duyduğunu ve oğluna gidip, bakmasını söyler. Sadık Bey gidip bakar. Yaralı bir bebeğin otların arasında ölmek üzere olduğunu görür. Bebek yara bere içindedir ve yaralarına kurtlar üşüşmüştür. Bebeği alıp, bir güzel sıcak sular ile yıkarlar. Hirde Hatun bebeği bütün kurtlardan tek tek arındırır. Buldukları otlardan ilaçlar yapar. Bebeğin yaralarına merhem olarak sürer. Yusuf adlı bu bebeğin tedavisi için üç gün boyunca yollarına devam etmezler. Bebeği de yanlarına alıp, yola tekrar koyulurlar.
Sonunda Kadirli'ye geldiklerinde, Sadık Bey ilk iş olarak Hurşit Beyin mektup yazdığı Karamüftioğlu Arif Beyi gidip, bulur. Arif Bey, Sadık Beyi çok iyi karşılar. Kendisine kahve ikramında bulunup, çok içten davranır ve yanı başına oturtur.
“Hey.... Bre Sadık Bey, biliyor musun? Sen var ya sen, benim yanımda çok kıymetlisin. Çünkü seni bana, dağ gibi kükreyen arkadaşım, kadim dostum Hurşit Bey gönderdi. Sana Kadirli’deki Şemail’in en güzel konağını ve en güzel tarlalarını vereceğim. Bu konakta oturacak ve bu yörenin en verimli topraklarını sürüp, ekeceksin. Daha ne istiyorsun. Sen Allah’in en sevgili kulusun.” Sadık Bey yüksek sesle;
“Hayır, istemem.” diye bağırır. Arif Bey şaşırır, kulaklarına ilişen sert sözcüklere inanamaz.
“İstemiyorsan bana Hurşit Beyin mektubunu ne diye getirdin? Yanıma niye geldin, Allah’in kıllı vahşi kürdü. Söyle bana be adam?” diye hiddetlenip küplere biner.
“Anam Hirde dedi ki; yuvasından atılmış bir kuşun yuvası başka kuşa hayır etmez.
“İyi ama onlar kuş değil ki, onlar Ermeni.
“Hayır… Hurşit Beyim, onlar Kuş.”
“Ermeni”
“Kuş” diye karşılıklı atışırlar. Hurşit Bey yumruğunu havaya kaldırıp, sallar.
“İşte böyle olur, Hurşit Bey. Bilip bilmeden, elin ne idüğü belirsiz vahşi Kürdünün eline bir mektup tutuşturup, bana yollarsın öyle mi. Bak gördün mü, adam beller, adam yerine koyarsın. O da tutar aynen böyle yapar işte.”
Daha fazla hiddetlenen Karamüftioğlu Arif Bey iki jandarma istetip, Sadık Bey’i Hemite Köyüne götürmesini emreder.
Hemite Köyü Yaşar Kemal’in deyimi ile “bol kayalıklı ve bol insanlı” bir yerdir. Buradaki Türkmenler bu garip Kürt ailesini bağırlarına basıp, çok insani karşılarlar. Luvan aşiretine bağlı bu ailenin bütün eksiklerini el birliği ile bir çırpıda giderirler. Ardından da bu garip aileye, yörede “huğ” denilen kamıştan bir kulübe yaparlar.
Zaman her zamanki gibi, berrak bir su misali akıp, geçer. Tahminen 1923 yılında Sadık Bey ve karısı oğulları Yaşar Kemal’in doğumu ile büyük bir sevince boğulurlar. Karı koca mutluluklarından oğulları için yedi tane kurban kesip, Hamite’de kardeş olarak gördükleri Türkmen köylüleri ile birlikte büyük bir şölen ile kutlamalar yaparlar.
Yaşar Kemal dört yaşına geldiği zaman baba Sadık Bey her baba gibi oğlu ile büyük bir gurur duyar. Onu gittiği her yere beraberinde götürür. Evlatlığı Yusuf da büyüyüp on altı yaşına gelir. Yaşar Kemal kendisine Yusuf ağabey diye hitap eder ve büyük bir kardeşi olduğu için kendisini oldukça güvende hisseder. O da ağabeyi ile gurur duyar.
Sadık Bey bir Cuma günü artık dört yaşına gelen oğlunu da yanına alıp, camiye gider. Bütün Hamiteliler camidedirler. Baba oğul da arka sıralarda bir yer bulup, saf tutarlar. Oğul Yaşar Kemal babasını büyük bir merakla taklit eder, O oturduğu zaman oturur, kalktığı zaman kalkar, ellerini belinin altında özenle kavuşturur, secdeye varır ve dua okuyormuş gibi dudaklarını ustalıkla kıpırdatır. Sadık Bey sağına selam verirken, oğlu da Onu taklit etmeye devam eder. Tam bu sırada arkadan namazdaki insanların üzerinden atlayarak gelen bir genç elindeki kara saplı hançeri bir anda Sadık Beyin kalbine saplar. Bu vahşete çocuk gözleri ve yüreği ile şahit olan Yaşar Kemal olduğu yerde korkudan dona kalır. Büyük bir panik yaşanır, ama bu arada Sadık Beyin beslemesi, evlatlığı Yusuf çoktan sıvışmıştır. Sadık Bey camide namaz esnasında, kardeşleri olarak gördüğü Hamiteli Türkmenlerin gözleri önünde kanlar içinde gözlerini yumar. Bu vahim olayın ardından, yazar duyduğu korkunun etkisi ile yaklaşık on iki yaşına kadar konuşmakta zorlanır.
Sadık Bey, oğlu olarak gördüğü Yusuf’u yıllar öncesinde ölmek üzere iken bulmuştur. Yusuf’u büyük bir itina ile Onu tedavi edip, adeta küllerinden yeniden doğan bir Zümrüdü Anka kuşu gibi hayata döndürmüştür.
Bu denli ulvi bir insanlık ile hayata kazandırıp, büyütüp, büyük emekler verdiği evlatlığı Azrail olup, babası yerindeki Sadık Beyin hayatını elinden alır. Yaşam bu kadar acımasız mıdır? Günlük hayatta da pek çoğumuzun bir insanı hayata, insanlığa kazandırmak için canımızı dişimize takarak, büyük özverilerde bulunduğumuz kişilikler, kimi zaman insanı besleme Yusuflar gibi hançerleyerek veya manevi tahribatlar yaratarak ölümden daha kötü kılabiliyor. Keşke yapılan bütün iyilikler, iyi ve doğru kişiliklerde yerini bulsa. İnsanlık adına yapabildiklerimizden dolayı insani yüreğimizi güzelce sıvazlayıp, bir rahatlama ile mutlu olabilsek. Küllerden büyük insanlıklar çıkarabilsek. İyi insan olmanın gereği, bütün olumsuzluklara rağmen, “iyilik yapıp denize atmaya” devam. Kim bilir, belki de “balık bilmezse, halikin bilmesi” umuduyla. İyilikleriniz “enseyi karatmaya” gerek kalmadan; Hemite Köyünün kayalıkları ve insanı gibi bol olsun.

*Kaynak : Alain Bosquet – “Yaşar Kemal Kendini Anlatıyor.” Yapı Kredi Yayınları


Amsterdam, 2 Ocak 2017

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

KORKU

      KORKU   “Elimde değil Olric! Ne efendimiz? Elleri Olric elleri…”   Oğuz Atay - Tutunamayanlar   Fırtınalı bir denizin da...