30 Ocak 2017 Pazartesi

BONCUK

                                                                       Resim : Hatip Konukçu

BONCUK

Yeni aldığı araba gök mavisi idi. Adını Boncuk koydu. Hayallerinde gözlerinin önünde mavi kanatlı bir kelebek misali uçuşup duran arabasına, en nihayetinde kavuştu. Kolay olmadı tabi. Uzun zaman çalışıp, Boncuk için para biriktirmesi gerekti. Bir yandan da memleketteki karısına ve çocuklarına da para gönderdiğinden, bu birikim kolay olmadı. Yaklaşık on yıl önce Köyü Kesikkoprü’den kalkıp, Almanya’nın Kamp-Lintfort şehrine geldi. Bu şehirde arkadaşı olan bir kaç köylüsü daha vardı. Çalıştığı vida fabrikasında mesaiye kalmasına gerek olmayınca,  soluğu çok geçmeden köylülerinin yanında alıyordu. Onlar ile birlikte yemek yapıp yiyorlar, memleketten haberler, çocukları, fabrika ve Alman kadınları sohbetlerinin ağırlıklı konuları oluyordu. Kimi zaman arkadaşları Feyzo’nun evine gelseler de, genelde Hasan’ın evinde toplanıyorlardı. O’nun evi daha geniş ve merkeze de yakındı.
Fabrikadan çıktığı gibi acele ile evine geldi. Boncuk tam kapısının önünde duruyordu. Yavaşça geldi ve komşularının görebileceği korkusu ile çaktırmadan Boncuk’a yanaştı. Güneş arabanın camına yansıdığından, cam elmas taşları gibi parlıyordu. Daha yeni tanıştığı bir sevgilinin ipeksi tenini okşar gibi elini arabasında gezdirdi. Elleri gıcır gıcır gök maviliğinde kayboldu. Çok mutluydu. Allah’ın bugününe de şükürdü. Kesikköprü’de kalsa, on tane de ömrü olsa böylesi bir arabaya sahip olması imkansızdı. Ne olacaktı ki, babadan kalma elli dönüm tarlayı ekip biçecek, su misali akıp giden ömrünün büyük bir kısmını tepeyi tırmanıp, baraj kulübüne gidip, kendisi gibi işsiz güçsüz arkadaşları ile “okey” oynayıp, bira içecekti. Okey oyununu Almanya’da da oynuyor ve birasını da içiyordu, hem de daha kaliteli olanından. Fabrikada iyi bir işi vardı. Para kazanıyor ve çoluk çocuğunu perişan etmiyordu. Onlardan ayrı kalmak elbette kolay değildi, ama en yakın zamanda onları da Alamanya’ya aldıracaktı. Karısı Güle’ye kırmızı bir manto giydirecek ve her gece O’nun kollarında, koynunda mışıl mışıl uyumayı hayal ediyordu. Her sabah cıvıl cıvıl gülen oğlu ve kızının öpücükleri ile uyanıp, işinin yolunu tutacaktı.
Fort Taunus bir arabaydı. Koltukları geniş, spor direksiyonu olduğu gibi, gaza tam basınca uçarcasına yüz seksen kilometre hız yapabiliyordu. Daha önceki sahibi Christina adlı yaşlı Alman bir bayandı. Arabayı iki yıl önce almış ve ilerleyen yaşı dolayısı ile çok da kullanmadığından, fazla kilometre yapmamıştı. Arabayı alır almaz, cebinden çıkardığı nazar boncuğunu iç aynasına doladı.
İlk kez Hasan’in evine arabası ile gidecekti. Hasan, Ali, Süleyman ve Kadir de evde olacaklardı. Beş kafadar arabasına doluşup, Köln’e eğlenmeye gideceklerdi. Feyzo direksiyona kuruldu, kemerini bağladı, iç ve dış aynalara bakıp, ayarını tekrar yaptı. Debriyaja basıp, kontağı çevirdi. Zil gibi çalışan bir motor sesi yükseldi. Ardından gaza basıp, Hasan’ın evine doğru yola koyuldu. Trafik yoğun değildi. Acemi bir şoför de olsa, yol boyunca fazla zorlanmadı. Hasan’ın evinin önünde durdu. Kapı zilini çalıp, arkadaşlarını aşağı çağırdı. Patır kütür üçüncü kattan inen diğer Kesikköprü’lüler hayranlıkla Feyzo’nun arabasına baktılar. Hepsi teker teker Feyzo’yu tebrik edip, “hayırlı olsun” dileklerinde bulundular. Feyzo’nun yüzündeki gülümseme oldukça büyüktü. Arabaya binip. Köln şehrine doğru yola çıktılar.
Otobanda Boncuk beş Kesikköprü'lü kafadarın altında hızla akıp, onları Köln şehrine doğru uçuruyordu. Hasan Feyzo’ya dönüp;
“Ula Feyzo bu araba en fazla kaç kilometre yapıyor?”
“Valla kardaş tam gaza basarsan yüz seksen kilometre yapabiliyorsun. İsterseniz biraz daha hızlı gideyim mi?” Bu defa Ali devreye girdi;
“Vallahi iyi olur. Şöyle bir yüz altmış yap bakalım nasıl olacak?” Feyzo gazda bulunan ayağını daha da bastırdı. İbre yüz altmışı gösteriyordu. Hızla akıp giderlerken, aniden bir flaşın yandığını görünce, Feyzo gazdan ayağını aniden çekti. Yanında oturan Hasan’a;
“Hasan sen de flaş yandığını gürdün mü?”
“Evet ya, bana da öyle geldi. İstersen buradan hemen dönüp bir daha bakalım. Aynı hızda gelip, yanılıp yanılmadığımıza bakalım.”
“He vallahi doğru söylüyorsun. Ben de çok merak ettim.” Feyzo yavaşlayan arabanın direksiyonuna var gücü ile asılıp döndü. Yaklaşık iki kilometre sonra Köln’e giden yola tekrar girdiler. Arkada bulunan Kadir, Ali ve Süleyman’dan ses çıkmıyor, ama onlar da ne olacağını çok merak ediyorlardı. Arabada aynı hızla biraz önceki noktaya tekrar geldiler. Bir kez daha bir flaş yandı. Dikkatli baktıkları için bu kez yansımayı daha belirgin gördüler. Bundan bir şey çıkmayacağına kendi aralarında ikna olup, gamsızca yollarına devam ettiler. Köln bulundukları Kamp-Lintford şehrine kıyasla daha büyük ve güzel bir şehirdi. Canlı müziklerin çaldığı bir Türk restaurantında karınlarını bir güzel doyurdular. Onlarca kez kadeh tokuştudular. Kol kola girip halaylar çektiler, çifte telli ve diğer oyun havaları ile hayli zamandır birikmiş olan kurtlarını bir çırpıda şehri Köln’de döktüler.
Kamp-Lintfort’a geldiklerinde hayli yorulmuş olduklarını hissettiklerinden, herkes hemen evine gitti. Feyzo uzun zamandır felekten böylesi bir gün çalmamıştı. Önce Boncuk ve ardından da arkadaşları ile birlikte olmak O'na bir hayli iyi geldi. Şimdi sırada Boncuk’a binip, ver elini Türkiye demek vardı. Bunu gecenin ilerleyen saatinde hatırlayınca bütün bedenini bir karıncalanma ve yüreğini tarifsiz bir heyecan kapladı. Kızı Dilek’i, oğlu Neco’yu, karısı Güllü’yü, Kesikköprü’deki çocukluk arkadaşlarını, akrabalarını, her şeyi ve herkesi çok özlemişti. İzinli olarak geleceğini daha önce mektupla karısına da bildirdiğinden O’nun da haberi vardı. Kim bilir Güllü nasıl bir heyecan sarmalı içindeydi. Her ikisi için de birbirlerinin uzağında günler geçmek bilmiyordu. Bu özlem bitmeli idi.
İki gün çabuk olmazsa da geçti. Bütün hazırlıklarını tamamladı. Elbise, para, pasaport, yiyecek, içecek ve hediyeler hepsi tamamdı. Sabah erkenden uyandı. Bütün eşyalarını mavi arabasına itina ile yükledi. Ardından “ya bismillah” deyip, Boncuk’un motorunu çalıştırdı. Yolu uzun ve yorucuydu. En geç iki, iki buçuk günde Kesikköprü'de olmalıydı. Çocukları, karısı ve akrabaları dört gözle yolunu gözlüyorlardı. Hasretlik tam anlamı ile tavan yapıp, canına tak ettiğinden yollar O’na “viz gelir tırıs giderdi.”
Yaklaşık üç gün boyunca gece ve gündüz demeden art arda sıralı birbirinden farklı güzellikteki ülkeleri,kültürleri, zümrüt ormanları, dağları, tepeleri, dereleri ve ırmakları aşıp, bir aksam üzeri kendisini yorgun argın kırmızı toprakla boyalı evleri ile Kesikköprü’de buldu. İlçesi Bala hala yükseklerde fakirliğini inatla sürdürüyordu. Belki de ülkenin en az gelişme gösteren ilçesi idi.
Alaca karanlıktı. Köy içinden geçerken arabanın camından elini çıkartıp, büyüklere salam veriyor, küçükler ise şaşkın bakışlarla ilk defa gördükleri bu güzel maviş arabaya bakıyorlardı. Evinin virajlı yolunu hızla girdi. Yerden bir toz bulutu yükseldi. Tozların bir kısmi Boncuk’un üzerine geldi. Diğer bir kısmı da, köyün içinde yol buyunca uzanan Kızılırmak’in mavi suları ile buluştu. Evi Köy meydanındaki caminin hemen ardındaydı. Güllü mavi bir aracın kendilerine doğru geldiğini görünce çığlık çığlığa;
“Kızım dilek, Neco… Koşun babanız geldi.” On üç yaşına yeni basan yanağında yer yer çillerin yer aldığı, uzun saçlarını annesinin at kuyruğu gibi ördüğü Dilek ve kömür karası iri gözlü Neco anında annelerinin yanı başına ışınlandılar. Arabanın teybinde bir İbrahim Tatlıses kaseti vardı ve ses sonuna kadar bangır bangırdı.
“Ayağında kundura,
Yar gelir dura dura,
Ölürüm ben ölürem.
Nere gitsen gelirem.”
Allahtan Güllü’nün bir yerlere gittiği yoktu, bıraktığı yerde kıpır kıpır bir yürekle, pür telaş özlemle Feyzo’yu bekliyordu.
Feyzo ailesi ve akrabaları ile uzun uzadıya hasretlik giderdi. Baba ve annesi yıllar önce iki yıl ara ile vefat etmişlerdi. Köyüne gelip gitmediği dönemde de pek çok insan bu dünyadan göçüp gitmişlerdi. Güllü’sünü de yanına alıp, Kesikköprü’ye özgü kırmızı toprakla sıvalı evlerin arasındaki patika yollardan geçip, taziye evlerini tek tek dolaştı. Kızılırmak mavi sularında onlarca çeşit balığı ve pek çok canlıyı barındırıp, aynı zamanda doyurarak nazlı bir eda ile akmaya devam ediyordu. Irmak kenarı ve evlerin bahçeleri daha da çok yeşile bürünmüştü. Köyü büyüyüp gelişme gösteriyordu. Cami önüne toplananlar, hararetli sohbetlerine kaldıkları yerden devam ediyorlardı. Feyzo bu diyarda bulunmadığı zamanlar, devlet tarafından tarlaların sulanması için her tarafa su kanalları yapıldı. Buğday ve arpa yerine çoğu yere kavun ve karpuz bostanları ekili idi. Bunun yanı sıra, kimyon, ayçiçek, fasulye ve nohut tarlaları da boy gösteriyordu. “Akıp duran su artık Kürdün baktığı değil, kullandığı su idi.” Köyündeki bu gelişmelerin yanı sıra, daha çok gencin Ankara veya çevre illere gidip, eğitimlerine devam etmeleri de Feyzo’yu oldukça mutlu etti. Geleceği gençler ellerinde tutuyorlardı. Onların eğitimli-donanımlı birer birey olmaları her şeyden çok daha önemli idi.
Sayılı gün çabuk geçti. Feyzo yaklaşık bir aylık bir izninin ardından, ailesi, arkadaşları, akrabaları ve bütün köylüleri ile vedalaşıp, “kendisinin yaratmadığı, ölümden beter” gurbet yoluna yeniden düştü. Geldiği yolu takip edip, Kamp-Lindfort’a döndü.
Evinde olmadığı zaman ne olup bittiğini de merak etmiyor değildi. Bu zaman zarfında Almanya’yı da özlediğini fark etti. Bu ülkenin düzeni, sistemi ve insana olan yaklaşımı da azımsanacak türden değildi. Anahtarlarından birini ara sıra gelip, evini kontrol etmesi ve çok sevdiği küpe ve sardunya çiçeklerine su vermesi için Hasan’a vermişti. Hasan bütün postasını da alıp, yukarı getirecekti. Valizlerini yüklenip, yukarı çıktı. Kapıyı açar açmaz köşedeki küpe ve sardunya çiçeklerine baktı. Çiçekleri daha da serpilip, gelişmişlerdi. Sağ olsun Hasan suyunu zamanında vermeyi ihmal etmemişti.
Daha sonra önemli bir postasının olup, olmadığına baktı. Masanın üzerinde bir yığın mektup vardı. Çoğu iş yerinden ve reklam postası idi. Aynı resmi kuruluştan iki ayrı mektubu görünce şaşırdı ve acele ile açtı. Her iki mektupta da, Köln yolu üzerinde aynı noktada fazla hız yapmaktan 90 Alman Markı tutarında iki adet trafik cezası vardı. Mektuplarda aynı zamanda direksiyon arkasında birer de resmi vardı. Resimlerden birinde gür bıyıklarını çekiştiriyor, diğerinde ise saçını düzeltiyordu. Fotoğraftaki gibi bıyıklarını tekrar çekiştirip, usturuplu bir küfür savurdu. Evi havalandırmak için camı açtı. Dışarıda çok sıcak olmasa da parlak bir güneş hakimdi.

Amsterdam, 30 Ocak 2017






Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

KORKU

      KORKU   “Elimde değil Olric! Ne efendimiz? Elleri Olric elleri…”   Oğuz Atay - Tutunamayanlar   Fırtınalı bir denizin da...